Detektiflik yaptım ve çözdüm: Meğer annesi yeni bir eğitim metodu deniyormuş. Bir kâğıda “sessizlik, sabır ve empati” yazıp aynaya yapıştırmış.
İlk ikisini iyi kötü çözmüş garibim. Kendisi konuşurken küçük bir Rasim Ozan Kütahyalı volümünde ve efektinde olduğundan, annesinin zaman zaman sessizliği özlemesi gayet normal.
Ne yapsın çocukcağız, anlatacak çok şeyi var: Okulda öğrendikleri, Yekta Kopan’ın okuma günü, “Casuslar” dizisindeki şok gelişmeler...
İşin “sabır” kısmı da her gence lazım olduğundan kâğıda yazılması bir yerde makul. Şu dünyada saçını ağartıp da sabretmeyi öğrenememiş niceleri var.
Ayrıca malum; söz uçar, yazı kalır. Ama “empati”, 6 yaş için zor bir kavram: “İnsanın kendisini başkasının yerine koyabilmesi” tarifi de fazla alengirli.
Anneannesi demiş ki: “Birine kızdığın zaman onun yerinde olduğunu hayal et.”
“Hazır başlamışken bari Dale Carnegie kitabı verseydik...” dedim: “Dost kazanmayı ve insanları etkilemeyi de aradan çıkarırdı.”
Zaten bir avuçtur o yalnız kartallar: Kemal Tahir’den Oğuz Atay’a, Attilâ İlhan’dan Nihat Genç’e...
Çoğunluk “aman dışlanmayayım” korkusuyla ortadan konuşur. Bu da zihin açıklığını önler.
Nitekim, geçenlerde bir liberal aydının yaptığı küçük ama manidar hataya kimse uyanamadı.
“Ergenekon davası Türk demokrasisi için büyük bir fırsat...” demiş Eyüp Can: ”Ama bu iş ideolojik bir hesaplaşmaya dönüştükçe, muhalifler susturuluyor görüntüsü verildikçe fırsat elden kaçıyor. İster ulusalcılık adına darbeyi ister din adına şeriatı isterse devrim adına sosyalizmi birileri ideolojik olarak savunsun... Hiç fark etmez.”
İyi niyetle yazıldığı belli bu sözlerde, cehennem yolunu döşeyenlerin işine yarayacak birkaç taş yok değil.
“Ah Eyüp...” demek istedim okuyunca: Sosyalistler devrimi, İslamcılar şeriatı savunur, evet. Ama ulusalcılığın amacı darbe yapmak falan değildir!”
Ulusalcılığın amacı, adı üzerinde, “ulusal” olmaktır: Kendi ulusunu ve bayrağını merkeze koyup düşünmek, ulusal devleti, ekonomiyi, kültürü, namusu savunmak.
Kadınımız Bellucci’yi sever. Ne de olsa Akdenizli tipi ve yuvarlak hatlarıyla yakın.
Milletçe severiz İtalyanları. “Are you Italian?” sorusu, Anadolu delikanlısına en büyük iltifattır.
Takdir edersiniz ki Norveçlilere ya da Japonlara özenmemiz biraz zor. Ama Armani’yi çekti mi, kırk yıllık Mahsun olur sana Marco.
İtalyanlar bizim “sınıf atlamış” halimiz. Bu yüzden onlara karşı kompleksliyiz. “O kadar da benziyoruz, biz niye öyle değiliz?” sorusu çıkmaz aklımızdan.
Bellucci de kadınımızın özgüveni için bu bakımdan Kate Moss’dan daha tehlikeli.
Ama aldatma konusunda haklı: Takılmamak lazım.
Zaten “aldatma” lafının kendisi saçma: Eğer çift birbirinin özgürlüğünü kabullenmişse ne aldanması?
Şimdi kim tutar küçük enişteyi!
Kim bilir aziz milletimizin bu avantajı hangi asil amaçlarla kullanacağını!
Mutlaka Petersburg’a turlar düzenlenir, gençlerimiz Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’i yazdığı evi görsün diye. Hatta gitmişken Puşkin Müzesi’ne de illa ki uğrarlar.
Bolşoy’a gidip bir “Kuğu Gölü” seyretmeden Rusya’dan dönmez benim bildiğim Anadolu genci: Tüm dünyayı sallayan “Siyah Kuğu”yu yerinde görmek her çılgın Türk ve Kürt için önemlidir.
“Ulan şu Mayakovski şiirlerini hangi sokaklarda yazmış?” diyen fütüristlerimizin iz süreceğini söylemeye tabii ki gerek yok.
Tikvin Mezarlığı’na gidip Çaykovski’nin hatırasına saygılar sunacağını da...
Hatta “Nâzım’ın mezarında bir Fatiha okuyayım” demeyene de milletçe deli gözüyle bakarız.
Oysa Kelebek için yaptığımız bayram röportajında 2011’in kendisi için bambaşka olacağını söylemişti.
Hatta albümün adını bile bu yüzden “Altın Yıl” koymuş.
“Bugüne kadar kendime bir şey demedim. ‘İmparator’ sözü de başkalarına aittir. Ama 2011, İbrahim Tatlıses’in altın yılı olacak!” Geyik bir söz vardır ya: “Tanrı’yı güldürmek istiyorsan planlarından bahset...”
Herhalde planları birilerinin zoruna gitti.
Belki milletvekili olup açılıma koltuk çıksın falan istemediler. Belki de Irak’taki yatırımları zülfiyâre dokundu. Belki de kim bilir ne...
Belki de aslında Allah gülmesin diye değil, düşmanın uyanmasını önlemek için gizlemek lazım planları.
Vedat Sakman’ın bir şarkısı vardır: “Megaloman olma, 12’de durma, vuran olur!” Tatlıses hep 12’de durmayı seçti.
Hele bizim kuşak için Kadırga Yaylası gibi: Her zaman gitmesek de orada olduğunu bilmek güzel.
Öncekiler için Ece Bar ya da Çiçek neyse, Hayal bizim için o: Duvarların dili olsa bir kuşağın tarihini anlatır.
Buluşmalar, ayrılıklar, başlayıp biten dostluklar, peçetelere karalanan şiirler, bulunan senaryo fikirleri...
Şimdi hatırladım, Selim Demirdelen’le “Midnight Express 2” çekmeye karar vermiştik: Billy Hayes 60 yaşında İstanbul’a döner. Hayal Kahvesi’nde aşk acısı çeken bir polisle ahbap olur ve olaylar gelişir. Belki bir gün yaparız.
Şimdilik “20. Sanat Yılı” kutluyoruz. Hayal kapılarını İstanbullu müzikseverlere açtığında, ben de ilk şiirimin yayınlandığı Varlık sayfalarına hayretle bakıyordum.
Hayal’in kurucularından Fehmi Yaşar’ın “Camdan Kalp” filmi taze bir sızıydı kalbimizde.
Sonra Beyoğlu’nun 90’larda yaşadığı dönüşümün dinamolarından biri oldu: Pavyonlar döneminin sonu, kültür-sanat merkezi haline gelişin başlangıcı.
Çünkü aranan bu sefer Türkiye’nin ruhu. Öykünün başında üstat şüpheler içinde: Kendisinden, fikirlerinden, başarısından, ruhsal gelişiminden... Fena halde şüpheli!
Bir medyum eşine “Türkiye’nin ruhu, bütün sevgisini kocanıza verecek” diyor: “Fakat kocanız, kanı akmadan aradığını bulamayacak.”
Bunun üzerine Türkiye’ye değil ama Transsibirya Ekspresi’yle Rusya’nın derinliklerine açılıyor. Ekibe son anda bir davetsiz misafir katılacak: Keman virtüözü, ilginç Türk kızı Hilal.
Coelho mistikliğe halel getirmemek için “mecazi aşk” boyutunda takılmaya çalışsa da delifişek Hilal ruhunda fırtınalar koparıyor.
Zamanla anlıyoruz ki, aradığı “Türkiye’nin ruhu” bizzat Hilal’in kendisidir. Onun ruhuyla savrulmak, parçalara ayrılıp birleşmektir.
Malum, aslında “Türkiye’nin Ruhu” rahmetli Oğuz Atay’ın ömrü vefa etseydi yazmayı planladığı kitabın adı.
Hayatını aynı ruhun keşfine adayan Kemal Tahir’in etkisiyle soyunduğu fikrin Brezilyalı Coelho’ya nasip olmasıysa herhalde edebiyat tarihinin cilvesi.
Galatasaray yine ancak kurt bir Alman teknik direktör tarafından toparlanabilecek halde.
Niye Alman?
Çünkü biz Türkler nizamı-intizamı severiz. Hele Almanları, Enver Paşa zamanından beri bağrımıza basarız. “Alman” derken “l” harfine özel vurgu yaparız.
Çünkü onlar bizim alaylarımızı yönetmiş, biz onların şehirlerinin alayını işgal etmişizdir. Allah korusun, birimiz yenilince diğerimiz de yenilmiş sayılır.
Çünkü biz saçı ağarmış adama hürmet ederiz. O saçların değirmende ağarmadığına inanırız. Sırf saçı ak diye “hoca” şeklinde hitap ettiklerimiz vardır.
Çünkü Galatasaray’ın Avrupa futbolunun birinci ligine yolculuğu, ak saçlı Alman Jupp Derwall’in Yeşilköy havaalanına ayak basmasıyla başlar.
O ligde kalmasını ise bir başka ak saçlı Feldkamp’a borçludur (ikinci Feldkamp dönemini boş verin, ne de olsa aynı suda iki kez yıkanılmaz.)