Önce cumhurbaşkanlığı seçimleri, ardından AKP Olağanüstü Kongresi, Ahmet Davutoğlu’nun AKP Genel Başkanı seçilip başbakan olması, yeni kabine, Çankaya Köşk’ünde devir teslim ve CHP’nin artık neredeyse geleneksel hale gelmiş yıllık kurultaylarından birisi daha...
Bu siyasi trafiğin arasında Yüksek Askeri Şura toplantısını, 30 Ağustos Zafer Bayramı törenini, IŞİD belasının Musul Başkonsolosluğu personelini kaçırması ve serbest bırakana kadar yaşananlar ile aklıma gelmeyenleri saymıyorum bile...
Biz gazeteciler zaten izin açısından mümkün olanın en azıyla yetinmek zorundayız, düşünün böyle bir trafikte bu yıl yaşadıklarımızı.
Bu yıl da yazı geride bıraktık. Her yıl olduğu gibi eylülle birlikte sanat dünyası da hareketlenmeye başlıyor. Masama bırakılmış sergi davetiyeleri, elektronik postama düşen duyurular bu hareketliliğin müjdecisi gibi. Sanırım Kurban Bayramı sonrası Ankara’da tüm galeriler açılır, resim kursları başlamış olur.
Bu yıl da geçmiş yıllarda olduğu gibi sanatçıları, sergileri ve resimle bağlantılı diğer sanatsal etkinlikleri duyurmaya çalışacağız.
Yazımızın başında Çankaya Köşkü’ndeki devir teslimden bahsetmiştim. 11’inci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül’ün sanatın her alanına, özellikle de resime büyük ilgi duyduğunu biliyorduk. Hayrünnisa Hanım geçmiş dönemlerde Köşk’ün depolarına kaldırılmış yerli yabancı bir çok sanatçının eserlerini yeniden gün yüzüne çıkardı. Restore edilmesi gereken resimler için dünyaca tanınmış uzmanlarla çalıştı. Özellikle Ayvazovski’nin tozlu depolarda kalmış birçok eserini ortaya çıkartıp, o muhteşem eserlerle Çankaya Köşkü’nün duvarlarını süsledi.
Hem Hayrünnisa Hanım’ın, hem de Abdullah Bey’in resime olan düşkünlüğü, görev süresinin dolması nedeniyle yayınlanan tanıtıcı kitaplar arasında yer aldı. İki ayrı cilt halinde hazırlanan “Cumhurbaşkanlığı Sanat Koleksiyonu” her sanatseverin kütüphanesinde olması gereken muhteşem eserler. Bu kitaplarda Çankaya Köşkü’nün, dolayısıyla devletin resmi kayıtlarına geçmiş birbirinden güzel eserleri hem görsel açıdan görüyorsunuz, hem de ressamının hayatı ve sanat yaşamı ile ilgili ayrıntılı bilgiye sahip oluyorsunuz. Kitaplarda sadece Gül çiftinin Çankaya Köşkü’nün koleksiyonuna kattığı tablolar değil, geçmiş cumhurbaşkanları döneminde alınan tablolar da mevcut. Büyük kitapçılarda satışa sunulan kitapların her sayfasını dakikalarca inceleyeceğinizi ben temin ederim.
GÜLE GÜLE GÜZEL KADIN
Gelişmelere baktığımızda bu yıl yaz ayları sadece hava açısından değil, siyasi açıdan da kavurucu geçeceğe benziyor. Temennimiz, bu zor günlerin sağduyu içerisinde, ülkenin bir felakete sürüklenmeden atlatılması. Elbette bunun için en önemli görev, başta ülkeyi yönetenler olmak üzere siyasilere düşüyor. İşte tüm bu yoğunluğa rağmen geçen yılın ekim ayından bugüne kadar haftada bir gün sizlerle buluşup, tamamen hobi olarak ilgi duyduğumuz resim dünyasından haberler vermeye çalıştık. Haddimizi bilerek, ağır sanatsal yorumlardan özellikle kaçındık. Onlarca ressamı tanıtarak, yüzlerce sergiyi duyurarak, yaşamınızın bir köşesini renklendirmek istedik. Bu süre içinde yeni sanatçı ve sanatsever dostlar edindik. Geçen hafta okulların tatile girmesiyle birlikte sanat dünyasında da yaz sezonu başlamış oldu. Ankara’daki galerilerin bir çoğu yeni sezona kadar kapalı kalacak. Açık olanlarda ise yaz boyunca karma sergileri görebilirsiniz. Madem yaz tatilinden bahsediyoruz, bu yazıyı da kıymetli hocamız Yalçın Gökçebağ’ın fırçasından çıkmış Bodrum tablosuyla süslemeyi uygun buldum. Yeni sezonun başlayacağı sonbaharın ortalarında yeniden görüşmek üzere şimdilik hoşçakalın.
Gittiğimiz yer Ankara’nın küçük ve orta ölçekli işletmelerinin yoğunlaştığı OSTİM. OSTİM’e vardığımızda, sözüm ona “AB Başkenti” Ankara 10 dakikalık yağmurda, adeta bir “iç deniz” haline gelince, bir süre otomobilin içinde beklemek zorunda kaldık.
Bir yandan kentin öncelikli ihtiyacı olan alt yapı donanımından sorumlu, “Ben böyle sanatın içine tükürürüm” söylemiyle meşhur muhterem belediye başkanımızı hatırlarken, diğer yandan “Acaba, bir heykel atölyesine gittiğimiz için Melih beyin gazabına mı uğradık” diye endişelenmekten geri kalmıyorduk.
Allah’tan bir süre sonra yağmur ve dolu kesildi de, Türkiye’nin en ünlü heykeltraşlarından, 1998 yılında Kültür Bakanlığı’nca devlet sanatçısı ünvanı verilmiş Metin Yurdanur’un atölyesine girebildik.
Atölyenin çevresi ve girişinde sizi muhteşem eserler karşılıyor. Devasa Atatürk ve şaha kalkmış at heykelleri, birbirinden ünlü isimlerin büstleri...
İçeri girdiğimizde, hemen sağ tarafta rölyef çalışmaları için kurulmuş büyük bir duvar ve ressam Habib Aydoğdu’yu da görüyoruz. Habib hoca, “Uğur bu atölye öyle bir yerdir ki, burayı giren yarı Hacı olur” diyor. Hep birlikte gülüşüyoruz.
Hakikaten Metin hocanın elinden çıkmış, Türkiye ve dünyanın dört bir yanında gördüğümüz heykellerin değişik boy eskizleriyle karşılaşmak insana ayrı bir heyecan katıyor. Gördüğünüz her eskiz karşısında durup, kendi kendinize mırıldanıyorsunuz:
“Aaa...Ben bunu biliyorum..., Kuğulu’nun başındaki balerinler..., Olgunlar Sokak’taki madenci heykeli...Aşkabat’ta Atatürk Parkı’ndaki Atatürk heykeli..., Bu heykel Batıkent’te değil mi hocam?...”
Soma faciasından sonra gittiğimiz için olsa gerek, atölyede gördüğümüz madenci heykelleri hepimizi etkiliyor. Metin hoca, atölyede çilingir sofrasını hazırlarken, “Bak sana burada gördüğün her şeyi tek tek Yalçın hoca (Gökçebağ) anlatabilir” diyor. Yalçın hoca ile birlikte atölyenin altını, üstüne getiriyoruz.
Yeğin’in yeni eserlerini, Engin Korkmaz, Fatih Karakaş, Hakan Erarslan, Nevres Akın ve Raşit Altun’la birlikte 6 Haziran’da aynı galeride “Yaz günleri” adı altında açılacak karma sergide göreceğiz.
Ankara öncesi geçen perşembe günü İstanbul’da da kişisel sergi açan Yeğin resimlerinde yaşadığımız hayata ait, geçmişimizde kalan yaşam izlerini irdeliyor. Arındırılmış yüzeyler üzerinde monokrom renk anlayışı ve klasik bir anlatım yapısıyla oluşturulan resimler, günümüz insanına ait imgeleri geçmiş zaman dilimlerine ait kadrajlarla izleyici önüne çıkarıyor. Düşlerimizde kalan ve bilinçaltımızı etkileyen yaşam izlerinin yer aldığı resimlerde Yeğin’in tuval üzerinde zamanı ortadan kaldırarak kendi kurguladığı ve her yere ait olabilecek bir manzara içinde duran figürlerle unuttuğumuz görsel durumları ortaya çıkarması oldukça dikkat çekici. Sanatçı, farklı bir desen anlayışı ile beslenen yağlı boya resimlerde yer alan figürlerin zamansız ve bilinmeyen yerlere ait kurgusal durumlarını evrensel bir bakış açısıyla ortaya koyuyor.
Eserleri birçok ulusal ve uluslararası çalıştaylar ve karma sergilerde yer alan Yeğin, bir yandan klasik resmin dinamiklerini kullanırken bir yandan da onun sınırlarını zorluyor.
RÖNESANS TADI
Yeğin, eserleriyle bir anlamda izleyiciye Rönesans tarzını hissettiriyor. Geleneğin izini sürdüğü resimlerinde imgeyi ele alış biçimiyle farklılık yaratıyor. Gündelik gerçeklikle ilgilenmeyen sanatçı, görüntüyü hikayeden arındırarak izleyiciyi kendi yolculuğuna çıkmaya davet ediyor. Kimi zaman küçük bir fidan, kimi zaman boş bir kuş yuvası ya da bir fener bu yolculukta ona kılavuzluk ediyor.
1974 yılında Erzurum’da doğan Yeğin’in eğitim hayatında atölyesinin bulunduğu Bursa ile İstanbul önemli yer tutuyor. Yeğin 1999 yılında Bursa Uludağ Üniversitesi Resim Bölümü’nden mezun olmuş. Yüksek lisans programını ise Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde 2003 yılında tamamlanmış.
PEKER’DEN İKİNCİ YARIŞMA
Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı Erhan Peker’in yaptığı Peker Grubu’nun, sanata ve sanatçıya destek olmak amacıyla bu yıl ikincisini düzenleyeceği resim yarışmasına başvurular başladı. Yarışma sonucunda, 3 esere “Başarı”, 5 esere “Mansiyon” ödülü verilecek. “Başarı ödülü” alanlar 5 bin, mansiyon ödülü alanlar da 2 bin 500 lirayla ödüllendirilecek. “Onur ödülü” ise, yaratıcı duyarlılığını özgün bir üslupla yansıtarak, üretim sürecinde büyük aşamalar sağlamış yetkin bir sanatçıya verilecek. Geçen yıl bu ödül Fikret Otyam’a verilmişti. Yarışma jürisi, Doğan Hızlan, Turan Erol, Ergin İnan, Yalçın Gökçebağ, Habip Aydoğdu, Erhan Peker ve İbrahim Karaoğlu’dan oluşacak. Yarışma koşullarıyla ilgili ayrıntılar “www.pekersanat.com” internet adresinden öğrenilebilir.
Çalışmalarını doğup büyüdüğü Amasya-Merzifon’daki atölyesinde sürdürüyor. Dışa vurumcu eserlerinde, kendi geçmişinde yaşadıklarının izlerini bulabilirsiniz.
Hökelek’in resimlerinde, sessiz bir çığlığı, bir sancının işaretlerini görebilmek de mümkün.
Kendi kendisini yetiştiren ressamlar sınıfına dahil edebileceğimiz Hökelek’in eserlerine özellikle psikolojiyle ilgilenenlerin yakınlık göstermesi de, sanatçının iç dünyasıyla ilgili ipuçları veriyor. Hökelek’in resimlerinde acı ne kadar derin olursa olsun, sonuçta paylaşılmıştır, bu nedenle yükünüz azalır. Sanat ve sanatçı dostu psikolog Nevin Eracar’ın Hökelek’in çalışmalarıyla ilgili aşağıdaki değerlendirmesi, sanki sanatçının bakış açısıyla ilgili bazı tespitleri gün yüzüne çıkarıyor:
SANCILI BİR HAL
“Hökelek’in gerçeği arayan bir bakışı, cesur bir ifadesi var. Sanki insanın iç taraftan görünen yüzünü keşfetme kaygısıyla karşılaştırıyor izleyiciyi. Sanatçı duyarlılığı içinde karşı çıkan bir inatla, dürüst ve naif olanı görmeye açık. İfade etmeye doyamamış ve sancılı bir hali var. Bu da arayışının sürekliliğini besliyor sanki. Bir İstanbul sergisinde ilham kaynağına ilişkin ipuçlarını kendisinden dinledim. Resimlerindeki gizemli arayışın kaynağına dair sorularımı net ve açık bir yanıtla karşıladı. Sanatçının otistik dünyalara tanıklığını gördüm. Bu tanıklık onu aradığı şeylere yaklaştırmıştı. İnsanın en ilksel, en muhtaç, en korkulu ve güvensiz, bu yüzden de en saldırgan halini görme şansı olmuş ve bunun kendi ifadesine katkısını anlatıyordu. Sade, şaşırmış, coşkulu ve en çok da sanki aradığı bir sırrı bulmuş gibiydi. İnsan türünün en çıplak halini görmüş yaşamış ve anlatmaya gönüllüydü.
İÇYÜZÜN YANSIMASI
Resimlerindeki insan çıplaklığı tenin teşhiri değil, iç yüzümüzün aynasından yansı yanlardır. Bakınca asıl bunları görürsünüz. Tehditkar dünyanın ürkütücü baskısını, canlı olmanın telaşını, dışta kalmanın öfkesini, ilişkilerin zorlayıcılığını ve kapsayıcılığını ve daha bir çok bilinmeyeni saklayan ifadeyi...İfade edilememeyi de görürsünüz onun resimlerinde. Uzunca bakma ihtiyacınız doğar. Sonra bir daha, bir daha bakıp yeni şeyler ararsınız. Her seferinde başka bir şey görmek, resimlerin organik doğası ile tanıştırır sizi. Hep değişiyor gibidirler. Tabii ki, her bakışınızda siz de değişmişsinizdir. Bu durum, resimle etkileşim sürecinizi yakalamak için bir fırsattır. Resmin izi kalır içinizde, demlenir, düşünme devam eder. Hökelek bir sancıya işaret etse de, aynı zamanda umuda dair de çok şey vardır onun resimlerinde. Acı ne kadar derin olursa olsun, ifade edildiğinde hafifleyebilir. Hepimizin derininde benzer yükler var aslında. Herkes başka bir derinlik bulabilir kuşkusuz eserlerde, ama o, en derinde ve dipte kalanı resmediyor.”
Yani hepinizin birçok kez okuduğu, “yaşanılan facia için kelimeler, sözler yetersiz” klişesinden bahsediyorum.
Hayır ben böyle başlamak istemedim.
Yeter artık.
Bu ülke ve insanları neredeyse her gün yalan makinalarının dişlilerinde parçalanmak zorunda mı?
Sağduyu sahibi insanlar, ne zaman artık seslerini gür olarak çıkaracaklar?
Soma’da yaşamını yitiren insanlarımızı da unutacak mıyız?
Hayır, asla unutmamalıyız.
Misman her ne kadar sanatçıların kategorize edilmesini doğru bulmasa da, Türkiye’de gravür denilince ismi akla gelen ilk sanatçılardan birisi. Ama Misman’ı sadece gravür sanatçısı olarak tanımlamak doğru bir değerlendirme olmaz. Yağlıboya çalışmaları da bulunan Misman, “Gravür sanatçısı” olarak tanınmasını, “Gençlik yıllarımdan beri daha çok baskı ile uğraştığım için herkes beni baskı sanatçısı olarak biliyor” diye açıklıyor.
ÖNEMLİ OLAN SANAT
Oysa ona göre bir sanatçının olayları hangi teknikle yorumluyorsa o teknikle anılması doğru bir şey değil. Sanatçı bir gün gravür, bir başka gün yağlı boya, farklı bir günde de karşısına aldığı objenin heykelini yapma modunda olabilir. Misman, bir sanat eseri yaratılırken kullanılan tekniğin neden çok önemli olmadığını, “İnsanın bir şeyi sanat haline getirebilmesi için teknik o kadar önemli değildir. Sinemayla, şiirle de sanat yapabilirsiniz. Önemli olan sanat yapmaktır, teknik değil” sözleriyle anlatmaya çalışıyor. Objeleri olduğu gibi, optik olarak nasıl görünüyorsa öyle resme yansıtan bir sanatçı değil Misman. Objeyi çıplak gözle görünür halinden çıkarıp kendisine göre yorumlar getirerek, eserini bir başka biçime sokup, soyutluyor.
AYNI ZAMANDA ZANAATKAR
Misman gravürde işin içine çok teknik girdiği için gravürü yapan kişinin aynı zamanda, zanaatkâr olması gerektiğine vurgu yapıyor. Sanatçı kimliğinin yanısıra zanaatkâr kimliği de taşıdığı için Ankara Sanayi Odası dergisine konuşmayı da borç bilmiş isimlerden birisi Misman. Bakın o söyleşide sanatını icra ederken etkilenmesini de özetle şöyle açıklıyor:
“Bir şeyi yaratma, üretme sürecinde sanatçıyı etkileyen birçok koşul var. Bu etkilenme doğadan olabilir, toplumsal olaylardan olabilir, içinde yaşadığı
koşullardan olabilir. İkliminden tutun da ekonomik koşullara kadar her şeyden etkilenebilir. Sanatçı, içinde yaşadığı toplumdan esinlendiği, onlardan
Ankara yaz öncesi bu hafta iki önemli sanat etkinliğine sahne olacak. İsterseniz önce ulusal boyuttan başlayayım.
Çağdaş Türk resminin yaşayan en önemli ressamlarından birisi olan Mustafa Ayaz’ın ağırlıklı büyük boyutlu (yağlıboya ve desen) 100’e yakın eserinden oluşan sergisi 6 Mayıs’ta Balgat’ta kendi adını taşıyan müzesinde açılacak.
3 Haziran’a kadar sürecek sergiyle ilgili hazırlıklarını görmek için Valör Sanat’ın sahibi Serdar Kaya ile atölyesine gittiğimizde, Ayaz, mavi tulumu ile karşımızdaydı. Ayaz’ın yüzüne baktığınızda Karadeniz insanına özgün hırçınlığını hissedebilirsiniz. Ama o hırçınlığın arkasında insana, doğaya ve sanata olan sonsuz sevgisini de rahatlıkla görebilirsiniz.
MÜZE İÇİN HAKLI SİTEM
Ayaz, hem kişiliğine, hem de sanatına yönelik övgülerden rahatsız olan bir yapıya sahip. Ona kalırsa, kendisinden hiç bahsetmemek gerekiyor. Zaten şövale başında resminin çekilmesini istemeyerek Karadenizli inatçılığını gösterdi. Onun tek derdi, gerçekten kendi alın teriyle kurduğu müzenin tanıtımı. “Hocam kaç defa yazdık müzeyi, birçok yerde çıktı. Ayrıca müze yazısı için de sizin fotoğrafınız gerekiyor” desem de, karşı çıktı. “Müzenin, cumartesi veya pazar ekinde tanıtımı için geçen sonbaharda bana verdiğin sözü tutmadın” diyerek, kızıp durdu. Ne kadar açıklama yapsam da, “Hocam ana gazetede bile çıkardık müzeyi” desem de, ikna olmadı.
Ayaz, 2007’de açtığı müzeye özellikle de sanat dünyasının yeterli ilgiyi göstermemesinden şikayetçi. Ankara’daki güzel sanat liseleri ve fakültelerinden kaç öğrenci gidip o muhteşem müzeyi gördü, ben de merak ediyorum. İnanın Avrupa’nın herhangi bir kentindeki böyle bir müzenin önünde her gün kuyruklar oluşurdu.
Ayaz’ın açacağı sergiye dönersek. Onun eserlerini yorumlamak bana düşmez. Bir röportajında söylediği gibi, “Mustafa Ayaz resmi, Mustafa Ayaz hamurundan oluşmuştur. Hiçbir zaman güzel resim yapmaya çalışmadım. Kimseye özenmedim. Sadece kendime özgü yaşamımı durmadan çizdim, boyadım.” Ankaralı sanatseverlerin bu sergiye yoğun ilgi göstereceğine şüphe yok. Ancak şunu bilin ki, fırsat buldukça Ayaz Müzesi’ni gezmeniz, bu büyük sanatçıya vereceğiniz en önemli ödül olacaktır.
PİCASSO’NUN EVİ