16 Kasım 2010
Ahmet Kaya 10 yıldır Paris’teki Perlaşez mezarlığında. Oscar Wilde ve Jim Morrison’la komşu. Yılmaz Güney’i de alıp dörtlüyü tamamlamışlar.
Ahmet son gelenlerden olmasına rağmen kendisini kısa sürede sevdirmiş. Neşesiyle ortamı değiştirmiş.
Hatta geldiği günkü sessizliği görünce “gözüm nedir bu, mezarlığa mı geldik?” diyerek isyan etmiş. Sonra da başlamış Perlaşez’i canlandırmaya.
“Yine de bazen uzaklara dalıp gittiği oluyor” dedi komşulardan Jim Morrison: “Garibimi vaktiyle çok kırmışlar. İçinde bir burukluk var.” Burada sevilen bir sima Ahmet...
Hatta gelişinin 10. yılının bayramla çakışması şerefine kutlama düzenlemişler. Oscar Wilde bu geceye özel çatal-bıçak gösterisi hazırlamış. Moliere de Serdar Ortaç kılığında “10. Yıl Marşı” söyleyecekmiş. Bir nevi alternatif Helloween yani.
¡¡¡
“Ne yapalım gözüm, sevdiklerimizden uzakta zaman geçmiyor” dedi Ahmet: “Yoksa şu saatten sonra kimseyle alıp veremediğimiz yok. Maksat neşe olsun. Yoksa acılara tutun tutun nereye kadar?” Ama bu hareketlilikten rahatsız komşular da var: Mesela Simon Signoret kaç kez kapıya dayanmış: “Size burasının lunapark olmadığını hatırlatmak isterim. Lütfen sessiz olunuz!”
Yine de herkesin üzerinde birleştiği husus, Perlaşez mezarlığının son 10 yıldır eskisi gibi olmadığı.
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2010
Bazen iyi hissetmemize yarayan bir gereç olarak kullanırız sevdiğimizi. Düğmesine basınca çalışsın isteriz. Tutukluk yapmasın.
Tabii bu arada o da bizi kullanır. Bir karşılıklı kullanım söz konusudur. İki taraf da iş görüyorsa eğer, Şam’da kayısıdır.
Ama hiçbir sevgili kullanım kılavuzuyla gelmez. Hangi düğme nerede, nereyi fazla kurcalamamak lazım, deneme-yanılma yoluyla buluruz.
Deneriz ve yanılırız: Aşk zaten bunun için değil midir? Sevgili dediğimiz yanılgılarımızı tecrübe gibi görmemizi sağlayacak bir gereç değilse nedir?
Sevgili bir nevi maymuncuktur: Onunla içimizin kapılarını aça aça ilerleriz. Kendimizi tanıma yolculuğumuz böylece başlar ve sürer.
Aynı zamanda hesap makinesidir: Hayat denen şu ummanda düşe kalka ilerlerken ne kadar gücümüz kaldığını görmemizi sağlar.
Bazen bıçak gibi de kullanırız: Nice kem gözle bağımızı ve korkuların bizi zapt eden palamarını onunla kesip atmışızdır.
¡¡¡
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2010
Eğer düğmeye bastığınızda ampul yanıyorsa, o ışık oraya gelsin diye çalışanlar var demektir, derdi hocamız Sami Şekeroğlu: “Bu böyle olduğu sürece bir ülkeden ümit kesilmez.
Tabii o zamanlar “ampul” henüz parti amblemi olmadığından biz bu sözleri doğru anlıyorduk.
Bugünse, iki taraftan birinin hışmına uğramadan bırakın söz söylemeyi, ağzınızı açmanız zor. Bazıları için hayat fena halde AKP-CHP muhabbetine indirgenmiş halde.
Hadi amigoluktan ekmek yiyen köşe yazarını ya da partinin “haber altına yorum yazmaktan sorumlu” gençlik kolu üyesini mazur görelim... Olayın iki sermaye grubu arasındaki bilek güreşi olduğuna uyanamamış, Atatürk ya da İslam sevdalısı iyi niyetli vatandaşa da gösterelim anlayış...
Göbeği ve cüzdanı belediyeye bağlı sanatçıya da “Allah artırsın!” diyelim...
Peki hayatlarını bu yaşta Karagöz-Hacivat kavgasına kurban eden gençlere ne diyeceğiz? Nasıl geri vereceğiz onlara siyaset sandıkları kısır döngünün peşinde kaybolan gençliklerini?
¡¡¡
“Eğer ampul yanıyorsa, o ışık oraya gelsin diye çalışan insanlar var demektir” derdi hocamız: “Böyle olduğu sürece kesilmez umut.”
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2010
Ne Tarkan ne Beren ne de Ak Parti... Asıl trend şiddet bizim diyarda.
Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün 2008 tarihli araştırmasına göre, evli kadınların yüzde 39’u koca dayağına maruz kalıyor.
Yaşadıkları fiziksel şiddet sonucu yaralanan kadınların oranı yüzde 25.
Kadınların yüzde 42’si, fiziksel ve cinsel şiddeti aynı anda yaşıyor. Yaşadıkları şiddeti anlatamayanlar yüzde 48.
“Bazı durumlarda erkekler eşlerini dövebilir” ifadesine katılan kadınların oranıysa, ayıptır söylemesi yüzde 14.
Bu arada, “ayıptır söylemesi” lafını ilk defa yerinde kullanmış oldum. Öyle bir istatistik ki, insan telaffuz ederken yerin dibine geçiyor.
¡ ¡ ¡
Demek ki bazıları “dinimizin gereklerine göre” dövüyor karısını, bazısı da “Atatürk ilke ve inkilapları” doğrultusunda.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2010
Vibratörün ne işe yaradığı, Doktor Granville’in icadından sonra uzun zaman itiraf edilememiş. Bu söylediğim 19. Yüzyıl sonları. Olay yeri İngiltere.
Mastürbasyonun günah olduğu, kadın cinselliğinin külliyen inkâr edildiği zamanlar.
Vibratör de ne yapsın, kadınların kas ve sinir hastalıklarına iyi gelen bir aparat kılığında sızmış hayatımıza: “Granville’in çekici” adıyla. Hak ettiği yere varana kadar da dünyanın yolunu tepmiş.
“Şimdi nereden aklına geldi” derseniz hemen söyleyeyim, “Hysteria” filminin çekildiğini okudum.
Vibratörün mucidine âşık kadının anlatıldığı filmde Maggie Gyllenhaal ve Jonathan Pryce gibi önemli isimler var. Boru değil yani.
***
Her şey 19. Yüzyıl fizikçilerinin kadınlardaki uykusuzluk ve asabiyetin bir nevi hastalık olduğunu kabul edip adına “histeri” demeleriyle başlıyor.
Tabii kimse aptal olmadığı için, olayın cinsel tatminsizliklen kaynaklandığına uyanıyorlar hemen.
Ama dönemin görenekleri kadının kadınlığını yaşamasına izin vermiyor. O zaman nasıl olacak bu iş?
“Granville’in çekici” hızır gibi yetişip çözüyor sorunu: İcadın sinir hastalıklarına iyi gelen bir nevi “masaj aleti” olduğu kabul edilince mesele kalmıyor.
Düşülen komik durum kalıyor sadece. Düşünsenize, alet almış yürümüş, ne işe yaradığını da aslında herkes biliyor ama raconu bozmamak için havalara bakıyorsunuz.
Tutuculuk uğruna doğayı ve onun ayrılmaz parçası kendi doğamızı inkâr etmeye kalktığımızda sonumuz böyle oluyor işte: Bir asır sonra herifin teki köşesinde bizimle dalga geçme hakkını kendisinde bulabiliyor.
Tanya Wenxler’in yönettiği “Hysteria” ise gösterime önümüzdeki yıl girecek. Göreceğiz artık, el mi yaman bey mi yaman.
Senaristlerimiz Hintli mi?
Yerli dizi senaristlerinin “yetti gayrı her hafta 90 dakika süren dizi yazmak zulmü” diyen haklı isyanını okuyunca Hint filmlerini hatırladım.
Hint filmlerinin çok uzun olmasının nedeni, milletin fakirliğidir.
Milyonlarca evsiz en ucuz eğlence sinemada kendilerini Muson yağmurlarından koruyacak bir dam ve acılarını uyuşturacak filmler bulur.
Bu yüzden dünyanın normal kabul ettiği sürede biten filmler Hintliler tarafından fazla sevilmez.
Bizim diziler de bu bakımdan Hint filmlerine benziyor: Bu yüzden bölümler dünyanın hiçbir yerinde olmayan uzunlukta.
Akıl sağlığımı koruma yolları
* Mahsun’la ağlayıp Recep İvedik’le gülen bir toplumda yaşadığımı bilmiyormuş gibi yapmak.
* Bazı kişi ve olaylarla ilgili fikrim sorulduğunda “ilgilenmiyorum” demek.
* Söz konusu kişi ve olaylarla gerçekten de ilgilenmemek.
* Galatasaray’ın maçlarını izlememek.
* Bol bol şiir okumak (bilhassa Oktay Rifat ve İlhan Berk).
* İki kat fazla çalışmak.
* İcabında Ahmet Kaya’ya sığınmak: Siz benim neler çektiğimi nereden bileceksiniz?
İncir çekirdeği
Kılıçdaroğlu’na geçici lakap: Öndersavar.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2010
“Otizm” denince ben de sadece Dustin Hoffman’ın “Yağmur Adam” triplerini hatırlardım. Bazı tesadüfler olayı daha ciddi düşünmeme vesile oldu. En azından “otizmli” çocukların ailelerinin halini...
Sonra bir kitap gördüm. Nick Hornby’nin derlediği kısa öyküler: “Melekle Sohbet”.
Kendisi baba bir yazar ve koyu Arsenal taraftarı olmasının dışında, bir otizmli babasıdır. Severiz, sayarız gençliğimizden beri.
Oğlu Danny’nin durumundan yola çıkıp “otizmli çocukların eğitimi için ne yapabilirim?” diye düşünürken aklına kitap fikri gelmiş.
Zadie Smith’ten Colin Firth’e, pek çok ünlü simanın öykülerinden oluşan kitap gayet leziz.
Ama tabii ki, olayın anlam ve önemi Nick’in yazdığı giriş yazısında.
***
“Gerçekten de pek az otizmli çocuk ihtiyaçlarını karşılamak için tasarlanmış okullara gidebiliyor” diyor: “Britanya’da felaket derecede az böyle okul var.”
Ve devam ediyor: “Londra’da bir yerlerde dün gece belki beş ya da altı saat uyuyan bir çocuk var. Keyifsiz ve bıkkın, o yüzden bağırıyor ve belki üç ya da dört saat uyumuş olan anne babası yorgunluk, depresyon ve panik karışımı bir duygu duyuyorlar.”
“Küçük bir dairede yaşıyorlar, duvarlar ince ve her gece düzenli olarak rahatsız olanların sadece kendileri olmadığını biliyorlar. Ve gidecek bir yer, şikâyet edilecek kimse ve bankada bir rehabilitasyon merkezine gitmek için para yok, çünkü zaten tek gelirli bir aile...”
Bahsettiği gibi aileler sadece Londra’da değil, İstanbul’da, İskenderun ya da Eskişehir’de de var ve kendilerinden haberdar olmamızı bekliyorlar.
Bu yüzden “Tohum Otizm Vakfı” gibi kuruluşların gözümde önemi gitgide artıyor. Belki de bunu yaşayanlar Can yaşında çocuklar olduğu için.
Otizm konusunda fırsat buldukça yazacağım. Çünkü bir şeyi bilmemekten daha kötü bir şey varsa, o da bildiğimizi sanmak.
Kendi imkânlarımızla Hollywood
“Kurtlar Vadisi Irak”tan beri, sinemamızın Hollywood edalı yapımlarını seyrederken hüzün basar içimi.
Çünkü “Hollywood gibi olsun” niyeti ve büyük emeklerle yapılan bu filmler hep biraz kavrukturlar. Kitaptaki her numarayı çekerler ama hepsinin birer alt modelini...
“İmkânlarımız dahilinde biz de yapmaya çalıştık işte bir şeyler” der gibi, tolerans bekleyerek bakarlar insana.
Mesela Seren Yüce’nin “Çoğunluk” filmindeki “cool” duruş bir uçtaysa, bu filmler diğer uçtadır.
Dersimiz Arıtmanizm
CHP İzmir milletvekili Canan Artıman’a “faşist” diyen Taraf yazarı Rasim Ozan Kütahyalı tazminat ödeyecekmiş.
Canan Hanım’da zaman zaman bir Jirinovski potansiyeli görülse de, faşist demek bence de ayıp.
Çünkü kendisinin dünya görüşü, var olan hiçbir ideolojiyle tanımlanamayacak kadar orijinal.
Bu yüzden, görüşlerini illa bir ideoloji altında toplamamız gerekiyorsa kısaca “Arıtmanizm” diyebiliriz.
Hatta takipçisi olanlar da aynı tanımı kullanırlar, herkese kolaylık olur. Canan Hanım’ın da kalbi daha fazla kırılmaz.
İncir çekirdeği
Redd’in film müzikleri albümünü ben sevdim, eller alsın.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2010
30’ların ortasındaki bekâr ve iyi kadın sabah aynaya bakıp şöyle der: “Aman Allah’ım, yoksa yalnız mı öleceğim?” Mesele takıntıya dönüşürse, kadının karşı cinsten beklentilerini azaltmasına neden olur.
Her an “tamam çok yakışıklı değil, zengin sayılmaz ve horluyor ama yontarsam ölürken yanımda olacak biri çıkar bundan” diye düşünürken bulabilir kendini.
Bu da zamanla yerini “paramı çalmıyor, el kaldırmıyor, çocuğuma da babalık ediyor, daha ne?” düşüncesine bırakır.
Oysa unutulan bir şey vardır: Kadınlar genellikle yalnız ölürler.
Yapısal olarak damar hastalıklarına, kalp krizi ve felç gibi sorunlara daha açık erkekler bu imalat kusurları yüzünden daha erken basıp gider dünyadan.
İnanmazsanız servet avcısı kadınlara sorun: Saysınlar size bütün istatistikleri.
İyi kadınlarınsa 30’ların ortasındaki panikten ellerine tek geçen, yaşlanıp çekilmez bir yaratığa dönüşmüş erkekle geçen son yıllar.
***
Ataol Behramoğlu pek leziz ifade etmiştir: “Ölümdür yaşanan tek başına. Aşk iki kişiliktir.”
İnsanın kendisini tek başına ölürken hayal edince paniğe kapılmasının nedeni, filmlerden ve kitaplardan aklımızda kalan, çoğunu daha çocukken ezberlediğimiz trükler.
“Döşeğimde Ölürken” yazarı Faulkner’ın dediği gibi: “İyi kadınlar kolay unutmazlar, ister iyi, ister kötü şeyleri.”
Yani kafamıza zorla sokulmuş kaygılar bunlar. Yoksa eğer kimseye maddi olarak muhtaç değilsek, aslında tek başına yapılabilecek en kral işlerden biridir ölmek.
Uzanırsınız yatağa, getirirsiniz kelime-i şahadet, oh...
Tek başına yapılamayacak bir şey varsa, o ancak aşk olabilir. Yanız ölmekten korktuğumuz için ıskalayıp sonra da hayat boyu hasretini çektiğimiz şey.
Umut Sarıkaya’nın şifresi
Mizah dünyasının Arda Turan’ı sayılması gereken Umut Sarıkaya’nın şifresini çözmüş olabilirim.
Ondan hep “gözlem yeteneği var” ya da “detaycıdır” falan diye bahsediliyor ama bunlar zaten Hazret-i Oğuz’dan beri her mizahçıda olması gereken şeyler, değil mi?
Umut’un farkı, detayların detayında: Dünyaya kafası dağınık bir üniversite öğrencisinin komik dikkatiyle bakabilmesinde...
Henüz bir mesleğe odaklanmamış gençlerin bütüne varmayan, dolayısıyla da hiçbir işe yaramayan gözlemciliğinin parodisini yapıyor çaktırmadan.
Yani çizdiği tiplerden çok, yaşıtlarının onları görme biçimini anlatıyor aslında. Bu yüzden de tazeliğini hiç kaybetmiyor.
Altıncı minare
En sevdiğim filmleri yazarken ilk sıraya “Soysuzlar Çetesi”ni koymama şaşırmış bir okur: “Sizin gibi romantik takılan birinden bunu beklemezdim.”
Şimdi bu değerli okura “ben onu zaten aşk filmi kabul ediyorum” desem, herhalde çatlak olduğumu düşünür.
Hele “filmin asıl konusu, Tarantino’yla sinema sanatı arasındaki romantik ilişki” desem, maazallah “deli var” diye ihbar bile edebilir.
O zaman hiçbir şey demeyeyim. Bu da New-York”taki altıncı minare olsun.
İncir çekirdeği
Ben dahil herkes !fazla şişirildiğim” konusunda hemfikir. O zaman şişiren kim?
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2010
“Beyaz Türkler” lafı şu yarım aklıma “Yeşilmişik” şiirini getirdi. Hemen aradım Can Baba’yı, “üstadım” dedim: “Türk’ün beyazı oluyor da yeşili niye olmasın?”“Şu an meşgulüm, konuşamam” dedi: “Nâzım Hikmet ile tenis oynuyoruz.” “Ama tenis size biraz beyaz kaçmasın?” diyecek oldum, gürleyiverdi: “ağzını topla yoksa kaçacak bir tarafına raketim!”
Haklıydı koca şair, kimse tenis oynarken rahatsız edilmek istemezdi. Ama ben de haklıydım. Tenis bugüne bugün Beyaz Türklerin milli sporu değil miydi?
Düşününce anlar gibi oldum: Can Yücel de Nâzım Hikmet de köken itibarıyla burjuvaydı. Geldikleri ailelere bakınca değil tenis, squash görsek şaşmamak gerekirdi.
Yine de üstadın en kafa şiirlerindendi “Yeşilmişik”: “Düşmüşüz yavaşça bir sakin derenin / içindeymişik, yeşilmişik, sazmışık.”
***
Kendimi bileli hem okudum hem de yazdım, bir tek şu “Beyaz Türk” lafının ne dediğini anlamadım.
Genellikle söyleyenin tahlil aczini gösterdiğini düşünmeden edemedim. Bilmiyorlardı ki o her kilide anahtar sandıkları “zenci” ve “beyaz” lafları aslında koşula göre değişen, diyalektik kavramlardır.
Aslında basittir olay: Kendimi Dudullu’ya gidince beyaz, az uzaktaki Acarkent’te Hintli gibi hissederim.
İki taraftaki Türklerin ve Kürtlerin oranını merak etmem. Tıpkı kimin kaç kuşaktır şehirli olduğunu merak etmediğim gibi.
Muhacir benzime bakıp renk beğenmeye çalışanı da ırkçılığıyla baş başa bırakırım: Kendisi ister beyaz, ister mor olsun.
Çünkü Filibeli atalarım demiştir: ışin aslı dünyaya nasıl geldiğimiz değil, kendimizi icabında başkalarının yerine ne kadar koyabildiğimiz.
Bunu yapıyorsak gökkuşağının bütün renkleri bizimdir. Yapamıyorsak renk namına payımıza düşen zaten amonyak sarısı olur.
Can Yücel ve Nâzım gibilerse her daim rengârenktirler. Bu yüzden ne zaman yüzümüze renk gelsin istesek başlarız söylemeye: “Susarmışız öyle bir sakin derenin / içindeymişik, yeşilmişik, sazmışık!”
Hayaletin çilesi
Polanski’nin son filmi “The Ghost Writer”ı sevmemin tek nedeni dehası değil. Nankör bir mesleği hatırlattığı için de güzel.
Batılılar “hayalet yazar” der, bizde “zenci yazar” denmiş bir vakitler. Yazdıklarını bilip kendilerinden haberdar olmadıklarımız.
Mesela, siyaset tarihinin en iyi yazılmış otobiyografisi “Babamdan Hayaller” gerçekten Obama’nın kaleminden mi çıktı? Çıkmadıysa o isimsiz yazar kim?
Başkanın konuşmalarını yazan Jon Favreau’dan şüphelenmiyor değilim. Kendisi bugüne bugün dünyanın en ünlü hayaleti...
Pek aklımıza gelmez ama her akşam izlediğimiz dizilerin ya da okuduğumuz ilanların arkasında da kalemleriyle geçinen isimsiz kahramanlar var.
İşte biraz da onlara saygı duruşu havasında The Ghost Writer. Polanski bildiğiniz gibi. Ewan McGregor formunun zirvesinde.
Bir nevi kare as
Yıllarca bekledim Ülkü Tamer’in bana da sormasını. Baktım olmuyor, buradan ilan etmenin vaktidir. Huzurlarınızda en sevdiğim filmler.
* Soysuzlar Çetesi (Quentin Tarantino)
* Bülbülü Öldürmek (Robert Mulligan)
* Kötü Kan (Leos Carax)
* Muhsin Bey (Yavuz Turgul)
İncir çekirdeği
Kadıköy’de yol soran taksiciye cevabım: Bilmiyorum, karşının müşterisiyim.
Yazının Devamını Oku