İyi de Pablo Escobar hakkında hâlâ anlatılacak bir şey var mı?” diyebilirsiniz ve haklısınız da. Amma velakin dizi seyretme kültürüne sahip olmayanlar ya da dizileri “Ama bunlar da çok uzun, seyredecek vaktim yok” diyenler için bir tür ‘sıkıştırılmış’ öykü niyetine izlenecek bir film ‘Pablo Escobar’ı Sevmek’ (‘Loving Pablo’). Evet, haftanın yenilerinden olan bir yapımdan bahsediyoruz. ‘Güneşli Pazartesiler’le (2002) gönüllerde taht kuran, son olarak huzurlarımıza geldiği ‘Mükemmel Bir Gün’le (2015) de irtifa kaybetmediğini gösteren İspanyol yönetmen Fernando Léon de Aranoa’nın imzasını taşıyan yapım, gazeteci Virginia Vallejo’nun 2007 tarihli anı kitabı ‘Loving Pablo, Hating Escobar’dan uyarlanmış.
Penélope Cruz
Film özetle ünlü bir televizyon figürü olan gazeteci Virginia Vallejo’nun uyuşturucu karteli sahibi Pablo Emilio Escobar Gaviria’yla bir söyleşi vesilesiyle tanışmasını, çok geçmeden sevgilisi olmasını ve ikili arasındaki ilişkinin iniş ve çıkışlarını anlatıyor. Tabii ki bu esnada biz temel olarak Escobar’ın öyküsünü izliyoruz; aile yaşantısını, diğer kartellere karşı verdiği mücadeleyi, çete arkadaşlarını, siyasete atılma sürecini, işlediği onca cinayetten bazılarını, hapis günlerini ve nihayetinde yok oluşunu...
Tanju Okan’a benzemiş
‘Pablo Escobar’ı Sevmek’, elbette derinleşemeyen bir film. Hele hele meseleye ‘
Karşılarında yetenekli, dinamik, ciğeri çok güçlü, atletik ve genç bir Fransa... Üstelik o Fransa finalde kaybetme hakkını daha önce ‘Euro 2016’da kullanmış.
‘Dalmaçyalılar’ geriye düştükleri maçları çevirme becerisine sahip olduklarını bu turnuvada defalarca göstermişti. Dün de karşılaşmanın başlarında aynı kader tekrarlanınca ‘Damalılar’ın beraberliği sağlayacağına neredeyse herkes emindi. Nitekim bu öngörü karşılığını buldu. ‘VAR’ın yardımıyla kazanılan penaltı golüne rağmen yine de Hırvatistan adına ümit ‘var’dı. Lakin Fransa kısa bir süre vites yükseltti ve takımın atardamarları konumundaki Pogba ve Mbappe’nin golleri tabloyu netleştirdi. Bu kupa ‘Maviler’in hakkıydı ve art arda gelen goller meseleye resmiyet kazandırıyordu. Lloris’in hatası, sadece mücadeleye küçük bir rüzgâr estirdi, o kadar...
Sanırım biri için karşılaşmanın anlamı herkesten farklıydı; Fransa ve Atletico Madrid formalarıyla hep son adımda kaybeden ‘Küçük Prens’ lakaplı Antoine Griezmann ‘Final sendromu’nu atlattı.
O artık ‘Büyük Prens!’
FONTAINE YİNE ZİRVEDE!
‘Rusya 2018’in ‘Gol kralı’ Harry Kane oldu. İngiliz forvet turnuva boyunca rakip fileleri toplam altı kez havalandırdı. Bir önceki kupanın kralı olan Kolombiyalı James Rodriguez de aynı sayıyla krallığa ulaşmıştı. Bir turnuvada en çok gol atan isim Just Fontaine. Fransız efsane, ‘İsveç 58’in kralı olurken tam 13 gol atmıştı. Kim bilir bu rekor, sonsuza kadar kırılmayacak belki de...
JULES RIMET’YE SAYGILARLA...
Modern
'Yangın Kulesi’ (‘The Towering Inferno’), ‘felaket filmleri’ denen türün şahikalarını ortaya çıkaran 70’lerin klasiklerinden biriydi. Tehlike denizden, havadan, sudan, yaratıklardan, karıncalardan, farelerden vs. her şeyden gelirken gökdelenlere uğramaması mümkün değildi elbet. Şehir içindeki arsa sıkışıklıkları, kapitalizmin iştahı, mimarinin gelişmiş teknolojiyle flörtü derken geleneksel siluetleri tarihe gömen, geçmişe karşı görgüsüz ve hoyratça davranan ama doğru yerde tasarlanınca ‘gelişmişliğin’ göstergesi kabul edilen bu yapı modeli, zaman zaman sinemaya malzeme vermeyi de sürdürüyor elbet.
Haftanın yenilerinden ‘Gökdelen’ (‘Skyscraper’) zaten adıyla elini belli eden bir film. Kimi vasat çalışmalarından hatırladığımız Rawson Marshall Thurber’ın yazıp yönettiği yapım, temel olarak ‘Yangın Kulesi’yle ‘Die Hard’ın karışımı diyebiliriz. Çünkü ortada sadece bir doğal afet yok, bizzat planlanmış bir sabotaj ve bu eylemi gerçekleştirenlerin cirit attığı, hatta sürekli ellerini yükselttikleri bir aksiyon gösterisi var. Tabii ki bu ‘kötülük’ ve ‘felaket’ ortamına ‘Dur’ diyecek bir de kahraman...
‘Alkışlarla kurtarıyorum’
‘Gökdelen’in konusu kısaca şöyle; 10 yıl önce katıldığı bir kurtarma operasyonunda bacağını yitiren ve hayatına ampute olarak devam eden eski FBI görevlisi Will Sawyer, Hong Kong’da inşa edilen dünyanın en büyük gökdeleni ‘The Pearl’ün (‘İnci’) güvenlik sorumlusu olarak işe başlar. Yanına eşi ve iki çocuğunu da alan Sawyer, çok geçmeden kendisini bir komplonun içinde bulur. ‘Akıllı bina’ konumundaki yapının milyarder sahibi Zhao Long Ji’ye karşı bir operasyon başlatılmıştır. O sırada gökdelen dışında bulunması gereken Sawyer’ın eşi Sarah’yla çocukları Georgia ve Henry kendilerine tahsis edilen dairededir. Eski FBI çalışanı ailesini kurtarmak için harekete geçer...
‘Gökdelen’ kısa bir karakter tanıtımından sonra direkt olarak konuya giriyor ve bütün öyküsünü alevler içinde kalan devasa bir yapının içinde kuruyor. Başta Hong Kong polisince olayın faili sanılan Will Sawyer’ın yangına doğru harekete geçmesi, koca gökdelene kendi imkânlarıyla tırmanma çabası, bütün bu sürecin televizyondan naklen yayımlanması hem etrafta toplanan kalabalık hem de ekran başındakilerce yer yer alkış desteğiyle izlenmesi ve bütün bu mücadelenin bir gece içinde halledilmesi... Rawson Marshall Thurber’ın rejisi, aksiyon olarak durumu kurtarıyor amma velakin yönetmenin kendisinin kaleme aldığı senaryo için ‘kurtarıyor’ tanımı yetersiz kalıyor. Evet, ‘felaket filmleri’nin belli klişeleri vardır; hele hele izlediğiniz yapım eğer Amerikan patentliyse zaten öncelik ‘aileyi kurtarmaya’ yöneliktir. Tehlike ister yeraltından ya da zeminden gelsin, isterse uzaydan; fark etmez, baba duruma el koyar (neyse ki burada eşinden ayrılmış ve çocuklarının nezdinde daha önceden gözden düşmüş bir figür yok). Ama ‘Gökdelen’ klişeler denizinde fazla yüzüyor; hele ki aile fertleri toplamda dört olunca her bir kurtarma hamlesi ayrı yekûn tutuyor ve bu da adeta ‘galip takımın zaman geçirmeye yönelik hareketleri’ (!) türünden göze batıcı unsurlar haline geliyor. Bir de filmin zekâmıza hakaret eden en önemli yanı Hong Kong polisi olaylara hiç müdahale etmiyor, başlarda bir ara Sawyer’ı kovalıyor; sonra bütün gelişmeleri ekran başından izleyerek neler olup bittiğini çözmeye çalışıyor; keza ortada itfaiye de yok... Neyse, zaten senaryonun derdi bu değil ki, mesele ‘Amerikalı kahramanı’nı Hong Konglulara da alkışlatmak...
İlginçtir, ‘Rusya 2018’ onlara tuhaf bir kapı araladı. Oyunun bugüne kadarki ‘muktedirleri’ sahneyi bir bir terk ederken Southgate’in yaratıcılıktan uzak ama mücadeleci ve azimli gençleri yoluna devam ediyor. Turnuva boyunca karşılarına pek de zorlu rakip çıkmadı; gruptaki tek ciddi maçlarında Belçika’ya yenildiler, ‘Son 16’ turunda Kolombiya ‘pislik’ yapmayı bırakıp az biraz futbol oynayınca az daha maçı kazanıyordu. Fakat şans kapıyı çaldı bir kere, Britanyalılar ‘Rusya 2018’de ‘Penaltı fobilerini’ bile yendi.
İşte bu tablo içinde çıktıkları ‘Çeyrek final’ mücadelesinde vasat bir rakip vardı karşılarında. İtalya’yı 60 yıl sonra Dünya Kupası serüveninden men ederek Rusya’ya gelen İsveç, ışıltıdan, yaratıcılıktan uzak ruhsuz futboluyla İngilizlere kolay teslim oldu. Hamle sırası kendilerine geldiğinde de son vuruş beceri(ksizlik)leri Pickford’ı kahraman yaptı!
Evet, Southgate yeleğinden tavşan çıkarmıyor ama İngiltere, ‘Birinci sınıf’ bir ligden uzantısı niteliğindeki ‘ikinci sınıf’ bir milli takımla turnuvada yoluna ‘mutlu-mesut’ bir şekilde devam ediyor.
VENİ, VİCİ, VİDA!
BREZİLYA-Belçika maçının ardından dün ‘futbol dilencileri’ için tek seçenek Rusya-Hırvatistan mücadelesiydi. İngiltere-İsveç’in ardından beklenti ‘Dalmaçyalılar’ın oynayacağı toptaydı. Çünkü Cherchesov’un planı belliydi: Bulursa 1-2 gol sıkıştıracak, olmadı penaltılara taşıyacaklardı. Nitekim öyle de oldu. Plan, 90 dakikayı tuttu, uzatmada da iş görmesi muhtemeldi. Vida’nın kafası dengeyi değiştirir gibiydi ki, ‘Rus’ sambacı Fernandes de kafasını kullanınca 120 dakikada ‘yarı finalist’ belirlenemedi. İngiltere’nin rakibini penaltılar ortaya çıkardı: Kaleyi daha fazla bulan Hırvatlar... ‘Kalinka’ buraya kadarmış...
YENİ BİR ‘ŞAMPİYON’ ÇIKAR MI?
Oda kimileri gibi 60’larda (tam tarih 1962) çizgi roman sayfalarında boy gösteren ama gerçek şanına şöhretine sinema yoluyla kavuşan ‘Marvel evreni’ üyelerinden. Evet, ‘Ant-Man’den bahsediyoruz; ilk kez 2015’te suretini perdeye aksettiren bu ‘küçüldükçe büyüyen’ kahraman ikinci macerasıyla huzurlarımızda. Arada ‘Yenilmezler: İç Savaş’ta da ‘koro’ içinde rastladığımız Ant-Man’in bu solo adımında, yanında yeni bir karaktere daha rastlıyoruz: ‘Wasp’...
İkilinin serüvenlerini özetlemek gerekirse; sevimli bir hırsızken kendisini ‘Karınca Adam’ olarak bambaşka bir düzenin içinde bulan Scott Lang, ‘Yenilmezler’ ekibinin ‘İç Savaş’ karmaşasında yer aldığı için ev hapsindedir. Bir yandan ayrıldığı eşiyle birlikte yaşayan kızına karşı babalık görevlerini yerine getirirken bir gece gördüğü tuhaf bir rüya, yeni bir maceranın kapısını aralayacaktır. Bir tür yaratıcısı konumundaki Dr. Hank Pym’in karısı, Hope Van Dyne’ın da annesi Janet ona ‘gaip’ten seslenmiştir adeta. O da bu sesi, muhataplarına ulaştırır ve ‘Kuantum âlemi’nde taşlar yerinden oynar!
İlk filmin senaryosunda Edgar Wright, Joe Cornish, Adam McKay ve başroldeki Paul Rudd vardı. Metinde özellikle Wright’ın varlığı (‘Baby Driver’, ‘Shaun of the Dead’, ‘Hot Fuzz’, ‘The World’s End’ gibi komedilerin yönetmeni ve yazarı) fazlasıyla hissediliyordu. Bu kez senaryo grubu Chris McKenna, Erik Sommers, Andrew Barre, Gabriel Ferrari ve elbette Paul Rudd’dan oluşuyor. Bu değişimin olumsuz ya da olumlu bir görüntü sunduğunu söylemek zor, sadece öykü az biraz zorlama ama yine de ‘Ant-Man ve Wasp’, 2015 tarihli ilk adım kadar izlenmesi zevkli bir yapım. Aslında genel bağlamda ‘Süperler arası harita’ göz önüne alındığında ‘Ant-Man’ ruh ve tarz olarak en çok ‘Deadpool’la yakınlıklar içeriyor. Benzer şekilde olayları ti’ye alış, gevezelik ve sürekli espri yapma isteğine sahip karakterler, ekol düzeyinde yakınlıklara dönüştürüyor adeta.
İlk filmden Ant-Man, Hope Van Dyne, Dr. Hank Pym, Lang’in eski çetesinden Luis gibi karakterler yerlerini korurken Dr. Bill Foster, moleküler problemler yaşayan ‘Ghost’, çete lideri Sonny Bunch ve Janet Van Dyne (ki bu rolde Michelle Pfeiffer’ı izliyoruz) da ikinci adımın taze yüzleri olarak karşımıza çıkıyor.
‘Ant-Man’, yepyeni bir kahramanla gerçekleştirilen ilk buluşmanın hakkını veren, keyifli bir çalışmaydı. ‘Ant-Man ve Wasp’ da diyalogları iyi yazılmış, komik sahneleri ağır basan, ortalamayı az biraz aşan bir film olmuş. Malum, bütün ‘Süper kahraman’ yapımları bir şekilde dünyayı kurtarmaya çalışırlar; bu kez kurtarılmaya çalışılan dünya değil, Van Dyne ailesinin eski bir üyesi. Bu bile, alternatif bir hamle sayılır! Ayrıca finalde öykü ‘Avengers: Sonsuzluk Savaşı’na gayet ince göndermelerle bağlanıyor; ben kendi adıma böylesi bir zarafeti de beğendim...
Sömürgeciliğin evrensel tarihinden... 18. yüzyıl... Asunción’da (Paraguay’ın başkenti), sömürgeci İspanyol yönetiminin ‘resmi’ temsilcisi konumundaki Don Diego de Zama, Buenos Aires’e tayinini beklemektedir. Lakin bütün girişimleri sonuçsuz kalır... Bu, kendisini ait hissetmediği yörede, adeta çile çekerken umudunu yitirmeden hayatını sürdürür...
Arjantinli
Bugünün İspanya’sıda Xavi yok, Iniesta ise ‘emekli’ statüsünde (Ki bu maç sonrası bu durum resmileşti). Parlamakta olan tek isimse Isco. Ama elbette gelenek görenek ve futbol birikimi, İberyalıları belli ölçüde su üstünde tutmaya yetiyor.
Rusya ise Sovyetler dönemini mumla aralan bir takım. Ne Lobanovsky ya da Beskov türü çığır açan teknik direktörleri, ne de Blochin, Protasov, Belanov, Zavarov (hatta Karpin ve Arşavin) türü yıldızları var. Doğrusu ben kendi adımı ikinci tura çıkacaklarını bile beklemiyordum ama arkalarındaki seyirci desteğiyle zoru başardılar.
‘Son 16 turu’nun ilk iki maçı gollü ve zevkli geçmişti. Dünkü randevuyu ise İspanyolların topa hâkim ama uyuşuk futbolu belirledi. Golovin’in gençliğiyle Dyzuba’nın fiziğine güvenen Ruslar ise penaltıyla beraberliği bulunca oyun iyice kilitlendi. Teknik direktör hamlelerine gelince 60’tan sonra Cherchesov, daha dinamik bir yapı için Cheryshev ve Smolov’u (bence bu noktada Dyzuba’nın çıkartılması manasız ve hatalıydı), Hierro da daha efektif bir oyun için Iniesta’yı sahaya sürdü. Ama bu ‘pansuman’lar da işe yaramadı, sıkıcı futbol izleyenleri sıkmayı sürdürdü. Ve akabinde turnuvanın ilk uzatmasına gidilirken zulüm böylelikle 120 dakikaya yayıldı.
Penaltılar, kuşkusuz ev sahibinin kazanma olasılığını artıracak en önemli seçenekti. Zaten takımın başında da eski bir kaleci olan Cherchesov vardı (!) ve plan işledi; son derece vasat bir takım olan Rusya Akinfeev’in kurtarışıyla ‘çeyrek final’ biletini cebine koydu. Ama şans da bir yere kadar, bu futbolla yolun sonuna gelmiş görünüyorlar...
RUSYA’DA SON TARiHi GOL TUNUSLU BEN YOUSSEF’TEN
2018 Dünya Kupası’nda organizasyon tarihinin 2500. golü atıldı. Bu vesile ile kilometre taşı golleri hatırlayalım: 1. Lucien Laurent, 100. Angelo Schiavio, 500. Bobby Collins, 1000. Rob Rensenbrink, 1500. Claudio Caniggia, 2000. Marcus Allback, 2500. Fakhreddine Ben Youssef.
YOLUNA DEVAM EDENLER...
‘Süper
Kansas City’de bir alışveriş merkezinde ‘Allahü ekber’ denildikten sonra patlatılan bombalar... Bir kısmı çocuk, 15 ölü. Duruma el koyan devlet ricali, olayın sorumlularının Amerika’ya uçakla gelemeyeceklerine göre gemiyle sızdıklarını düşünür. Bu gemilerin de, Meksikalı uyuşturucu kartellerine ait olduğunu... Görevi halletme ihalesi, ‘Komşu’nun suç merkezlerine odaklı çalışmalarıyla bilinen CIA’in gizli operasyon uzmanı Matt Graver’a kalır. Deneyimli şef, eskiden beri çalıştığı eski avukat Alejandro’yla birlikte önce kartelleri birbirine düşürmeye çalışır ve açığa çıkmaları yönünde bir plan yapar. Graver ve ekibi, bir tarafın avukatını öldürüp, suçu karşı tarafa atar; ardından da gerilimi daha da yükseltmek ve yeni kozlar elde etmek adına kartellerden birinin patronunun kızını kaçırır...
Konusunu özetlediğimiz ‘Sicario: Day of the Soldado’, yola çıkarken 2015’teki ilk filmin kimi perde gerisi ve önü isimlerine; yönetmen Denis Villeneuve’ye, kadın ajan Kate Macer rolündeki Emily Blunt’a, görüntü yönetmeni Roger Deakins’a ve müzikleri besteleyen Johann Johannsonn’a veda etmiş. Ama temel direk, yani senarist Taylor Sheridan kadrodaki yerini korumuş. Bu tabii ki önemli bir meseleyi halletmiş; ikinci adım da, ilk hamle olan ‘Scario’ gibi benzer bir atmosfere ve olay örgüsüne sahip. Yine hikâye Amerika’da başlayıp, yakın deplasman Meksika’ya taşıyor.
Şiddet dolu sert dünyalar
Sheridan hem daha önceki senaryolarından (özellikle de ‘Hell or High Water’) hem de yönettiği uzun metraj çalışması ‘Wind River’dan hatırlıyoruz ki, yaşadıkları dünyaların ister istemez sertleştirdiği erkek karakterler konusunda pek maharetlidir. Graver ve Alejandro’nun zaten ne tür karakter özelliklerine sahip olduklarını ‘Scario’dan biliyorduk, ‘Day of the Soldado’ya da benzer prototipler hâkim. Farklı olarak bu adımda uyuşturucu baronunun kaçırılan lise öğrencisi kızı Isabel Reyes ve okulun yolunu tutar gibi yapıp insan kaçakçılığı işine giren Meksika asıllı Amerikalı genç Miguel Hernandez karşımıza çıkıyor.
‘Scario’ görsel açıdan çok etkileyiciydi lakin sosyolojik bakış attığı havasındaki sulara eriştiğinde yalpalıyordu. Bir kere FBI’da çalışıp da dünyadan ve içinde bulunduğu kurumun şiddetle olan ilişkisinden bihaber, naif kadın ajan Kate Macer karakteri hiç de inandırıcı değildi. Ayrıca film devlet eliyle yapılan ‘yargısız infaz’lara da göz kırpıyordu. ‘Day of the Soldado’nun ise daha tutarlı bir film olduğu kanısındayım. Öncelikle karakterlerine yönelik “Bunlar, böyle kardeşim. Elini kana bulamaktan çekinmezler. Ama arada bir vicdanlarına da sığınırlar” türü bir yaklaşımı var. Ayrıca yapılan bütün operasyonlara karar veren kişi bir kadın (karakterin ismi Cynthia Foards) ve Macer türü bir naifliği yok; kendi adamlarının bile sistem dışı bırakılması (bu öldürülme anlamına geliyor tabii ki) yönünde emirler yağdırıyor. Bu arada filmin, Trump’ın Meksika politikasını hatırlatma noktası ise başsavcının, “Başkan, yakında kartelleri terör örgütü kapsamına alma yönünde adım atacak” açıklamasıydı sanırım.
Dün Germenler’in karşısında ‘Stalingrad’ benzeri savunma yoktu ama yine de Güney Kore defansını geçemediler ve ‘Dünya Kupası’na veda ettiler. Kimbilir, belki de İtalyanlar’ın yokluğuna dayanamadılar, “Madem onlar 60 yıl sonra ilk kez katılmıyor, biz de 1938’den sonra bir ilke imza atarız ve 80 yıl sonra ilk turda dönüş biletini alırız” dediler.
‘Rusya 2018’e ait özel notlardan biri, faal futbolculuk sonrası kariyerini, adeta oyunun Almanlar üzerinden tarifi üzerine inşa eden Gary Lineker’ın güncellemeleri oldu. ‘İngiliz efsane’, Löw’ün öğrencileri gruptaki ikinci maçlarında Toni Kroos’un mucizevi golüyle hayata dönerken, attığı tweet’te -Boateng’in kırmızı görmesini de hesaba katarak- o ünlü ‘motto’sunu şu hale getiriyordu: “82. dakikadan sonrası 21 kişiyle oynanan ve Almanlar’ın kazandığı bir oyun”… Güney Kore yenilgisi sonrası attığı tweet’te ise ‘motto’ şu forma ulaşmıştı: “Futbol basit bir oyundur. 22 kişi 90 dakika bir topun peşinden koşar ama Almanlar sürekli kazanamaz. Bir önceki versiyon tarihe karıştı.”
Dün grupta son maçlar oynanırken Almanlara mutlak galibiyetin yanı sıra İsveç-Meksika maçından da ‘hayırlı’ bir skor gelmesi gerekiyordu. Ekaterinburg Arena’da oynanan mücadelede İskandinavlar, Latinler karşısında ikinci yarıda farkı açtıkça açarken ‘Mesut ve arkadaşları’ grubun en zayıf halkası görünümündeki Güney Kore karşısında bırakın kazanmayı, uzatma dakikalarında yedikleri iki golle yenildi. Önce Kim Young-Gwon, ardından da Son Heung-Min vedayı ‘resmi’leştiren isimler oldu.
Almanya-İsveç maçı yazımızda da belirtmiştik: Önceki turnuvaları şampiyon olarak tamamlayıp bir sonraki kupaya ilk turda veda eden üç takım var: Fransa, İtalya ve İspanya. Almanya dün bu kulübün ‘En yeni üyesi’ unvanına kavuştu!
Öte yandan olası bir ikinci tur eşleşmesinde ‘Dünya Kupası 2014’deki 7-1’lik Almanya-Brezilya maçının rövanşını bekleyenlere de, “Bir başka yaza” demek zorundayız.
‘BİZİMKİLER’İN EŞLEŞMESİ...Rusya 2018’de Türkiye yok ama hatırlanacağı gibi geçen sezon Süper Lig’de forma giyen 21 futbolcu, ülkeleri adına ‘Dünya Kupası’ macerası yaşıyor. Bu topluluktan çoğu ilk turun ardından valizlerini toplayacak. En uzun serüveni ise Pepe (Beşiktaş), Quaresma (Beşiktaş), Vida (Beşiktaş), Muslera (Galatasaray) ve Beto’nun (Göztepe) yaşaması olası. Lakin ikinci turdaki Uruguay-Portekiz maçı bu beş isimden Vida hariç, dördünün kaderini belirleyecek.