Tuna Kiremitçi

Model olarak Elif Şafak

26 Şubat 2011
Elif Şafak’ın yazarlığını tartışana kızarım. Kendisi Türk sağının çıkardığı en sağlam kalemlerden. Peyami Safa ya da Tarık Buğra hizasındadır gönlümde. New-York Times’daki makalesi, hakkında düşünüp durduğum şeyleri netleştirdi.
“Çok uzun bir süredir sevdiğimiz ve hayran olduğumuz Avrupa küçümserken, görmezden geldiğimiz Ortadoğu bize bakmaya başladı” demiş: “Şimdilerde Türkiye’nin yeni Mısır için bir model olabileceği çok konuşuluyor.”
Sonda demem gerekeni başta diyecek olursam, Elif’in bizzat kendisi “model” oldu aslında.
Her yeni sistem millete örnek gösterebileceği simalar arar. Atatürk Cumhuriyeti’nin model kadınları vardı: Halide Edip, Keriman Halis, Sabiha Gökçen...
Onların modelliği iki yönlüydü: Bir taraftan “bizim gibi olunuz” mesajı verirken, cumhuriyete kuşkuyla bakanların da içini rahatlatıyorlardı.
Modern kadının da pekâlâ derli toplu, ciddi ve “iffetli” olduğunu gösteriyorlardı çünkü.
Elif Şafak ise “Yeni Türkiye”nin şimdilik bulabildiği tek örnek. Bir taraftan iktidarın idealindeki kadın: İnançlı, gelenekle barışık ve muhafazakâr...
Diğer yandan da dönüşümden tedirgin olanların içini rahatlatıyor: Ne de olsa başı açık, zarif ve bilgili...
Bu da onun Abdullah Gül’den Fethullah Gülen’e, toplumun yeni mühendisleri tarafından sahiplenilmesini sağlıyor.
Hepsi iyi hoş da, bunun romancılığını nasıl etkileyeceğini zamanla göreceğiz. Millete modellik etmek yazar için her zaman iyi olmayabilir.
Her an Gülben’vari bir “ailenizin sanatçısı” pozisyonuna sürüklenebilir insan.
Oysa bu çapta bir yazar özgür olmak ister; kafasına göre takılmak, arada delirmek, dalgalanıp da durulmak ister...
Şu durumda tek güvencemiz Elif’in yeteneği ve samimiyeti. Modelliğin romancılığını törpülemesine izin vermez inşallah.

Borsa fanteziden ibarettir

Libya’daki isyanın ardından borsa tepetaklak olmuş, ekonomistler panikte!
Ne ilgisi var kardeşim Kaddafi’nin cebimizle?
En şık borsa tarifini “Ejderha Dövmeli Kız” romanında, kitabın kahramanı Mikael Blomkvist’in ağzından duydum (filme koymamışlar tabii): “Ekonomi, bir ülkede üretilen ürün ve hizmetlerin toplamıdır. Borsa ise para babalarının icadı bir fantezi dünyası.”
Haliyle, gerçek ekonominin hali Libya isyanı başlamadan önce neyse o. Ama Mikail’in dediği gibi, borsada her yol mümkün.

İncir Çekirdeği

Futbol endüstrisinin sırrı: Asgari kaliteyle azami ekonomi.
Yazının Devamını Oku

Atatürk Silivri’de

25 Şubat 2011
Gazeteci Cem Güner’in “Atatürk Silivri’de” belgeseline göre, Gazi buraya iki kez gelmiş. İlkinde 1937 yılında Trakya Manevrası sırasında Kurfallı tren istasyonundan geçerken halkı selamlamış. İkinci ziyaretindeyse çarşıda dolaşıp Silivrililerle söyleşmiş.
Belgeseli izleme şansım olmadı ama “Silivri” ve “Süper Silivri” gazetelerindeki bilgiler böyle.
Atatürk Harbiye’de okurken 19. yüzyıl son demindeydi: Bir yanda II. Abdülhamit baskısı, diğer tarafta küresel güçlerin hesapları.
Abdülhamit kafasına göre haklıydı: İmparatorluğu ayakta tutmanın başka yolunu bilmiyordu. Sirkeci’deki evde ateşli konuşmalar yapan Mustafa Kemal de haklıydı: Ne de olsa Namık Kemal ve Tevfik Fikret okuyarak yetişmiş bir gençti.
Biri ölmekte diğeri doğmakta olan iki dünya onların şahsında karşılaşıyordu, farkında olmasalar da.
Mustafa Kemal’in suçlandığı şeyler: Okulda gazete çıkarıp zararlı fikir yaymak, Abdülhamit’in arabasına bomba atmak, gizli toplantılar yapmak, gizli örgüt kurmak...
Onu attıkları Bekirağa zindanı, Abdülhamit’e diklenen hürriyet savaşçılarıyla doluydu: Sürgün ya da hapis kararını bekleyen öğrencilerle.
Tıpkı şu an Silivri’deki hapishanede bekleyen genç subaylar gibi. 2 yıldır tutuklu Teğmen Mehmet Ali Çelebi gibi mesela...
Oradaki gazeteciler, aydınlar gibi.
Elimizi vicdanımıza koyup düşünelim: Mustafa Kemal Yüzbaşı bugün yaşasa kaderi Mehmet Ali Teğmen’den farklı mı olurdu?
“Evet” diyemiyorsak, merhamet şart demektir.
Bu “ahval ve şerait içinde” aydına düşen, fikirleri ne olursa olsun içerideki insanlara karşı vicdansız olmamak.
Her kuşağın tarihi sürprizlerle dolu: Gün gelir, bugün iktidardakiler yarın “sakıncalı piyade” olur. Tıpkı bir zamanlar şiir okudu diye hapse atılan Erdoğan’ın şimdi iktidar olması gibi.
Atatürk bugün öğrenci olsa yine Silivri’deydi. Bekirağa yerine burada bekliyordu alacağı cezayı. Peki siz neredesiniz sevgili aydınlar? Yoksa vicdanınız Malta’da sürgünde mi?

Brezilya dizisi gibi

“Brazilname” matrak site: Yarın Brezilya Milli Takımı’na çağrılırsanız adınızın ne olacağını söylüyor. Derhal bizim dizi jönlerine uygulayıp bir 11 kurdum. Bakalım beğenecek misiniz. İmza: Tunisco
Keninhosa (Kenan İmirzalıoğlu), Erkaldo (Erkan Petekkaya, Nejildo (Nejat İşler), Sasmao (Necati Şaşmaz), Ergeiro (Halit Ergenç), Ozcildo (Özcan Deniz), Felix Engin Altao (Engin Altan Düzyatan), Erdoga (Yılmaz Erdoğan), Engaldo (Engin Akyürek), Besikcioglaça (Erdal Beşikçioğlu), Tatlitinho Peres (Kıvanç Tatlıtuğ).

İncir Çekirdeği

Ey güneşi balçıkla sıvatmayan hayat: Hastayım sana.
Yazının Devamını Oku

Türk’ün sirkle imtihanı

23 Şubat 2011
Ahmet Mümtaz Taylan aradı: “Akşama ailece Sirkdösoley’e gidiyoruz. Fazla bilet var. Sen de gel.”

Aynı gösteriye iki gün önce annesiyle gitmeyi tercih eden oğlum bunu duyunca güldü: “İnşallah çok sıkılmazsınız.”
Sonuçta pazar akşamı buluşup tuttuk Abdi İpekçi’nin yolunu. Eşi Ayçin İnci ve kızı Ayşe, derbi seyretmek yerine kendileriyle sirke gelen Ahmet’le haklı olarak gurur duydular.
Ayrıca, arabasız gitmekle tabii ki akıllılık ediyorduk. Park derdimiz olmayacaktı.
Girişte aldığımız eşantiyonlar için torba vermediler. Torbaya koyarsak ürünleri diğer potansiyel müşteriler göremezmiş. Ahmet “Ben bu sirki Kanada menşeli sanıyordum, meğer Kayseriliymiş” dedi ama satıcı espriyi anlamadı.  
Yerimiz sahneye ne yakın ne de uzaktı. Akrobatların seyirciyle samimiyeti zorlayan ilişkiler kurduğunu duyduğumuzdan, buna sevindik. Nitekim başımıza tek gelen palyaçonun Ayşe’nin şapkasını mıncıklaması oldu.
Oyunculuğunun yanı sıra tiyatro rejisörü olan Ahmet, gösteri boyunca sahne tasarımı ve neyin nasıl yapıldığı konusunda beni aydınlattı. Pandomimciler çıktığındaysa ikimiz de uyukladık.
Gösterinin geri kalanı güzeldi bence: Yani çoğunluğun aksine Sirkdösoley uzmanı olmadığımızdan mıdır nedir, adamlar olayı şişirdiyse bile anlamadık biz.

Yazının Devamını Oku

Bir kadını öldürmek

22 Şubat 2011
Üstat Selim İleri’yle beraber, TV8’deki “Kitap Kulübü” programına katıldık. Neslihan Acu ve Buket Aşçı’yla imkânsız aşklardan yola çıkıp derinlere gittik.

Konu dolaştı, edebiyatın bahtsız kadınlarına geldi: Anna Karenina, Emma Bovary ve Bihter Ziyagil.
Üçü de her şeyi göze alarak tutkularının peşinden giden kadınlar.
Üçü de kaleme alındıkları (ve yaşadıkları) dönemlerin muhafazakârları tarafından taşlanmaya yazgılı.
Ve daha kötüsü, üçü de romanların sonunda yazarları tarafından öldürülmüş.
Başlarının ağrımasını onları intihara sürükleyerek önlemeye çalışmış yazarlar. Herhalde hesap soran olursa “İşte öldürdüm, daha ne yapayım?” diyebilmek için.
Bu yüzden romanların sonunda üzüldüğümüz aslında onların değil, kendi tutkularımızın ölümü.


Yazının Devamını Oku

Dinle büyük adam

21 Şubat 2011
Dinle Küçük Adam kitabını bilmem okudunuz mu?

Bildiğim ülkemi yönettiğiniz ve yönetmeye devam edeceğiniz.
Yani “büyük” bir adamsınız. Lafımı da muhtemelen sallamayacaksınız. Ama takdir edersiniz ki söz atılmazsa ağırlaşır.
Memleketi yeniden şekillendiriyorsunuz.
Normalde kızmam lazım ama ülkenin son hali o kadar berbattı ki içimden bağırıp çağırmak gelmiyor.
Hatta sırf siz büyük adam olasınız diye yüzyılın sonunda memleketi elbirliğiyle batırdığımızı düşündüğüm bile oldu.
Sanki o kadar fakirlik ve acı, siz telefon kulübesine koşup Süpermen kostümü giyesiniz diyeydi.
Haliyle, milletin size duyduğu muhabbeti anlıyorum. Belli ki onları sevdiğinize inanıyorlar.  Milleti sahiden seviyor musunuz bilmem ama büyük adam olmayı sevdiğiniz muhakkak.

Yazının Devamını Oku

Şimdiki çocuklar meşgul

19 Şubat 2011
Baktım hava güzel, takılırız diye 6 yaşındaki oğlumu aradım ve bakıcı ablasından aldım cevabı: “Can bugün müsait değil Tuna Abi, okuldan sonra sınıf arkadaşının doğum gününe gidecek.” “Peki yarın?” diye soracak oldum, birkaç saniye düşündükten sonra “yarın da antrenmanı var” dedi: “Cumartesi bildiğim kadarıyla okul gezisine katılacak, istersen yine de sabahtan ara.”
Beyefendinin pazar günlerini “dinlenerek” geçirmeyi tercih ettiğini bildiğimden, sormadım bile.
Kendimi bir an 65 yaşında, şirket yöneticisi oğluna ulaşmaya çalışan bir emekli gibi hissettim. Sanki bakıcı ablayla değil, asistanıyla konuşuyordum.
Kızcağız halime acıdığını belli eden bir sesle “Can Bey şu an toplantıda amcacım” diyordu: “Ankara’dan heyet geldiği için çok yoğun. Aradığınızı söylerim ama.”
Evliliklerini bitirmiş anne-babaların en büyük korkusu, günün birinde çocukları tarafından “ilgisiz” olmakla suçlanmaktır.
Amerikan filmlerinde okul merdivenlerine oturmuş, ağlamaklı bir yüzle bekleyen yavrucak görüntüsü gitmez gözümüzün önünden.
Bu yüzden canımızı dişimize takar, işten-güçten artırdığımız her saniyeyi evladımızla geçirmek isteriz. Biletler alır, programlar yapar, uçurtmalar boyarız.
Ama şekilde görüldüğü gibi, söz konusu zamane çocukları olduğunda öyle kolay değil bu.
Pazartesi arayıp kendisinin haftalık ajandasını öğrenmeniz ve programındaki boşluklara kahramanca sızmanız gerekiyor.
Bunu annesine söylediğimde Bono misali patlattı kahkahayı ve “fena mı?” dedi: “Sana yazı konusu çıkmış işte!”
Yazı falan iyi hoş da, çocukların bu meşgul halinin hastası olmamak sahiden elde değil. Neyse ki bir ara telefona çıkma fırsatı buldu da beni yarın 5 ile 7 arasında Gormiti oynamaya beklediğini söyleyebildi.
Sorumlu ve zamanı en iyi şekilde kullanmaya kararlı bir baba olarak düşünmeye başladım bile: Ne de olsa onunla kıyaslanınca boş gezenin kalfası sayılırım, düşünmeye vakit çok!

Mecnun oldum dizide

TRT’de Onur Ünlü’nün başının altından çıkan, alem bir dizi başladı: Leyla ile Mecnun.
Şahsen pek tanışmayız ama Onur sanat dünyamızın en şahsına münhasır simalarındandır: Şahane şiirler yazar, kreatif filmler yönetir...
Şimdi de ne kadar klişe varsa dalga geçen, absürt mizahın sınırlarında bir dizi yapmış işte. Senaryo ayrı, oyuncu kadrosu ayrı alem. Eğer seyircinin zekâsına iltifat eden ve gülmekten sandalyeden düşmenize neden olacak bir dizi arıyorsanız, takibe almanız menfaatinize.

Ağaoğlu, sözüm size

Madem inşaat sizden soruluyor, bir “yazar evi” inşa etseniz ya.
Dünyanın dört yanından yazarlar gelip kalır, ileride Nobel alacak eserlerini sizin yaptığınız mekânlarda kaleme alırlar.
Hem edebiyatımızın çok önemli bir eksiği kapanır hem de markanız dünya çapında saygınlık kazanır. Biz de gelişmiş bir ülkede yaşadığımızı hissederiz.
Teklif bizden, takdir sizden: Bana inanmazsanız da bu işlerin önemini arkadaşınız Sinan Çetin’e sorunuz.

İncir Çekirdeği

“Erkek ruhundan anlayan yazar” ne zaman çıkacak?
Yazının Devamını Oku

Ah biz erkekler

18 Şubat 2011
Geçen yüzyılın son kışı... Reklam sektöründe ırgatlık ettiğim zamanlar.
Ajansın demirbaşlarından Bedri Abi haftalardır güzel stajyere yazıyor ama netice sıfır. Olay artık biz tıfılların bile dilinde, hafif trajikomik bir hal almış.
Bedri Abi’nin umudu iyice tükenmişken, ajansın kafeteryasında denk geldiler. Güzel stajyer birine Mustafa Sandal’ın son albümünü ne kadar beğendiğini anlatıyordu.
Bedri Abi hışımla bıraktı çay bardağını: “Sen... Şimdi Mustafa Sandal’ı beğeniyorsun, öyle mi?”
“E... Evet...” dedi kızcağız, karşısındakinin yüz ifadesinden hafif tırsmış bir halde: “Şarkıları hoşuma gidiyor.”
“Allah bilir yakışıklı da buluyorsundur!”
Kızın sessizliği Bedri Abi’nin hiddetine engel olmadı. Yarım saat tüm kafeteryaya Mustafa Sandal’ın ne kötü bir şarkıcı ve ne yaramaz bir kişi olduğunu kükreyerek anlattı.
Hatta stajyer kafeteryadan kaçtıktan sonra da son vermedi lanetlemeye. Sanırsınız Mustafa Sandal kızı dün Bedri Abi’nin elinden almış.
İşte o gün anladım ki, biz erkekler aslında göründüğümüzden çok daha alengirli yaratıklarız.
Bedri Abi’nin Mustafa Sandal’la en ufak bir sorunu yoktu. Sadece kendi “başarısızlığı” yüzünden özgüvenini tehdit altında hissetmiş ve faturayı ona kesmişti.
O kadar öfkelenmişti ki, tanımadığı-etmediği birine iftira bile atabilirdi o anda.
Sonuçta muradına eremedi, güzel kızın stajı bitti ve muhtemelen devam etti Mustafa Sandal dinlemeye. İşin kötüsü, aynı günlerde ben de yüz vermeyen bir kıza hayranı olduğu Teoman hakkında ahkâm kesiyordum: “İki seneye kalmaz unutulur, bak görürsün!”
Bedri Abi iyi bir insandı. Şu yaşımda bile ne zaman Teoman konserine gitsem onu hatırlarım.
Biz erkekler böyleyiz işte: Özgüvenimize zeval gelmesin, ne yapacağımız hiç belli olmaz.

Boğulmuş hayatların oyunu

Büyük bir acıdan bahseden “küçük” bir oyun: Sel.
Esin Taşçı yazmış, Ayşe Burcu Eren yönetmiş. 2009’daki selde minibüsün içinde boğulan kadın tekstil işçileri.
Selden çok önce boğulmuşlar aslında. Hayatın, fukaralığın, kadınlık şartlarının içinde nefes alamaz olmuşlar. Hele hayallerinde canlanan Paris defilesi, en acı tebessüm.
İçlerinden birinin sele kapılmadan söyledikleriyse her şeyin özeti: “Hiç hayal kurma kızım, sen Nişantaşı’nda değil Sefaköy’desin. Onlar senin diktiklerini giyer ama hayatını hiç merak etmezler.”
Merak edenler için “Sel”, çarşamba akşamları, Beyoğlu’ndaki Garaj İstanbul’da.

İncir Çekirdeği

Dostlarımızı düşmanlarımızdan daha az hatırlıyoruz.
Yazının Devamını Oku

Kışın hit şarkıları

16 Şubat 2011
Listeleri altüst eden ilk hit: Harbiye Marşı.

Tutuklanan subaylar karar açıklanınca ayağa kalkıp bir ağızdan söylemişler. Epik filmlere konu olacak kadar etkili bir sahne.
Sözleri Hüsnü Öncü’ye, müziği Cevdet Şakir Çetiner’e ait marş, en liberal aydının bile tüylerini diken diken edecek bir eserdir.
Nerede olursanız olun, duyunca vatan uğruna muharebeye koşasınız gelir.
Haliyle, Silivri’den sonra yükselişe geçmesi sürpriz değil. İnternetten indiren indirene. Hani Kenan Doğulu pop versiyonun yapıp piyasaya sürse köşeyi döner.
Gerçi hemen arkasından tutuklanıp Silivri’ye gönderileceği için pek hayrını göremez ama olsun.
Yükselişteki ikinci şarkıysa Kayahan’dan: “Odalarda Işıksızım.”
OdaTV’ye yapılan polis baskını, aslında pek çok şeye ışık tuttu.

Yazının Devamını Oku