(BEŞ ÜZERİNDEN İKİ BUÇUK YILDIZ)
Çİçero: İlyas BaznaYönetmen: Serdar Akar
Oyuncular: Erdal Beşikçioğlu, Budcu Biricik. Tamer Levent, Erkan Saban, Cem Kurtoğlu, Murat Garipağaoğlu, Mehmet Ulay, Altan Erkekli, Mehmet Esen, Levent Ülgen, Açelya Özcan
Türkiye yapımı
Kimi tarihsel vakaların üzerindeki sis perdesini hiçbir şey kaldıramaz... Keza bazı kişiliklerin de... Bugünden geriye doğru bakıldığında İlyas (Elyesa) Bazna da böylesi bir portrenin ifadesi. Priştine doğumlu bir Arnavut olan Bazna, Sırpların, yaşadığı coğrafyayı işgali sonrası ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç etmiş. Ardından hayat onu Ankara’da, insanlık tarihinin en zorlu süreçlerinin yaşandığı bir dönemde diplomatik ortamların içine itivermiş. Hitler ve Nazizm, bütün dünyayı cehenneme çevirirken Bazna, gidişatın ana aktörleri olan Almanya ve İngiltere gibi ülkelerin elçiliklerinde uşak olarak görev yapmış. Bilgi görgüsünü, pragmatizmini ve uyanık zekâsını ‘cahil görünümlü bir uşak’ kimliğiyle gizleyerek yoluna devam etmiş ve elde ettiği kimi belgelerle kendisine özlemini duyduğu bir hayatın kapısını aralama fırsatı bulmuş. Etkileyici sesi ve operaya yatkınlığıyla aynı sevdaya tutkulu Britanya’nın Ankara Büyükelçisi Sir Hughe Knatchbull-Hugessen’in sempatisini kazanmış ve emrine çalışmaya başlamış. Tarihsel kayıtlar banyoda büyükelçinin sırtını keselerken arya söylediğine dair notlar düşmüş... Maharetli elleri sadece keseye değil, Müttefiklerin gizli belgelerine de ulaşmasını sağlamış. ‘Sofya Bombardımanı’ ve ‘Normandiya Çıkarması’ gibi bilgileri Almanlara aktarmış. Ne var ki başta Hitler olmak üzere Nazi cephesi, ‘Çiçero’ kod adı verdikleri bu adamın sağladığı belgeleri pek inandırıcı bulmamış.
Filmde Burcu Biricik, Alman sekreter Cornelia Kapp’ı canlandırıyor.
Öldüğünde gece bekçisiydi
Hayatını hamallık yaparak kazanan ve yazar olmak için çabalayan bir genç (ismi Lee Jong-su). Karşısına, tesadüfen bir mağazanın promosyon işlerinde çalışan Shin Hae-mi çıkar. Doğup büyüdüğü yöreden olduğunu ve bir zamanlar ona “Sen çirkinsin” dediğini hatırlatır. Biriktirdiği parayla Afrika’ya gideceğini söyleyen genç kız, yokluğunda kedisine bakmak için Jong-su’dan yardım ister. Yolculuk öncesi ikili birlikte olur. Bu noktadan sonra Hae-mi, içedönük, kendisini yazıyla ifade etmeye çalışan ve varoluşsal meseleler peşinde koşan genç adam için bir ‘arzu nesnesi’ne dönüşür; ona özel anlamlar atfeder...
Genç kız, Afrika’dan seyahat sırasında tanıştığı zengin çocuğu Ben’le birlikte döner. Bu yeni durum, üçlü bir denge yumağının kapısını aralar; Jong-su, üst sınıfın koridorlarında ve ilişkiler ağında gezinmeye, gözlemler yapmaya ve Hae-Mi’nin böylesi bir kişilikte ne bulduğuna kafa yormaya başlar. Peşi sıra kıskançlık, şüphe, öfke gibi duygularla hesaplaşma ve onlarla başa çıkma (ya da çıkamama sürecine girer...
Kore’nin ‘Muhteşem Gatsby’leri
Güney Koreli Chang-dong Lee, sekiz yıllık bir suskunluk döneminden sonra yukarıda konusunu özetlediğimiz ‘Şüphe’yle (‘Beoning’) sahalara dönüyor. 65 yaşındaki yönetmenin, senaryosunu Jungmi Oh’la birlikte kaleme aldığı filmin çıkış noktası Haruki Murakami’nin ‘Barn Burning’ adlı kısa öyküsü. Metin serbest bir dalgalanmayla ilerlerken karşımıza gelen yapıt The Guardian’ın sinema eleştirmeni Peter Bradshaw’ın da vurguladığı gibi edebi ton olarak Patricia Highsmith ya da Ruth Rendell romanlarını, sinema cephesinde Claude Chabrol filmlerini hatırlatıyor. Öte yandan filmin kendisinin bizatihi verdiği adresler var; ana karakter Jong-su’nun en sevdiği yazar olarak deklare ettiği William Faulker ve zengin çocuğu Ben’in, onun zihninde bir roman kahramanı olarak çağrıştırdığı ‘Muhteşem Gatsby’den yola çıkarsak F. Scott Fitzgerald. ‘Şüphe’, bunca gönderme ve esinti arasında yolunu buluyor ve kendince özgün olmayı başarıyor.
Chang-dong Lee, kahramanlarını tutku, cinsellik ve sınıfsal yol ayrımları arasında dolaştırırken seyirci olarak bizleri de bir gizemin, yanıtlanması gereken soruların peşine takıyor. Ki bu gizem havası da ‘Şüphe’yi farklı ve özel olarak cezbedici kılıyor. Bir noktadan sonra film başka bir tadın ve hazzın ifadesine dönüşüyor. Babasıyla sorunlu, nefretini, eşit koşullarda yarışamadığı üst sınıf temsilcisine yöneltmiş, öte yandan ilgisine tam olarak mazhar olamadığı kendisiyle aynı sınıftan bir kadının yarattığı hayal kırıklığının yarattığı melankoli ve açmazla yoluna devam etmek zorunda kalan Jong-su’nun dimağı, bizi seyirci olarak netlik tanımının kaybolduğu bölgelere çekiyor. Perdede izlediğimiz kadrajların ya da kulak kabarttığımız öykünün neresi gerçek, neresi genç yazar adayının zihninin yansıması; bir noktadan sonra karışıyor. Bu da tabii ki filmin gönlümüzdeki yerinin sınırlarını genişletiyor.
YANGIN YERİ
Yönetmen: Paul Dano
Yönetmen: Carey Mulligan, Jake Gyllenhaal, Ed Oxenbould, Bill Camp, Zoe Margaret Colletti, Cate Jones, Mollie Milligan, John Walpole, Blaine Maye
ABD yapımı
BEŞ ÜZERİNDEN ÜÇ BUÇUK
Evliliğin bir savaş alanına döndüğü ve bir tür arabulucu olarak 14 yaşındaki oğullarının, nasıl sonuç alacağını bilmeden yaptığı hamlelerle yapıyı kurtarmaya çalıştığı bir ‘çekirdek’ aile... Richard Ford’un otobiyografik özellikler taşıyan aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan ‘Yangın Yeri’ (‘Wildlife’), özetle yukarıdaki vurgulamaya çalıştığımız sularda gezinirken 60’lı yılların dertlerle dolu Amerika’sından sağlam bir ‘taşra sıkıntısı’ panoraması çiziyor... Film, özellikle Paul Thomas Anderson imzalı ‘Kan Dökülecek’le (‘There Will Be Blood’) tanıdığımız, daha sonra da ‘The Good Heart’, ‘Knight and Day’, ‘Looper’, ‘Prisoners’, ‘12 Yıllık Esaret’, ‘Love & Mercy’, ‘Youth’, ‘Swiss Army Man’ gibi yapımlarla daha bir aşina olduğumuz genç kuşağın yetenekli aktörlerinden Paul Dano’nun ilk yönetmenlik çalışması...
Senarist, Elia Kazan’ın torunu
O ünlü DC-Marvel rekabetinde sahne sırası ‘Aquaman’de... Önce ‘Batman v Superman: Adaletin Şafağı’nda, ardından da ‘Justice Lea
gue: Adalet Birliği’nde koro elemanı olarak hatırladığımız bu ‘sulu’ karakter, adını taşıyan filmde bizleri “Kimdir, nedir, kimlerdendir?” sorusunun cevabıyla buluşturuyor.
Peki bu cevapta ne var? Kısa özet: ‘Aquaman’, ilginç bir oluşumun eseridir. Bir deniz feneri bekçisi olan babası Tom, günün birinde yaralı bir şekilde bulduğu Atlanna adlı kadını önce tedavi eder, sonrasında âşık olur ve nihayetinde ikilinin Arthur adlı çocukları dünyaya gelir. Bu mutlu aile tablosu, bir süre sonra yerini acıya bırakır; çünkü Atlanna, Atlantis Krallığı’na ait önemli bir şahsiyettir ve babası Kral Nereus’un kocasıyla oğlunu öldürmemesi için ‘yüzeydeki’ hayatından feragat ederek suya döner... Arthur ise büyüme sürecinde, annesinden kendisine geçen özel yeteneklerin farkına varır. Daha da önemlisi, o büyük bir uygarlığın en büyük
vârisidir.
Kral Arthur’un mızrağı!
Yönetmenliğini James Wan’ın üstlendiği ‘Aquaman’, seyircisini adeta suyun içine çekiyor ve sürekli ıslatıyor. Öykü aslında son dönemde sıkça rastladığımız bir formüle dayanıyor; hareket alanı geniş bir krallık ve bu krallığın, gezegenin barışına hizmet edecek bir önder arayışı... Akla önce ‘Thor ve Loki ikilisi’, sonra da bu sezon izlediğimiz ‘Black Panther’daki T’Challa ve Erik Killmonger çekişmesi (ki burada ‘The Lion King’ durumu da vardı) geliyor. Yani ortada bir taht kavgası var, ‘Aqua
Daha önce suretini beş kez perdeye düşüren ‘Transformers’ serisi, bu kez farklı bir üye ve farklı bir ruhla seyirci karşısına çıkıyor. Peki bu seride mesele neydi, hemen özetleyelim: Bir zamanlar uzaydan devasa robotlar gelmiştir ve bir kısmı TIR suretinde, bir kısmı da spor araba formundadır aramıza karışmışlardır. Bizim derdimiz bize yetmiyormuşçasına aralarındaki savaşı Dünya’ya taşıyan bu metalik devlerden insanlığın yanında yer alanların ismi ‘Autobots’, kendi gezegenleri
Cyberton’da hükmünü sürdüren ve direnişçilerin peşinden gelerek Dünya’yı hem onlara hem de bize dar etmeye çalışanlarınki ise ‘Deceptions’dır. Geride kalan beş toplam içine Michael Bay imzalı ilk üç film sıradan, ‘dört’ (‘Kayıp Çağ’) serinin en iyisi, beş (‘Son Şövalye’) de “Eh işte, fena değil’iydi.
‘Metal ailesi’nin en naif üyesi
Altıncı adım niteliğindeki ‘Bumblebee’, takımdan ayrı düz koşan bir robotun hikâyesi ve aslında bütün her şeyin evveliyatını anlatıyor. Gezegenlerindeki mücadelede vakit kazanmak ve güç toplamak üzere kendilerine yeni bir yuva arayan, bu hedefler için de ‘gurbet’ olarak Dünya’yı seçen direnişçilerin lideri ‘Optimus Prime’, bir tür öncü kuvvet olarak ‘B-127’ adlı robotu gezegenimize gönderir. Ajan Jack Burns önderliğindeki bir tatbikatın ortasına düşen ‘B-127’, çabuk deşifre olur ve bertaraf edilir.
Babasının ölümünden sonra kendisini mutsuz hisseden, annesiyle uyum problemleri yaşayan, öte yandan mekanik konulara meraklı Charlie Watson adlı genç bir kız ise, arada bir takıldığı hurdacıda bulduğu eski Volkswagen’e göz koyar. Çok geçmeden doğum günü hediye olarak kendisine verilen bu aracın aslında bir ‘Autobot’, daha da ötesi ‘B-127’ olduğunu anlar. Ona, arıya benzediği için ‘Bumblebee’ ismini koyarken yeni bir dostluğun kapısı aralanır. Öte yandan ‘Optimus Prime’ın yerini öğrenmek isteyen iki ‘Deception’, ‘Dropkick’ ve ‘Shatter’, ‘B-127’yi bulmak için Dünya’ya gelmiştir ve çok geçmeden robotlar arası bir ‘sürek avı’ başlar...
‘A-ha’lar, ‘The Smiths’ler vs...
Yönetmenliğini
70’ler, Mexico City... Başkentin hatırı sayılı mahallelerinden ‘Roma’da yaşayan bir aile; doktor baba Antonio sürekli ‘iş gezisinde’ (ama gerekçesi Kusturica’nın anlattığı öyküdekinden farklı), anne Sofia ise biri kız üçü erkek dört çocuğuyla ev içi düzeni sağlamaya çalışırken en büyük desteği hizmetçileri Cleo’dan alıyor...
Alfonso Cuaron’un son filmi ‘Roma’, işte temel olarak bu kısa özette gezinen otobiyografik bir hesaplaşma, hatırlatma çabası... Siyah-beyaz çekilmiş film, ülke tarihinin kaotik dönemlerinden birinde küçük bir burjuva ailenin yaşadığı ‘sıkıntılara’, gündelik hayatın işleyişine ve sonrasında da bu aile üyelerinin (hizmetçi Cleo da dahil) sokakla, sosyal ve siyasi gelişmelerle kesişme noktalarına odaklanıyor.
Cuaron’un ‘Amarcord’u...
Cuaron çocukluğundan ve anılarından çekip çıkardığı ayrıntılarla, detaylarla ördüğü filminde bir anlamda kendi ‘Amarcord’unu çekmiş. Öyküsünü perdeye taşıdığı bu topluluk bizatihi ailesi, Cleo da hizmetçileri... Fransızlar, “İlk filmler genellikle sıkıcı olur, çünkü yönetmenler kendi hayatlarını anlatırlar” der. Cuaron bugüne kadar ‘Y Tu Mama Tambien’ (2001), ‘Children of Men’ (2006), ‘Harry Potter ve Azkaban Tutsağı’ (2004) ve (son olarak) ‘Gravity’ (2013) gibi yapıtlara imza atmış deneyimli bir yönetmen; dolayısıyla kendi hayatını anlatma hamlesine 57 yaşında soyunduğuna göre ortada Fransızların bahsettiği türden bir ‘sıkıcılık’ yok... Lakin film belli bir noktaya kadar çok gevşek ve kendi sınırları içinde yayıla yayıla ilerliyor. Bu aşamalarda kamera ve öykü daha çok aile bireylerinin tekrarlarla dolu hayatlarına, Cleo’nun başlarda evde aynı işi paylaştığı diğer hizmetçi Adela’yla sosyalleşme çabalarına kulak kabartıyor. Bu bölümlerde Cleo’nun Fermin adlı gençle olan ilişkisi, buluşma yerleri olan sinema salonları, sonrasında hamileliği vs. ön planda. Aile cephesinde ise aslında kendi evinde bir tür misafir gibi takılan baba Antonio’nun “Bu köpek de her tarafı pisletiyor” türünden otoritesini (!) hatırlatan uyarılarını, görev yeri adresi olarak Quebec’i göstererek sahneden çekilişini ve de aileyi kendi başına bırakma aşamalarını izliyoruz.
‘Corpus Christi Katliamı’...
‘Roma’ birçok eleştirmene göre ‘yılın filmi’, çoklarına göre de bir başyapıt. Beni bu yargılarla buluşturmayan gerekçe ise Cuaron’un yaklaşık bir buçuk saat kadar öyküyü alabildiğine yayması ve kendi çocukluk günlerine olan sadakati, sevdası ve romantize etme çabasıyla asıl yüreğimizi çarpacak bölümlerle seyircisini geç buluşturması. Evet, bazen böyle olur; öykünün parçaları fazla dağıtılır ve sonrasında çok çabuk, etkili bir biçimde toparlanır. ‘Roma’da da benim için asıl güzellikler ve derinlikler büyük mobilya dükkânında, kameranın üstten geniş planda Meksika’nın kanlı tarihine ‘Corpus Cristi Katliamı’ olarak geçen resmi ve sivil polislerin para militer güçlerle birleşerek eğitim fonları üzerine gösteri yapan solcu öğrencileri katlettikleri günden kareyi (kareleri) gösterdiği anda başladı. Ki 10 Haziran 1971 tarihli bu faşist saldırıda 42 öğrenci hayatını kaybetmişti. Cuaron bu sekansı baştan sona mükemmel çekmiş (hele ki bu bölümün finalinde Cleo’nun kendi hayatına ilişkin şahit olduğu bir olay var ki, söz konusu karakterle birlikte seyirciyi de büyük bir şaşkınlığın içine çekiyor. Bir de doğum sahnesinden bahsetmem lazım; insanın yüreğine o kadar derinden ve çarpıcı bir şekilde işliyor ki...
Sarı kırmızılılar söz konusu mücadelede 2-0’dan geri dönmüşler ve karşılaşmayı 3-2 kazanmışlardı.
Günümüzün G.Saray’ı ise ruh, beden, güç ve kapasite olarak ‘2000’lerin takımı’nın çok çok gerisinde elbet. Bırakın Avrupa’yı, Süper Lig’de bile ayakta durmakta zorluk çekiyor ve 2-0 öne geçtiği maçları berabere tamamlıyor. Dünkü Porto randevusu ise işlev açısından ‘Avrupa Ligi’ için devam kararının alınacağı, ruh açısından da genleriyle buluşmak anlamına gelen bir 90 dakikaydı. Maça atak başlasa ve Eren’le mutlak bir gol fırsatı bulsa da ağlarla buluşan toplar konuk ekipten geldi. Önce varlığı, yokluğuna tercih edilecek Eren’in hatasıyla gelen ilk gol, ardından penaltı ve skor 0-2’ye taşındı. Feghouli’nin penaltı vuruşuyla kazanılan gol ise umutları ikinci yarıya taşıdı. Lakin ikinci yarı Onyekuru’nun kaçırdığı fırsattan sonra gelen üçüncü Porto golünü izledik.
Sonrasında maç bambaşka bir hikâyenin parçası oldu; onca fırsatı heba eden Eren’in golü, G.Saray’ın en iyisi Feghouli’nin kazanılan ikinci penaltıda üst direği nişanlaması derken Gelsenkirchen’den gelecek sonuç önem kazandı. Nihayetinde Schalke’nin 90’da attığı gol, “Almanlar kazanınca biz de kazanmış sayıldık” klişesiyle bir kez daha buluşmamızı sağladı. Sonuç olarak dün gece ‘Avrupa’da devam kararı’ alınırken Porto randevusu, sarı kırmızılılar için skor açısından olmasa da oyun olarak son dönemdeki en dikkat çekici maçıydı ve takım, hayat belirtisi gösterdi. Bakalım bu belirti Başakşehir karşısında nasıl bir sonuca evrilecek, bekleyelim görelim...
'Spor filmleri’ denen kategorinin kendine özgü ritüelleri ve genel çizgileri vardır. Dalına göre bireysel başarılar ya da takım ruhunu anlatan öykülere kulak kabartılır ama asıl kalıcılığı sanırım meselenin arka planına yerleştirilen unsurların sağlamlığı ve derinliği belirler. Meseleye bu perspektifle bakıldığında ‘Cehennemde İki Devre’, ‘Ateş Arabaları’, ‘Kızgın Boğa’ gibi yapımların neden hafızalarımızda özel yerleri kapladığını açıklamak daha kolay.
Madem bu hafta salonlarımıza ‘efsane yarış atı’ Bold Pilot’ın öyküsünü anlatan ‘Bizim İçin Şampiyon’ uğruyor, o halde önce aynı kulvarda ‘yarışan’ iki önemli Hollywood yapımı filmi hatırlayalım ve düğümün ucunu coğrafyamıza bağlayalım. Gary Ross’un 2003 tarihli çalışması ‘Seabiscuit’, yalnızca yarışlarda boy gösteren bir atın değil, ‘29 Ekonomik Bunalımı’nda ayakta kalmaya çalışan bir ulusun çabalarını da anlatıyordu. Çünkü bu at, alt sınıflar için umudun ifadesiydi ve o yarışları kazandıkça, kitleler de ondan aldıkları ilhamla hayata yeniden sarılıyordu. 2010 yapımı ‘Secretariat’ta da ‘Braveheart’ın senaristi olarak tanıdığımız Randall Wallace rekorları hâlâ kırılamayan ve 1989’da hayata veda eden bir atın hikâyesini perdeye taşırken, sahibesinin onun için verdiği mücadeleyi de perdeye taşıyordu. Asıl adı ‘Big Red’ olan ve ‘resmi’ yarışlara ‘Secretariat’ ismiyle katılan bu efsane ‘Kentucky Derbisi’ni, ‘Preakness Stakes’i ve ‘Belmont Stakes’i, yani ‘Triple Crown’ olarak adlandırılan seriyi tüm zamanların en hızlı dereceleriyle kazanarak tarihe geçiyordu.
Umudun simgesi...
‘Bolt Pilot’ da bu iki mutena ‘meslektaşı’ gibi Türkiye sınırları içinde performansıyla zihinlerde yer etmiş ve rekorlara imza atmış muhteşem bir yarış atıydı. Ahmet Katıksız imzalı ‘Bizim İçin Şampiyon’, işte bu efsanenin öyküsünü seyircisiyle paylaşıp vakti zamanında kendisiyle özel gönül bağı kurmuş seyirciyi hatıralarıyla buluştururken girişte bahsettiğimiz ‘Spor filmleri’ ritüellerinin, üstesinden gelmeye çalışmış. Yönetmen Katıksız’ın Serkan Yörük’le kaleme aldığı senaryo sadece özgürlüğüne düşkün, canı çekince starta giren, sakinleşmek ve yarışmak için koca hipodromdan sessiz olmalarını isteyen (!) ‘özel’ ruha sahip bir atın başarısına odaklanmamış; film önce ‘Bold Pilot’la nice zaferlere imza atan jokeyi Halis Karataş’ın Sivas’ın bir köyünden İstanbul’a taşınan öyküsünü, daha sonra da paralel biçimde Karataş’la efsanevi atın tanışma, birbirlerine alışma, yarışmalara katılma, giderek ulusal ve nihayetinde uluslararası bir ‘ikili’ye dönüşme süreçlerini aktarıyor. Tabii bu arada atın sahibi olan Atman ailesinin kızları Begüm’le Halis’in zaman içinde yeşeren aşkları, Begüm’ün nükseden kanseriyle birlikte yaşadıkları zorluklar ve bu aşamada Bold Pilot’ın hem sahibesi hem için kitleler için umudun simgesi haline gelmesi filmin uğradığı ana duraklar...
Hâlâ kırılamayan rekor