Taaa o zamanlarıma gittim.
Bilkent Üniversitesi’ni kazandığımın haberi geldiğinde sevinmiştim, turizm okuyacaktım. TED Ankara Koleji dönem arkadaşlarımın neredeyse hepsi ya işletme ya iktisat seçmişlerdi, ekseriyetle işletme, ben istememiştim. Bilkent, ODTÜ, Hacettepe diye dağılmıştık okullara.
Bilkent’in hazırlık sınavını da atlayınca hemen bölüme başlamıştım. Kolej Kolej’ken öğrendiğimiz İngilizce dillere destandı, ayıp olurdu o sınavı atlamamış olsaydım, dersler de İngilizce ve kolay gelmişti, hem de çok sevmiştim konuları, bir sevemediğim makro ekonomiydi.
O zaman akademisyenlerimiz konularının uzmanıydı, her derse başka hoca girerdi, değişik ülkelerden birçok hocamız da olmuştu, uygulamalı alanlarda da otelciliğin tüm detaylarını öğrenmiştik.
Alışkanlık değil, kolaylık değil, rahatlık belki, ama en çok aidiyet.
Nasıl oluşuyor, neden oluşuyor, gittiğim yerlere tekrar tekrar gideceğimi ne belirliyor?
MALZEME!
Evet malzeme. Zeytinyağı dediklerinde gerçek zeytinyağı olduğu için, sıvı yağ değil, ekmeği ekmek, nohudu nohut, eti de et gibi olduğu için, salata deyince önüne ‘akdeniz yeşillikleri’ müsveddesini getirmedikleri için…
Sebzesi, meyvesi mevsime uyduğu için. Çünkü en lezzetli zamanlarını biliyorlar…
Ürün ve üretici seçerken evlerine ürün alırmışçasına gösterdikleri özen için.
Yumurtacılarını da, balıkçılarını da tanıdıkları için. Onlara saygı gösterdikleri için.
Küçük üreticileri mümkün olduğunca destekledikleri için. Uzun senelerdir aynı üreticilerle çalışabildikleri için. Onların hakkını yemedikleri için.
Kitaplarını karıştırıyorum, en sevdiğim kitabı Evimizin Tek İstakozu’na takılıyor gözüm, en sevdiğim kitabıdır İleri’nin. Öyle güzel anlatır ki anılarını, sofralarını, yemekleri, hem onun çocukluğunun İstanbuluna, hem de o zamanın değme yemeklerine dalıp gidersiniz…
Kirazlı bir bölümü var, onun yediği kirazlara yetişemediğim için onun anılarına gidiyoruz;
“… Kiraz yaz meyvesidir. Dedemlerin arka bahçesinde kiraz ağaçları vardı. Tenha İstanbul’da birçok arka bahçe vardı. Ön bahçede daima değişen mevsim çiçekleri, arkada meyve ağaçları.
Orada iki kiraz ağacı: Biri kırmızı kiraz verir, ötekisi sarı.”
İstanbul’da sükunet içinde birkaç gün geçirmek, trafiksiz bir yerlere gitmek, sokaklarda salınmak, ailemle uzun akşam yemekleri yemek bana iyi geldi. Bizim mahallede adacılar dışında televizyonların sesinden anladığım, evlerin ekseriyetle dolu olmasıydı.
Mahallecek birşeyler seyrettik, biri belgesel, biri eski Türk filmi, bir hane garip anlamadığım TV programları… Biz de Şener Şen’in eski filmlerini izledik biraz, ama sesi camdan dışarı çıkacak tonda değil hani…
O kadar çok insan İstanbul dışına çıkmıştı ki, haberler öyle söylüyordu, bir boş anımıza geldi romantikçe düşündük ve dedik ki, arabaya atlayıp şöyle Boğaz’ın o can alıcı turkuaz rengi boyunca Garipçe’ye doğru direksiyon sallayalım. Bir yerlerde bir çay içeriz, oğlan koşturur filan…
Ortaköy’e kadar herşey gayet normaldi, Arnavutköy sahilinde atılan çapariler dolu çekiliyordu, Rumelihisarı civarında ise işler değişti, trafik durdu, solumuzda tıklım tıkış kahvaltı mekanları, sağımızda betonla doldurulan bir Boğaz vardı… İçim sıkıştı. Ev civarında kalaymışız ya.
“Toprak Mahsülleri Ofisleri’nin 1 Nisan’da başlayacak yeni sezona 900bin tonluk, tarihin en düşük stoğu ile girdiği bilgisi açıklandı. Bu stoğun 740bin tonu ise buğdaydan oluşuyor.Uzmanlar arz talep dengesinin bozulup, fiyatları etkilemesi açısından yağış durumu ve ürün gelişimine göre hububat üretiminin geçtiğimiz yıla nazaran daha umut verici olduğunu söylüyor…”
Nohut, en sevdiğim belki de. Ya Kanada, ya İspanya ya Hindistan menşei çıkıyor karşıma devamlı. Ürgüp’ten yerli bu diye aldığım nohutun ise nereden olduğunu hiç öğrenemeyeceğimi sanıyorum. Yer gök nohut-tu!
Yediğimiz leblebi bile ithal.
Irak, yerel üretimi desteklemek içim domates ithalatını durdurmuştu, Mayıs ayında gene aynı haberlerde dinlemiştim.
Hep birlikte bir zeytin ettik.
Bir değil milyonlarca zeytin ağacını, topraklarımızı, geçmiş ve geleceğimizi yedinci kez kurtardık. Zeytinden ekmek yiyen, o ağaca gönül bağıyla bağlı nice güzel aileye de gülümseyebileceğiz artık. Ben çok mutluyum. Zeytinliklerim yok ama bu toprağın çocuğu olmak bile yeterli mutlu olmam için.
Umarım bir sekizincisi olmaz bu yasa tasarısının ve umarım sadece durdurmakla kalmamış, zeytin ağacının ne demek olduğunu da anlatabilmişizdir. Bu coğrafyanın çocukları olarak, zeytin ağacına sadakatimizi sorgulayanlara dik durabildiğimizi de göstermişizdir.
Reform yasasının bu sefer de elinin meralarımızdan, kıyılarımızdan çekmesini istiyoruz. Hayvancılığımızın, sütün, peynirin devam edebilmesi için.
Karayaka, İmroz, Karaman gibi ırkların devam edebilmesi, toprak hafızamızın devamı, kültür mirasımızın doğru aktarılması için bu elzem.
Çiftçinin bildiği işi yapmaya devam etmesi için, fabrikalarda işçi değil o, çiftçi! Atadan, babadan öğrendiği işi yapsın diye, koyunları keçileri kesip, evi satıp bilmediği bir geleceğe göçmesin diye.
Meralar yoksa onlar da yok. Onların hayatları da yok, gelecekleri yok. Kültürleri, kültürümüz, yok olmaya mahkum.
Taa ortaokuldu sanırım öğrendiğimizde, meralarda koyunlar otlar diye, mera tanımlaması da hayvan merada otlar diye aklımızda kalmıştı.
Şu şekilde başlıyor; “Ülke sanayisinin canlandırılması, yerli ve yabancı yatırımcılar için yeni sanayi alanlarının oluşturulması, mevcut sanayi alanlarının geliştirilmesi, yatırımların bürokratik sürece takılmadan hızla hayata geçirilebilmesi…” diye devam ediyor.
Sonlara doğru şu kelimeler de var: “ …çarpık kentleşmeyi ortadan kaldırmak, yaşanabilir, yeşil ve ferah yerleşim alanları sağlamak amacıyla altyapı, üstyapı ve taşınma noktasında kredi destekleri vererek kent içinde kalan sanayi sitelerinin kent dışındaki alanlara taşınmasının sağlanması…”
Çarpık kentleşmeyi ortadan kaldırmak, kıyıları imara açmak, zeytinlikleri kesmek, hepsini aynı cümlede bir çırpıda söyleyince, ne bileyim, mantıklı mı geliyor?
Tarlayı sanayiye vermek, tarımı, ağacı, çiftçiyi değil, büyüğü, betonu korumak…
Topraklarımız, evidir zeytin ağacının. Şanslıdır Türkiye coğrafyası, kutsanmıştır zeytin ağaçları ile.
Barıştır, tarihtir, mitolojidir, bolluktur, ölümsüzlüktür zeytin.
Sırtımı zeytine dayayıp, Deniz’i kucağıma alıp, gölgesinde oturmuştuk… O biberon keyfi yapmıştı, daha 6 aylıktı, Ege’de yollardaydık. Doğduğu ilk günden beri hep zeytinyağı var hayatında, benden sonra zeytini bu kadar seven bir onu biliyorum bidik yaşına rağmen. Ekmeğini tabaktaki zeytinyağına batırıp şapırdatarak yemesini seyretmek bana tarifsiz bir haz veriyor, doğduğu ilk günden beri Türkiye’nin dört bir köşesinden evimize gelen zeytinyağlarının değişik tatlarıyla büyüyor oğlan.
Şanslı bir çocuk o, zeytinden yana bu kadar bereketli topraklarda büyüyor.
Araba seyahatinin en sevdiğim yanı, rüzgar estikçe, hele de ilkbaharda o yağmurlarda hava karardıkça gümüşi renk alan zeytin yapraklarını seyrederken yollarda salınmaktır. Kah patikalarda ilerlerken, kah deniz kenarında, kah dağlarda… Etrafım hep zeytinliktir.
Birtek beni etkilememiştir o renk kırılmaları zeytinin yaprağındaki… Zeytinlikleri en güzel resmedenlerdendir Vincent van Gogh. “Günışığının ve gökyüzünün etkisi zeytin ağacından sınırsız konu çıkarmamı sağlıyor” diye yazmıştır bir mektubunda. Başka bir mektubunda ise karakteristik olmalarından bahsetmiş, “Gümüş rengindeler, bazen mavimsi, bazen yeşile çalıyor, bazen sarı üzerine düşen parlak bir ağartı, pembe, mor, yer turuncusu, demir kırmızısı.” diye betimlemiştir onların rengini.
Zeytin hayattır.
Edremit, Ayvalık, Kazdağları başta olmak üzere Türkiye’de binlerce aile zeytinden, zeytincilikten ekmek yer. En asilidir tarımın zeytincilik. Konu yatırımsa, zeytin geleceğe yatırımdır.