Kültürün, insanın, yemeğin, çarşın pazarın…
Ya benim gibi mahalleliyseniz? Selam vermeden geçmeyi bırak, bir de hesap veriyorsanız…
Şehrinizle bağınız nasıl? Mahallenizle? Normal bir apartmanda mı yoksa sitelerde mi oturuyorsunuz? Şehirde misiniz, şehrin dışında mı?
İnsanlarıyla ilişkileriniz nasıl? İstanbul’un bu deli-hırçın-şaşırtıcı kız enerjisiyle?
Gözleriniz hep lokantalarda olsun, ayaklı menü panolarında, puf lavaş maketlerinde, testi kebabı standlarında. Streç filme sarılı lavaş maketinden gözleriniz alabilirseniz, kebap resimli menülerde kaybolabilirsiniz. Ya da testi kebabı adı altında etrafta duran aluminyum folyo ile sarılı pis testilerden gözleriniz alabilirseniz mi desem…
Ne testiymiş, kır, ye bitmedi!
Gözleme açan teyzeler, vitrinde.
Kilim desenli, yanan sönen neon ışıklı, önünde ‘buyyyrruuunn’ veya ‘yes, please’ diyen servis elemanlarının olduğu lokantalar sarar etrafınızı Sultanahmet civarında. Saçlar başlar bir örnek, ter kokusu yüksek ihtimal, güler yüz çoğunlukla, turistsen. ‘Yes, please.’
Yetişme çağındaki çocuklar için, hatta daha ufaklar için? Ağaç yaşken eğilir hani…
Okul kantinlerinde satılabilecek ve satılması yasak ürünler mevzuatta var. Uyulup uyulmuyor mevzuata, neler satılıyor kantinlerde, o başka mevzu.
MEB’in 10.03.2016 tarihli genelgesinden alıntı yaparak kantinlerde satılması gereken gıdaları sıralıyorum;
- Meyveler, çiğ tüketilebilen sebzeler (mevsimine uygun olarak), salatalar (zeytinyağı ve limon eklenebilir)
- Kuru meyveler (30 g, ambalajlı, kaplamasız ve şeker katkısız – incir, kayısı, üzüm vb.)
O zaman biraz kitap karıştırıp nostalji yapmak lazım… Balık kitabı çok evde, konu derin, deniz gibi. Zaten balıkçılık desen tek dişi kalmış canavar, bu girizgah olsun, daha çok konuşuruz bu sezon…
Sıtkı Üner’in Balık Avcılığı ve Yemekleri kitabına gidiyor ilk elim. Milliyet Kültür Kulübü’nün baskısı, önsözde Büyükada 1968 yılı olduğu belirtiliyor.
Sıtkı Üner'in, Milliyet Gazetesi Balıkçılık Yazarı ve İstanbul Balıkçılar Cemiyeti 2. Başkanı olduğu dönemde yazdığı kitap bu. Karekin Deveciyan’ın kitabı dahil şimdiye kadar yazılmış en önemli amatör balık kitabı olduğundan bahsediliyor.
Sayfaları sarı saman kağıdı, burmunda eski kokusu… Uzun bir palamut-torik bölümü var, mevsimi tabii. Arkasından yemekler, tatlı su balıkları, hem meraklısına hem balıkçıya hitaben… Balık tutma terminolojisine aşina değilim ama Sıtkı Üner’in kitabını okumaktan alıkoymuyor bu beni.
Kucağımda Donna Tart’ın The Goldfinch’i, biraz yorulmuşum, kah Theo’nun dünyasında kayboluyor, kah defterime notlar alıyorum.
İyice dikkatim dağılınca bari telefondaki fotoğraflarımı biraz sileyim diyorum. Karşıma hep tanıdık yüzler çıkıyor, eskiler, dostlar, aile, esnaf, dükkanlar…
Hayri Bey’i görüyorum o an, tarih 22 Eylül 2016’yı gösteriyor.
O nefis Trakya kaşarını kesiyor tezgahın üzerinde. Briyantinli saçları, sigaradan sararmış bıyıkları ile pembe yanakları tezat oluşturuyor, derin mavi gözleri, üzerinde bej üniforması, üniformasının cebinde sigara paketi… 80lik delikanlılardan o!
Bazen kendi ülkemizde yabancı oluruz, bazen başka ülkede, dilini bilmediğimiz… Ezberimizde olmayan topraklarda, sarıdan maviye, yeşilden griye göçeriz, evden apartman dairesine, komşuluktan, vurdumduymazlığa…
İzmir, Basmane bölgesi de memleketini terkendelere ev olagelmiş yıllardır. Seksenlerin başında Mardinliler ve Diyarbakırlılar gelmeye başlamış, son yıllarda da Suriyeliler. Hatta Mardinlilere, İzmirli Mardinliler deniyor. Onlar öncü olduğundan, takiben başka illerden gelenler de itibar görmek için Mardinliyim diyor, bir çeşit devre.
Kadifekale’ye zamanında tandır fırınlar inşaa etmeye başlamış Mardinliler. Zamanla bu tandır fırınlarında pişirdikleri ekmekler ünlenmiş ve her yerden alıcı bulmuş. Haliyle de dikkat çekmeye başlamış bu durum. Fırıncılar Odası da bu durumdan rahatsız olmuş, haliyle emek veren, vergi veren fırıncıları korumak lazım. Emekse, herkesin emeği.
Yakıp yıkmak yerine, İzmir Belediyesi bu işi nasıl yasallaştırırım diye düşünüyor, bölgedeki halka bunu olumlu bir şekilde nasıl dönüştürebileceğinin çalışmasını yapmaya başlıyor.
Bir sağ dükkana, bir sol dükkana göz süzer, ihtiyacım olmayan şeyleri almak için türlü bahaneler düşünürüm.
Tahta kaşıklar -evde elli çeşit vardır herhalde-, kesme tahtaları -ihtiyacım yok ki, var en güzelleri-, fırın kürekleri -neyse ki evde taş fırın filan yok- bambu hiç sevmem, o kaşık şimşir değil, bunlar Türkiye’de üretilmiyor, Tay işinin evde işi yok, diye diye ihtiyacım olmayan şeyleri almamayı öğrettim kendime.
Gezerken esnafa soru sormayı severim, öğrenmeyi de severim, fiyatı ne, ağacı ne, makina mı, el işi mi, bu üzerindeki tutkal mı gibi, haliyle de cevap beklerim.
Geçen sabah gene bir iş için o taraftaydım, gene sorular, ama tatlı tatlı, günaydın dedikten sonra filan, makinalı hesabı değil, yok, duvara konuşuyorum sanki! Yok arkadaş, yok, adam kaldırıp kafasını yüzüme bakmıyor.
Eski bir dükkan mesela, aslına korunarak yenilenmiş, gün ışığı lambalarla aydınlatılmış, hoş bir müzik çalıyor arkada. Gelen giden herkes birbirini tanıyor, müşteri satıcı değil de, bir işin iki ucundan tutanlar gibiler.
Merhaba diyor gençler, ben Ali, ben Ayşe babamızdan sonra biz devam edeceğiz, sonra da bizim çocuklarımız büyük dedemizden kalan bu kültürü devam ettirecekler, çünkü öyle öğreteceğiz onlara…
Neresi mi, hayalimde bir dükkan. Nesillerdir aynı şeyi üreten bir aile işletmesi.
Hayal olmasını istemediğim, sevdiğim esnafların geleceği olsun istediğim bir boyut. Kafamdaki paralel evren.