Şehirler ayırabilir mesela. Akşam trafiğinde yalnızlıklar. Gündelik koşturmalar ve üç kuruşluk hesaplar. “Politik doğruculuk” ve sayın muhbir vatandaş.
Savaşlar ayırabilir: Bir de bakmışsın başka orduların askeri, başka davaların neferiyiz. Çıkmışız aynı dağa ayrı yanlardan.
Yollar ayırabilir sonra: TIR şoförü gibi “ömrümü yıllara değil, yollara verdim” desen de giden sadece ömür olur, ayrılık bir yere gitmez. Haklıdır şair, akan zaman değil mesafelerdir.
Ülkeler girebilir araya: Başka diller konuşan, başka suçlar işleyen, başka Tanrılara aynı duaları eden milletler.
Bir İbrahim türküsü, bir Murathan şiiri, bir Çağan filmi gibi pençeler gönülleri ayrılığın ihtimali.
Her ihtimalin gerçeğin tetikçisi olması.
Alışveriş bile ayırabilir: Kim bilebilir hangimizin hangi markaların bağımlısı olacağını?
Onun elinde zekâyı fişekleyen MDT-48 hapı var, benim yok. Heyhat!
Filmden çıkan herkes gibi ben de o haptan aldığımı hayal ettim.
Tak diye anladığımı. Çat diye para yaptığımı. Şıp diye çözdüğümü. Pat diye bulduğumu. Küt diye yazdığımı...
Of, yorucu geldi.
Hatta aklıma Eray Canberk’in dizesi geldi: “Yorgunum anlamaktan her şeyi.” Her şeyi anlamanın hapı yutmak olduğuna karar verdim. Zekâ seviyem birden sevimli göründü. Avuntu işte.
Yıllar önce internette bulduğum IQ testinden aldığım puanı hatırlamaya çalıştım. Sadece Al Gore ile aynı seviyede çıktığımı hatırlayabildim.
Eh, oylarına sahip çıkamayıp kazandığı seçimi Bush’a kaptıran biri bana yakışırdı hani.
Büyük camialar da öyle: Nasıl ki Beşiktaş’ı her şeye rağmen “halk takımı” ve Süleyman Seba gibi biliyorsak...
Nasıl Fenerbahçe hâlâ “burjuva” bir Ali Şen karizmasındaysa...
Galatasaray da “aristokrat” bir Faruk Süren’dir her zaman.
Bu imajlar kolay kolay silinmez.
Galatasaray’ın havası, Beyoğlu’ndaki mektebe girince kapıldığınız duygudur: Az buçuk demode ama her daim mavi kanlı.
Adnan Polat seçilince bazı “liseli” arkadaşlar bile sevinmişti: “Yaşasın, sonunda Fenerbahçe olacağız!”
“Fenerbahçe olmak”tan kasıtları “halktan” bir başkan, modern bir stat ve başarılı pazarlamaydı...
Fıskiyesi susuz havuzun karşısında bira içiyorlar.
Parkın bir tarafındaki rock grubu, kafa-göz yararak Nirvana’dan “Smells Like Teen Spirit”i çalıyor. Diğer uçtaysa Bulgar gaydası öttüren tıfıl bir köylü. İkisinin mendilinde de fazla bozukluk yok. Biranın etkisiyle içimdeki Serdar Erener uyanıyor ve “ulan bunlar beraber çalsa çok para yapar!” diye düşünüyorum: Gaydalı rock grubu. Süper konsept.
Bulgarlar bizim gibi sentez meraklısı bir millet değil. Bu yüzden “Anadolu Rock” muadili bir müzikleri yok. Benim müzisyenler niye “Balkan Rock” starı olmasın?
Tam gaza gelecekken içimdeki diğer sesten alıyorum ayarı: “Rahat olsana kardeşim, ne konsepti şimdi?”
“Adamlar sırf stres atmaya pazar günü parka gelmiş” diyor: “Konsepti-projeyi unutmak için. Sen de öyle yap. Şu cırlak gayda sesinin, şu akordu bozuk elektro gitarın, baharın tadını çıkar. Başka bir şey isteme. Mallığın lüzumu yok.”
İçimdeki Serdar’ı içimdeki sese havale edip oturuyorum bir banka, kendimi Vitoşa Dağı’ndan esen rüzgâra bırakıyorum.
Rüzgâr alıyor beni, dağı tepeyi aşırıp geçen yüzyılın Ankara’sına götürüyor. Yine böyle bir bahar günü, Yüksel Caddesi’nde kızları kesen kopilin yanına.
Çünkü oralarda her aydın “kafadan” ulusalcıdır.
Yani merkeze kendi bayrağını, kültürünü, milletini, namusunu koyup düşünür. Evrenselliğe buradan yürür.
Hele batılı aydının solcusu da sağcısı da böyle olduğundan, olmayanı sallamaz bile.
Ama bizim batıcı aydının kafası Tanzimat’tan beri karışık biraz.
Afaki bir “hürriyet” fikrinin peşinde koşan Tanzimat aydını gibi, o da bir “demokrasi” hayaletinin peşinde helak eder kendini.
Ulusal olamadığı için evrensel de olamaz.
Ne kendisine hayrı dokunur ne millete. En fazla “demokrasi götürmeye” meraklı emperyalizmin maşası olur bazen.
Ahtapot öldürür gibi, kayalara çarpa çarpa öldürürüz: Her defasında bitti sanırız ama bin koluyla tutunur hayata ve çırpınır el kadar umuduyla. Kuş misali kolunu kanadını kırarız. Her defasında aşk olarak yoluna devam etmeyi başarır ama.
Geçti sanırız halbuki geçmemiştir. Sonsuzluğun fıskiyesiyle ıslanan çelimsiz kedi olur, yeni bahçeler arar. Bulduğunu zannettikçe çoğalır. Kaybettiğine inandıkça çıkarır tırnaklarını. Aşk vahşi bir köpektir: Elimizi ayağımızı kanatsa da terk etmez kalbimizin bahçesini.
Yüzükler fırlatılır, bir daha görüşmemek için nice yeminler edilir. Ama hiçbiri aşkı dindirmeye yetmez. Çünkü aşk bir defada bitmez. Ortaçağ bir defada mı bitmiştir ki aşk bitsin? İstanbul bir defada mı alınmış, atom bir defada mı parçalanmıştır? Her şey yılansı bir çemberin sonsuz tekrarına dayanır.
Bir defada başlamaz ki bir defada bitsin. Beş kerede, yedi kerede başlar, aşkın en hızlı olanı bile. “İlk görüşte aşk” masal olduğu gibi, “son bakışta ayrılık” da mavaldır. İnsan sevdiğini tek seferde sevmez. Haliyle, tek seferde de bırakamaz.
Şüphesiz ki edebiyat seviyoruz diye her daim Tolstoy ya da Flaubert hatmedecek halimiz yok. Günümüz yazarlarına da gereken şefkati göstermeliyiz.
Onlar Flaubert’in hayatta yapamayacağı bir şeyi yapıyor: Görselliğin ve hızın işgali altındaki küresel dünyaya edebiyatla direnerek hayal gücümüze cephane sağlıyorlar.
Her koşulda zaman buluyorlar “durup ince şeyleri anlamak” ve anlatmak için.
İrlandalı Emma çok rahat duygu sömürüsü yapılabilecek bir konuyu o kadar efendice, öyle ince anlatmış ki, yani o kadar olur.
Nasıl Maradona milli kahraman olarak başına geçtiği Arjantin’de çok fena fısladıysa...
Nasıl Pele’nin Dünya Kupası tahminleri her defasında benimkilerden bile isabetsiz çıkıyorsa...
Hagi de en büyük futbolcusu olduğu Galatasaray kulübesinde tarihin en köfte performansına imza atıyor işte.
Peki bu yüzden Hagi’yi sevmekten vazgeçecek miyiz?
Bin kere hayır! Zaten “abandone” bir sezona ortasından girip kuş kondurmuş olması onun gönlümüzdeki yerini asla değiştirmez.
En fazla “keşke olsaydı be Hagi...” deriz: “Keşke sahada yaptıkların gibi bir mucize yaratıp şu takımı uçursaydın.”
Nitekim öyle diyoruz. Ama bir an bile geri kalmıyoruz “Ay Lav Yu Hagi” demekten.