Demokratik bir toplumda bütçe harcamaları şeffaf olur. Peki, 2011’den bu yana sığınmacıların bütçeye tam olarak maliyetinin ne olduğunu biliyor muyuz?
Başbakan Davutoğlu’nun Mart 2014’de yazılı bir soru önergesine verdiği yanıtta, maliyetin 2.5 milyar doları aştığı belirtiliyor. Bundan altı ay sonra, yardım organizasyonunu yürüten AFAD’ın Ekim 2014’de yayımladığı Suriye İnsani Yardım Raporu’nda maliyet 4.5 milyar dolar (4.519.574.666 dolar olarak kuruşu kuruşuna) olarak belirtilirken, 20 Ekim’de Cumhurbaşkanı Erdoğan bu sayının 8 milyar dolar olduğunu ilan etti. Yani bugünkü kurlarla 23 Milyar TL. Peki, ne oldu da böyle oldu? Hesabı mı tutamadık? Yoksa pazarlıklarda maliyeti yüksek mi gösteriyoruz?
Hangi kurum harcıyor, yıllar itibariyle ne kadar harcandı, sığınmacı başına maliyet ne oldu, ileriye dönük harcama öngörüsü ne? Bu soruların yanıtını aradım. Harcamalar AFAD tarafından yapılıyor.
İki ana grupta harcama yapılıyor; biri, kamplarda kalan 260 bin sığınmacının barınma, beslenme, güvenlik, psikolojik ve sosyal destek, eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçları için yapılan harcamalar. Diğeri ise barınma merkezleri dışında kendi imkânları ile yaşayan 1.8 milyon Suriyelinin başvuruları halinde tedavi ve ilaç giderleri. İşte 8 milyar dolar olarak ifade edilen harcama, bu iki grupta yapılan toplam harcamaları kapsıyor.
Seçim sonucunu nasıl karşıladığını sormak için aradım; “üzülmeye gerek yok; Uşak halkı üstüne düşen görevi yaptı. Bana 7 Haziran’da ‘seni biliyoruz, takdir ediyoruz’ dedi. 1 Kasım’da da, kişisel yönde kanaatimiz değişmedi ama sizin bizim beklediğimiz hizmeti veremeyeceğinizi düşünüyoruz, o nedenle oyumuzu geri alıyoruz dediler” diyerek yorumladı.
Bu fotoğraf için, partili-partisiz hatırı sayılır bir kesim MHP genel merkezini işaret ederken, Durmuş Yılmaz’ın bunu kimseyi üzmeden kibarca ifade etmeye çalışması anlamlı.
Peki, Yılmaz’ın partideki duruşu değişecek mi? Durmuş Yılmaz, Süleyman Demirel’in bu konudaki yaklaşımını örnek veriyor; “siyasette daima var olabilmek lazım, bunun için de sağ ve sağlıklı olabilmek lazım, sonra ideallerinize bağlı olacaksınız. Türkiye’de bir değerler yozlaşması vardı, bu düzelinceye kadar, keyfi hukuk, kişiye göre hukuk evrensel değerlere ve normlara gelinceye kadar bunu sürdüreceğim” diyor.
Peki, küskün mü?
Konuşmasından MHP’de olmaya devam edeceğini düşündüğüm Yılmaz, “insanlar omurgalı olmalı. Felsefi görüşler, inançlar bir gecede değişmez. Parti yönetiminde değilim ama gönlümden geçen, partilerin nüanslara rağmen ortak paydalarda olabilmesi, buluşabilmesidir. Özellikle evrensel değer ve normlar ortak noktalar olmalı” görüşünde.
AK Parti’nin tek başına iktidara gelmesi bu ihtiyacı değiştirmiyor. Tersine tek başına iktidarın, hızla yeni bir ekonomi politikası oluşturmak, bunun da ana omurgasını uzunca süredir bekleyen reformlara dayandırma konusunda dışsal bir bahanesi kalmıyor.
AK Parti açısından asıl sınav yeni başlıyor olacak; küresel konjonktürün değiştiği bir süreçte AK Parti ilk kez mevcut sorunları çözerek yeniden yüksek büyümeye geçirme sınavı verecek. 2002-2007 arasında Derviş reformlarının bahçe temizliğinin rahatlığında, 2009-2013 arasında da bol küresel likiditenin rahatlığında ekonomiyi yöneten AK Parti, ilk kez zorlu koşullarda sınav veriyor olacak. Sözün özü; ekonomide iyi günlerin başarısıyla seçimleri kazanan AK Parti, şimdi zor koşullarda maharetini tam olarak gösterme sınavından geçecek.
İki temel nokta var; biri reformcu bir ekonomi politikası mı ortaya çıkacak, yoksa akışa bırakılmış politika devam mı edecek. İkincisi de, ekonomi politikasını yönetecek ekibin kimler olacağıdır.
2013’de sonrası uluslararası konjonktürdeki değişim, sermaye girişlerine dayalı olarak büyüyen Türkiye’nin yüksek büyüme hikâyesini sona erdirmişti. Eskisi gibi kısa vadeli sermaye tarafında bol para gelmiyor; uzun vadeli olan doğrudan yatırımlar da yerinde sayıyor. İşte yeni hikâye ve reformların devreye girmesi gereken bir eşikteyiz. Türkiye’ye ‘yatırım sınıfı’ kredi derecesi veren iki dereceleme kuruluşu da bu reform konusunun gündeme alınmasını bekliyor. En yakın örnek, neredeyse 20 aydır negatif izlemede tutan kredi dereceleme kuruluşu Moody’s yaklaşık bir ay sonra bir karar verecek. Verirken de nasıl bir hükümet çıkacağına, bunun arkasında da reformlar konusundaki işaretlere bakacak.
Tek başına iktidarın ekonomi politikası yanında kadroları da bu dönemde çok daha ön plana çıkacak. Temel soru; AK Parti’nin ekonomi kurmaylarının kimler olacağı. Davutoğlu ekibinin mi, yoksa Beştepe ekibinin mi yer alacağıdır. Bugünden itibaren yanıtı aranacak soru bu olacak. Bu soru, seçim öncesinde potansiyel sonuçları sorgulayan yabancı yatırımcılar nezdinde en çok sorulanlar arasındaydı.
Ekip meselesinde ayrıca, bağımsız kurumlarda da kimlerin yer alacağı merak konusu. Özellikle Merkez Bankası’nda Nisan-Haziran arası dönemde Başkan ve 3 yardımcısının görev süresi dolacak. Bu, faiz kararı alan 7 kişilik Para Politikası Kurulu’nun 4 üyesinin potansiyel değişimi demek. Bu atamalar kimin işaretiyle yapılacak? Sorular bunlar.
En önemlisi, Türkiye içinde bulunduğu siyasi krizi çözemezse reformların yapılma olasılığının da zor olmasıdır.
Yapılmalı mı? Bana kalırsa evet. Ama sonuçları ya da buna dönük çözümler, sektör ve Merkez Bankası için sancılı olacak.
Geçen hafta Cuma günü Resmi Gazete’de yayımlanan BDDK tebliğiyle; bankacılık sisteminde çeşitli varlıkların risk ağırlıklarını yeniden düzenledi. 31 Mart 2016’da yürürlüğe girecek uygulamaya göre bankaların Merkez Bankası’nda tuttukları yabancı para zorunlu karşılıklar yüzde 50’si riskli varlıklar arasında hesaba katılacak. Böylelikle bankaların; ilave sermaye koymadıkları sürece sermaye yeterlik oranları 1 puana yakın düşecek. Bu durumda, sermaye yeterliğinde sınır olan yüzde 12’ye yaklaşan bankaların ilave kredi vermekten, yeni şube açmaya kadar elleri kolları bağlanmış olacak. İkinci seçenekte ise sermaye yeterlik oranlarının aşağı düşürmek istemeyen bankalar, Merkez Bankası’nda tercihli olarak döviz yatırdıkları karşılıkları çekerek, yerine TL koyabilirler. Bu durumda bankalar ilave maliyete katlanırken, Merkez Bankası da döviz rezervi kaybetmekle yüz yüze kalacak.
BASEL 3 uygulamasıyla uyumlu hale gelebilmek için 23 Ekim günü Resmi Gazete’de bankaların risk ağırlıklı varlıklarına yapılan yeni düzenleme ile ‘kamudan ve Merkez Bankası’ndan alacakların’ kredi derecesine göre risk ağırlığı yapılacak. Böylece, bu varlıkların yarısı riskli varlıklar arasında hesaba katılacak.
BDDK ağustos ayı verilerine göre; Türkiye’de bankacılık sisteminin sermaye yeterlilik oranı yüzde 14.82. Çekirdek sermayeye göre yapılan hesaplamada ise yüzde 12.5’ta. Merkez Bankası’nda tutulan döviz cinsi zorunlu karşılıklar ise 23 Ekim itibariyle 60.5 milyar doları döviz, 13.8 milyar doları altın olmak üzere toplam 74.3 milyar dolarda. BDDK tebliğine göre bunun yarısı olan 37 milyar dolar yani 108.6 milyar TL riskli varlıklar arasına ilave edilecek. Bu durumda da sermaye yeterlilik standart oranı yüzde 14.04’e, çekirdek sermaye yeterlik oranı ise yüzde 11.9’a düşecek.
Bankacılar, yayımlanan tebliğle gelen diğer düzenlemelerle sektörün sermaye yeterlilik oranlarındaki düşüşün toplamda 2 puana yakın düşmüş olacağını not ediyorlar. Bu durumun ipucunu geçen hafta Türkiye Bankalar Birliği (TBB) Başkanı Hüseyin Aydın “Gelecek yıl Basel 3’e başlayacağız. Bilhassa sermaye yeterlilik oranı açısından yeni bir yük getirilmemesi için geçmişte sektöre getirilen tamponların biraz gevşetilmesini istiyoruz” demişti.
Merkez Bankası Başkanı Başçı da, Enflasyon Raporu’nu anlattığı toplantıda sorulan bu konudaki soruyu “Mart’a kadar zaman var, çözülür” diyerek yanıtlamıştı. Ama görünen o ki nasıl olacağını o da bilmiyor.
Şimdi gözler yeniden BDDK’ya döndü. Bu tebliğden geri dönüş olmayacağı düşüncesi egemenken, BDDK’nın nasıl bir esneklik sağlayacağı bilinmiyor.
TBB Haziran verilerine bakıldığında, sektör ortalaması yüzde 15.4 iken, özellikle kredi piyasasında etkin olan bankaların Haziran sonu itibariyle kabaca yüzde 14’lük bir sermaye standart yeterliliği oranına sahip oldukları gözleniyor. Son dönemde büyük altyapı projelerine kredi açan kamu bankalarının sermaye yeterlilik oranlarının kayda değer düşüş yaratmış olduğu da bankacılık çevrelerinde konuşuluyor.
Emtia fiyatlarının yüzde 30’a yakın, petrol fiyatlarının ise yüzde 50’ye yakın düştüğü bir yılda enflasyonu tutturamayan Merkez Bankası, topu yüzde 25 civarında olan kur artışına atıyor. Peki, kur artışını dizginleyecek Türk Lirası temelli politikaları çapalayamayan, yeterince ve önceden öngörerek uygulayamayan başka bir ülkenin merkez bankası mı? Başçı, kur artışının nedeni olarak cari açığı işaret ederken, 2010’da cari açığı frenlemek için kredi büyümesini frenlemek gerektiğini anlatan ama diğer taraftan faiz düşüren para politikasını uygulamaya koyan, devam ettiren politikaya imza atmamış mıydı?
Bir süredir para politikasında sadeleştirme sözü veren Merkez Bankası, geçen hafta yapılan Para Politikası Kurulu toplantısı sonrasında yaptığı açıklamada “enflasyon görünümünde belirgin bir iyileşme sağlanana kadar getiri eğrisini yataya yakın tutmak suretiyle para politikasında sıkı duruş sürdürülecektir” sözünü, “para politikasında sıkı duruş sürdürülecektir” haline getirdi. Bu değişiklik analistlerce ‘daha şahin’ bir duruşa geçildiği biçiminde algılandı. Oysa dünkü Başçı’nın açıklamalarında pek de öyle olmadığı, ortalama fonlama faizinin geldiği yüzde 8.75 ve etrafında bir yerde kalacağı izlenimi verdi. Bu tablo Merkez Bankası’nın, FED’in faiz artırımını yapmasıyla ‘o kadar da korkulacak bir şey olmadığı’ senaryosuna bel bağladığını ortaya koyuyor. Böylece, Merkez Bankası’nın potansiyel bir sermaye girişi olacakmış gibi faizleri pek de yukarı çekmek istemediği fotoğrafı ortaya çıkıyor. Daha üç gün önce ‘şahin gibi kapıyı açması beklenirken güvercin elbisesiyle karşılamış’ oldu. Bu sorun Başçı döneminin bir karakteristiği aslında. Yolda adres değiştirmek, fırsatçı dönüşler yapmak, ana konudan dikkati başka yere çekmek, 7 yıllık enflasyonun kur ve gıdadan dolayı yüzde 8’e yakın olduğunu savunmak.
Dünkü açıklamalarda asıl sorun, açıklama cümlesindeki ‘sadeleştirme amaçlı’ değişikliğin yine net anlaşılmadığı sonucu idi. Başçı’ya bunu sordum; her açıklama yeni bir açıklamaya ihtiyaç yaratıyor. Yabancılar anlamadı deniliyor. İletişim politikanızın doğru olduğunu düşünüyor musunuz? Politikaların daha iyi anlaşılması için neden başka merkez bankaları gibi Para Politikası Kurulu tutanaklarını açıklamıyorsunuz? Basın toplantılarında bile üçer üçer soru kabul ederek, neden her soruya doğrudan yanıt vermekten kaçınıyorsunuz? Başçı, Türkiye’deki mevcut koşulların buna uygun olmadığı gibi kestirme bir yanıt verdi.
Başçı, seçime bir kala siyasetçilere orta yapmak için hala faizi düşük tutmak için potansiyel olasılıklara mı sarılıyor? Yoksa üstündeki siyasi baskıyı rasyonelleştiriyor? Ancak gerçek şu; Başçı görev süresinin dolacağı Nisan ayında, beş yıllık sürede enflasyon hedefini bir kez dahi tutturabilmiş bir merkez bankası başkanı olarak masasını topluyor olmayacak.
Başçı, dün “bir beş yıl daha görev yapmak istiyor musunuz? Siyasetçiler gibi bana bir 5 yıl daha verirseniz enflasyonu düşürürüm diyor musunuz?” sorum üzerine, istekli olduğunu gösterir biçimde “görev verilirse en iyi biçimde yapılır” diyordu. Başçı belli ki ‘iyi idare ettiğini’ düşünüyor olmalı. Ama ona cesaret veren gelişmeler de yok değil.
Biri döviz kurunun hızla yükselmesidir, diğeri de bankalara hücumdur. Her ikisi de ekonomik zayıflıkların bir sonucudur. Ancak temelinde ekonomik ve siyasal tüm sisteme olan güven kaybının bir sonucudur. Derin siyasi kriz yılları olan 1994 ve 2001’deki krizlerde bu çifte hareketin temeli güven kaybıdır.
2001 sonrası her iki alanda reformlar yapıldı, güçlendirildi; kur rejimi değişti, bankacılık temizlendi. Asıl, her iki krizin yapısal temizliği yapılırken, sisteme güvensizliği yaratan siyasi oyuncular da 2002 seçimlerinde seçmen tarafından tasfiye edildi. İşte AK Parti’yi yaratan ivme, bugün çöküyor.
2011’den sonra belirgin biçimde ekonomik ve siyasal sisteme olan güveni temellerinden sarsan adımlar atılıyor. Sisteme olan güvensizlik yükselirse ne zaman ve nasıl geleceği kestirilemeyen biçimde, Türkiye sonuçları itibariyle benzer bir krizi yaşayabilir. Hele ki küresel ekonomide bol para döneminin bittiği ya da gelişen ülkelere gitme iştahını kaybettiği böyle bir konjonktürde, olasılığı artıyor. Bu süreci güçlendiren ‘rahatlık’ da, her güven sarsıcı adımın sonunda “yaptık herhangi bir şey olmadı” düşüncesiyle yeni bir adıma kapı açılmasıdır.
Türkiye’de iş kesiminin sesi 2008’den bu yana kesildi. Hükümetin kararları, ekonomi politikası ya da ekonomik gidişatla ilgili karşıda duran herhangi bir tutum ya da görüş belirtilemiyor. Bu tek başına ifade özgürlüğü sorunu değil, iş ve yatırım yapma güveni ile iştahını törpüleyen, güçler ayrılığını ve hukukun üstünlüğünü çöpe atan bir otoriterleşme. Farklı görüş dile getiren sivil kuruluşlar, kişiler itibarsızlaştırılarak ezilmeye çalışılıyor.
Diğer mali piyasa göstergeleri de benzer bir iyileşme gösterdi; borsa endeksi yüzde 8 arttı, uzun vadeli faizler de 1.5 puana yakın düştü. Temmuz başından bu yana süren kötüleşme biraz törpülenmiş oldu. Ancak bu bir mola. Bize özgü de değil; diğer gelişen ülkelerde de benzer eğilim gözleniyor. Bunun ardında, küresel piyasalarda reel ekonomilere dair beklentilerin kötüleşmesi var.
Önce Çin; faiz artırmanın eşiğindeki Amerikan Merkez Bankası FED’e fren yaptıran iki gelişme vardı. Biri Çin’deki ekonomik gelişmeler, diğeri ise gelişen ülkelerdeki finansal çalkantı idi. Çin ekonomisinde, reformlarla birlikte ekonomik yavaşlama dikkat çekiyor. Böyle olması da normal. Örneğin resmi döviz kurunun piyasaya bağlı olarak belirlenmeye başlanmasını ‘devalüasyon’ olarak niteleyenlere karşılık, bunun mali piyasa reformlarından biri; yuanın küresel bir para olmasına doğru atılan adım olduğunu hesaba katmak gerekiyor. Ekonomide yavaşlama olarak ifade edilen de, son 30 yılda kabaca yıllık yüzde 9’luk büyümenin hız keserek yüzde 6-7 bandına girmesi. Çin Merkez Bankası, bunun ‘yeni normal’ olduğunu vurguluyor.
Öte taraftan, bu sayıların bile oldukça pembe olduğu, aslında Çin’in ekonomik büyümesinin yüzde 3’ün bile üzerinde olmadığını savunanlar var. Hatta bu görüşü savunanlar, petrol ve emtia fiyatlarındaki rekor düşüşlerin bunun kanıtı olduğunu vurguluyorlar. Eylül sonu itibariyle uluslararası piyasalarda son bir yılda; başta petrol olmak üzere enerji fiyatları yüzde 49, tarım fiyatları yüzde 16, metal fiyatları yüzde 25 gerilemiş durumda. Enerji ve tarımdaki fiyatlar 2009 seviyelerine dönmüş durumda.
Buradan hareketle, ABD ekonomisindeki toparlanmanın da geriye sarabileceği, bu yüzden de Fed’in faiz artırmaktan geri durabileceği tartışılmaya başlandı. Bu da mali piyasalara, özellikle de Türkiye gibi gelişen ülkeler potasındaki ülkelerin mali piyasalarını iyileştirdi.
Bu gelişmelere ivme veren başka bir unsur da; Avrupa’da fiyat artışlarının yerini yeniden deflasyona yani fiyat düşüşlerine bıraktığı gözleniyordu, bu durumun güçlendiği ve yayıldığı izleniyor. Avrupa Merkez Bankası ECB’ye aylık 60 milyar euroluk tahvil alımı yoluyla yeni bir parasal genişleme başlatan gelişme, 2015 Ocak ayında yıllık yüzde 0.5 düşüşle, tam 23 AB ülkesine yayılan deflasyon olmuştu. Bu eğilim, tahvil alımlarına karşın devam ediyor; deflasyondaki ülke sayısı yıl ortasında 8 ülkeye düşmüşken, eylül sayıları yeniden 17 ülkeye çıktığını gösteriyor. AB’de fiyatlar yüzde 0.1 düşüşte. Bu tablo da, ECB’nin daha güçlü bir ilave parasal genişlemeye gitme olasılığını güçlendiriyor.
Başkalarının tökezlemesinden medet
Tartışmaya açıktı; çünkü TİSK’e göre bu yolla işsizlik oranı olduğundan 1.7 puan daha düşük çıkıyordu.
Evde engelli ya da hasta aile bireylerine bakım hizmeti veren ve devletten sosyal yardım alan kişiler 2011’den bu yana, istihdam edilenler arasında sayılıyordu. TİSK’e göre bu sayı 500 bin kişi civarında. Eğer bu kişiler, iş arayanlar arasında olsaydı Türkiye’nin işsizlik oranı yüzde 9.8 değil yüzde 11.5 olacaktı. Ancak TÜİK yetkilileri bu sayının o kadar olmadığını savunurken, sayıların doğrudan değil örnekleme yöntemi ile alındığını hatırlatıyor.
Bu yardım koşullu veriliyor; evde engelli aile bireyinin bakımı ile uğraşanlara sosyal yardım bağlanması için, hanede ortalama fert gelirinin asgari ücretin üçte ikisinin altında olması şartı var. Her bakımla uğraşan kişiye bağlanmıyor. Devamlılığı yok. Bakımla uğraşana herhangi bir sosyal güvence de sağlamıyor. 2014’te ilgili yasaya yerleştirilen ek madde ile bu şartlar sayıldıktan sonra, “engellilere, resmî veya özel bakım merkezlerinde bakım hizmeti ya da sosyal yardım yapılmak suretiyle evde bakımına destek verilmesi sağlanır” deniliyor.
Doğru yöntem ne olmalıydı? Ben de bu sorunun peşine takıldım. İlk akla gelen, tüm istatistik yol ve yordamında Avrupa metodolojisini uygulayan TÜİK, bu konuda da Eurostat yöntemlerini uygulamış mıydı?
TÜİK Başkanı Aydemir: “terazide yüzde 51’lik kısmı seçtik”