Türk İşİ Dondurma (5 üzerinden 1,5)
Yönetmen: Can Ulkay
Oyuncular: Erkan Kolçak Köstendil, Ali Atay, Şebnem Bozoklu, Will Thorp,Caner Kurtaran, Marleen Mathews, Tristan Alexander, James Farley, Alma Terzic, Carl Warthon
Türkiye yapımı
Ocak 1915’te Avustralya’nın iç kesimlerinde yer alan Broken Hill kasabası yakınlarında, pikniğe gitmek için yola koyulan 1200 sivili taşıyan tren silahlı saldırıya uğradı. Olay sonucu, eylemi gerçekleştirenler dahil altı kişi hayatını kaybetti, bazı yolcular da yaralandı. Failler Afgan kökenli iki yabancıydı. Uzun süredir yörede yaşıyorlardı ve tanıdık simalardı. İkiliden Gül Muhammed geçimini dondurma satarak sağlıyordu, Molla Abdullah ise bölgedeki tek caminin imamıydı ve İslami usullere göre kesim yaptığı için kanunlarla başı derde girmişti. ‘Öteki’leştirme, dışlama, kültür farklılıkları gibi nedenlerden dolayı yaşadıkları topluma karşı öfkeliydiler... Ama bu, sivillere saldırmayı ve bir katliam gerçekleştirmeyi haklı kılar mıydı? Saldırı sonrası ‘Beyaz Kayalıklar’ denilen yerde kıstırıldılar, Molla Abdullah çatışmada öldürüldü, Gül Muhammed ise hastanede hayatını kaybetti.
Tarihsel acıları eğip bükmek
Marvel’la DC Comics’in çizgi roman sayfalarından beyazperdeye taşınan ve bazen solo, bazen de koro kahramanlar eşliğinde süregelen ‘ezeli rekabet’inde bu hafta yeni bir perde açılıyor. Çünkü Marvel cephesi öyküsü solo olarak anlatılan ‘ilk kadın süper kahraman’ını sahaya sürüyor. Doğrusu vizyon tarihi olarak ‘8 Mart’ gibi bir günü seçmek takdire şayan bir hareket, peki ya filmin içeriği?
‘Captain Marvel’ adlı bu karakter, DC Comics’in ‘Wonder Woman’ına rakip gibi görünse de aslında tarihsel çıkışı (1960’ların sonu) ‘Supergirl’le ilgili ama bu durumu anlatmak, uzun bir ansiklopedik hatırlamaya dönüşebilir, dolayısıyla biz doğrudan bu yeni kahramanın sinema macerasıyla haşır neşir olalım. Önce kısaca konu: Kree ırkının yaşadığı Hala gezegeninin savaşçılarından Vers’in geçmişe dair hiçbir hatırası yoktur. Zihni, zaman zaman onu kimi görüntüler, olaylar ve yaşanmışlıklarla buluştursa da her şey bulanıktır. Komutanı Yon-Rogg’la birlikte ezeli düşmanları Skrull’ları yok etmek için giriştikleri operasyondaki bazı gelişmeler onu C-53 adlı bir gezegene taşır. Çok geçmeden C-53 dedikleri yerin Dünya, uğranılan zamanın da 1995 yılı olduğu anlaşılır. Dolayısıyla Kree’lerle Skrull’ların mücadeleleri yerküreye taşınmıştır...
Hafiften ‘feminist okumalar’
Birlikte ‘Sugar’, ‘It’s Kind of a Funny Story’, ‘Half Nelson’, ‘Mississippi Grind’ gibi bağımsız yapımları çekmiş olan Anna Boden-Ryan Fleck ikilisinin imzasını taşıyan ‘Captain Marvel’, aynı zamanda ana karakterinin hafızasının yerine gelmesi ve kendisinin Amerikan Hava Kuvvetleri’nde pilot olarak görev yapan Carol Danvers olduğunu anlaması üzerine gelişen bir sürece de odaklanıyor. Bu süreç boyunca da öyküdeki taşlar yerlerini değiştiriyor; iyiler ve kötüler yeniden tanımlanıyor. Vers-Captain Marvel ve Carol Danvers kimlikleri ortak bir bedende buluşurken ortaya fiziken olduğu kadar ruhen de güçlü bir kadın karakteri çıkıyor. Filmin güzelliklerinden biri de, düştüğü her yerde yeniden ayağa kalkmasını bilen ve mücadelesini sürdüren bu kişilik. Buradan elbette bir ‘feminist okuma’ yapmak mümkün ama öykünün öncelikli derdinin bu olduğunu iddia edemeyiz; bu sadece pozitif bir yan unsur. Öte yandan film çağdaş acılarımızdan ‘göçmen meselesi’ne de kendince bir bakış atıyor, bu da bir başka olumlu yan. Ama ‘Captain Marvel’ı asıl tanımlayacak özellikler öykünün 90’larda geçmesi ve bu döneme ait birçok kültürel kodları bize hatırlatması (No Doubt’ın ‘I’m Just A Girl’, R.E.M.’in (Man on the Moon’, Nirvana’nın ‘Come As You Are’ parçaları mesela ya da Arnold Schwarzenegger ve Jamie Lee Curtis’le ‘True Lies’ filmi gibi, ayrıca kimi sahnelerde ‘Top Gun’ göndermeleri görmek de mümkün).
Öyküdeki ‘düşman’ uzaylı ırkı Skrull’lar, şekil değiştirme yeteneğine sahipler...
Mutlu LazzaroYönetmen: Alice Rohrwacher
Oyuncular: Adriano Tardiolo, Luca Chikovani, Alba Rohrwacher, Agnese Graziani, Tommaso Ragno, Sergi Lopez, Natalino Balasso, Gala Othero Winter, David Bennent, Nicoletta Braschi
İtalya yapımı
İtalyan sinemasının geçen yıl sahaya sürdüğü iki önemli yapımdan ‘Dogman’i yakın bir zaman önce izlemiştik, şimdi sahne sırası ‘Mutlu Lazarro’da (‘Lazarro felice’). Alice Rohr-wacher imzalı film, ülke kırsalında adeta geçmiş zamana mahkûm olarak yaşayan insanların öyküsünü anlatıyor. 80’li yıllar; ‘Inviolata’ adlı küçük yerleşmede bir grup köylü, yerel tütün tüccarı Markiz Alfonsina de Luna adına çalışmaktadır. Bütün emeklerini sömüren bu sistemde, para kazanmayı bırakın, her ay var olan borçlarına yenileri eklenmektedir. Bu topluluk içinde yer alan genç Lazzaro ise adeta bir melektir. Herkese yardım eder, en güç işlere koyulur, hiçbir zaman sesini çıkarmaz, verilen her görevin üstesinden gelir... Aslında denklem basittir: Sistem köylüleri, köylüler de Lazzaro’yu ezer. Lakin o ezecek kimseyi bulmaz, bulmak da istemez...
Inviolata’daki rutin bu şablonda ilerlerken yöreye gelen Markiz’in oğlu Tancredi, zengin ve şımarık bir ergen kimliğinin yaşadığı uyumsuzluğu atlatma aşamasında, kendisine yâren olarak karşısında Lazzaro’yu bulur... Genç ve saf köylü, bu burjuva çocuğu için etraftaki nefes alma noktasıdır adeta. Lazzaro, patronun oğluyla kendi ‘gizli’ sığınağını paylaşırken Tancredi kendince ‘şeytani’ bir planı uygulamaya sokar. Sığınakta saklanırken annesine gönderdiği mektupta kaçırıldığını ve fidye olarak 1 milyon liret istendiğini yazar... Bu durum köyü ayağa kaldırır ve ahali Markiz’in oğlunu aramaya koyulur. Derken...
‘Aziz’ misali...
2014’te Cannes’da Nuri Bilge Ceylan, ‘Kış Uykusu’yla ‘Altın Palmiye’ye uzanırken Rohrwacher, ‘The Wonders’la ‘Jüri Büyük Ödülü’nü almıştı. İtalyan yönetmen, yukarıda konusunu özetlemeye çalıştığımız son çalışmasıyla ise geçen yıl Cannes’da bu kez ‘En İyi Senaryo’ ödülünün sahibi oldu. ‘Mutlu Lazzaro’, bir anlamda tam ortasından ikiye ayrılmış bir öykü anlatıyor. İlk bölümde dış dünyadan yalıtılmış, ortaçağ yöntemleriyle idare edilen, bir derebeyinin boyunduruğu altında bir nevi kölelikle hayatlarını sürdüren bir insan topluluğun gündelik hayatından kesitler izliyoruz. Lazzaro ise sistemden bağımsız; iyi niyetin, masumiyetin temsilcisi. Kurulu düzende ise işleyiş bildik; bir yöneten (sömüren) var, dinin temsilcisi rahip de sömürenin yanında... Lazzaro adını aldığını sandığımız kişi (Lazarus) gibi bir anlamda bir ‘aziz’ ama öte yandan ait olduğu bir din yok...
***‘Mutlu Lazzaro’, insanlığımızdan portreler çizerken öyküsünü zarif ve gerçeküstücü dokunuşlarla perdeye taşıyor.***
Karadeniz’in doğusunda küçük, şirin, yemyeşil bir köy... Ve burada, küçükken yaşadığı bir travma nedeniyle konuşma yetisini kaybetmiş genç bir kadın; Sibel... 25 yaşında ve çok uzun yıllardır, yöreye ait eski bir iletişim biçimi olan ‘ıslık dili’yle hayatını sürdürüyor. Babasının öğrettiği bu dil, onun güncelle olan en önemli bağı... Sibel, bütün cesaretiyle ayakta durmaya çalışsa da küçük ve kapalı köy çevresi, onu çok uzun zamandır ‘öteki’leştirmiş durumda. Genç kadın kendine yönelik bu önyargıları kırmak için eski bir söylencenin peşine düşüyor: Ormanda yaşadığı söylenen devasa bir kurdu avlamak. Üstelik bu söylencenin pratikte bir karşılığı var; vakti zamanında sevdiği adamı kurda kaptıran yaşlı Narin... Ve fakat günün birinde karşısına çıkan bir yabancı (adı Ali), var olan bütün denklemlerin ayarlarıyla oynuyor. Kim kurt kim değil; kim cesur kim korkak, kim yalan kim gerçek: bu yeni durum Sibel için bir tür başkaldırışa dönüşüyor...
SİBELYönetmen: Guillaume Giovanetti, Çağla ZencirciOyuncular: Damla Sönmez, Erkan Kolçak Köstengil, Emin Gürsoy, Elit İşcan, Meral Çetinkaya, Gülçin Kültür Şahin / Türkiye-Fransa-Almanya-Lüksemburg ortak yapımı (5 üzerinden 3.5)
‘Mustang’ten çok farklı...
Çağla Zencirci-Guillaume Giovanetti ikilisinin imzasını taşıyan ‘Sibel’, uzun bir festivaller yolculuğunun ardından vizyona çıkıyor. Giresun’un Çanakçı ilçesine bağlı Kuşköy’de çekilen ve özellikle ana karakteri canlandıran Damla Sönmez’in performansıyla dikkat çeken yapım, toplumların bireysel çıkışlara ve özgürlük rüzgârlarına izin vermeyen yapısı üzerine söylencelerden de beslenen ama temel olarak modernist bir çıkış kapısını aralamaya çalışan bir öykü anlatıyor. Babasının muhtar olduğu köyde, ahalinin kendi önyargıları ve gelenekleri doğrultusunda kale almadığı ve hakir gördüğü bir kadının, kendi ayakları üzerinde yükselme çabası ve bunu, bütün toplumu karşısına alarak yapma cesareti üzerine bir film de diyebiliriz ‘Sibel’ için. Öte yandan Zencirci-Giovanetti ikilisinin yapıtına, festival buluşmaları vesilesiyle izlendiğinde kimileri tarafından ‘şematik ve içi doldurulamayan bir öyküye sahip’ türünden eleştirilerde bulunuldu ve filmin, özellikle ‘Mustang’ efektine sahip olduğu, yani Batı’ya kendisine beğendirmek mantığıyla çekildiği dillendirildi. Doğrusu ben kendi adıma bu türden eleştirilerin haklılık payı içerdiği düşüncesinde değilim. Öncelikle ‘Sibel’, ‘Mustang’le kıyaslandığında ayakları yere sağlam basan ve kendi içinde inandırıcılığını, tutarlı bir biçimde inşa eden bir yapım. Zaten filmin asıl derdi ister köy, ister mahalle, ister toplum deyin, genel bir çerçevede öteki olana, farklı olana, kendisine benzemeyene önce tepkisini gösteren, sonra da baskı ağlarını yavaş yavaş ören ve çoğul olmanın verdiği avantajla sıktıkça sıkan, giderek boğan bir modelin tasviri. Ve ‘Sibel’ bu tasviri, öykü ve sinematografik açıdan yeterli bir inandırıcılık ve atmosferle sunuyor. Evet, bir-iki yerde (özellikle köylü kadınların tepkisi kısmında) ölçü kaçıyor olabilir ama bu sahneleri de öykünün ‘gerçeküstücü’ yanları olarak kabul etmek mümkün.
Emmanuelle Béart’a benzetmişler
Oyunculuklara gelince... Damla Sönmez, öncelikle performansıyla toplum tarafından ısrarla görmezlikten gelinmeye çalışılan Sibel’i, görünür, hissedilir kılıyor. Genç kızın yavaş yavaş bir başkaldırıya dönüşen çabasını, kendi içindeki dönüşümünü altını kalın çizgilerle çizmeden yumuşak hamlelerle perdeye aksettiriyor. Kimi Batılı eleştirmenlerin bu film dolayısıyla tanıyıp yüzü itibariyle Emmanuelle Béart’a benzettikleri Sönmez, ‘Sibel’de kariyerinin en iyi işlerinden birine imza atıyor. Ben Sibel’in babası rolündeki Emin Gürsoy’u da oyunculuk açısından çok başarılı buldum; özellikle bazı sahnelerde karakterinin sessiz öfkesini çok iyi yansıtıyor. Keza kadronun diğer isimleri Erkan Kolçak Köstengil, Elit İşcan ve Meral Çetinkaya da gayet iyiler...
Kendi kaderini kendi tayin eden, dayatılan öğretilere başkaldıran, kişilikli, tutarlı, vicdanlı, hakkaniyetli kadın karakterlere, sağlıklı, dengeli ve çağdaş bir toplum açısından elbette ihtiyacımız var, ‘Sibel’ bu durumu bize sinema yoluyla hatırlatan bir film. Kaçırmayın derim...
üper’ kahramanların solo ve koro şeklinde beyazperdeye akını devam ededursun arada bir ‘siber’ kahramanlara da ihtiyaç duyuluyor elbet. Haftanın büyük stüdyo yapımı niteliğindeki ‘Alita: Savaş Meleği’ (‘Alita: Battle Angel’), James Cameron’ın çok uzun yıllardır çekmeyi düşündüğü bir projeydi. Lakin karşımıza gelen filmde kendisini yapımcı ve senarist olarak görüyoruz, yönetmenlik koltuğuna oturan isimse Robert Rodriguez.
Önce kısaca konu diyelim: Yıl 2563. Gezegen yine bir büyük felaketin ardından yeni bir kast sistemiyle ayrışmış; yoksullar ve emekçiler ‘Demir Şehir’ adlı bir yapı adası içinde hayatını sürdürürken yönetici sınıf da ‘Zalem’ adlı, gökyüzünde seyreden uyduvari bir yerleşimde yerini almıştır (Yani her zaman olduğu gibi halkına üstten bakan bir yapı vardır).
Siber doktoru Dyson Ido, günün birinde eski bir çöplükte hâlâ hayat belirtisi gösteren genç kız suretindeki bir ‘cyborg’ bulur. Ameliyatla onu ayağa kaldırır ve vefat eden kızı Alita’nın ismini verir. Alita, nerede olduğunu bilmediği bir evrende yeni bir yaşamın parçasına dönüşse de kimi gelişmeler eski kimliğini ona hatırlatacaktır. Genç kız sert, zeki ve savaşçıdır, çok geçmeden de sistemin kötülerine karşı mücadeleye girişmek zorunda kalacaktır.
‘Pinokyo’dan ‘Blade Runner’a
Britanya toprakları üzerindeki iktidar erki etrafında dolaşmayı sürdürüyoruz. Geçen hafta ‘İskoçya Kraliçesi Mary’, bu hafta da ‘Sarayın Gözdesi’ (‘The Favourite’). Latife bir yana, arka arkaya gelen bu iki film, kuşkusuz ilginç tarihsel hatırlatmalarda bulunuyor ama bize aktarmaya çalıştıkları öykülerin galiba asıl dertleri çürümenin, entrikanın, hırsın ve yükselme tutkusunun tasvirlerine soyunmak. Hoş aralarında üslup farkı var; ‘İskoçya Kraliçesi Mary’ bu işi ‘ciddiyet’le yapıyordu, ‘Sarayın Gözdesi’ ise komik, hınzır ve kendince aykırı bir dile sahip...
Önce kısaca hikâye diyelim: 1700’lerin başı. Tahtın hâkimi konumundaki Kraliçe Anne, iktidarda olmasına rağmen ipleri elinde tutmaktan acizdir. Fransa’yla savaştaki ülkeyi aslında perde gerisinde son derece güçlü olan çocukluk arkadaşı Sarah Jennings Churchill yönetmekte-
dir. I. Marlborough Dükü’nün eşi olan Sarah, sistemi kendi menfaatleri doğrultusunda organize ederken ortaya çıkan uzak akraba Abigail Masham, yavaş yavaş yükselecek ve Kraliçe’nin yeni gözdesi olacaktır.
Merkeze mi kayıyor?
‘Köpek Dişi’, ‘The Lobster’, ‘Kutsal Geyiğin Ölümü’ gibi filmleriyle tanıdığımız Yorgos Lanthimos’un, Deborah Davis ve Tony McNamara ikilisinin kaleminden çıkan senaryodan çektiği ‘Sarayın Gözdesi’, üçlü bir ayak üzerinde yükselen çekişmelere odaklanıyor. Yunan sinemacı, bu sacayağında sürekli değişen dengeler ve insan doğasının değişmeye eğilimli yapısından yola çıkarak mizahi bir tonun peşine düşüyor. Kraliçe sağlık sorunlarıyla mustarip ve iktidarın değil hayatın ona yükledikleriyle meşgul. Bu durumu lehine kullanan ve ipleri elinde bulunduran Sarah’ın düzenini ise bir tür ‘Alt sınıfın laneti’ olarak kıyıya vuran Abigail bozuyor. İkili oynamalar, saray içi entrikalar, peruklar arası siyaset, ağır kostümler, klasik müzik (Handel, Vivaldi vs) derken Lanthimos tarihsel bir dramanın temel unsurlarıyla örülü ortamından mizaha yöneliyor. Aslında Yunan yönetmenin baştaki çizgi dışı tavrından giderek koptuğu ve yavaş yavaş merkezi noktalara kaydığı kanısındayım. ‘Sarayın Gözdesi’ de bu kayışın bir göstergesi ama tercih edilen alegorik anlatım, Lanthimos’un kökleriyle olan bağını bir nebze ayakta tutan ya da yitirmediğini gösteren en belirgin yan. “Bu arada yeri gelmişken, merkeze göz kırpmanın karşılığı 10 dalda Oscar olabilir mi, sadece soruyorum” dermişim...
Gut hastası ve etrafına bir anlamda “Ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin” tarzında bir görüntü sunan (ki zaten filmin tadı hafiften Sofia Coppola’nın ‘Marie Antoinette’ini de hatırlatıyor) Kraliçe Anne’de Olivia Colman, konumları yer değiştiren ama neredeyse aynı ruha sahip kuzenlerde Rachel Weisz (Sarah Churchill) ve Emma Stone (Abigail Masham)... Senaryonun karakter bazındaki dokunuşları sanki özellikle oyunculara yaramış; bu üç isim de performanslarıyla (Colman ‘En İyi Kadın’da, Weisz ve Stone ‘En İyi Yardımcı Kadın’da) Oscar’a adaylar...
DOGMAN (BEŞ ÜZERİNDEN DÖRT YILDIZ)
Yönetmen: Matteo Garrone
Oyuncular: Marcello Fonte, Edoardo Pesce, Alida Baldari Calabria, Nunzia Schiano, Adamo Dionisi
İtalya-Fransa ortak yapımı
En derin etki elbette ‘The Godfather’dan gelmişti. Ama iş sadece Francis F. Coppola’nın klasikleriyle sınırlı kalmadı; kuşaktaşları De Palma ve Scorsese de bazen romantize ederek bazen de şiddet sarmalı içinde sundular ve ‘mafya’, zamanla sinema için özel bir alana dönüştü. Meseleye bizatihi İtalya içinden bakan Matteo Garrone ise ‘Gomorro’ adlı enfes filminde bize özetle şunu söylüyordu: “Davulun sesi ancak uzaktan hoş gelir”...
İkna edici bir dönüşüm...
Şimdiki zaman İtalyan sinemasının sağlam yönetmenlerinden Garrone, son çalışması
Doğmaz olaydım...Haftanın yenilerinden ‘Kefernahum’ (‘Capharnaüm’), Lübnanlı yönetmen Nadine Labaki’nin imzasını taşıyor. Film, hayata isyan eden 12 yaşındaki küçük bir çocuğun acı hikâyesine odaklanıyor. Beyrut’ta yoksulluk, çaresizlik ve şiddet içinde büyüyen Zain, kendisini dünyaya getirdikleri için ailesini mahkemeye veriyor. Film mahkemede başlayıp geri dönüşlerle miniğin o noktaya nasıl geldiğini perdeye taşıyor. Salı günü açıklanan Oscar adayları listesinde ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ dalındaki beşliden biri olan film, izleyenleri ikiye bölmüş durumda; çok etkilenenler, gözyaşlarını tutamayanların yanı sıra ele aldığı konuyu sömürdüğünü, istismara soyunduğunu iddia edenler de var. Çocuk olmak, aidiyet, göçmenlik, yoksulluk gibi temalar etrafında gelişen ‘Kefernahum’da tamamı amatör olan oyuncular yer alıyor. Kadro şu isimlerden oluşuyor: Zain Al Rafeea, Yordanos Shifera, Treasure Bankole ve Kawsar Al Haddad.
Dünya bir sahnedir
İnternetteki komik videolarıyla tanınan, oyunculuk serüvenine ‘Yalan Dünya’ dizisiyle adım atan Aslı İnandık, ‘Aslı Gibidir’le birlikte ilk uzun metraj serüvenini gerçekleştiriyor. Filmin konusu şöyle: Aslı çocukluğundan beri oyuncu olmak istemektedir. Konservatuvarı kazanır ama ailesi eğitimine karşı çıkar. Genç kız kendisine yeni bir rota ararken ‘gerçek hayatta sipariş üstüne oyunculuk’ yapan dublörler kulübüyle tanışır ve orada çalışmaya başlar. Her şey yolunda giderken, hesapta olmayan bir aşk kapısını çalar. Ali Yorgancıoğlu’nun yönettiği yapımda Aslı İnandık’ın yanı sıra Toygan Avanoğlu, Ahmet Olgun Sünear ile Tuna Orhan gibi oyuncular kadroda yer alıyor.
Eğitim şart!
İlki 2010’da vizyona giren ‘EjderhanI Nasıl Eğitirsin?’ serisinin üçüncü adımı ‘Gizli Dünya’ (‘How to Train Your Dragon: The Hidden World’), küçük seyircilerle bu hafta buluşuyor. Bu son hamlede konu şöyle: Astrid’le birlikte Berk Adası’nın yöneticisi olan Hıçkıdık, yörede bir ejderha ütopyası kurmayı başarmıştır. Ne var ki ortaya çıkan dişi ejderha ‘Işığın Öfkesi’, ‘Dişsiz’in aklını çeler ve ortam hareketlenir. Tam da bu esnada köylerine yönelik tehditle birlikte genç Hıçkıdık’la ejderhası yeni bir sınavdan daha geçecektir. Cressida Cowell’ın çok satan kitabından yapılan uyarlamanın üçüncü filmini de, ilk iki adımda olduğu gibi Kanadalı Dean DeBlois yönetmiş. Bu ilgi çekici animasyon, en azından kâğıt üzerinde sömestr tatilindeki öğrencileri salonlara çekecek en belirgin seçenek gibi gözüküyor.
Amerikan usulü