Uğur Gürses

Gıda fiyatlarında neden dünyadan ayrışıyoruz?

10 Ağustos 2015
2007’den bu yana Türkiye’de gıda fiyatları hem yüksek seyrediyor hem de üzerine yapılan tartışmalar daha fazla gündemde yer alıyor.

2007’den bu yana Türkiye’de gıda fiyatları hem yüksek seyrediyor, hem de üzerine yapılan tartışmalar daha fazla gündemde yer alıyor. Aradan geçen 8 yılda dünyada da fiyatlar dalgalandı; yükselip düştü. Dünya Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nun Temmuz ayı sonundaki gıda fiyat endeksi, 2007 Temmuz ayındaki seviyesinde; yani 8 yıllık artış sıfır. Ülkemizde ise birikimli gıda artışı yüzde 117.6 olmuş. Yani ortalama yıllık yüzde 14.7 artış demek. Bu sürede nüfusumuza 7 milyon kişi eklenirken, ülkemize gelen kısa süreli turist sayısı da yıllık kabaca 10 milyon kişi arttı.

Peki, üretim, işleme, dağıtım, tüketim süreçlerinde, politikalarında bu talebi karşılayacak, buna uyumlu ilerleme sağlanabildi mi? Benim yanıtım, hayır; makro politikalardaki akışa bırakma ve rehavet, bu sayılan alanlardaki verimlilik ve rekabetçiliği de rehavete terk etti. Bu alanlardaki mikro reformlar rafta tozlandı.

Türkiye’de 8 yılda gıda fiyatı birikimli yüzde 118’e yakın artarken, TÜFE endeksi yüzde 87, ortalama yıllık enflasyon ise yüzde 10.9 artmış. Oysa aynı dönemde gıdadaki fiyat artışları yıllık yüzde 14.7 oldu.
Önce şu notu düşelim; TÜİK’in açıkladığı 2014 hane halkı bütçe harcamaları sonuçlarına göre; hane halkı harcamalarının ortalama yüzde 19.7’si gıda ve içecek harcaması. En düşük gelirli yüzde 20’lik dilime göre bakılırsa hanede yapılan harcamaların yüzde 28.8’i gıda ve içecek. Bu yüzden, gıdada yüksek fiyat artışları, en fazla yoksul kesimi vuruyor.

Peki, gıda fiyatlarındaki 2008 sonrası yüksek artışlar, dalgalanmalar politika yapıcılarca nasıl karşılandı? 2008-2015 arası dönemde, pirinçte, buğdayda ve ette olduğu gibi; gıda ve tarım üretimi, dağıtım ve tüketim ilişkileri politikasında orta vadeli yapısal sorunlara eğilmek, genel enflasyonu aşağı çekmek yerine, her defasında ya ‘bir takım spekülatörlere’ fatura kesildi, ya geçen yıl olduğu gibi yaşanan kuraklığa bahane bulundu, ya da dış fiyatlardaki arızi artışlara.
Dünya gıda fiyatları 2008’de ve 2011’de iki ayrı dalgada sırasıyla yıllık yüzde 58’e ve yüzde 38’e varan artışlar gösterdi. Türkiye’de gıda fiyat artışı, yıllık olarak en yüksek Mayıs 2008’de yüzde 16 olurken, 2010 sonrasında sık sık çift haneli artışlar gözlendi. Nisan 2015’ kadar son bir yılda, yıllık gıda fiyat artışları ortalaması yüzde 14’e yakın seyretti.

Daha geniş bir ölçekte bakıldığında, dünya gıda fiyatları ile Türkiye’deki gıda fiyatlarındaki seyrin Mayıs 2013’den sonra ayrıştığı gözleniyor. Dünyada gıda fiyatlarındaki yükselişin son bulduğu 2011’den sonra başlayan düşüşün 2013 sonrasında da devam ettiği gözlenirken, Türkiye’de gıda fiyatlarının yükselmeye devam ettiğine tanık oluyoruz.

Temmuz 2013-Temmuz 2015 arası 2 yıllık dönemde, Türkiye’de TÜİK’in ölçtüğü gıda fiyatları birikimli yüzde 21 yükselirken, FAO’nun ölçtüğü dünya gıda endeksinde yüzde 21 düşüş olmuş. Yani dünya fiyatları düşerken bile Türkiye’de fiyat artışları tam gazdevam etmiş ve dünya fiyatları ile arasındaki makas açılmış. Bu makasın açılmasında da, sadece kuraklık değil son iki yılda dolar kurundaki birikimli yüzde 45’lik artışın önemli payı var. Örneğin pirinç fiyatı içeride son 2 yılda yüzde 42 artmış. Uluslararası pazardaki ortalama fiyatı ise yüzde 17 düşmüş. Kur yüzde 45’e yakın arttığı için iç pazarda fiyatın sabit kalması zorlaşıyor. Son iki yılda yaşanan kesintisiz kur artışı ile hem fiyatlama davranışlarındaki bozulmada yayılma eğilimi gösteriyor, hem de ürün arzını dengeleyecek ithal ürün fiyatlarını TL maliyetini yükseltiyor.

Yazının Devamını Oku

Kredi notunda alarm zilleri

7 Ağustos 2015

Türkiye’ye ‘yatırım sınıfı’ kredi notu tahsis eden iki dereceleme kuruluşundan birinin, Moody’s kredi dereceleme kuruluşunun potansiyel gözden geçirme tarihlerinden biri de bugün. Bugün herhangi bir değerlendirme yapmaz ise 4 Aralık tarihine kalacak.

Moody’s Türkiye’yi potansiyel olarak kredi notunu düşürme potasında tutan dereceleme kuruluşu; çünkü 11 Nisan 2014’de Türkiye’nin kredi notu görünümünü negatife izlemeye çevirmişti. Bunun anlamı, işaret edilen zayıf alanlarda iyileşme sağlanamazsa notun düşürüleceğidir. Şunu da not düşmekte yarar var; bu açıklamanın yapılmasından bu yana geçen 16 ay içinde, o tarihlerde iyi olarak işaret edilen unsurlardaki gerileme, bozulma da not indirimine potansiyel olarak etken olacaktır.

Önce şu soruya yanıt arayalım; herhangi bir dereceleme kuruluşu negatif izlemeyi ne kadar sürdürüyor? Konuştuğum uzmanlar, en fazla iki yıl, ancak ortalamada 18 ayı işaret ediyorlar. Moody’s negatif izlemeye alalı 16 ay oldu. Ekim ayında 18, Nisan 2016’da da iki yıl dolacak. Yani, Moody’s için karar anına yaklaşıyoruz.

Peki, Nisan 2014’te negatif izlemeye alınmamızın ana noktaları ne idi? İki temel noktayı işaret ediyordu Moody’s; biri ‘yükselen politik belirsizlik ortamının sonucu olarak dış finansman pozisyonundaki zayıflama’ idi, diğeri ise ‘belirsiz politika ortamında orta vadeli zayıf büyüme görünümü’ idi. Tekrar anımsatmak gerekiyor; bu değerlendirmelere Nisan 2014 penceresinden baktığımızı unutmayalım. Nisan 2014’den bu yana gelişmeleri ayrıca bakacağız.

Moody’s birincisi noktada; politik dinamiklerdeki çalkantı ile küresel likiditedeki azalmanın, hem yurtiçi, hem de uluslararası yatırımcı güvenine olumsuz yansıması olduğunu, bu yansımanın kendisini döviz kurunda gösterdiğini; bunun da negatif izlemeye alma konusunda etken olduğunu açıklamıştı.

İkinci ana etmen de, Türkiye’nin orta vadeli ekonomik büyüme görünümünün zayıflamasıydı. Yükselen politik riskten ortaya çıkan belirsiz politik ortam, Türk ekonomisindeki kırılganlıkları azaltacak olan yapısal reformların ivmesini kısıtlayacaktı.

Moody’s, kamu finansmanında belirgin bir bozulma, politik istikrarsızlıkta artış, dış finansmanda yoğunlaşan baskılar, dış sermaye akımlarında ani ya da takip eden kesilme riskinin artması, ihracatta rekabetçiliği zayıflatacak belirgin kurumsal değişikliklerin notun indirilmesine neden olacağını not düşmüştü.

Yazının Devamını Oku

Yatırımlardaki alarm zilleri

4 Ağustos 2015

Dün ekonomideki günlük çarkların dönüşündeki alarm zillerini yazmıştım. Asıl en önemlisi bugüne kaldı; yatırımlar. Ekonomideki alarm zilleri; enerjisini hem büyüme sorunundan, hem de dış kaynak sorunundan alıyor.
Büyümenin sürdürülebilir olanı; salt hane halkının tüketime dayananı değil, sürdürülebilir kaynaklarla yatırımlara ağırlık vereni olmalı. Büyümenin sürdürülebilir kaynağı da; uzun vadeli dış kaynak, yabancıların doğrudan yatırımları. Ama son 3 yıldır gelen kısa vadeli kaynak (‘sıcak para’) istikrarsız; ya az geliyor, ya da gelen çıkıyor. Bize uzun vadeli olanı gerekiyor; doğrudan yatırımlar.
Yatırımların iki penceresi var; birincisi yurtiçi ekonomik büyüme ve istihdama katkı sağlaması, ikincisi yerleşik olmayanların doğrudan yatırımları nedeniyle ödemeler dengesine kalıcı finansman sağlaması yönünden. İşte her iki açıdan da, Türkiye’deki özel kesim yatırımlarında son 4 yıldır çalan alarm zilleri, son bir yıldır görece daha önem kazandı; buna ihtiyacımız artarken, tersine katkısı azalıyor.
Birincisi, özel yatırımlar büyümüyor; 2011 son çeyreğinden bu yana milli gelir büyümesine katkı vermiyor.
Son bir yılda bu durum iyiden iyiye derinleşti. Hem de sürdürülebilir büyüme için Türkiye’nin tüm gücüyle yatırımları artırması gereken bir dönemde, tersine yatırımlar geriliyor, milli gelir büyümesine katkısı neredeyse sıfıra yakın bir duruma geldi.

Yatırımlar, hem yapıldığı dönemde ekonomiye büyüme katkısı veriyor, asıl yapıldıktan sonra üretim faktörlerini devreye almasıyla, üretim sağlamasıyla ekonomik büyümeye, istihdama katkısı oluyor. Çin, son 20-30 yıllık dönemdeki büyümesini sabit sermaye yatırımlarına borçlu. Oysa hane halkı tüketim harcamaları milli gelirinin yarısı etmiyor.

Yazının Devamını Oku

Ekonominin alarm veren zilleri

3 Ağustos 2015
Şimdiye dek arızi olumsuzlukları hep dışsal bahanelere yüklerken çok şanslıydık.

Ancak artık farklı nedenlerle hepsi birden yağmaya başlayınca bahaneler para etmiyor; ekonominin yapısal sorunları, akışa bırakılmışlığı, siyasi sorun ve hatalarla bir araya gelince alarm zillerini çaldırmaya başlıyor.

Türkiye, Haziran seçimleri nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın en sorunlu dönemine girmiş durumdaydı; bunların çözümü için ‘avans’ sayılabilecek bir dönem de söz konusu değildi.

Ama şimdi ziller fazlasıyla ekonomi için çalıyor.

Yazının Devamını Oku

Başçı’nın ‘harikalar diyarından’ gerçekliğe dönüşü

31 Temmuz 2015

Dün Enflasyon Raporu’nu açıklayan Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın ‘FED’in para politikası normalleşiyor, biz de normalleşiyoruz, artık geniş bir faiz koridoruna ihtiyaç kalmıyor’ sözleri; son 5 yıldaki hatalı ve iflas etmiş para politikasından ‘şekere bulanmış’ bir sunumla çıkış demek.

Merkez bankaları, ekonomide kısa vadeli faizleri kendi faizleri, tek bir faiz oranı ile etkiler; eğer mali piyasalardaki faizler merkez bankasının faizleriyle uyumlu hareket ediyorsa etkili ve ciddiye alınıyor demektir. Etraftaki mevduat, kredi ve kısa vadeli tahvil faizlerine bakalım, hangisi Merkez Bankası’nın faizlerine yakın?

Merkez Bankası’nın uyguladığı politikaya bakılırsa bankanın haftalık repo faizi yüzde 7.50, tavanda ise gecelik faizi yüzde 10.75’te. Bankanın bu iki kanaldan piyasaya verdiği paranın ortalama faizi ise (ortalama fonlama faizi) yüzde 8.50 civarında. Peki, kısa vadeli mevduat faizleri nerede? Merkez Bankası verilerine göre bankaların uyguladığı 3 aylık mevduat faizinin ortalaması yüzde 10.55 seviyesine tırmanmış durumda. Pratikte bankaların yüzde 12’leri geçtiği görülüyor. Ticari kredi faizlerinin ortalaması ise yüzde 15’e uzanmış durumda. Yani şimdiden en iyi hali ile mevduatla 2 puanlık, kredi ile 6.5 puan faiz farkı var.

Bunun anlamı, Merkez Bankası’nın para politikası yetersiz ve piyasanın gerisinde kalıyor; faizler bu koridorun dışında oluşmaya başlamış durumda. Dolayısıyla normal koşullarda sade ve tek bir faiz oranı uygulaması gerekirken, ‘siyasi tribünlere’ farklı, mali piyasalara farklı faiz uyguluyor görüntüsü veren Merkez Bankası’na şimdi iki seçenek kalıyor; ya koridoru genişleterek tavan faizi yükseltmek ya da çok önceden yapması gerekeni, yani tek faiz uygulamasına geçmek. Ama her halükarda faizin artırılması gerekiyor.

Başçı dün, ABD merkez bankası FED’i örnek göstererek, kısa vadeli faizlerin yükseltilmesinin uzun vadeli faizleri fazlaca yukarı çekmeyeceği yönünde sözlü yönlendirme yaptıklarını, bunun da başarılı yürüdüğüne işaret ederek, bunun da geniş bir faiz koridorun ihtiyaç bırakmayacağını, Merkez Bankası’nın da Türkiye’deki para politikasının operasyonel çerçevesini sadeleştireceğini söylüyor.

Özeti şu; şu anda piyasaya verdiği paranın yüzde 70’ini yüzde 7.50’lik haftalık repo ile yüzde 30’unu da yüzde 10.25-10.75’lik gecelik olarak veren bankanın, bunu sadeleştireceği ve tek bir faiz oranından vereceği anlaşılıyor. Yani, normal klasik pencereye geri döneceğinin sinyali veriliyor.

Başkan Başçı’nın her zaman olduğu gibi başarısız politikalardan çıkışı bile ‘şekere bulama’ yeteneği yadsınamaz; koridoru genişletmek mevcut uygulananın hatasını ortaya sermek olacağından, Fed’in Eylül’de faiz artırımına başlama olasılığının güçlenmesi, Başçı’nın yeni ‘ambalajı’ olacağa benziyor. Şimdi ‘bu faiz artırma değil teknik bir düzenleme’, ‘Fed’e hazırlık’ denilerek tek faize geçerek faiz yukarı çekilecek. Sorarsanız ‘tek faize geçtik, bu teknik’ denilecek.

Başçı muhtemelen ‘siyasetçiler kızmasın’ diye bu ‘sadeleşmenin’ yani normale dönüşün, para politikasında sıkılaşma ya da gevşeme şeklinde algılanmaması gerektiğini söylerken, bunun Ağustos içinde teknik bir çalışma ile “tek bir faizle mevcut para politikamızı devam ettirseydik, bu faiz ne olurdu?” sorusunun belirleneceğini de ekliyordu. Duyduğumda şaka zannettim; Merkez bankacılığının yeniden keşfi mi yapılıyor?

Yazının Devamını Oku

‘Ani duruşta’ risk taşıyan ülke

27 Temmuz 2015

IMF’nin geçen hafta yayımladığı raporda, 2013 itibariyle net döviz borç varlık oranında 1995’e göre iyileşme sağlayamayan tek gelişen ülkenin Türkiye olduğu işaret ediliyor. Rapora göre bu da, sermaye akımlarında ‘ani duruş’ tehlikesine karşı ülkeyi kırılgan yerde tutuyor.
1990’lı yıllar, Türkiye gibi gelişen ülkeler için kriz yılları idi. Daha açık hali ile döviz krizleriydi bunlar. Bu dönemde krize girmeyen gelişen ülke yok gibiydi. Aradan 20 yıl geçtikten sonra 2010’lu yıllara gelişmiş ülke krizleri ile girdik. Bu krizlere önlem olarak çeşitli politikalar uygulandı; ABD, AB, Britanya ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerde bolca para basıldı. Hem bu önlemlerin, hem de bu önlemlerden çıkış süreçlerinde diğer ülkelere, ama esas olarak gelişen ülkelere etkili biçimde yansımalar oldu. Bolca basılan paralar gelişen ülkelere gidip yüksek büyüme sağlarken, borçluluk arttı. Gelişen ülkelerin ulusal paraları değerlendi.
Şimdi durum değişiyor. ABD faizleri yükseltmeye başlarken, doların güçlenme patikasına girişi söz konusu. Peki, bizim gibi gelişen ülkelere nasıl yansıyacak?
IMF bir süredir, ‘taşma etkisi’ (Spillover) olarak tanımladığı çerçevede rapor yayımlıyor. Sonuncusu birkaç gün önce yayımlandı. Rapor, doların güçlenmesinin gelişen ülkelere nasıl yansıyacağını inceliyor.
Genel olarak gelişen ülkelerin 1990’lı yıllara göre oldukça iyileştiği vurgusu, raporun olumlu açısı. Olumsuz tarafı ise bizi ilgilendiriyor; 1995’e göre tüm gelişen ülkeler kırılgan taraflarını iyileştirirken, Türkiye’nin de aralarında olduğu 3 ülkede geriye gitmiş, kötüleşmiş.
IMF, tarihsel olarak sert dolar değerlenmesinin olduğu dönemlerde gelişen ülkelerde de krizlerin arttığına işaret ettiği raporda; aradan geçen zaman içinde gelişen ülkelerin hem döviz cinsi borçlanmalarını azalttıklarını, hem de döviz rezervlerini güçlendirdiklerine dikkat çekilerek, eskisine göre yani 1995’e göre daha az kırılgan oldukları vurgulanıyor. Ancak, doların güçlenmesine bağlı potansiyel kırılganlıkların hâlâ mevcut olduğuna işaret ediliyor. Kimi gelişen ülkelerde, tüm bu iyileşmelere karşın dolar cinsinden hâlâ kayda değer döviz pozisyon açıklarının (dolar yükümlülüklerinin varlıklarından fazla olması) bulunduğu not düşülmüş. Bu ülkeler arasında Türkiye de var.
IMF’nin tablolarına göre, 1995-2013 arası dönemde çoğu gelişen ülkede döviz rezervlerinin de hesaba dahil edildiği ‘net borç varlık pozisyonunda’ iyileşme olurken, Türkiye, Polonya ve Macaristan’da büyük ölçüde olumsuz bir yerde kötüleştiği anlatılıyor. ‘Net borç varlık pozisyonu’; döviz cinsi borç ve varlıklar ile yabancıların yerel para birimi cinsinden tuttukları borçlanma senetleri ve döviz rezervlerinin netini ifade ediyor. Sadece döviz cinsi dış borç varlık pozisyonunda ise iyileşme sağlayamayan tek ülke var; Türkiye.

Yazının Devamını Oku

Kur ‘enkazdan’ yükseliyor

25 Temmuz 2015
Döviz kuru bir haftada dolarda 2.64’den 2.75’e yüzde 4 oranında yükselince, yine ve yeniden ‘ne oluyor?’ soruları yükseliverdi.

Neden yükseliyor sorusu, dar açıyla kısa vadede tanık olduğumuz gelişmelerle açıklanabilir. Ancak benim yanıtım; içeride 2009 sonrasının hatalı ekonomi politikalarının enkazından yükseliyor oluşu. Kur semptom ise nedeni de yapısal nitelik kazanan sorunlarla farklı bir küresel konjonktürde artık idare edemiyor oluşumuzdur. Yapısal sorunlar, kur yükselişine yataklık ediyor.
Seçim sonrası koalisyon olasılıklarının daralması, yeniden seçim olasılığının yükselmesi, Suruç katliamı ve devamındaki süreçte politik gerilimin yumuşatılması yerine yükseltilmesi, emniyet görevlilerine saldırılar ve Kilis’teki çatışma bu 11 kuruşluk yükselişin kısa vadeli nedenlerinden. Tabii bir de bu gevşek zemin üzerinde yönetim zaaflarını da unutmamak gerekiyor. Perşembe akşamüzeri silahlı kuvvetlerin ‘angajman kuralları’ gereğince sınır aşmayan bir çatışmaya girmesi, kimi kesimlerce ‘Suriye’ye girdik’ diye yansıtılınca daha ivmeli biçimde döviz kuru yükseliverdi.

Ama asıl gerekçe; Türkiye’nin ‘halı altına süpürülen’ sorunları ve hikâyesinin kalmamış olması. Tüm arızi gerekçeler, yapısal nedenlerin üzerinde yükseliyor; kırılgan ekonomiye önlem alınmamış olması ve küresel tablonun da bunu şiddetlendiren bir yöne doğru ilerlemesi.

Küresel ibre, ABD’deki faiz artırımının çok yakın bir zamanda geleceğini söylüyor. Bu, artık ABD Merkez Bankası Başkanı Janet Yellen tarafından seslendiriliyor. Çin’deki gelişmeler, küresel finansal istikrar için epeyce kırılgan bir tablo sergiliyor. Çin’de potansiyel bir çöküş bir süredir küresel risk olarak dile getiriliyor. Borsa düşüşlerine karşı hükümetin aldığı önlemler işe yaramadığı gibi, işi bozan tarafını da oluşturuyor.
2009 sonrasının gelişmiş ülkelerdeki para politikalarının ve tüm bunların getirdiği bir zayıflık var. O da mali piyasalardaki likidite sorunu. Geçmişte fiyat hareketlerini kısa vadede dengeleyecek ölçekte bir likidite söz konusu iken, şimdi sert fay kırıklarına neden olabilen bir likidite kuruluğu var. Bu da aniden ortaya çıkabilen zincirleme paniklere yol açabiliyor.


Döviz girişi azalıyor


Yazının Devamını Oku

Üzgün ülkenin birlik ve beraberliği

23 Temmuz 2015

Suruç katliamı iş dünyasında da o yine bildik ve içi boşalmış söylemi yükseltti; iş dünyasının sivil-yarı sivil örgütleri kınama bildirileri yayınladılar. Türkiye’nin birlik ver beraberliğine yönelik olduğunu, teröre karşı tek ses olmak gerektiğini, üzerlerine düşen neyse yapmaya hazır olduklarını falan.
Bunların hepsi tamam; ama bu açıklamalar, her terör saldırısında çekmeceden çıkarılıp karbon kopya yayımlanan açıklamalar. Olaylar ve ölenler geçip gittikten sonra aradan zaman geçince unutulup yeniden hatırlanmıyor bile. Böyle olduğu için, böyle yapıldığı için de kuru bir taziyeden öte geçmiyor. Oraya gelene kadar olduğu gibi, sonrasında da hesap sorma mekanizmaları çalışmıyor.
Bu klişe açıklamaları okuduğumda, içimden iş dünyasının bu örgütlerine, başkanlarına şunu sormak geliyor; sonuçlarından çok, normal zamanlarda bu sonuçların nedenlerine, bu sonuçları yaratan politikalar konusunda üzerinize düşeni yapabildiniz mi? Bunlarla ilgili, ‘başımız belaya girecek’ türünden bir karşı duruşunuz oldu mu? Açıklamalarınız var mı?
Suruç örneğinden yola çıkalım; 2011’den beri kısıtlı da olsa yazılıp çiziliyor, sınırların kevgire döndüğü, silah sevkiyatlarının, cihatçı sevkiyatlarının ayyuka çıktığı günlerde, hatta Reyhanlı’daki katliam sonrasında Suriye politikası konusunda bir yakınmanız olmuş muydu? Bu politikaları eleştirebildiniz mi?
Sorun, nedenler konusunda sessiz kalınmasını getiren siyasal ortamla ilgili, sorun tek başına bu örgütlerden kaynaklanıyor değil.
TÜSAİD’ın eleştirilerini anımsıyoruz, topyekûn bir taarruz altına alınıp “çok istiyorlarsa siyasete atılsınlar” diye başlanan ve ‘hainlikle’ itham edilerek sonuçlanan konuşmalarla karşılanmıştı.
Başbakan Davutoğlu, Suruç katliamı sonrasında “Bu saldırı Türkiye’yedir. Türkiye’nin huzurunadır, demokrasisinedir, kamu düzeni ve halkımızın huzur ve refahınadır” diyordu.

Yazının Devamını Oku