5 Kasım 2010
Otizmli profesör Temple Grandin’in hayatını anlatan filmle ilgili yazımdan sonra NTV’den Handan Özsoy aradı. Filmi ocakta göstereceklerini söyledi. Bir işe yaramış olmanın tatlı huzuruyla gevşemek üzereydim ki, posta kutumdaki mektup yeni düşüncelere saldı beni.
Bir otizmli annesiydi: “Temple Grandin”i merakla bekleyeceklerini söylüyor ve ekliyordu: “Ama oğlumuza ‘otistik’ demenizi istemiyoruz.”
Politik doğruculuk muhabbetleri bana her zaman biraz zorlama gelir. Bu yüzden “otistik” ile “otizmli” arasındaki farkın önemini ilk başta kavrayamadım.
Sandım ki bahsettiğimiz, tezgâhtara “satış sorumlusu” demek gibi bir şeydir.
Ama sağduyumu dinleyip araştırınca gördüm ki, böyle sanmamın tek nedeni konudan habersiz olmam.
***
İnternette “Tohum Otizm Vakfı” tarafından hazırlanmış tatlı bir çizgi film buldum. “Ben otizmi olan bir çocuğum, otistik değilim” diye başlıyor: “Otizmim karakterimin yalnızca bir parçası. Otizm bir insan olarak beni tanımlayamaz.”
“Siz düşünceleriniz, duygularınız ve yeteneklerinizle bir insan değil misiniz? Yoksa siz sadece şişman ya da gözlüklü müsünüz? Kendi kişiliğinizi tek bir özellikle sınırlayabilir misiniz?”
Bendeniz de diyor ki, siz siz olun bu çizgi filmi internette seyredin. Şaşırarak göreceksiniz ki “kendi kişiliğinizi tek bir özellikle sınırlayabilir misiniz?” sorusunun anlamı aslında otizmin ötesinde.
Bazen tam da bunu yapıyoruz çünkü: Hem kendimizi hem de başkalarını birer sözcüğe hapsedip hayatı fakirleştiriyoruz.
Birbirimizi kavanozlara kapatıp üzerlerini etiketliyoruz: “Kürt”, “Türk”, “Ergenekoncu” ya da “Fettullahçı” şeklinde. Sanırsınız kafamızdaki kavanozlara tıktığımız insanların bunlar dışında hiçbir özelliği yok.
Sanırsınız insan dediğimiz bu etiketlerden, hayat da bir takım kavanozlardan ibaret.
Galiba sadece Profesör Grandin’den değil, bütün otizmlilerden kapabileceğimiz çok şey var.
Annenin hijyenle imtihanı
İkisi de bin yıllık arkadaşım. Çocukları Can’la akran. Annenin geçenlerde anlattıkları, tüm genç annelere yardımcı olabilecek cinsten.
Kendisi ilk yıllarda hijyene takıntılıymış. Her şeyi sterilize ediyor, bebeği her an göz altında tutuyor, oynadığı yerlerin temizliğine azami özen gösteriyormuş.
Sonra günün birinde, bir anlık dalgınlığın ardından, bebeği portmantonun önünde bakıcının terliğini yalarken bulmuş.
“O an bir rahatlama geldi bana” dedi: “Çünkü ne yaparsam yapayım her şeyi kontrol edemeyeceğimi gördüm. Çocuğum bugüne kadar çok hastalık geçirdi ama eminim hiçbiri terlik yüzünden değil!”
Muhalefet sanatı
Bir aile büyüğüm der ki: “Bir insanı saçının telinden ayak tırnağına kadar eleştirirsen kimse seni dinlemez. Eğer ikna edici olmak istiyorsan, arada karşındakinin iyi taraflarını da söyleyeceksin.”
Bizdeki siyasi muhalefet geleneği genellikle ilkine benzer. Bu yüzden ne iktidarı ne de seçmeni ikna edebilirler. Tarihte muhalefetteki başarısı sayesinde iktidar olabilmiş partimiz var mı?
Oysa bugünlerde parti içi muhalefete kılıcını çeken Kılıçdaroğlu’nun vermesi gereken mesaj belli: “İktidara hizmetlerinden ötürü teşekkür ederiz. Ama şimdi Türkiye daha iyisine layık.”
İncir çekirdeği
“Yollarınız kötü” dediğim Bulgar polisin cevabı: “Ama evlerimiz sağlam.”
Yazının Devamını Oku 3 Kasım 2010
Çalışmak için gittiğim kahveden döndüğümde, gazetelerimin arasında bir not buldum. Küçük kareli defterden koparılmış sayfayı kimin bıraktığını bilmiyorum. Kahvedekileri getirmeye çalıştım gözümün önüne, hatırlayamadım. Çaktırmadan gazetelerin arasına bırakmak için herhalde dalgınlığımdan yararlanmış.
Ama öyle ya da böyle, “Bir dost anne” imzalı notu düşünmeden edemedim.
Mor tükenmezle “sizi rahatsız etmek istemiyorum” yazıyor: “Ancak bu notu iletmem lazım. Şubat 2010’da HBO Film’den çıkan ‘Temple Grandin’i izlemeli ve yazmalısınız. Bu otizm adına çok önemli. Film burada da gösterilmeli.”
Derhal internete daldım ve “Temple Grandin”in Colorado’da profesörlük yapan otistik bir kadın olduğunu öğrendim. Otizm hakkındaki en önemli kitapları yazmıştı.
“Romeo and Juliet” filmindeki Juliet olarak gönül telimizi titretmiş Claire Danes’in Grandin’i canlandırdığı TV filminin İMDB notuysa sağlamdı gayet: 8.4.
***
Anladım ki dünyamıza otistiklerin derdini onların diliyle anlatsın diye gönderilmiş bir elçidir Grandin.
“Dost anne” ise filmin varlığından beni haberdar etsin diye gönderilmiş bir elçi.
Şu durumda bendeniz de TV kanallarına ne yapıp edip bu filmi göstersinler diye çağrıda bulunacak elçi olmalıyım.
Elçiye zeval, otizmle şaka olmaz. Hele “Otistik Çocuklarla Yaşam Derneği” rakamlarına göre 270 bin civarında otistik bireyin yaşadığı ülkemizde.
Okul öncesi ve ilköğretim çağında 81 bin otistik evladı olan bizimki gibi bir toplumda...
“Dost anne”nin notunu katlayıp cüzdanıma koydum, bir gün filmi izlerken çıkarıp tekrar okumak umuduyla.
Yok böyle bir Azra
“Yok Böyle Bir Dans” yarışmasında, kimsenin kimseyi durduk yere dünya güzeli seçmediği bir kez daha kanıtlandı.
Allah bilir Türkiye’de fiziği Azra’dan daha iyi, daha iyi dans eden ya da oyunculuk yeteneği daha yüksek pek çok kadın vardır.
Ama kimse onun dans ederken verdiği saf zarafet duygusunu veremiyor insana.
Bu da demek oluyor ki, olay detayların tek tek güzelliğinden değil, onları bir araya getiren bütüne mührünü ekleyen ruhtan kaynaklanıyor.
O ruhun ne olduğunuysa en iyi dans çıkarıyor ortaya.
Bari çocuklar yargılasın
Madem Ogün Samast’ın çocuk mahkemesinde yargılanmasına karar verdik, bari mahkemeyi çocuklar kursun.
Bildiğimiz, saçı sakalı olmayan, kırlarda koşup oynayan, bazen çakıl taşına bazen de mayına basan, gerçek çocuklar...
Mesela, arkadaşları havan topu mermisiyle can vermiş, baklava çaldığı için hapis yatmış, reşit olmadan çalışmaya zorlanmış çocukları davet edebiliriz.
Hatta köyleri yakıldığı için ailesiyle İstanbul’a göçmüş “tinerci” çocuklardan birini de alırız, töre kurbanı kızlardan birinin kardeşini de...
Babaları madenden çıkamamış ya da askerden dönememiş ufaklıklar da belki bizi yalnız bırakmaz.
Onlara deriz ki: “Ogün arkadaşınız yazı yazmak dışında hiçbir şey yapmayan bir adamı sırtından vurmak suretiyle öldürdü. Şimdi biz ne yapacağız?”
İncir çekirdeği
İstanbul: Büyük bir patlama ihtimali.
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2010
“Kadınlar ve erkekler iki ayrı millettir” der şair Seyhan Erözçelik: “Haliyle, ilişkilerde diplomasi şarttır.” Diplomasinin Vikipedi’deki tanımıysa şöyle bitiyor: “Mecazi olarak, güç bir görüşmede gösterilen ustalık.”
Okuyunca Seyhan’ı daha iyi anladım: Şu dünyada cinsiyetler arası görüşmeler çetin, gösterilmesi gereken ustalıksa yamandı.
Kadınlar ve erkekler diplomasi eksikliği yüzünden acı çekiyor, taraflar birbirlerinin dış politikalarını çözemedikleri için nice ilişki mundar oluyordu.
Yazarınız o zaman anladı ki, bu konuda bir şeyler yapmak şart.
Aklıma yıllar önce, zamanın dışişleri bakanları İsmail Cem ve Yorgo Papendreu’nun uyguladığı taktik geldi.
***
Memleketleri arasındaki bazı çelişkileri asla aşamayacaklarını anlamış, onlara bulaşıp zaman ve enerji israf etmektense çözebilecekleri konulara yoğunlaşmayı seçmişlerdi.
Sonuçta Kıbrıs ya da kıta sahanlığı gibi, çözümü imkânsız konuların etrafından dolaşıp karşılıklı ticareti ve kültürel ilişkileri güçlendirmeyi denediler.
“Denediler de ne oldu?” derseniz bilmem: Ama aynı taktik pekâlâ kadın-erkek ilişkilerine uyarlanabilir.
Her ilişkinin ömrünü törpüleyen çelişkiler var. Bazen tarafların kişiliğinden, bazen de ilişkinin doğasından.
Birbirimizin çocukluk travmaları ya da karakter sorunlarıyla uğraşarak zaman kaybediyoruz, Türkiye ve Yunanistan gibi.
Oysa bunlara gömülmek yerine beraber yapabileceğimiz şeylere yoğunlaşsak belki her şey farklı olacak.
Bu arada, “diplomasi” sözcüğünün eski Yunanca’daki “diplomata” kavramından geldiğini de size satmak isterim. Anlamı: Kapanmış dosyalar.
Tatsız dosyaları ilelebet kapatmanın yolu da galiba Seyhan’a hak vermekten geçiyor: Yani kadınlarla erkeklerin “iki ayrı millet” olduğunu baştan kabullenmekten.
Vampir olmak ne güzel
“Bütün gün uyu. Bütün gece parti yap. Hiç yaşlanma. Asla ölme. Vampir olmak şahane.”
Bu sözler, gençliğimizin en “cool” vampir filmi “The Lost Boys”un afişinde yazıyordu. Yıllar sonra “Twilight”ı seyrederken anladım ki aslında değişen bir şey yok: Gençlerin hayalindeki hayat yine vampir arkadaşlara nasip olmuş.
Tek fark, “seksi vampir” denince bizim aklımıza Keifer Sutherland geliyordu, şimdikiler Robert Pattinson diyor. Ne yapalım, artık olacak o kadar.
Yar bana bir resepsiyon
Cumartesi Çırağan’da “İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali”nin açılış resepsiyonu: Yedi düvelden gelmiş edebiyatçılar hiçbir kriz yaşamadan birbirlerinin elini sıktılar, hoşbeş ettiler.
Girer girmez liseden arkadaşım Hande Altaylı’yı gördüm. Ona değerli eşi Fatih Altaylı bir daha kendisinden bahsederse canlı yayına telefonla bağlanmasını tavsiye ettim.
Sonra da Murat Menteş’in yeni roman yazdığını, Ayfer Tunç’un bir yıllığına Londra’ya gittiğini (Elif Şafak da gitmişti, bu ara böyle bir rüzgâr mı var?), Ömer Özgüner, Raşit Çavaş ve Neslihan Acu’nun yazılarımı okuduğunu, Cem Selcen’in Roxy’yi yeniden açtığını ve geçen kış Sofya’da tanıştığım Georgi Gospodinov’un beni kesinlikle hatırlamadığını fark ettim.
Caterina Bonvicini ise romanının kapağındaki kızın Türk oyuncu Ece Çeşmioğlu olduğunu söylediğimde çok şaşırdı.
Edebiyatçılar İstanbul’un gece hayatını teftiş etmek üzere şehre dağılırken ben de bir Ahmet Rasim edasıyla evin yolunu tuttum. Bembeyaz sayfalar yolumu gözlüyordu.
İncir çekirdeği
Duygusallığımızla dalga geçenlerden daha iyi mizah duygusuna sahip olalım.
Yazının Devamını Oku 1 Kasım 2010
Youtube yasağı kalkarken hayatımızda yeni bir kavram: Atatürk’ün marka hakları.
“International Licencing Service” Almanya’daki bir Türk şirketi. Resmi yerlerden Atatürk’ün görsellerini koruma yetkisi aldıklarını, bu sayede olayı çözdüklerini söylüyorlar.
Cumhuriyetimizin kurucusuna daha fazla mahcup olmamızı önledikleri için kendilerine teşekkür ederiz.
Bu arada, İngiltere’de Muhammed Sujah adlı cevval bir arkadaş da Atatürk isminin patentini almış. Şimdi istese bu isimle alkolsüz içkiden tekstile kadar faaliyet gösterebilirmiş.
“Atatürk’ün marka hakları” kavramı sahiden ilginç. Keşke bu haklara her ortamda sahip çıkabilecek modern bir platform olsa.
¡¡¡
Gazi Mustafa Kemal’in kişiliği ne kadar net olsa da, “Atatürk” kavramında kendimi bildim bileli bir fluluk vardır.
Milletçe hiçbir konuda hemfikir olamadığımız için, bu konuda da olamamışız.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2010
Tolgahan Sayışman ile Serenay Sarıkaya’nın fotoğrafını görür görmez Aragon’u arayıp “üstadım” dedim:
“Allah için bak ve söyle. Sahiden mutlu aşk yok mu?”
Gergin bir sesle cevapladı: “Şarjım bitiyor, ben seni sonra ararım.”
Koca şair gerilmekte haklıydı. Çünkü gençler fotoğrafta gayet mutlu görünüyordu, onu yalancı çıkarmak ister gibi.
Öğrenciler çok sorar mutlu aşk var mı diye: “Hocam baştan söyleyin de boşuna aramayalım.”
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2010
Samimiyetinizden bazen şüphe ediyorum, demiş değerli bir okur. Ben de “pardon” dedim: “Samimi olmam gerektiğini bilmiyordum.”
Size bir sır vereyim: Medyada samimi görünmeye çalışan birine rastlarsanız fazla güvenmeyin. İnsan niye samimi olsun tanımadığı- etmediği insanlarla, değil mi?
Sizi tanıyan insanların sayısı günün birinde tanıdıklarınızın sayısını geçerse, geçmiş olsun: Artık “ünlü” ya da “medyatik” birisiniz. Bu saatten sonra değil başkalarına, kendinize bile samimi olmanız zor.
Komedyen Groucho Marx’ın meşhur lafını çerçeveletip tezgâhın üstüne asarsınız en fazla: “Samimiyet her şeydir. Eğer samimiymiş gibi görünmeyi başarırsan, seni kimse tutamaz.”
Gölgede muhabbetler
Ali Poyrazoğlu, Habertürk’te programa başladı. Adı da vaktiyle radyoda yaptığının aynısı: Gölgede Muhabbet.
Tıpkı geçen hafta bahsettiğim “Kaybedenler Kulübü” gibi, “Gölgede Muhabbet” de kırk yıl hatırlı radyo programlarından. Belki de onlara ayrı bir yazı lazım.
“Her Plağın Bir Öyküsü Var” ile başlayıp “Bosna Günlüğü”ne kadar uzanacaksın...
Yazının Devamını Oku 27 Ekim 2010
Araba kullanmaya başlayınca sağ koltuktan sola geçtim. Haliyle, konuyu kıdemli sürücü arkadaşlardan daha fazla düşünüyorum. Hatta olay araba olmaktan çıkıp metafora dönüşüyor. Zaten ne zaman bir şey hakkında uzun düşünsem böyle olur.
Mesela, kaç ilişkide sağ koltukta oturmam yüzünden battığımı kestirmeye çalışıyorum.
Ne kadar modern ve eşitlikçi takılsak da, arabayı kadının kullanması manidar bir resim.
Erkeğin araba kullanmasını engelleyen makul bir neden olabilir. Fiziksel ya da psikolojik.
Ama bunların haricinde, sağ koltuktaki erkek doğanın verdiği role ters. Hiçbir entelektüel itiraz beni kesmiyor.
Sağ koltukta geçen ilişkilerimdeki başarısızlığımın nedeni de galiba bu: O zamanlar yeterince erkek olmayışım.
***
Genel kanının tersine, erkek doğulmuyor. Zamanla olunuyor erkek. Bunun cinsellikle, sünnet olmak ya da askere gitmekle pek ilgisi yok.
Sadece araba kullanmaktan bahsetmiyorum: Asıl olay, o zamanki tembelliğim.
Günün birinde anladım ki, kadını evinden aldığında “nereye gidelim” diye sormayan kişidir erkek. Nereye gidileceğini bilen, hatta rezervasyonu yaptırmış kişidir.
Beraber olduğum insanlar, muhtemelen bu gerçeği yüzüme vurmaya kıyamamışlardı. Ama nezaketlerinin ilişkinin ipini çekecek problemleri örttüğünü bilseler, eminim çok daha katı davranırlardı.
Belki sadece erkekle sınırlamamak lazım: Önemli olan başımıza ne gelirse gelsin mağduru oynamak yerine dümene geçip gemiyi salim sulara taşıyacak cesarete her an sahip olmak.
Yani, sağ koltuk dolu da olsa boş da, hatta araba kullansak da kullanmasak da, kendi hayatımızın sol koltuğunda oturmaktan hiçbir zaman korkmamak.
Türban konusuna devam
Başörtüsünü savunduğumu söyleyenler şaşırtmadı. Siyaset yazmak böyledir: İki taraftan birine tezahürat yapmazsanız, iki taraf da sizi karşı tribünden görür.
Yazarlık amigoluk değil tabii: Ama okura karşı sorumluluk icabı, açmaya çalışayım.
Özetle, kimsenin başını örtmesini savunmuyorum. Açmasını da savunmuyorum.
Eğer bir hak talep edilecekse bunun için kaba kuvvete güvenmeyip demokratik yollarla mücadele edilmesi gerektiğini, haysiyetli davranışın bu olduğunu savunuyorum.
Başörtüsü takmak isteyen kızlar uzun zaman mücadele ettiler ve haklarını aldılar. Şimdi sıra başörtüsü takmak istemeyen kızlarda.
Atatürk Türk kadınına çağdaşlığı armağan ettiği için, onların diğerleri kadar mücadele pratiği yok.
Ama bu hiç öğrenmeyecekler demek de değil. Mesela başörtülü kızların ya da Cumartesi Anneleri’nin mücadelesine bakıp dersler çıkarabilirler.
Bendenizin kanaati, işte bundan ibarettir.
Keşke azınlık olsaydı
Tam gerçek sinemayı bilenler tarafından yere göğe konulamayan “Çoğunluk” filmine gitmeye hazırlanıyordum ki...
Tam filmin aldığı ödüller ve övgüler yüzünden beşeri bir hasede gark olmak üzereydim ki...
“Ödüllü filmin cesur sahneleri” haberleriyle titredim ve döndüm kendime.
O zaman da “keşke böyle bir filme imza atan arkadaşlar bu konuda çoğunluktan olmasaydılar” demekten alamadım kendimi.
İncir çekirdeği
Aşk bumerangdır: Nesnesinden olmasa da hayattan döner.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2010
“Türk edebiyatının sorunu ne” diyene nettir benim cevabım. Edebiyatımızın bütün meselesi, iki dakika delikanlı olmak ya da olmamaktır. Bunu beceremeyenler yüzünden insanlar yazardan ve kitaptan kaçar hep.
Neyse ki akıntıya karşı kürek çekenler var: Mesela “Afili Filintalar” çetesi, esas duruşa geçmeden esaslı duruş sergiliyor.
Kendileriyle afilifilintalar.com adresindeki sitelerinde tanışabilirsiniz. Zaten Murat Menteş, Murat Uyurkulak ya da Alper Canıgüz gibi, tanıdık simalar çıkacak karşınıza.
Mönüde bir İsmet Özel edası, bir Can Yücel mizahı, bir Nilgün Marmara melankolisi göreceksiniz. İçinizden ortaya karışık yaptırıp bir büyük açmak gelecek.
Allah’ın emri türban yazısı
Başörtüsü takan kızlar bir şekilde muratlarına erdi.
Sorun aslında gençlik sorunu: Yoksa ihtiyar teyzelerin başörtüsünden kimse bahsetmiyor.
Artık ister “siyasi simge” diye huylanalım ister “kafa örtüsü” diye aşağılayalım, başı örtülü gençlerle yaşamayı öğrenmek zorundayız.
“Peki nasıl oldu da oldu” diye sorarsanız, cevabım basit: Şimdikilerin ablaları, benim yaşıtım başörtülü kızların inadı sayesinde.
O zamanlar başı açık arkadaşlar “Tarkan mı daha yakışıklı yoksa Mustafa Sandal mı” diye tartışırken, onlar Cemil Meriç okuyordu.
Bugün de başı açık kızlar “Örövizyona Murat Boz mu gitsin yoksa Murat Dalkılıç mı” diye tartışıyor, onlar Sırrı Süreyya okuyor.
Olay bu kadar basit.
***
Cem Özer kral olduğu yıllarda, programında Orhan Pamuk’u ağırlamıştı. İlk defa bir edebiyatçı talk-show’a çıktığından, ilginç bir durumdu.
Adet olduğu üzere, sokaktaki insanlara konuk hakkındaki fikirleri sorulmuştu: Süslü püslü kızlar Orhan Pamuk ismini hatırlayamıyor, arada hatırlayan çıkarsa da kitaplarını sayamıyordu.
Hatta “yeni bir popçu mu” diye soran bile vardı. Malum, o zamanlar popun altın yılları.
Sadece tek bir kişi, hem de tarih sırasına göre sayabilmişti Orhan Pamuk’un kitaplarını ve evet, bildiniz: Kendisi başörtülüydü.
***
Hayatın acı gerçeği: Beyinsel kapasitelerini geliştirenler belki Demet Akalın kadar para kazanmaz ama tarih bir şekilde onların açtığı yatakta akar.
Ha, sonra o beynin üzerine başörtüsü takmak isterler istemezler o ayrı. Bu onların bileceği iştir.
Ama laik mahalledeki kızların “asker gelsin şunlara dur desin” muhabbetini bırakıp bu işten ders çıkarmaya başlamaları şart.
Yerlerinde olsam sevinirdim: Önlerinde okunacak kitaplar, sorulacak sorular, bulunacak cevaplar var. Hem hayat zaten başka nedir ki?
İstiklâl nasıl kurtulur?
Türkiye’nin en önemli caddesinin orta yerinde, eski Sin-Em Han’ın yerine yayılmış çirkinlik abidesi bir inşaat, yıllardır bizimle alay ediyor.
Bizimle alay etmekle kalsa yine iyi, aynı zamanda hakaret ediyor tarihe ve yaşama kültürüne.
Hani “İstiklal en fazla nasıl çirkinleştirilebilir ve bu ne kadar uzun sürebilir” diye proje yarışması açılsa, bu inşaat açık ara şampiyon olacak.
Belli ki rant büyük, arka sağlam: Birileri “rahat olun, babanızın çiftliğindeymiş gibi takılın” demiş.
Memleketin incisi Beyoğlu resmen acı çekiyor, her şeyin fiyatını bilip de hiçbir şeyin değerini bilmeyenlerin elinde.
İncir çekirdeği
Şehirli olmak: Bitmeyen üveylik duygusu.
Yazının Devamını Oku