Biz de ‘nerde kaldın’ diyorduk...

‘Alien’ serisi, Ridley Scott’ın gayretleriyle Tarkovski’vari bir çizgiye taşınadursun dönemdaşlarından ‘Predator’ da gezegenimize tekrar buyur ediyor. Vakti zamanlar Hollywood’un en popüler senaristlerinden biri olan Shane Black’in imzasını taşıyan filmde aksiyon kadar komedi de var.

Haberin Devamı

Malum, ‘ilk kan’ı ‘Alien’ (1979) akıtmıştı. Ridley Scott’ın aksiyonla karışık sosyolojik öğelere de göz kırpan uzay geriliminin gördüğü ilgi adeta yeni bir türe kapı araladı. İkinci adımda (1986) kamera arkasına James Cameron geçerken tehlikeyi evrenin herhangi bir yöresinde hissettirmek yerine bizatihi yaşadığımız topraklarda görünür kılmak fikriyle birlikte John McTiernan’ın ‘Predator’ı katıldı aramıza. Çok sonraları (2000’lerin başında) bu iki ayrı ‘uzay mensubu’ aynı filmlerde (‘AVM: Alien vs. Predator’ ve ‘Aliens vs. Predator: Requiem’) boy gösterseler de solo çalışmaları her daim daha fazla gönül çelen oldu...
Biz de ‘nerde kaldın’ diyorduk...

Lethal Weapon’
serisinin yazarıydı...
Gelelim günümüze... Artık şimdiki neslin de yeni ‘Predator’lara ihtiyacı var! McTiernan’ın çektiği ilk filmdeki kurbanlardan biri olarak askeri birliğin içinde yer alan Shane Black, kamera önünden arkasına terfi anlamına da gelen 2018 ürünü ‘Predator’ın yönetmeni kimliğiyle karşımızda. Bir zamanlar Hollywood’un en popüler senaristlerinden biri olan Black’in kaleminden çıkan yapımlar kreasyonunda ‘Lethal Weapon’ serisi, ‘The Last Boy Scout’, ‘Last Action Hero’, ‘The Long Kiss Good-
night’ ve ‘Iron Man 3’ gibi hatırı sayılır izler var... Ki yönetmen olarak da son derece sevimli bir film olan ‘Kiss Kiss Bang Bang’e (çok başarılı bir kara komediydi) de imza atmıştı.
Zamanımızın ‘Predator’ına gelince: Önce atmosferden Dünya’ya giriş yapan ve Meksika ormanlarına düşen bir uzay aracı görüyoruz. Geminin düştüğü yerde, tesadüfen uyuşturucu kartellerine karşı baskın düzenlemekte olan Amerikalı Yüzbaşı Quinn McKenna, olayın birinci elden tanığı oluyor. Araçtan çıkan ‘mahlukat’, yüzbaşının adamlarını yok ederken McKenna, gemiden ‘delil’ namına birtakım nesneler alıyor ve ayrıldığı eşiyle birlikte yaşayan, ‘sessiz dâhi’ karakterine sahip oğlu Rory’ye yolluyor. Sonrasında ortaya çıkan birtakım görevliler (onlara “kötü kalpli ‘Men in Black’ ekibi” diyebiliriz) duruma el koymaya çalışsalar da düğümü daha da karışık hale getiriyorlar. Bir noktadan sonra Yüzbaşı McKenna, bir grup ‘arıza’ asker ve biyolog Casey Brackett, koşulların yarattığı zorunlu bir birliktelikte hem görevlilere hem de sonradan ortaya çıkan bir diğer ‘Predator’a karşı mücadeleye girişiyorlar...
Senaryosunu Fred Dekker’la birlikte kaleme aldığı filminde Shane Black aksiyonla komedi arasında gidip gelen, dengesi çok iyi sağlanmış bir ton tutturuyor. Dünya dışı konukların niçin geldiklerini ve seyahatleri son zamanlarda neden sıklaştırdıklarını kendince bir gerekçe üzerinden açıklayan film, izlenmesi zevkli bir seyirlik olmuş.
Güle güle ölüyorlar...
Bu kez (‘Predator’ ya da ‘Avcı’, fark etmez) hangi saikle gelmiş olurlarsa olsun uzaylı düşmanlarla mücadele edenler Arnie benzeri güçlü kuvvetli kas yığını değil. Öte yandan yukarıda belirttiğim gibi neredeyse öyküdeki bütün karakterler, düştükleri durumlarla sürekli dalga geçiyor, meseleleri ti’ye alıyor, hayata veda ederlerken bile espri yapıyorlar. Predator da doğasına uygun (!) davranıyor, konuk olduğu gezegenin fani ev sahiplerini acımasızca yok ediyor. Bu açıdan filmdeki gelişmeleri genel olarak ‘güle güle ölüyorlar’ şeklinde tanımlamak mümkün. Oyunculuklara gelince: Başta Yüzbaşı McKenna’da Boyd Holbrook olmak üzere, oğlu Rory’de son dönem karşımıza sıkça çıkan minik yetenek Jacob Tremblay, biyolog Bracket’ta Olivia Munn, ‘arıza’ askerler grubunda Keegan-Michael Key, Trevante Rhodes, Thomas Jane, Alfie Allen, Augusto Aguilera vs. hepsi gayet iyiler...
Sonuç olarak ‘Predator’ hem nostaljik bir tat taşıyor hem de hınzır senaryo sayesinde aksiyonun yanı sıra komik sahnelerle dolu keyifli bir seyirliğe dönüşüyor. Malum, Ridley Scott ‘Alien’ı artık bambaşka bir form içinde ilerleyen ve Tarkovski’vari ‘uhrevi’ dertlerle örülü bir seriye dönüştürdü. Black ise geleneksel takılıp işin içine mizah katmış. Özetle bu, 80’ler mirasını yeniden taçlandırmayı başarırken kendi ruhunu ortaya koymaya çalışan çabayı kaçırmayın derim...
Biz de ‘nerde kaldın’ diyorduk...

Haberin Devamı


Olmaz olsun böyle arkadaşlık!
Eşini, üvey kardeşiyle birlikte trafik kazasında kaybetmiş Stephanie için oğlu Miles hayata tutunma yolundaki en önemli unsurdur. Onun üzerinden yaşadığı annelik deneyimlerini de, youtube üzerinden yayımlanan kanalı vasıtasıyla daha geniş kitleleri ulaştırır. Çalışkan bir öğrenciyi andıran genç kadının içe dönük dünyası, oğlunun arkadaşı Nicky’nin annesi Emily sayesinde kabuğunu kırar ve sosyallik kazanır. Bir içki davetiyle başlayan dostluk kısa zamanda aşama kaydedecektir: Stephanie’nin hayatındaki bu son derece alımlı ama öte yandan alkolik ve narsist yeni arkadaş, adeta okulu kırma vesilesidir. Tek bir romanla üne kavuşmuş ama arkasını getirememiş bir yazarla evli Emily, günün birinde ondan Nicky’yi okuldan almasını ister, lakin kendisi sırra kadem basar. Sonrasında Stephanie’nin hayatında yeni bir kapı aralanacaktır…
Biz de ‘nerde kaldın’ diyorduk...
Filmin en iyi yanı Anna Kendrick
Darcey Bell’in aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan ‘Küçük Bir Rica’ (‘A Simple Favor’), hayatına aniden dahil olan gizemli Emily’yle birlikte rutini bozulan Stephanie’nin yaşadığı gelgitler üzerine bir öykü anlatıyor. İş belli noktalardan sonra polisiye bir hal alıyor ve hem filmin ana karakteri hem de seyirciler bir entrikanın içinde dolanıp duruyoruz. Eski oyuncu kimliğiyle de hatırlanan, yönetmen olarak daha çok komedileri (‘Nedimeler’, ‘Ateşli Aynasızlar’, ‘Ajan’ ve son olarak da yeni nesil ‘Hayalet Avcıları’) imza atan Paul Feig (görüntüsü itibariyle Yves Saint Laurent’i andırdığını düşünüyorum), ‘Küçük Bir Rica’da yine yer yer mizah dolu anlar yakalamış ama filmin temel derdi tonu. Öykü bir komedi gibi başlayıp sonraları ciddi bir gerilime dönüşmek istiyor (hatta kimi gelişmeler ‘Gone Girl’ü hatırlatıyor) ama bu konuda pek de ikna edici olmuyor. Zaten hikâyenin gizemi de yapıştırma gibi duruyor.
Stephanie rolündeki Anna Kendrick’in sempatik ve etkileyici performansı ise filmin en iyi yanı. Emily’de izlediğimiz Blake Lively ise meseleye sadece güzellik ve hava katıyor gibi…

Haberin Devamı

 İki buçuk yıldız
Küçük Bir Rica
Yönetmen: Paul Feig
Oyuncular: Anna Kendrick, Blake Lively, Henry Golding, Ian Ho, Joshua Satine, Bashir Salahuddin, Jean Smart, Andrew Rannells, Kelly McCormack, Aparna Nancherla, Dustin Milligan
ABD yapımı

**


Güzel ve ‘Canavar’…
Genç ve mutsuz bir kadın… Geçmişinde taşıdığı bir sır, başında ise baskıcı bir anne… Karşısına çıkan genç yabancı, onun için adeta bir can simidine dönüşüyor. ‘Canavar’ (‘Beast’), iki dışlanmış karakterin birbirini tamamlanması üzerine bir hikâye anlatıyor. Michael Pearce, kısa filmler ve bir bölümlük televizyon dizisi deneyiminden sonra ilk uzun metrajlı çalışmasında son derece etkileyici bir gerilime imza atıyor. Bir adada geçen öyküde çıkışsızlığını, çizgi dışı bir genç adamla aşmaya çalışan ama ilişkisi ilerledikçe kafası daha da karışan Moll’ün yaşadıklarını izliyoruz. İngiliz yönetmen, senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı filminde seyirci olarak bizi tekinsiz bir atmosferin içine atıyor ve tıpkı ana karakteri gibi bir boşluğun içinde tutunacak bir dal ararken debelenip duruyoruz. Etrafta işlenen genç kız cinayetleriyle birlikte Moll, kurtuluşunu sağlayacak yegâne kişiden şüphe etme noktasına geliyor. Bu haliyle ‘Canavar’, geçmişte izlediğimiz ‘Sea of Love’ ya da ‘Entre ses mains’ gibi yapıtları da çağrıştırırken çizgi dışı karakterler arasındaki ilişki üzerinden de aklımıza ‘Badlands’ ya da ‘Bonnie and Clyde’ gibi klasikler geliyor.
Biz de ‘nerde kaldın’ diyorduk...
‘Korku, gerilim, melankoli ve hüzün’
Michael Pearce’in önümüze koyduğu metin izleyicisi sıfatıyla bizi kimi ahlaki tartışmaların içine çekerken anlatım biçimi olarak da alttan alta BBC dizilerinin tadını alıyor gibiyiz. Ama sanırım ‘Canavar’ı kısaca ifade etme yolunda en çok ‘Korku, gerilim, melankoli, hüzün’ gibi tanımlara ihtiyaç duyuyoruz. Moll’da Jessie Buckley’in, sevgilisi Pascal’da da Johnny Flynn’ın döktürdüğü filmde anne Hilary’de Geraldine James de çok iyi oynuyor.
Bu tür filmleri finale bağlamak, çaresizlik içinde bir koridor ya da geçit bulma temalarına dayanılarak anlatılan öyküleri aklen, mantıken hatta vicdanen doğru noktalarda nihayete erdirmek zordur. ‘Canavar’ bu meselenin üstesinden de gelmeyi başarmış. Genel bir parantezle sonlandıralım: Bu yılki İstanbul Film Festivali’nde görüp beğendiğimiz kimi filmlerin ticari sinema ağında gösterileri son sürat sürüyor. Geçen hafta ‘Transit’, bu hafta da ‘Canavar’la birlikte ‘Western’ sahne sırasını alan yapımlar. Üçü de bence çok iyi yapıtlar, ‘hat-trick’ yapın (!) ve bu çizgi üstü filmleri kaçırmayın derim…

Haberin Devamı

Dört yıldız
Canavar
Yönetmen: Michael Pearce
Oyuncular: Jessie Buckley, Johnny Flynn, Trystan Gravelle, Geraldine James, Oliver Maltman, Emily Taaffe, Shannon Tarbet  İngiltere yapımı

Diğer seçenekler…
Haftanın yenilerinden ‘Western’, Valeska Grisebach imzasını taşıyor, filmin başrollerinde Mienhard Neuman, Reinhardt Wetrek, Syuleyman Alilov Letifov ve Veneta Fragnova gibi isimler yar alıyor. Andaç Haznedaroğlu’nun yönettiği ‘Misafir’in oyuncaları ise şöyle: Saba Mubarak, Rawan Skef, Homam Hout ve Şebnem Dönmez. ‘Sosyopat’ı ise Kevin Forrest yönetmiş, kadroda Michael Draper, Erin McGarry, Jeffrey Arrington ve Dennis Fitzpatrick gibi isimler yer alıyor. ‘Mile 22’de Mark Wahlberg, Lauren Cohan, Iko Uwais ve Ronda Rousey’in başrolleri paylaşıyor, yönetmen Peter Berg. Hüsnü Hakan Gürtop imzalı ‘İçimdeki Hazine’de ise Demir Karahan, Cemre Melis Çınar, Fatih Ayhan ve Kimya Gökçe başrolleri paylaşıyor… ‘Organik Aşk’ın kadrosunda Gizem Karaca Ekmekçi, Mustafa Mert Koç, Tarık Papuçoğlu ve Ruhsar Gültekin başrollerde, yönetmen Kamil Çetin. Yönetmen koltuğuna Trey Edward Shults’un oturduğu ‘Gece Gelen’de (It Comes at Night’) Christopher Abbott, Joel Edgerton, Carmen Ejogo ve Riley Keough gibi isimler rol alıyor.

Haberin Devamı

Biz de ‘nerde kaldın’ diyorduk...

Yazarın Tüm Yazıları