Uğur Gürses

Rusya ödemeler dengesine ‘ateş ediyor’

29 Kasım 2015
Rusya ile uçak krizi yumuşama yerine derinleşirken, Rusya başkanlık emri ile ekonomik önlemleri ilan etti.

Rusya tarafından işgücü, ticaret, ulaştırma ve turizm alanlarında açıklanan kısıtlamalar, çıkarılan zorluklar ve önleyici düzenlemeler, kısa vadede ekonomik açıdan yaralayıcı bir patikaya girebilir. Önce anons etkisiyle, devamında da reel etkilerin hayata geçmesiyle gelecek hasarla. Orta vadede küçük de olsa ikame edilebilecek, ‘teğet geçebilecek’ yanları olsa da nihai olarak dış ticaret dengesine olumsuz etkisi olacak.

 

Birincisi; ilan edilen önlemlerde en yaralayıcı olanlardan başlandığı ve bunun öne çıkarıldığı gözleniyor. Buradan da, gelecekteki kayıpların ‘anons etkisi’ ile bugünden hasar vermesi hedeflenmiş olmalı. Zira, turizmdeki iki ana direk; charter uçuşlarının kısıtlanması ile tur operatörlerinin Türkiye turlarını yapmamalarının istenmesi ile potansiyel olarak yıllık 4.5 milyon Rus turist gelişini sert biçimde etkileyecek. Bunun Türkiye’nin ödemeler dengesine etkisi zincirleme olabilir.

 

Bu yıl eylül itibariyle; Türkiye’ye 9 aylık dönemde geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 20’lik bir azalışla 835 bin daha az Rus turist geldi. Bunun nedeni, petrol fiyatları ve buna bağlı gelirlerinin düşmesiyle Rusya’da yüzde 4’e yakın ekonomik küçülme yaşanması. Rus turist sayısındaki bu azalış, özellikle en başta Almanya’dan gelen turistin 324 bin artması ile görece kapatılsa da, turizm geliri kaybı 2.1 milyar dolar (yüzde 7’lik düşüş) oldu.

 

İşin kötü tarafı, Ekim verileri de teyit ediyor ki; Avrupa ülkelerinden gelen turist sayısında kayda değer gerileme var. Fransa, Britanya, Hollanda, İtalya gibi ülkelerden gelen turist sayısındaki düşüş birikimli olarak yüzde 17-18 gibi oranlara ulaştı. Bunda Suruç ve Ankara katliamlarının, IŞİD tehdidinin ve Suriye politikası gibi nedenlerin olduğu açık. 10 ayda, Almanya dışarıda tutulursa 731 bin turist kaybımız var. Rusya şimdi, işte bu alana ‘ateş ediyor’; özellikle Paris katliamı sonrasındaki hassasiyetin kaldıracı ile uluslararası kamuoyuna Türkiye’nin Suriye politikasını işaret ediyor. Dolayısıyla turizm sektörü bu ‘ateşin’ ciddi olarak tehdidi altında. Ödemeler dengesi gelirleri de.

 

Yazının Devamını Oku

Para kaçıran hikâyeyle başlandı

27 Kasım 2015
Döviz kuru belli eşikleri geçtiğinde, ilk şu soruluyor; “ne oluyor?”

Bu soruları son 2 yıldır giderek artan ölçüde sıkça soruyoruz. Seçim sonrası bir ara 2.82’ye düşen,  sonra 2.92’ye çıkan, ardından yeniden 10 kuruşluk düşüşle tüketici güvenini de yukarı çeken dolar kuru, bugünlerde yeniden 2.90’lı seviyelere geri geldi. Peki, nedeni ne? 

 

Yeni kabinenin açıklandığı gün gölgede kalan bir diğer gelişme de Merkez Bankası’nın Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısı idi. Bu toplantı, aybaşında açıklanan yüksek enflasyon verilerini izleyen ilk toplantıydı. Öyle ki; son bir yılda çekirdek enflasyon artışı yüzde 8.3 iken, Ekim ayında yüzde 2.2’lik bir artışla yıllık artış oranı yüzde 8.9’a gelmişti.

 

Çekirdek enflasyon ekonomideki temel fiyatlama eğilimini gösterir. Gıda, enerji ve kamu zamlarını içermez. Ekim ayındaki yüzde 2.2’lik artışın farkı şurada; bu denli yüksek bir artış 2009 Ekim ayından bu yana görülmemişti.

 

Çekirdek enflasyonu yüzde 8.9’a fırlayan ve birikimli kur artışının enflasyona yansımasının devam ettiği bir ülkede, bir merkez bankası piyasaya verdiği paranın ortalamasını 8.70’de bırakmaz. Bıraktığınızda paranıza güven olmaz, değer kaybına açık hale gelir.

 

Yazının Devamını Oku

Kabinedeki diziliş reformlar açısından zayıf

24 Kasım 2015
Dün açıklanan bakanlar kurulu listesi, ilk görünüşte reformcu bir kabine izlenimi bırakmıyor.

Kabinenin ana omurgasının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son çekirdek kadrosundan oluştuğu, yapılan kaydırmalardan dolayı il dengesi kaygılı birkaç rötuş yapıldığı anlaşılıyor. Enerji Bakanlığı Kayseri’den İstanbul’a kayınca, Ekonomi Bakanlığı Kayseri’ye verilmiş. Böylece de bu bakanlığı kaybeden Denizli’ye Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı verilmiş.


Ekonomide Başbakan Yardımcılığı pozisyonuna Mehmet Şimşek’in getirilmesi olumlu. Şimşek, ekonomi politikasının makro çerçevesini Cevdet Yılmaz’la birlikte çizecek kişi olacak olasılıkla. Yapabilecekleri, reform olmadan sınırlı. Şimşek, Türkiye’nin temel ekonomik sorunlarının ve bunların çözümleri konusunda ‘kurcu’ ve ‘faizci’ çözüm peşindeki siyasetçilerden farklı. Yapısal reformlarla mesafe alınabileceğini biliyor. Sorun, Şimşek’in tek başına reformcu bir politika demetini yaşama geçirebilecek kadar etkili alan bulup bulamayacağında? Kabinenin diğer üyelerinin politik profilleri buna pek uygun görünmüyor; reform yönünde güçlü bir tablodan çok, Beştepe ile uyumlu ve daha iç politikaya dönük bir profil var.


Şimşek’in bu koltuğa atanması, reformcu bir kaygıyla mı, yoksa mali piyasalardaki kaygıların giderilmesi yani ‘vitrin kaygılı’ mı olduğu kısa sürede anlaşılacak. Nereden mi? Birincisi hükümet programı ve o Ankara kulislerinde çok dillendirilen ‘takvimi belli acil eylem planı’ türünden bir programın ortaya konulmasıyla. Yani reformun reform niteliği taşıyıp taşımadığı kısa sürede test edilecek. İkincisi de kritik bürokratik atamalarda ve yaklaşan Merkez Bankası başkanı ve yardımcılarının atanmasında Mehmet Şimşek’in ne denli etkili olacağı izlenecek. Hazine Müsteşarlığı koltuğu 15 aydır boş. Bakalım Şimşek kendi müsteşarını belirleyebilecek mi? İkincisi, Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın görev süresi Nisan ayında doluyor. Haziran sonuna kadar da 3 başkan yardımcısının görev süresi doluyor. Şimşek damgasını vurabilecek mi?


Başbakan Yardımcılığı koltuklarının sayısı artırılmış. Bunlardan birinde de DPT kökenli eski Ulaştırma Bakanı Lütfü Elvan oturacak. Yaklaşık 10 gün önce bizatihi kendisi, ‘reformlardan sorumlu Başbakan Yardımcılığı pozisyonu oluşturulacak’ diyordu. Muhtemeldir ki bu işten sorumlu olacak.


Yazının Devamını Oku

Koltuktaki kişiye değil masadaki programa bakılacak

17 Kasım 2015
Şimdi herkes kabinede kimlerin ekonomi koltuklarına oturacağını merak ederken, uluslararası yatırımcılar ve Türkiye’nin kredi notunu veren kredi dereceleme kuruluşları, kimin hangi koltukta olacağı ile değil, ne olacağı, nasıl bir politika çerçevesi olacağı ile ilgililer.

Politik çerçevesi de iki eksene oturuyor; biri para politikası yani Merkez Bankası üzerindeki politik baskı heyulası orada duruyor olacak mı, yoksa güven verici bir raya mı oturacak? İkincisi de içi dolu bir reform çerçevesi ortaya çıkacak mı?


Artık eskisi gibi ‘kabinede Babacan var, Şimşek var nasıl olsa; rahatız’ türünden bir hava kalmadı. Yatırımcılar bu hikâyeyi çoktan ‘yiyip bitirdiler’. İki nedenden dolayı; 2011 sonrası kişiye bağlı ‘politika kredisi’ eridi. İkincisi, felsefi-didaktik konuşmalar dönemi geçildi; artık iş yapma ve düzeltme, lokomotifi raya oturtma dönemi söz konusu. Şimdi yapılan işe bakılıyor. Yani nasıl bir program ortaya konulacağına dikkat kesildi herkes. Öyle geçen yıl olduğu gibi; reform ambalajı ile 25 maddelik dönüşüm programından kes yapıştır niyet içeren temenni beyanı para etmiyor. Somut adım, takvim bekleniyor. İçeride hiçbir şey yapmadan, akışa bırakarak uluslararası konjonktürden gelen dalgaya binerek sörf yapma dönemi sona erdi. Belki de AK Parti ilk kez, ne 2003-2007 arasında Derviş dönemi reformların ve IMF parasının, ne de 2010-2014 arasında ülkeye akan uluslararası likidite etkisi olmadan, ekonomi politikası rotası konusunda kendini kanıtlamak zorunda olacak.

 

‘Reform’ nasıl bir şey olmalı?

 

Ankara’daki siyasetçilerin o çok telaffuz ettiği, kendi üstlerine vazife olan ama bunu ‘kısa yoldan’ gerçekleştirmek için Merkez Bankası’nı sıkıştırdığı düşük faiz meselesinden hareket edelim.

Siyaset alanında düşük faiz sağlanabilir mi? Evet. Kamu borçlanmasını azaltacak siyasi irade ortaya çıkarsa ayrıca Merkez Bankası rahat bırakılırsa enflasyon düşüşünde kararlılık olursa uzun vadeli faizler düşer. Bu uzun vadeli finansmanı ucuzlatır, uzun vadeli yatırımları teşvik eder. Bunlar, kısa vadeli faizde yapay düşüşle yapılamaz.

Yazının Devamını Oku

G20’de önce eve lazım; kapsayıcılık, uygulama ve yatırım

13 Kasım 2015
2008-2009 küresel krizi sonrasında her yıl liderler düzeyinde toplanarak küresel vitrine çıkan G20 toplantıları bu yıl Türkiye’nin ev sahipliğinde yapılıyor.

Her ev sahibi ülke G20 gündemine kendi öncelikli başlıklarını belirliyor; Türkiye ‘kapsayıcılık’, ‘uygulama’, ‘yatırım’ başlıklarını belirledi. Gerçekten de, küre bir tarafa Türkiye’nin ihtiyacı olan başlıklar bunlar. ‘Terzi söküğünü dikemez’ sözünü tesciller gibi, kutuplaştırıcı ayrıştırıcı, ötekileştirici iç politika gerçeğinin ışığında; kapsayıcı bir politika çerçevesine, reformların uygulanmasına ve sonucunda da ülkemize gelecek yatırımlar hayaline ve refah artışına çok ihtiyacımız var.

G20 platformu aslında küresel finansal sistemin hızlı biçimde köklenmesinin bir ürünü. Gelişmiş ülkeler 1999’a kadar, G7 ülkeleri boyutunda bir araya gelip gelişmeleri değerlendirip, kararlar alırken; 1999’da platformu büyütme kararı aldılar. Buna iten neden, gelişen ülkelerin de artık küresel finans ve ekonomide belli bir yer tutmaya başlamaları, yarattıkları dalgaların etkili olmaya başlamasıydı. 1994 Meksika ve Türkiye krizleri, 1997 Güney Asya krizi ve 1998 Rusya krizi gelişmiş ülkeleri de salladı. Bu krizler G20’ye geçişin kilometre taşları oldu.


G20 bağlayıcı bir karar mekanizmasına sahip değil. 2014 itibariyle küresel ekonominin yüzde 85’ini temsil eden, en etkili politik düzeyde bir araya gelen ülkelerin ortak bir forumu. G20’nin işlevsel olarak ilk ‘orkestra halindeki’ kararı, 2008-2009 küresel kriz sırasında para ve maliye politikalarının birlikte harekete geçirilmesidir.


Kriz sonrası 7 yıl vasat büyüme


Yazının Devamını Oku

Yol ayrımında Merkez Bankası

11 Kasım 2015
Avrupa Komisyonu İlerleme Raporu, Merkez Bankası üzerindeki politik baskının bankanın bağımsızlığının ve kredibilitesinin altını boşalttığı eleştirisi yapıyor.

Komisyon, Bankanın bağımsızlığını sağlamak için daha ileri adımlar atılması gerektiğini söylüyor. Komisyona göre, Merkez Bankası’nın yasal statüsü bile yeterli güvenceyi sağlamakta yetersiz kalıyor.

Oysa içeride de, ‘Milli İktisat’ ya da ‘kalkınmacı para politikası’ gibi uydurma şablonlarla Merkez Bankası’nın statüsünün değiştirilmesi, bankanın resmi biçimde siyasetin emrine girmesi düşüncesi seslendiriliyor. Böylece Merkez Bankası’nın hem enflasyonu bir tarafa bırakarak faizleri epeyce indirmesi, hem de çeşitli kesimlere bol keseden kredi vererek parasal genişleme yapması talebi var.

Bu konu 13 yıl boyunca defalarca dile getirildi, Merkez Bankası yönetimlerine kamuoyu önünde siyasi söylemlerle baskı yapıldı ve küçük düşürüldü. Seçimlerden sonra yeni dönemin başlayacağı; hem iktidar partisi içinden, hem de Beştepe’ye yakın çevrelerde dile getirildi.

İşin doğrusu, artık bir yol ayrımına da gelindi; küresel koşullara ve Türkiye’nin finansal yükümlülüklerine bakılırsa böyle sürdürülebilecek bir durumda değiliz. Öyleyse Merkez Bankası’nın statüsü değiştirilmeli.

Ya iddialı biçimde talep edildiği gibi Merkez Bankası’nı siyasetin emrine verecek biçimde yasal değişiklik yapılmalı. Böylece Türkiye, ‘sıfır faizle’ ve bol parasal genişlemeyle bunun olup olmayacağını, işleyip işlemeyeceğini, yararının mı yoksa zararının mı olacağını görmeli. Ki bana göre bunun sonu felaket.

Ya da Avrupa Komisyonu’nun da işaret ettiği gibi Merkez Bankası’nın bağımsızlığı güçlendirilmeli, güvence altına alınmalı. Böylece bağımsızlığı güçlendirilmiş bir merkez bankasıyla uzun vadeli faizleri düşürme ve büyüme için çok güçlü bir destek sağlanabilecektir.

Para politikası kurumu TCMB’yi, ulaştırma hizmeti kurumu TCDD’ye benzetmeye kalkışmak aynı sonuçları yaratmaz, tersine krizin temelini atar. Kısa vadeli faizleri düşük tutmanın, uzun vadeli faizlerin yüksek olmasına yol açtığını geçmiş deneyimlerde defalarca görüldü.

Peki, Merkez Bankası’nın bağımsızlığı için neler yapılabilir?

Yazının Devamını Oku

AB: Merkez’in bağımsızlıkta güvencesi yetersiz

10 Kasım 2015
Avrupa Birliği ile üyelik müzakeresi yürüten Türkiye’ye dair Avrupa Komisyonu İlerleme Raporu’nda diğer konularda olduğu gibi 17. başlık olan Ekonomi ve Para Politikası konusunda da ağır eleştiriler var.

Rapora göre; Türkiye’de Merkez Bankası üzerinde artan politik baskı, bankanın bağımsızlığının ve kredibilitesinin altını boşaltıyor. Bankanın bağımsızlığını sağlamak için daha ileri adımlar atılması gerekiyor. Zira yasal statüsü bile yeterli güvenceyi sağlamakta yetersiz kalıyor. Komisyon, bu güvencesizliği ilk kez vurguluyor.

Türkiye’de seçim sonrası Merkez Bankası’nın statüsünün değiştirilip ‘büyüme yanlısı’ ya da ‘kalkınmacı’ para politikası yürütmesi olasılığı belirirken, Komisyon’un ‘bağımsızlık güvencede değil’ demesi kayda değer.

Suriyeli sığınmacı akını karşısında, kendi ülkelerinde yerel siyasette beliren muhafazakâr tepkilerle ‘taviz’ vermeye açık hale gelen Avrupa Komisyonu, İlerleme Raporu’nu da seçim sonrasına ertelemişti. Konuşulan ‘tavizlerden’ biri Türkiye ile müzakerelerde yeni başlıkların açılmasıydı. Bunlardan biri de 17. başlık ‘Ekonomi ve Para Politikası’ başlığı.

Raporda ekonomi ve para politikası eleştirileri ağırlaşarak sürerken, bu eleştiri noktalarına bu yıl biri geçen yıl da var olan somut iki öneri getiriliyor. 17. başlık eğer müzakereye açılacaksa Komisyon bunların hayata geçirilecek, masada konuşulacak ilk koşullar olduğunu da bugünden belli ediyor.

Rapor, bu başlık altındaki unsurlarda Türkiye’nin epey ileri olduğunu kayda geçerken; Merkez Bankası bağımsızlığı üzerindeki politik müdahalelerden kaçınılması gerektiğini, maliye politikasında mali kural ve reformlarda takvim ilan etmesi gerektiğini not düşüyor. Türkiye’nin epey gecikmeyle Mart 2015’de Ekonomik Reform Programı sunduğunu, ancak bu programın iyimser tablosunun son eğilimler ve piyasa gelişmelere paralel olmadığını, adaylık süreçlerindeki ilkeleri ve süreçleri karşılamadığı belirtiliyor.

AB müzakerelerinde masaya gelse de gelmese de, ekonomi ve para politikasında Türkiye zaten bir yol ayrımına gelmişti. İster koalisyon ister tek başına hükümet; seçimlerden nasıl bir politik tablo çıkarsa çıksın, artık sağa-sola sapma seçeneği kalmayan tek bir yola girdik; sorunların çözümü için hareket ve program zamanı. Seçim sonrasında yeni bir hükümet ve bakanları beklenirken; asıl açıklığa kavuşması beklenen soru, ekonomi politikası ve olası bir reform programının ne olacağı.

Bu çerçevede, tabii ki bakan düzeyinde politika yapıcıların para politikasına nasıl yaklaşılacağı da önem kazanıyor. İşte böyle bir atmosferde Avrupa Komisyonu, birkaç başlık yanında bu konuyu da müzakereye açarak masaya koyarsa ‘Milli Ekonomi’ sloganları arasında bir ölçüde, Merkez Bankası bağımsızlığı gibi konuları da test edilecek.

Rapor para politikasına eleştirilerle dolu; devasa dış açığın Türkiye ekonomisinin kırılganlığını devam ettirirken, enflasyonun da yüksek ve de hedefin üzerinde olduğuna işaret edilip, buna karşın Merkez Bankası’nın faiz indirdiği vurgulanıyor. Para ve maliye politikasının makro dengesizlikleri azaltmak için kullanılması, bunun yanında da yapısal reformlarla mal, hizmet ve işgücü piyasasının işleyişlerinin iyileştirilmesi öneriliyor. Bunun için de, uzun vadeli büyümeyi desteklemek için iki konuya öneri getirilmiş.

Yazının Devamını Oku

Soros’un Macar rapsodisi

8 Kasım 2015
Açık Toplum Vakıflar ağının kurucusu, yatırımcı George Soros hafta sonu İstanbul’daydı.

Türkiye’ye geliş nedeni, vakfın Türkiye kurucusu İshak Alaton’un 88. doğum gününü kutlamak olduğunu anlattı. 85 yaşındaki Soros, gazetecilerle bir araya geldiği toplantıda dünya ekonomisine dair sorular gibi başka hiçbir soruya yanıt vermezken, asıl geliş nedeninin Suriyeli sığınmacılar konusundaki önerilerini Türkiye’de üst düzeyde siyasetçilere anlatmak olduğu anlaşılıyor. İshak Alaton, Soros’un çabalarını “kendisi de göçmen olduğu için, bu konuyu derinden hissediyor” diyerek açıklıyordu. Soros’un ‘yangın çıkan sinemada çıkışın görülememesi’ örneğini vermesi anlamlı.


Soros’un önerilerinin kendi anayurdu olan Macaristan’ın Başbakanı Viktor Orban tarafından sert biçimde suçlanarak ters yüz edilmesi de, bu konudaki azmini artırmış olmalı.


Suriyeli sığınmacıların yaşadığı insani dram; Avrupa sahnesine çıkışı nedeniyle küresel görüş alanına girdi. Girdi; çünkü Suriyeli sığınmacılar Avrupa kapılarını zorlamaya başladı. Sığınmacı akını özellikle muhafazakarlar nezdinde tepki yarattı. Küresel kriz nedeniyle gelir artışı kimi ülkelerde neredeyse duran, işsizliği patlayan Avrupa’da zaten yükselen ırkçı eğilimler, 2015’de Suriyeli sığınmacılarla karşılaştı.


Suriye ile sınırı olan Türkiye, Ürdün, Lübnan, Irak gibi ülkelerde bulunan Suriyeli sığınmacı sayısının 4 milyon kişi olduğu tahmin ediliyor. Avrupa’da Almanya gibi ülkeler insani dram kapıya gelince, şimdi gelenlere ‘açık kapı’ politikası izlerken, zaman içinde daha da artabilecek olan 4 milyon sığınmacının bu sınır ülkelerde kalmasını da arzu ediyor. Özellikle Türkiye ile yapılan görüşmelerin özünde de bu var.


Yazının Devamını Oku