Uğur Vardan

Josef-Topal'sız Fenerbahçe'yi sevdinizse...

2 Eylül 2018
Cocu, satılan Josef’ten sonra Topal’ı da kenarda tutup, ofansif bir takımla çıktı.Taraftar, kaybettiği hâlde değişen bu Fenerbahçe’yi sevdiyse sabretmeli.

BAŞKAN Ali Koç, takımı statta karşıladı. Özellikle sosyal medyanın ‘kelle’sini istediği Hasan Ali’yi canı gönülden öperek, âdeta, “Ben de Hasan Ali’yim” diyerek, tribünlere mesajı verdi. Harun Tekin ayağının tozuyla kalede, Volkan Demirel ve Mehmet Topal ise kulübede.

Phillip Cocu da mesaj verdi:

Radikal değişim şart!

Maç, başkan ve teknik direktörün mesajlarını destekleyen bir şekilde başladı. Hasan Ali ortaladı, Ayew kafayı koyup golü attı.

Yazının Devamını Oku

İnsanlığa bir ‘HAL’ler oluyor...

1 Eylül 2018
Bir saldırı sonrası eşini kaybeden, kendisi de felç olan bir adam, özel bir operasyonla eski hayatına döner ve intikam almaya çalışır. Avustralya yapımı distopik bilimkurgu ‘Upgrade’, “Yapay zekâ hayatlarımızı hangi ölçüde ele geçirir?” sorusunu sorarken ana karakterin vücuduna takılan dijital aparat, Kubrick’in ‘2001: Uzay Macerası’ndaki unutulmaz bilgisayar ‘HAL 9000’i hatırlatıyor.

Bir kaza ya da saldırı sonrası hayata dönmek için tıbbi bir operasyondan geçersiniz. Bu sırada olağanüstü şeyler olur ve bir de bakmışsınızdır ki artık ‘sıradan’ biri değilsinizdir. Modern çizgi romanların birçoğunda ‘Süper’ güçlerle donanan kahramanların dönüşüm hikâyelerinin ardında bu türden gerekçeler bulunur. Haftanın yenilerinden ‘Upgrade’, işte bu temel klişeyi ‘yapay zekâ’ meselesine eklemliyor ve en azından düşünsel anlamda üzerinde tartışmaya değer bir metinle karşımıza çıkıyor.
Oyuncu, yazar (‘Testere’ serisinin öyküsü ona aitti) ve yönetmen (‘Ruhlar Bölgesi: Bölüm 3’) olarak tanınan Leigh Whannell’ın, senarist ve reji olarak imzasını taşıyan filmin öyküsü kısaca şöyle: Gelecek bir zaman diliminde hayat alabildiğine dijitalleşmiştir. Bu ortamda karısı Asha bir teknoloji devinde çalışan, kendisi de eski arabasını tamir ederek günlerini geçiren Grey Trace, bir gece eşiyle birlikte bilgisayar dâhisi Eron Keen’in evine ziyarete gider. Dönüşte bilgisayar tarafından otomatik olarak kullanılan arabaları rotadan çıkar ve Grey’in doğup büyüdüğü fakir mahalleye yollanır. Komutlara uymayan araba kaza yapar, çift sağ salim kurtulmuşken olay yerine gelen dört kişilik bir çete Asha’yı öldürür. Grey’i de yaralar.


‘Altı Milyon Dolarlık Adam’la ‘Robocop’un karışımı
Genç adam hayata döndüğünde elleri ve ayakları tutmayan bir felçlidir. Bir yanda Asha’nın yokluğu, diğer yandan vücudundaki fiziki problemler; ölmek ister... Çok geçmeden devreye Eron Keen girer ve gizli kalması gereken bir operasyonla Grey’in vücuduna ‘STEM’ adlı küçük ve maharetli bir aparat (çip) yerleştirir. Bu aparat, beyinle diğer uzuvlar arasındaki kopan iletişimi yeniden kurar. Ve peşi sıra daha büyük yeteneklere sahip olduğunu gösterir: STEM-Grey ikilisi, çetenin peşine düşer...

‘2001: Uzay Macerası’nın ‘HAL 9000’i devasa bir bilgisayardı, ‘Upgrade’in STEM’i ise daha gelişmiş özelliklere sahip bir mikroçip.

Yazının Devamını Oku

Adalet ‘western’in temelidir...

25 Ağustos 2018
Denzel Washington, sistemin yetersizliği karşısında adaleti kendisi sağlayan Robert McCall karakteriyle yeniden huzurlarımızda. Açılış sahnesi Türkiye’de geçen ‘Adalet 2’de Brüksel’de işlenen bir cinayetin izleri sürülüyor. Film kahramanı, atmosferi ve kimi dertleri itibariyle fazlasıyla ‘western tadı’ taşıyor.

Sen bir kenara çekilip kendi yolunda gitmeye çalışsan da bir şekilde çarkın içine çekilirsin; çünkü sistem işlemez, vicdanın devreye girer ve adaleti sağlamak sana kalır... Sinemanın erken çağında ‘western’lerin, 70’lerde Charles Bronson’lu ya da Clint Eastwood’lu modern ‘suç filmleri’nin bildik temasıydı ‘Kendi adaletini kendin sağla’...

2014 tarihli ‘The Equalizer’, 1985-89 tarihleri arasında çekilen aynı adlı bir TV dizisinden ilham alınarak sinemaya uyarlanmış bir projeydi. Söz konusu çalışma aynı zamanda Denzel Washington’la, kendisine ‘En İyi Erkek Oyuncu’ dalında Oscar kazandıran ‘Training Day’ filminin yönetmeni Antoine Fuqua’yı da yeniden bir araya getiriyordu. Bizde ‘Adalet’ Türkçe adıyla gösterime giren filmde eski deniz piyadesi ve ajan Robert McCall, fuhuş bataklığındaki genç bir kadına yardım ederken karşısında Rus mafyasını buluyor ama kötüleri kendi yöntemleriyle cezalandırmaktan vazgeçmiyordu.

‘Yitik Zamanın Peşinde’

Dört yıl sonra aynı kahraman, aynı oyuncu, yönetmen ve senaristin imzalarını taşıyan yeni bir adımla karşımızda. ‘Adalet 2’ (‘The Equalizer 2’), İstanbul’a yaklaşan bir trende açılıyor. McCall, çocuğunu kaçırıp eski karısına eziyet etmek isteyen mafyatik bir Türk’le hesabını görüyor ve kendi dünyasına dönüyor. Boston’da biçimlenmiş bu dünyada ise kahramanımızı bir şirkete bağlı olarak taksi şoförlüğü yaparken buluyoruz. ‘Yahudi soykırımı’ esnasında kız kardeşini kaybetmiş ve hayat boyu onu aramış müşterisi Sam’le komşuları; ekip biçtiği bahçesi vandallar tarafından tarûmar edilen Müslüman Fatima ve uyuşturucu çetelerin dahil olmaktan başka çaresi kalmayan ressam adayı Miles, McCall’un hayatındaki ‘sabit’lerdir. Derken ilk filmden de hatırladığımız eski mesai arkadaşı Susan Plummer’ın Brüksel’de işlenen bir cinayeti araştırırken öldürülmesi, ‘uyuyan dev’in uyanmasına neden olur ve eski deniz piyadesi karmaşık bir denklemi çözmeye koyulur...

İlk film aksiyona fazla göz kırpıyor (sanki ‘John Wick’in öncülü gibiydi) ve öykü itibariyle klişeler eşliğinde ilerliyordu. İkinci adımda ise tamamıyla ‘Ermiş’ gibi davranan bir karakter buluyoruz karşımızda. Elinde daima bir kitap (Ta-Nehisi Coates’in ‘Dünyayla Benim Aramda’sı ve Proust’un ‘Yitik Zamanın Peşinde’si, bu arada küçük bir hatırlatma; ilk filmde odaklanılan kitap Hemingway’in ‘Yaşlı Adam ve Deniz’iydi), komşularına her daim yardım elini uzatan, yaşlı-genç demeden onlara destek olan, iyilik timsali bir profil... Ama bir adım ötede kötülüklerle dolu bir dünyanın kendisini ve herkesi beklediğinin farkında... Terazinin dengesi bozulduğunda ise silahı ve mücadele gücüyle meseleye ağırlığını koyuyor.

Fuqua, olgun ve sakin bir rejiyle bu öyküyü aktarıyor. Ben filmi genel olarak ‘Western’ türüne olan sevgi ve saygısı yüzünden beğendim. ‘Adalet 2’, şimdiki zamanda geçse de anlatılan ‘Yalnız ve geçmişi yaralı bir kovboy’un mücadelesi. Atmosfer de buna uygun.


Yazının Devamını Oku

Yağmurdan sonra...

18 Ağustos 2018
Görme engelli bir müzisyen, şahit olduğu bir ölüm vakası, acısı ruhlardan hiç silinmeyecek yaralar ve kapanmayan eski hesaplar... ‘Karanlıkta’, arkaplanını ‘Bosna Savaşı’nda yaşanmış bir trajediye dayayan ama inandırıcılığını ve çekiciliğini kimi noktalarda kaybeden bir gerilim...

Eski hesapların görüldüğü Batı merkezleri... Yugoslavya’daki iç savaş sürerken bir yandan da meselenin yakıcı yanlarını perdeye taşıyan filmler izleniyordu. Bu toplam içinde en derin iz bırakanlarından biri de kuşkusuz ‘Yağmurdan Önce’ydi (‘Before The Rain’). Milcho Manchevski’nin yapıtının yolu bir şekilde Londra’ya uğruyordu.



Bugün artık söz konusu coğrafyada ‘Tito’ gibi bir birleştirici unsurla tutulduktan sonra dağılan ve kendi kaderlerini tayin etme hakkına kavuşan ülkeler var. Ama eski hesaplar ve kapanmayan yaraların büyük bir kısmı yerinde duruyor. Haftanın yenilerinden ‘Karanlıkta’ (‘In Darkness’) eski bir formülü politik sulara çeken ve böylesi bir yolla gerilim yaratmaya çalışan bir film. Yönetmenliğini Anthony Byrne’ün üstlendiği yapımda görme engelli bir müzisyenin (piyanist kendisi), oturduğu dairenin üst katındaki genç bir kadının ölmesiyle başlayan ve kendisinin de içine dahil edildiği bir süreç anlatılıyor. Olaya el koyan dedektif, müzisyeni (ismi Sofia) sorgularken hayatını kaybeden kızın (Veronique) babasının geçmişi bulanık bir Sırp işadamı (Radic) olduğu anlaşılıyor. Dedektif, ölümün bir intihar mı yoksa bir cinayet mi olduğu üzerine araştırmaya koyulurken Marc adlı bir genç de Sophia problem yaşamaya başladığı her anda devreye giriyor. Biz seyirciler de bütün bu akışta olayın gizemini bir anlamda dedektifle birlikte çözmeye çalışıyoruz...

Filmde ‘fotomodel-oyuncu’ Emily Ratajkowski, ‘Veronique’i canlandırıyor.

Yazının Devamını Oku

Ey Özgürlük...

11 Ağustos 2018
‘Dovlatov’, 1970’lerde sistemin gazabına uğramış ve değeri çok sonraları verilmiş Yahudi asıllı Sovyet yazar Sergey Dovlatov’un altı günü eşliğinde yitik bir kuşağın tarifine soyunuyor. Yönetmen Aleksey German Jr. şiirsel bir üslupla bu yürek burkan öyküyü anlatırken son dönemin en iyi filmlerinden birine imza atmış...

Kasım 1971... Görece özgürlüklere göz kırpan bir dönemin ardından yeniden dişlerini gösteren bir rejim... Ve bu rejimin, kimliğini resmileştirme ve adını edebiyat dünyasının belirgin figürleri arasına yazdırma çabasından ve hakkından mahrum ettiği genç bir kalem: Sergey Dovlatov. Peşi sıra onun yaşadığı şehir Leningrad’ın, kendine benzer mağdurlarla dolu entelektüel coğrafyasında tutunma, rotasını arama ve ayakta kalma çabası...
Aleksey German Jr.’ın hüzünlü, yer yer iğneleyici, yer yer komik ama genel olarak bir dönemin tasvirini muhteşem fırça darbeleri eşliğinde çizen ve salondan çıktığınızda yüreğinizi sızlatan filmi ‘Dovlatov’, vakti zamanında kadir kıymeti bilinmemiş bir Sovyet dönemi yazarının hayatından altı günü perdeye taşıyor. Ana karakterinin ismiyle müsemma bu yapım, aynı zamanda ‘yerelden evrensel’e, aynı acıları, aynı ruh durumunu, aynı süreçleri halihazırda yaşayanlar için de bir tür hatırlatma görevi üstleniyor.


‘Puşkin Tepeleri’
Öykünün kahramanı eşinden boşanmış, kızı Tanya’ya karşı babalık görevini yerine getirmekte yer yer zorlanan, annesiyle birlikte belli bir kalabalık tarafından paylaşılan bir dairede kalan Sergey Dovlatov... Yazarlar Birliği’ne girmek için uğraşıyor ama çizgisi, üslubu ve duruşu sistemin edebiyat ‘muktedirleri’ için uygun görülmüyor. Tek geçim kaynağı ise sadece rejimin iyi yanlarını gösteren ya da hatırlatan yazılara, söyleşilere yer veren bir fabrika gazetesi. Peki bu çözümü zor denklemler içinde istenilen kıyıya varmak mümkün müdür?
Yönetmen German Jr.’ın Yulia Tupikina’yla birlikte kaleme aldığı senaryo, Dovlatov’un Türkiye’de de basılan ve upuzun bir öyküyü andıran (‘novella’ mı demek lazım, bilemiyorum) kitabı ‘Puşkin Tepeleri’nde çizmeye çalıştığı prototipin izlerini sürüyor. Değeri anlaşılamamış, Rus edebiyatına olduğu kadar resmine ve genel olarak bütün bir sanatsal çizgilerine hâkim, eşiyle sorunlar yaşayan, her daim müstehzi, alaycı, sistemin çelişkilerine vâkıf bir portre bu.

Yazının Devamını Oku

Söz 'savunma'nındı

10 Ağustos 2018
DÜNYANIN en iyi liginde ‘Başaltı’ takımlardan biri olarak bir şekilde tutunuyorsanız, kadro itibariyle çok klas değilseniz belli konularda özel refleksleriniz gelişmiş olmalı.

‘Premier Lig’ temsilcisi Burnley, geçen sezon zirve ortaklarıyla oynadığı maçlarda meselenin savunma tarafında ne kadar maharetli olduğunu kimi maçlarda ortaya koymuştu.

Özellikle James Tarkowski’nin lider kişiliği, defansı organizasyonunda büyük rol oynamıştı.

Başakşehir ise uzun süre zirve ortağı olarak sürdürdüğü yarışı son haftalarda tökezleyerek tamamlamıştı.

Bu dengeler dün, maçın ilk dakikalarından itibaren kendisini hatırlattı. Ev sahibi daha atak ve net gol pozisyonlarının sahibiydi; konuk ekip ise oyunu kendi sahasında kabul etti, rakibinin ataklarını oturmuş savunma düzeni ve kaleci Joe Hart’ın kurtarışlarıyla bertaraf etti.

Yazının Devamını Oku

Gençlik yine isyanlarda...

4 Ağustos 2018
‘Açlık Oyunları’, ‘Uyumsuz’ ve ‘Labirent’ serilerinin ardından sahne sırası ‘Karanlık Zihinler’de... Gençliğin, kendilerini ezmek isteyen sisteme karşı mücadelesini anlatan serinin ilk filminde, ana karakter Ruby Daly’nin başkaldırışını izliyoruz.

Amerikan sineması ‘Gençlik serileri’ üzerinden distopik mesajlar göndermeye ve ‘Totaliter rejim’ uyarıları yapmaya devam ediyor. Malum, kapıyı ‘Açlık Oyunları’ açmıştı, sonra ‘Uyumsuz’ ve ‘Labirent’ bayrağı devraldı. Görünen o ki yola artık ‘Karanlık Zihinler’le (‘The Darkest Minds’) devam edilecek...

Gencecik bir yazar...

Aslında bütün bu serilerin kaynağı elbette edebiyat... Yukarıda ismini saydığımız bütün bu ‘distopik hatırlatmalar’ önce kitap olarak yayımlandı, gösterilen ilgi sonucu beyazperdenin yolu tutuldu. ‘Açlık Oyunları’nın yazarı Suzanne Collins’ti, ‘Uyumsuz’u Veronica Roth kaleme almıştı, ‘Labirent’in yaratıcısı James Dashner’dı; ‘Karanlık Zihinler’ ise Alexandra Brac- ken imzasını taşıyor. Bracken’ın şöyle bir özelliği var; henüz 31 yaşında ve serisinin ilk adımı niteliğindeki ‘Karanlık Zihinler’i 2012’de yazmış. İşte böylesine genç bir zihnin ürünü olan serinin sinemadaki ilk randevusu ‘Karanlık Zihinler’in önce bir özetini geçelim:

‘X-Men’le akraba

Amerika’da teşhisi net olarak konulamamış bir rahatsızlık yüzünden çocukların yarıdan fazlası hayatını kaybeder. Kalanlar ise belli renk skalalarına göre ayrım yapılarak kamplara gönderilir. Ruby Daly, 10 yaşında kampın yolunu tutar ve altı yıllık bir eğitim sürecinden geçer. Aslında sistemin en çok korktuğu ve hemen yok ettiği ‘Turuncu’ sınıfındadır ama doğaüstü yetenekleriyle hayatını ‘En zekiler’ sınıfı, yani ‘Yeşil’ olarak sürdürür. Lakin deşifre olmuştur. Hiç tanımadığı genç bir kadın sağlık görevlisinin yardımıyla kamptan kaçar. Ve fakat dışarısı da pek tekin değildir, kimin iyi kimin kötü olduğunu yetenekleriyle kavrayacak ve bütün kötülere karşı ayakta kalma mücadelesi verecektir. 

‘Karanlık Zihinler’, renklere göre ayrılma bakımından öncelikle ‘Uyumsuz’ serisini andırıyor; ama öte yandan başta Ruby Daly olmak üzere öyküdeki kimi karakterlerin paranormal güçlere sahip olması bakımından da ‘X-Men’ serisiyle akrabalıklar kuruyor gibi. ‘Kung Fu Panda’ serisinin iki ve üç numaralı filmlerinin yönetmeni olarak hatırladığımız Güney Kore asıllı Jennifer Yuh Nelson’ın imzasını taşıyan yapım, anlatım olarak gayet iyi kotarılmış görünüyor. Bir yandan siyasi alt metin, öte yandan gençlik dertleri, aile arayışı, dayanışma ruhu, sistemin dayattıkları ve ‘Kitleleri kendi doğrularına göre yönetme isteği’ üzerine bitmez tükenmez çabalar... Sözün özü dünyanın birçok bölgesinde varlığını sürdüren ‘Totaliter karakterli liderler’ dönemine uygun bir öyküsü var filmin.

Yazının Devamını Oku

Hem yerden hem havadan oynuyor...

28 Temmuz 2018
‘Görevimiz Tehlike’ serisinin altıncı adımı ‘Yansımalar’, safi aksiyon sineması örneği. Her zaman olduğu gibi Tom Cruise’un ana karakter Ethan Hunt’ı canlandırdığı yapımda, adrenalin bağımlısı seyirciye seslenen çok sayıda sahne var. Paris, Londra, Keşmir arasında mekik dokuyan film, birçok yabancı eleştirmene göre serinin en iyisi...

Bir önceki adım olan ‘Mission Impossible: Rouge Nation’a ilişkin eleştiri yazımda da belirtmiştim, bu serinin ana karakteri Ethan Hunt, kendisini canlandıran Tom Cruise için bir anlamda ‘Benjamin Button’ işlevi üstleniyor. Amerikalı aktör ‘Mission: Impossible-Ghost Protocol’de (o zaman yaşı 49’du), dublör kullanmadan ‘Dünyanın En Büyük Gökdeleni’ unvanına sahip Dubai’deki ‘Burç Halife’ye tırmanıyordu. ‘Rouge Nation’da (53 yaşındaydı) ve bu kez hareket halindeki bir kargo uçağının kanatlarında koşuşturup duruyordu. Bu hafta salonlarımıza uğrayan serinin son adımı ‘Yansımalar’da (‘Mission Impossible: Fallout’) ise 56 yaşında ve filmin 2 saat 27 dakikalık süresi boyunca nefes aldığı bir sahne yok gibi: Ya gökyüzünde turluyor ya da yeryüzünde motosiklet üzerinde gaza basıp duruyor...


Serinin beşinci hamlesi ‘Rouge Nation’ gibi Christopher McQuarrie’ın yazıp yönettiği ‘Yansımalar’, bir tür devam filmi niteliğinde... İki karakter dışında iyiler ve kötüler aynı kadroyla yola devam ediyor. Hikâye Belfast’ta açılıyor, Paris’e taşınıyor, oradan Londra’ya geçiliyor ve son nokta Keşmir’de konuluyor.
Paris sokaklarında aksiyon
‘IMF’ (‘Impossible Mission Force’) üyesi Ethan Hunt, “Beş saniye sonra yok edilen” mesajını aldıktan sonra üç adet nükleer bombanın peşine düşüyor. Ekip elemanlarını kurtarma adına başarısız bir takasın ardından açıldıkları suyun çapı ve derinliği genişliyor. Yollar tekrar, ‘Rouge Nation’da tanıştığımız ve ‘Skyfall’da Javier Bardem’in canlandırdığı Silva benzeri özel bir psikopat olan Salomon Lane’e çıkarken Hunt ve takımı Benji’yle Luther, ‘Beyaz Dul’ lakaplı ‘aracı kurum’ üzerinden Paris’te bir kaçırma operasyonuna girişiyorlar. Londra’da takip, Keşmir’de de nükleer bombaların işlevsiz hale getirme gayreti var...
Eski MI6 üyesi Ilsa Faust, aynı zamanda eski bir göz ağrısı olarak da öyküde yer alırken CIA ajanı August Walker da, en çok öne çıkan yeni karakter olarak dikkat çekiyor.

Yazının Devamını Oku