ÇÖZÜM ve çatışmasızlık süreci bitti, yeniden terör ve savaş dönemine mi girildi?
1990’lı yıllardaki yaygın silahlı çatışma ortamına dönmeyi kimsenin istememesi lazım.
Son derece soğukkanlı ve kapsamlı düşünmek gereken zorlu bir dönemden geçiyoruz. Geniş kitlelerin umutlandığı “çözüm süreci”nin iki yılda niye böyle bir noktaya geldiğini çok iyi analiz etmemiz gerekir.
ÇÖZÜM SÜRECİ
Evveliyatı bir tarafa, resmi çözüm süreci, Öcalan’ın devletle uzlaşarak 2013 Nevruz’unda, 21 Mart’ta yaptığı çağrı ile başladı. Öcalan, “Artık silahlar sussun, fikirler konuşsun” diyor, “silahlı unsurlarımızın sınır ötesine çekilmesi aşamasına” gelindiğini açıklıyordu.
Çalışmalar olumlu sonuçlanmış olmalı ki, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç kurulacak olan “Entegre Sınır Güvenlik Sistemi”nin Bakanlar Kurulu’nda kabul edildiğini açıkladı. Genelkurmay da medyaya teknik bilgiler verdi, harita ve krokiler yayınlandı.
Bu çerçevede Türkiye de İncirlik Üssü’nü kullanıma açıyor; IŞİD’e karşı yapılacak hava akınları için.
Bu gelişmeleri olumlu buluyorum.
IŞİD ve PYD
Çok pahalı olan bu sistemin iki özelliği dikkat çekicidir:
Suriye’deki IŞİD-PYD çatışması Türkiye’nin Güneydoğusuna zaten taşınmış vaziyette. IŞİD’in her caniyane saldırısı, Kürt milliyetçiliğine benzin döküyor.
Baştan beri demokratik siyasete dönerek şiddeti bırakmayı bir türlü içine sindirememiş olan KCK da tekrar terörü tırmandırmak için bu ortamı gerekçe olarak kullanıyor. IŞİD’in Suruç’ta yaptığı barbarca katliamdan sonra iki polisimiz şehit edildi, dün Diyarbakır’da silahlı saldırıya maruz kalan iki polisimizden biri şehit düştü. Bir süredir zaten TIR’lar yakılıyor, şantiyeler basılıyor.
HDP’nin seçimlerden önceki “sevimli” dili bırakıp militan ve tahrikçi açıklamalar yapması, bu tırmanışa eşlik ediyor.
Hükümetin de “çözüm süreci”ni kötü yönetmesi, KCK’nın propagandalarına malzeme veriyor maalesef.
DOLMABAHÇE MUTABAKATI?!
SEÇİMLERDEN bir gün önce HDP’nin Diyarbakır mitinginde yine IŞİD iki bomba patlatmış ve 4 vatandaşımız hayatını kaybetmişti.
Suruç katliamı da IŞİD saldırısıdır ve iki olay arasındaki bağlantı da netleşiyor. Her iki saldırıdan sonra HDP’nin ve özellikle Selahattin Demirtaş’ın davranışları dikkat çekicidir.Diyarbakır mitinginde bomba patladıktan hemen sonra Demirtaş sükûnet çağrısında bulunuyor, IMC TV’de şöyle konuşuyordu:
“Tüm Diyarbakır halkına sesleniyorum, duyarlılık ve disiplin bu seçimin kaderini belirleyecektir. Bütün arkadaşlarımı hiçbir provokasyona mahal vermeden il binasının önüne davet ediyorum. Bunun dışında yapılacak her şey bize zarar verir. Zaten bunu yapmak istiyorlar, sağduyuyu elden bırakmayın. (5 Haziran)
Bu olgun ve sorumlu davranış, maalesef “seçimlerin kaderi”ni olumlu etkilemek için bir sağduyu gösterisiymiş.
SEÇİMLERDEN SONRA!
20 Temmuz’da Suruç katliamı oldu, fail yine IŞİD canavarıydı. Fakat seçimler geçmiş,
IŞİD, El Kaide, Taliban, Nusra, Boko Haram, yakın geçmişteki Tekfir vel Hicret gibi terör hareketleri bir ülkedeki özel şartlardan değil de, İslam dünyasının birçok yerinde görülüyorsa, bunları doğuran ortak bir damar olmalı...
Amerikan işgali, sömürgecilik, emperyalizm falan... Fakat bunlar başka coğrafyalarda da var; oralarda IŞİD’ler ortaya çıkmıyor. Demek ki din algısıyla ilgili ciddi bir problem de var.
İŞİD’lerin ortaya çıktığı coğrafyaların sosyo politik özelliği savaş, işgal, ayaklanma gibi sebeplerle merkezi otoritenin çökmüş, kaos ve sürekli çatışmanın hâkim hale gelmiş, yoksul toplumlar olmasıdır. Afganistan, Irak, Suriye, Yemen, Libya...
Siyaset bilimci Seymour Martin Lipset, daha ortada “radikal İslam, cihadizm” gibi kelimeler bile yokken 1960’ta yayınladığı “Siyasal İnsan” adlı kitabında, Batı tarihinden örnekler vererek bu gibi ortamların dar kafalılık, şiddet ve radikalizm eğilimlerini beslediğini yazmıştı, faşizm gibi.
İslam dünyasında ise Taliban’lar, IŞİD’ler ortaya çıkıyor.
DİN ALGISI
İşte Arap toplumları da diktatörlere karşı çıkıyordu, nihayet Ortadoğu’ya da demokrasi gelecekti.
17 Aralık 2010’da Tunus’ta diktatörlüğü protesto için Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlayan hareketler, birçok kimseye Doğu Avrupa toplumlarının 1989’da komünist diktatörlüğe karşı ayaklanmasını hatırlatmıştı.
Yüksek eğitimli ve önemli ölçüde modernleşmiş olan Doğu Avrupa toplumlarının komünizme karşı ayaklanmasıyla, Ortadoğu’da henüz kabile, mezhep, cemaat ve militarizm kimliklerini aşamamış toplumların ayaklanması benzer sonuçlar doğurabilir miydi?!
Fakat eski ABD Başkanı George W. Bush, belki de Irak’a yaptığı kanlı işgalin kompleksiyle şöyle diyordu:
Simgeleri kaldırıp atındaki anlamlara baktığımda, ben hepsinin şunu söylediğini düşünüyorum: “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır!”19. asırda liberal düşüncenin büyük isimlerinden Lord Acton’un sözüdür bu. Çağımızda da“demokratik denetim” ve “yargı denetimi” gibi kavramların temelinde bu vardır; gücün, iktidarın yozlaşmasını önlemek... Anayasa Mahkemesi Başkanı
Zühtü Aslan’ın “Anayasa Teorisi” adlı kitabındaki ilk cümlesi, Lord Acton’un bu vecizesidir. Zira modern anayasaların varlık sebebi iktidarın sınırlanması ve denetlenmesidir.
‘ZIRH’ SİMGESİ
Prof. Davutoğlu’nu birçok yönden eleştirebilirsiniz, ben de dış politikasını “prensipleri doğru, dozu fazla” diye eleştirdim. Fakat dürüst bir entelektüel olduğu kesindir.
Yolsuzluklarda dokunulmazlık olmasını eleştirirken “zırh” simgesini kullanan Davutoğlu’nun sözleri şöyle:
MİLLİ irade kavramı bizde hem kutsallaştırılan hem yanlış anlayışlarla maalesef çarpıtılan bir kavram.
Yanlışların en önemlisi, “milli irade” ile Meclis çoğunluğunu aynı sanmaktır. AYM’nin dershanelerle ilgili kararı üzerine AKP milletvekili Aydın Ünal’ın şu sözlerine bir bakın:
“Darbe ürünü Anayasa Mahkemesi bir kez daha siyasi karar vererek TBMM’yi, siyaseti ve milleti yok saydı. Dershane kararı millete darbedir.”
Eminim Ünal Fransız ihtilalinde Jakobenlerin de “millet, siyaset, milli irade” kavramlarına aynen bu anlamı verdiklerini bilmiyordur.
MECLİS VE HUKUK
Fakat bilmemek, sorunu küçültmüyor. “Milli irade” kavramını Meclis çoğunluğuna indirgemek büyük siyasi sorunlara, gerilimlere yol açıyor.