Uğur Vardan

Irkçılığa karşı omuz omuza...

1 Aralık 2018
Siyahi bir müzisyen ve ona, ırkçılığın yoğun olarak yaşandığı Güney’de kol kanat geren beyaz şoförü... Dr. Don Shirley ve Tony Lip’in gerçek hikâyelerinden yola çıkan ‘Yeşil Rehber’, bir turne esnasında iki tarafta yaşanan dönüşümlere odaklanıyor. Tony Lip rolündeki Viggo Mortensen, gösterdiği performansla muhtemelen ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dalında Oscar’a aday gösterilecek.

Yeşil Rehber
Yönetmen: Peter Farrelly
Oyuncular: Viggo Mortensen, Marhershala Ali, Linda Cardellini, Don Stark, Sebastian Maniscalco, Dimiter D. Marinov, Mike Patton, Joe Cortese, Frank Vallelonga / ABD yapımı


Yarım saat sonra konser vereceğin salonda yemek yemek istiyorsun ama renginden dolayı izin vermiyorlar. Az sonra müziğinle eğlendireceğin insanlar arasına alınmıyorsun. Durumu anlatıyorsun, nazik ifadelerle insanlık dışı hallerini geçmişteki örneklerle (!) açıklıyorlar: “Bakın, buraya önce de NBA şampiyonu Boston Celtics takımı geldi, onlara da siyahi oyuncularını içeri alamayacağımızı bildirmiştik”...

‘Yeşil Rehber’ (‘Green Book’), 1962’de geçen ve Amerikan tarihinin bitmez tükenmez günahlarından biri olan ırkçılığa dair bir öykü anlatıyor. Filmin iki ana karakteri var: Biri İtalyan kökenli, gece kulüplerinde ‘fedailik’ yaparak hayatını kazanan ama çalıştığı mekân bir süreliğine kapanınca geçici bir iş bakan Frank Anthony Vallelonga ya da yakın çevresinin Tony Lip diye çağırdığı iki çocuk babası bir beyaz; diğeri de Dr. Don Shirley sahne adını kullanan siyahi bir müzisyen. Shirley, ‘Caz Trio’suyla birlikte ‘Derin Güney’e kadar uzanan iki aylık turnesi için bir şoföre ihtiyaç duyuyor, Tony Lip başta nazlansa da karısı Dolores’in ikna olması sonucu işi kabul ediyor.

Driving Mister Shirley...

Evine gelen siyahi işçilerin limonata içtikleri bardakları çöpe atacak kadar ırkçı bir yapıya sahip olan

Yazının Devamını Oku

Zirvede tek başına

27 Kasım 2018
Futbolumuzun köklü çınarlarından Göztepe, seyircisi, ortaya koyduğu oyun ve artık bu sezon unvanları hafiften sarsılmaya başlayan ‘Büyükler’e karşı evinde aldığı sonuçlarla lige, özel bir renk ve heyecan katıyor.

Başakşehir ise doğru ve sağlam oyunla meselenin daha çok ‘skortif’ yönüne yüklenen ama ortaya koyduğu futbolla, işin ‘seyir zevki’ denen kısmında kendini pek de var edemeyen bir takım.

Dünkü mücadelede ise denge çok erken bozuldu. Titi’nin gereksiz hamlesi penaltıya sebep verince ve vuruşu Visca gole çevirince tablo, konuk ekibin istediği hale büründü. Abdullah Avcı’nın ekibi sahasında bekleyip kontralarla farkı açmaya, Bayram Bektaş’ın öğrencileri ise beraberlik sayısını bulma için çabaladı. ‘Göz Göz’ün rakibi delme ve sonuç alma yönündeki hamleleri ve bu işin üstesinde gelecek isimleri yetersizdi. Başakşehir ise oyunu istediği gibi yönlendirdi, kontralardan birinde de farkı ikiye çıkardı.

Bu sonuçla Abdullah Avcı’nın ekibi Ege’den mutlu-mesut dönerken en yakın rakibinin beş puan önünde zirvedeki keyfini de sürdürüyordu.

MAÇIN ADAMI: MOSSORO

Yazının Devamını Oku

Oyunun hakkı beraberlikti ama penaltı tartışmalı

24 Kasım 2018
Koca maç boyunca sadece tek bir ortayı doğru dürüst yapabilen Ömer Bayram, çok uygun iki pozisyonda hem kafayla hem şutla gökyüzünü döven Eren Derdiyok, mazisini arayan Selçuk İnan, yakaladığı son derece müsait bir fırsatı (Eren’in verdiği pası kast ediyorum) kaleciye nişanlayan dağınık Henry Onyekuru, “Ben birkaç dakikalık oyuncu değilim” diye Fransız basınına konuşan ama 90+5 dakikada bu tezinden son derece uzakta bir görüntü çizen Sofiane Feghouli… 

Evet, Terim’in takımının mazereti var: Sakatlar ve cezalılar. Lakin G.Saray’ın son şampiyon olduğu düşünülürse, böylesi bir unvana sahip bir takımın yedeklerinin belli bir kalitede olması gerekmez mi? Oysa sarı kırmızılılara bakıldığında takımın bırakın özel bir ruha sahip olmayı, ne bir organize görüntüleri, ne de akılcı bir oyun planları vardı.

Aykut Kocaman’ın üçüncü Konyaspor macerasının ilk maçı niteliğindeki karşılaşmada pozisyonları bulan taraf Yeşil beyazılar’dı. Lakin Jahovic’in son vuruşlardaki beceriksizlikleri ev sahibini oyunda tuttu. Galatasaray öyle bir görüntüdeydi ki aradıkları gol bile rakibin katkısıyla geldi. Tartışmalı penaltı da sonucu belirledi. Göçek, VAR’a gitse iptal edebilirdi.

Şurası bir gerçek ki sarı kırmızılar, özellikle geçen sezon ipi göğüslemedeki en önemli itici gücü olan ‘seyirci destekli iç saha avantajı’ özelliğinden artık yararlanmakta zorlanıyor. Bursaspor ve Fenerbahçe maçlarında kaybedilen bu puanlardan sonra kan kaybı Konyaspor karşısında da devam etti.

Kaptanın seyir defteri
Maçın 9. dakikasında Galatasaray defansının uzaklaştırdığı top, solda beklemekte olan Selçuk’un öne düştü. Kaptan meşin yuvarlakta drinplinge soyundu. Önü bomboştu, bir süre sürdü ama çok geçmeden iki Konyasporlu yanında bitti. Bu aslında fizik olarak Selçuk’un ne kadar geride olduğunu gösteren bir pozisyondu. Oyunu tekniğiyle ve aklıyla oynayan nice futbolcu, bu özellikleriyle belli bir yaştan sonra bile üst düzey futbolda ayakta kalabiliyor. Ama Selçuk ne fiziğiyle ne de tekniğiyle artık kendisini oyunda var edebilecek noktada değil…

Maçın adamı: Kaçırdığı pozisyonlarla Adis Jahovic

Yazının Devamını Oku

‘Yaz’ları sıcak ve isyankâr...

24 Kasım 2018
80’lerde Sovyetler’de, bir grup genç rock’çının baskıcı bir sistem içinde tutunma çabasını anlatırken arka planda siyasal portrelere de soyunan ‘Yaz’, sezonun en iyi filmlerinden. Kirill Serebrennikov imzalı yapım, bir döneme hüzünlü, melankolik bakış, sarsıcı bir ağıt sanki...

Farkındayım, neredeyse her hafta aynı girizgâhta dolaşıyorum ama başka çare yok; çünkü ana ekseni ‘müzik’ olan filmler geçidi durmak bilmiyor. Malum kapıyı ‘A Star Is Born’ aralamıştı, ardından iki biyografik nitelikteki yapım, ‘Müslüm Baba’ ve ‘Bohemian Rhapsody’ geldi, peşi sıra ‘Whitney’ adlı belgesel buyur etti ve nihayetinde sahneyi ‘Yaz’ (‘Leto’) alıyor... Sinema âleminde özellikle bir önceki filmi olan ‘Öğrenci’yle (‘M’uchenik’) tanınan Kirill Serebrennikov imzalı bu haftanın müzikal yolculuğu, Sovyet Rock Tarihi’nde önemli yerleri olan iki büyük yeteneğin, Mayk Naumenko ve Viktor Tsoy’un hayatlarına odaklanıyor.

‘Yaz’, bu iki ismin mesleki yolculuklarına göz atarken hem masumane bir ‘aşk üçgeni’nde geziniyor hem de dönemin politik haletiruhiyesinden pasajlar sunuyor. Tarif edilen yer, 80’lerde giderek özgürlük çığlıklarının daha da yükseldiği bir ortamda, sonu Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar varan sürecin belki de başlangıcı. Ve film, bu geniş başkaldırı cephesinin ‘müzik’ ayağında geziniyor. Öykü, genç Viktor Tsoy’un, rock camiası için çoktan efsane konumuna yükselmiş Mayk Naumenko’yla tanışması ve çok geçmeden ‘usta’sının kanatları altında yükselmesiyle başlarken, belli bir noktadan sonra romantizm koridorlarına sapıyor. Burada da Naumenko’nun karısı ve çocuğunun annesi Natasha’nın Tsoy’la olan ilişkisini görüyoruz. Bu, tabii ki bir açmaz. Film, üçlü dengeyi ölçülü biçili ve ahlaki yanlarını teslim ederek anlatıyor.
‘Batı özentisi’ bir müzik
Öte yandan siyah-beyaz çekilen ve kimi anlarında renklenen filminde Kirill Serebrennikov, Rus müzik gruplarının parti gözetimindeki kulüplerde, mekânlarda kitleleriyle buluşmalarını aktarırken yasaklarla, korku ve şüphelerle dolu bir dünyanın resmini de çiziyor. Temel mesele elbette ‘rock’n’roll’un Batı özentisi, dejenere bir yapıya sahip olduğu ve toplumun genel gidişatını, düzenini sekteye uğratacak meşgalelerden biri vasfıyla tehlike arz etmesiydi. Lakin devlet yine de bu işin ‘yerli’ (ve de milli) reflekslerle yapılmasına göz yumuyordu. Söz konusu müziğin icra alanı ise Leningrad’dı ve şehir, tarihsel geleneğini (yani yazı çizi sanatının buluşma noktası) müzikte de gösteriyor, birçok rock grubu sahnelerde arz-ı endam ediyor, konserler izleyenlerle dolup taşarken müdavimler hayranı oldukları sanatçıların ve grupların plaklarına sahip olmak için tatlı telaşların ve arayışların peşine düşüyordu.
Kirill Serebrennikov, döneme ait (iktidarda Brejnev vardı) bütün ana ve ara arterlerin detaylarını yansıttığı ‘Yaz’da son derece dinamik bir anlatım ortaya koyuyor, zaman zaman klipvari bir üsluba göz kırpıyor, arada sahaya bir ‘aktarıcı’ (karakterin ismi ‘Pank’) sürüyor ve genel çizgileriyle çok başarılı bir filme imza atıyor. Mayk Naumenko rolünde gerçek bir müzisyen olan Roman Bilyk’i, Viktor Tsoy’da Teo Yoo’yu, Natasha’da da Irina Starshenbaum’u çizgi üstü performanslarıyla karşımıza getiren ‘Yaz’, bir döneme hüzünlü, melankolik bakış, sarsıcı bir ağıt sanki...
Yönetmeni ev hapsinde...

Yazının Devamını Oku

Beyazlar en çok onu severdi...

17 Kasım 2018
Unutulmaz sesi, ‘The Bodyguard’ filmiyle popüler kültürdeki yeri, meslektaşı Bobby Brown’la evliliği, uyuşturucu bağımlılığı ve erken yaşta, “Benden bu kadar” diyerek hayata vedası...  Kevin Macdonald imzalı ‘Whitney’, Amerika’da bir zamanlar beyazların en sevdiği siyahi şarkıcı olan Whitney Houston’ın yükseliş ve çöküş hikâyesini, tanıklar vasıtasıyla perdeye taşıyor.

Sinema salonları ‘kesintisiz müzik’ (!) programını sürdürüyor. Önce kurgusal bir öyküyle ‘A Star Is Born’ aksetti perdeye, sonra ‘Müslüm Baba’ ve Bohemian Rhapsody’ vasıtasıyla biyografik hikâyeler derken şimdi de huzurlarımızda bir belgesel var: ‘Whitney’... Kevin Macdonald imzalı son hamlenin konusu, 2012’de hayata gözlerini kapayan Whitney Houston. ‘Beyazlaşmış siyahiler’ korosunun ‘kadınlar’ kategorisindeki en popüler ismi olan Houston, yaklaşık iki saat süren filmde yükseliş ve çöküş dönemleriyle karşımıza geliyor.

1963 doğumlu müzisyen, popüler kültürün hafızasına unutulmaz şarkısı ‘I Will Always Love You’nun da eşlik ettiği 1992 tarihli ‘The Bodyguard’ filmiyle kazınmıştı. Bir ‘R&B’ şarkıcısıyla koruması olan eski gizli servis ajanı arasında sonradan alevlenen ilişkiyi anlatan yapımda Houston, dönemin jönlerinden Kevin Costner’la etkileyici bir romantik çift görüntüsü çiziyordu. Lakin gerçek hayatta aradığı mutluluk tablosunu, bu seyirci rekorları kıran filmindeki gibi çizemedi.

Ulusal Marş’la gelen sevgi ve sempati

Müzisyen bir ailenin içinde büyüdü Whitney. Annesi ünlü gospel şarkıcısı Emily ‘Cissy’ Houston’dı. Aynı zamanda Dionne Warwick ve Dee Dee Warwick’in kuzeniydi; bitmedi, vaftiz annesi Aretha Franklin’di. Kilise korolarında başlayan müzik serüveni vokalistlikle devam ederken aynı zamanda modellik de yapıyordu. Bir TV programında (‘The Merv Griffin Show’) keşfedildi, olağanüstü sesi herkesi etkiledi, yapımcılar peşine düştü, ‘1991 Super Bowl’ finali öncesi kendi yorumuyla seslendirdiği ‘Amerikan Ulusal Marşı’ (‘A Star Spangled Banner’), Körfez Savaşı’yla birlikte bütün ülke sathında esen milliyetçi rüzgârlar eşliğinde çok beğenildi ve birçok beyaz onu, “En sevdiği siyahi sanatçı” olarak tanımladı. Peşi sıra ‘The Bodyguard’la, artık bütün dünyanın gözdesiydi. Bobby Brown’la evlilik, kızları Bobby Kristina Brown’ın dünyaya gelişi, ‘Apartheid sonrası’ Güney Afrika’da ilk konser veren sanatçı oluşu, art arda gelen Grammy’ler, albümler derken zirve onundu.

Bir otel odasında biten hikâye

Lakin uyuşturucu problemi, servetine göz diken (başta babası olmak üzere) kardeşler, akrabalar ve de annesi gibi olmama (boşanma, çocuğuyla yeterince ilgilenememe) çabası ama bu çabanın üstesinden gelememe vs. derken zengin ve fakat son derece mutsuz bir kişiliğin ifadesine dönüşüyordu Whitney Houston. Birçok kez bağımlılıktan kurtulmak için kliniklere başvurma, tedavi görme hamleleri de karşılığını bulmuyordu. Ve nihayetinde 2012’de, 49 yaşındayken bir otel odasının banyosunda ölü bulundu.

Daha önce de

Yazının Devamını Oku

Dr. Mengele’den ötesi...

10 Kasım 2018
Normandiya Çıkarması öncesi bir Fransız köyündeki vericiyi devre dışı bırakmaya çabalayan Amerikan paraşüt birliğine ait kimi askerlerin mücadelesini anlatan ‘Overlord Operasyonu’, melez bir yapım. ‘İkinci Dünya Savaşı’ filmlerinden ‘zombi külliyatı’na kayan filmde, öykünün ana ekseni Dr. Mengele’nin genetik deneylerini hatırlatıyor.

Haziran 1944... Normandiya Çıkarması’na çok az bir süre kala Amerikalı bir paraşütçü birliği bir Fransız köyünde, garnizon olarak kullanılan kilisedeki vericiyi yok etmekle görevlendirilmiştir. Lakin ateş hattını aşmakta zorluk çekerler, hayatta kalan bir grup asker nihayetinde köye ulaşır ama onları kilisede garip bir ortam beklemektedir...

Kariyerinde sadece ‘Son of a Gun’ adlı, 2014 tarihli bir uzun metraj bulunan Avustralyalı Julius Avery’nin yönettiği ama asıl olarak portföyü itibariyle adı ‘tuhaf’ filmlerle anılan yapımcısı J.J. Abrams’ın ekolü dahilinde değerlendirilecek ‘Overland Operasyonu’, melez bir yapıya sahip. Film, gerilimi ölçülü bir biçimde yükselen enfes bir bölümle açılıyor. Paraşüt birliği hedefe doğru yol alırken uçak içinde espriler ve birbirlerine takılmalarla heyecanı dindirmeye çalışıyorlar. Lakin Fransa’ya ulaştıklarında yoğun uçaksavar ateşi, onlara savaşın kanlı yüzünü hatırlatıyor... Öykü, er Boyce’un peşine takılıp paraşütle yeryüzüne taşınırken ve nihayetinde küçük bir grupla köye varırken bir noktadan sonra film kimlik (daha doğrusu ‘tür’) değiştiriyor.
‘Retro’ jenerik
Boyce’un, sığındıkları evin dışına çıkıp geri dönmeyen birliğin iki üyesini ararken tesadüf eseri kiliseye gitmesiyle birlikte ‘Overland Operasyonu’nda bambaşka bir kapı aralanıyor ve karşımıza, özel bir serumla metabolizmaları ve fiziksel görüntüleri değişime uğrayan birtakım ‘yaratıklar’ çıkıyor... İşte bu aşamada Avery’nin yapıtı ‘zombi filmleri’ne göz kırpıyor. Bu tuhaf bileşimle hemen akla Robert Rodriguez’in 1996 tarihli çalışması ‘Gün Batımından Şafağa’ (‘From Dust Till Dawn’) geliyor. Oysa kilisedeki tuhaf laboratuvara kadar film öykü bazında ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ çizgisinde ilerlerken hafiften de, özellikle Fransız Chloe karakteri üzerinden ‘Inglourious Basterds’a selam yolluyor.

Filmin siyahi kahramanı Er Boyce’u Denzel Washington’ın ‘Fences’ıyla parlayan Jovan Adepo canlandırıyor.

Yazının Devamını Oku

Böyle yaşadı Zerdüşt...

3 Kasım 2018
‘Bohemian Rhapsody’, hem Zanzibar doğumlu bir Zerdüşt olan Freddie Mercury’nin hayatından kesitler aktarıyor hem de rock tarihinin en önemli gruplarından Queen’in müzikal serüvenini perdeye taşıyor. Film, aynı zamanda izleyicisine, enfes bir konseri en ön sırada izliyormuşçasına bir his yaşatıyor. Genç aktör Rami Malek de Mercury rolünde son derece etkileyici bir performans sunuyor.


Bohemian Rhapsody
Yönetmen: Bryan Singer
Oyuncular: Rami Malek, Lucy Boynton, Gwilym Lee, Ben Hardy, Joseph
Mazzello, Aidan Gillen, Allen Leech,
Tom Hollander, Mike Myers
İngiltere-ABD ortak yapımı

Yazının Devamını Oku

Yaksaydı dünyayı o yakardı...

27 Ekim 2018
Arabesk müziğin efsanelerinden Müslüm Gürses’in acılarla, üst üste gelen darbelerle, travmalarla dolu hayat hikâyesi beyazperdede. ‘Müslüm Baba’ adlı çalışma sinematografik açıdan ortalamayı aşamasa da duygusunu seyircisine geçiren bir yapım olmuş.

Kuşkusuz ana taşıyıcısı Orhan Gencebay ve Ferdi Tayfur ikilisiydi. Ama koroya sonradan katılan Müslüm Gürses, bambaşka bir rüzgâr estirdi ve ‘arabesk müziğin’ ölümsüz sesleri arasında yerini aldı. ‘Baba’ lakaplı sanatçının sadece sesi değil, öyküsü de farklıydı. Ve belki de başarısı, bu denli geniş bir hayran kitlesine ulaşması bu farklılığın eseriydi. Çünkü ruhunu, yaşadıklarını şarkılarına, tarzına yansıtıyordu. Bu aslında bir zamanlar, Adana Halkevi’nde tanıştığı ve hayatına yön verdiği hocası, bağlama ustası ‘Limoncu Ali’nin ona verdiği tavsiyenin dışavurumuydu. Mesele sadece şarkı söylemek değildi; içindeki sesi dışarıya bütün samimiyetiyle yansıtmaktı.


2013 yılında aramızdan ayrılan bu müstesna sanatçının hikâyesi bir film olarak huzurlarımızda. ‘Müslüm Baba’ isimli yapımda Gürses’in Urfa’da başlayıp Adana’da devam eden ve İstanbul’a taşınan serüveninden bütün köşe taşlarını izliyoruz.
Urfa, Adana, İstanbul...
Yönetmen hanesinde iki isim (Ketc-he ve Can Ulkay) yazan film, Müslüm Gürses’in 1978’de geçirdiği trafik kazasıyla açılıyor, sonra geriye dönüşlerle Urfa ve Adana’da geçen çocukluğuna gidiyor, peşi sıra öykü parantezini kapatıyor. Ardından da hayat arkadaşı Muhterem Nur’la tanışma faslını ve bu ilişkinin, zaman zaman kıyıya vuran gelgitlerini izliyoruz. ‘Müslüm Baba’, sanatçının gerçekten de film olmayı hak eden, travmatik dönemeçlerle dolu hayatını perdeye taşıyor. Bu hikâyenin abartmalara, özel dokunuşlara, kimi senaryo oyunlarına ihtiyacı yok; sadece kulak kabartmak bile yeterli. Zaten film de çok fazla sinematografik dokunuşlara (aslında yönetmen hanesinde iki isim olunca daha fazla şey beklemek hakkımız sanırım ama!) sahip değil; seyircisini baştan sona yürek yakan bu alabildiğine hüzünlü hayat öyküsünün peşine takıyor ve bir anlamda sade bir dille görselleştiriyor.

Yazının Devamını Oku