17 Haziran 2004
<B>LEYLA Zana</B> ve üç arkadaşının, salıverilme sonrası ortaya koydukları tutuma AKP’deki tepki sadece 10 milletvekili ile sınırlı değil. Bu milletvekilerine daha onlarcasını ve bazı bakanları da katmalı.
İşin başına dönülecek olursa, Zana ve arkadaşlarının cezaevinden çıkarken yaptıkları açıklamalar, kullandıkları ‘tutsak’ ve ‘gerilla’ sözcükleri dışında AKP’de pek olumsuz yaklaşım görmedi.
Abdullah Gül’ün, bu dörtlüyü, Başbakan Vekili olarak kabul etmesinde ilk günün söyleminin etkili olduğunu söylemek de mümkün.
Ancak, Gül’ün iyi niyetli girişimi, eski DEP’lilerin bölge mitinglerinde yarattıkları hava sonucu kendisine bir fatura olarak dönmeye başladı.
AKP’li 10 milletvekili bu kabulü sert bir dille eleştirirken, birçok AKP’linin, ‘Kabul etti de, adamlar yanından çıktıktan sonra, Gül’ün hangi dediğini yaptı? Yoksa kabulden güç mü aldılar?’ dediğini biliyoruz.
ÇIKIŞI ERKENE ALDIRDILAR
Zana ve arkadaşlarının Güneydoğu’da şehir şehir dolaşması, mitinglerde oluşan görüntüler ve nihayetinde önceki gün Genelkurmay Başkanı’nı da muhatap alan açıklamalarda bulunması AKP’deki ilk sonucunu verdi.
AB ile ilgili bazı konulardan rahatsızlık duyan; ama sürece zarar vermemek için aralık sonrasını daha uygun gören milliyetçi kökenli milletvekilleri ilk çıkışlarını erkene almak zorunda kaldılar.
Daha da olumsuz gelişme ise dörtlünün, AB konusunda önemli reformlara imza atan AKP’de pek çok kişiye, ‘Hak ve özgürlüklerdeki bazı genişlemeler ulusal bütünlüğü tehdit ediyor’ görüşünü yeniden anımsatmalarıydı.
Destek için imzacı milletvekillerini arayan diğer milletvekilleri ile partililerin verdiği mesajlar da bunun göstergesi.
Bazı etkin çevrelerin, milletvekillerine, ‘Bize tercüman oldunuz’ mesajları da işin bir başka boyutu.
DEP’liler işi, ‘Hükümete de, gerillaya da eşit mesafedeyiz’, ‘Başta Apo, tutsaklara özgürlük’ söylemini sürdürdükçe bu böyle devam edecek gibi de.
KAHRAMANLIK SEVDASI
DEP’lilerin AKP’de yarattığı sıkıntının kabine kanadına gelince.
Önceki gün yapılan Bakanlar Kurulu toplantısında, konuyla ilgili Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu görüş açıkladı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da yanıt verdi.
Bakanlara göre, DEP’lilerin tavrı sınır aşıcıydı; ama Abdullah Gül’ün kabulü de iyi sonuç yaratmamıştı.
Gönül ile Başesgioğlu, eski DEP’lilerin pervasızlığından söz edip, ‘Seyirci kalınamaz’ derken, Çelik’in eleştirileri daha yumuşaktı.
Reaksiyoner tutumların zararına işaret eden Mumcu ise DEP’lilerin provokatif tutumlarının herkesin vicdanında mahkum edileceğine inanıyordu.
Mumcu, Zana ve arkadaşların kahramanlığa soyunmasını tehlikeli bulurken, şahinlikten prim yapmaya çalışan bu DEP’lilerin karşı tarafta da şahinler yaratabileceğine dikkat çekiyordu.
Erdoğan ise DEP’lilerin tavrından, en çok da demokratik sürece zarar verdikleri düşüncesiyle üzüntü duyuyordu.
Yine de, ‘Hükümet demokratik adımları atmaya devam edecektir. Bunu kimin nasıl kullandığını kamuoyu görecektir ve yanlış yapanlar da hesabını verecektir’ diyerek bakanları sakinleştirmeye çalıştı.
Eski DEP’lilerin AKP’de daha başka ne rüzgarlar estireceğini de göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2004
<B>AB </B>uyumunda Türkiye’nin çıbanbaşı olan dört konunun üçü; <B>‘DEP milletvekillerinin yargılanması’</B>, <B>‘gözaltında öldürülen Birtan Altınbaş davası merkez olmak üzere işkence’</B> ve <B>‘anadilin öğrenimiyle yayını’</B> art arda atılan önemli adımlarla aşıldı. Avrupa’ya her çıkışta Türk yetkililerin önüne getirilen çıbanbaşlarından geriye bir tek, Ruhban Okulu da dahil ‘azınlık vakıfları sorunu’ kaldı.
İlk üç konunun çözüme kavuşmasında, Adalet, İçişleri ve Dışişleri bakanlarından oluşan Reform İzleme Grubu’nun (RİG) büyük çabaları oldu.
Grup, son konuyu çözüme kavuşturma yolunda bir kararnamenin çıkması için, büyük olasılıkla bugünkü Bakanlar Kurulu’nda ağırlığını koyacak.
Konu, Assompsion (Hz. Meryem’in göğe yükselişi) Rahipler Topluluğu’na ait bir arazinin kullanım hakkının iadesi ile ilgili.
Kararname gerektirmeden de çözümü mümkün konu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle ‘Bürokratik Oligarşi’nin (hem de AKP iktidarının getirdikleri) direnişi sonucu Bakanlar Kurulu gündemine geliyor.
ABDÜLMECİD ARAZİ VERDİ
Assompsion (Fransız) Rahipler Topluluğu olarak bilinen grubun kökeni Fransa. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kayıtlarında yer alan bilgilere göre, Assompsion (Fransız) Rahipler Topluluğu, Fransa merkezli Assompsion Tarikatı’nın (Congregation des Augustins de l’Assomption) Türkiye’deki kolu.
Misyonları arasında Hıristiyanlığı yaymak kadar, Doğu ve Batı Kiliseleri’nin birleştirilmesi de önemli bir yer tutan Assompsion (Fransız) Rahipler Topluluğu’na Padişah Abdülmecid 1859 yılında şimdiki Fenerbahçe Burnu’nda arazi veriyor.
Rahipler, arazi üzerinde önce bir taş ocağı açıp, ardından buradan çıkardıkları taşlarla bugünkü kiliseyi ve müştemilatını yapıyorlar.
AİHM dosyasındaki bilgilere göre, 18 Aralık 1913 tarihli Türk-Fransız Antlaşması’nda Türkiye, Assompsion (Fransız) Rahipler Topluluğu’nu bir ‘Fransız dini kurumu’ olarak tanıyor. Ve Topluluk, 1923 Lozan Antlaşması’nda Türkiye’nin tanıdığı ve korumaya söz verdiği dini kurumlar arasında yerini alıyor.
Bugün sayıları 3-5’e inen rahiplerin üyesi olduğu Assompsion (Fransız) Rahipler Topluluğu, Fransız Kilisesi ile Vatikan’a bağlı olarak faaliyet gösteriyor.
Topluluğun, Da Vinci Şifresi’nde adı geçen Sion Tarikatı ile bir ilişkisi olmadığı da belirtiliyor.
ÇÖZÜM SÖZÜ TUTULMADI
Assompsion ile Türk Devleti arasındaki sorun da, Abdülmecid’in verdiği ve halen üzerinde tarihi kilise ile birlikte kafe ve tenis kortları da bulunan 20 dönümlük arazinin tapusunun, 1993 yılında mahkeme kararı ile iptal edilmesi üzerine başlıyor.
Assompsion, bu karar üzerine 1998’de AİHM’e giderek, ‘Padişah tarafından bize verilen arazimiz iade edilsin’ başvurusu yapıyor.
Mahkeme sürerken Türkiye, 2000 yılında dostane çözüm öneriyor ve 2001 yılına kadar da iade sözü veriyor.
Üstelik, Assompsion, kullanım hakkı kendilerinde olmak kaydıyla, arazinin mülkiyetinin devlete geçmesine de; özel bir girişimciye kiraladığı araziden elde ettiği gelirin yüzde 70’ini devlete bırakmayı da kabul ediyor.
İstedikleri, kullanım hakkıyla ilgili hukuki zeminin gerçekleşmesi.
Türkiye, bu basit konuda verdiği sözü bugüne kadar yerine getirmemiş.
Nedeni, bürokratik kadronun kıymetli araziyi elden çıkartmak istememesi gösteriliyor.
Bürokratların, arazinin kıymetli oluşu nedeniyle isteksiz davrandığı da bir başka iddia.
Sonuçta, bürokratların bu tutumu nedeniyle çözüm Bakanlar Kurulu’na havale ediliyor.
Çünkü ya çözüm bulunacak, ya da AİHM’de benzer 897 dava göze alınacak.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2004
<B>BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan</B>’ın bürokratik oligarşiden yakınması pek çok kesimden haklı destek aldı. Ancak, Erdoğan’ın sözleri, bu oligarşiye karşı AKP’nin nasıl bir mücadele yöntemi seçtiğini gün ışığına çıkarmasını da sağladı.
AKP’nin, kıdem, kalite, kariyer gibi unsurlara önem vermeksizin bürokraside, tepeden tırnağa kadrolaşma çabasının, sistemi daha iyi işletmekten çok tıkadığına olan inanç artmaya başladı.
Özelleştirmedeki başarısızlık dahi bu gerekçeye dayandırılırken, AKP hükümetinin getirdiği bürokratların zafiyetinin yasama üzerindeki etkileri de görmezlikten gelinecek gibi değil.
İNCE YASAMA TAKTİKLERİ
AKP bürokrasisinin hazırladığı tasarılar öyle gariplikler içeriyor ki, bunların aşılması amacıyla, TBMM’de, hiç alışık olunmayan yasama yöntemlerine başvurulmak zorunda kalınıyor.
AKP yönetimi çareyi, bunları birer ince yasama taktiklerine bağlamakla bulsa da sonuçta, bir yandan yanlış yasalar çıkıyor, diğer yandan TBMM mesaisini verimli kullanamıyor.
Konuyu, Hürriyet’in Parlamento Büro Şefi Nuray Babacan’la konuşunca, sadece son birkaç ayda bile bazı tasarılarla ilgili yaşanan ilginçlikler tabloyu ortaya çıkarıyor.
Tasarıların eksikliği, çoğu zaman CHP’liler tarafından fark ediliyor.
CHP’lilerin eleştiri ve uyarıları AKP yönetimini harekete geçiriyor.
Çünkü, AKP milletvekillerince aynı konuda hazırlanmış bir teklif aniden ortaya çıkıyor ve teklif, tasarı ile birleştirilerek görüşülüyor.
Çok uzağa gitmeye de gerek yok; daha geçen hafta, hükümet tarafından TBMM’ye gönderilen Gözlükçülük Yasa Tasarısı ile Özel Güvenlik Şirketleri Hakkındaki Tasarı’da yaşananlar buydu.
Örneğin, göz doktorlarına gözlükçülük yapabilmesi, güvenlik şirketlerinin vereceği zararların tazmin edilmesi böylece sağlandı.
OLİGARŞİYE DAHA KALIN ZIRH
Bürokrasiden gelen bazı tasarılar ise aynen geçiriliyor.
Onlarda da başka sorunlar yaşanıyor.
Tecrübe eksikliği, bürokrasiyi günü kurtaran düzenlemelere itiyor.
Bunun örneği de IMF ile girişilen kavga dövüşün ardından Kamu İhale Yasası’nda yapılan değişikliklerde görülebilir.
O değişikliğin üzerine tekliflerle iki değişiklik daha yapılıyor.
Kamu vakıflarının saltanatına son veren yasanın, bir başka teklifle delinmesini örnek vermeye ise gerek bile kalmıyor.
TBMM’de, AKP eliyle başlatılan bir yeni uygulamaya da işaret etmeli.
Bu iş de, özellikle Başbakanlık üst düzey bürokratlarının akıl vermesiyle yapılıyor, ama hükümet işin dışındaymış gibi gösteriliyor.
Bürokratların mevcut yargı kalkanını, üstelik belediye başkanlarını da kapsayacak şekilde daha da genişleten AKP milletvekillerinin imzasını taşıyan teklifi de buna örnek verelim.
Üstelik, bürokratik oligarşiden yakınan Başbakan’ın çok da ilgisini çekmesi gereken bir düzenleme değil mi?
Bu örnekler ister yasama taktiği, ister bürokratik zafiyet veya eksiklik olarak görülsün, ama iyi örnekler olmadıkları kesin.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2004
<B>BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, </B>İstanbul Ticaret Odası’nın düzenlediği Sanayi Forumu’nda yaptığı konuşmada, bürokratik oligarşiden yakındı. Bu sözlerden, AKP’nin 18 aylık iktidarı boyunca yaptığı atamalarla da bu yapıyı kıramadığı sonucunu çıkarmak mümkün.
İyi güzel de; bunda AKP’nin hiç mi katkısı yok, bir bakmalı.
AKP, hükümet olduktan sonra bürokrasinin bütün kadroları ile oynadı.
Cumhurbaşkanı’nın onaylamadığı bürokratları ise vekaleten atadı.
Sonuçta, eski kadrolardan kalanlar neredeyse yok denecek sayıya indi.
Atamalarda, ‘bürokrasi kültürü’ pek dikkate alınmadı; üniversite ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kadroları öne çıkarıldı.
Kim ne derse desin; bürokraside, ‘İşi ehline vereceğiz’ denmesine karşın‘Bizden olan ve olmayan’ ayrımı, siyasi tercih çok daha belirginleşti.
PARTİ VE CEMAAT BÜROKRASİSİ
Atamalarda AKP Genel Merkezi’nde, genel başkan yardımcılarının da içinde yer aldığı bir kadro ile İstanbul’da ‘cemaat çevreleri’ (özellikle biri) etkin oluyor.
Bakanların çoğu, atanan isimleri tanımadan kararnamelere imza atıyor.
İşte son olayın iki kahramanı; Ulaştırma Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Kemal Albayrak ve Gümrük Müsteşar Yardımcısı Hüseyin Hüsnü Güler.
Her ikisi de ciddi bir yolsuzluk soruşturmasının içinde.
Ortada 70 bin dolarlık rüşvet dekontları, evler, arabalar var.
Bunun da ötesinde Hazine’nin uğratıldığı trilyonluk zarar söz konusu.
Her iki isim de siyasi; ilki Adapazarı milletvekili aday adayı, ikincisi eski RP milletvekili, AKP milletvekili ve belediye başkan aday adayı.
Bu atamalar bakanların inisiyatifini kırıyor; kimi bakan ya kadro değişikliğine gitmeme ya da bazı önemli makamlara vekaleten atama yapma yolunu yeğliyor.
Örneğin; Ulaştırma Bakanlığı’na 18 aydır neden müsteşar atanamıyor ki?
‘YANINDA TUTMA’
AKP kadrolarının bir diğer özelliği ise genç isimlerin de öne çıkması.
Olumlu bir uygulama denebilir; ancak atanan bürokrat, yardımcılarından daha kıdemsiz ve kurum dışı olunca işler yürümüyor.
DPT uzmanları, başta Hazine Müsteşarlığı olmak üzere, en üst düzeyde görevlere getirilince kurum içi yükselme olanakları ortadan kalkıyor.
Böyle olunca da alt kademelerde direnişler başgösteriyor; bürokraside bazı AKP kadrolarına, ‘hocalar’ ve ‘yiyiciler’ gibi isimler takılıyor.
Hükümet ne kadar şeffaflıktan söz etse de AKP bürokrasisinin aşırı kapalılığının bazı olayların gün yüzüne çıkmasını geciktirdiği söyleniyor.
Demek ki birileri şimdilik kenarlara bir şeyler koymakla yetiniyor.
Bürokraside yaşananlara bazı AKP’liler canlı tanıklık da yapıyor.
AKP Genel Başkan Yardımcılarından biri, bir süre önce bir kamu bankasının AKP’nin getirdiği genel müdürünü ziyaret etti.
Müfettişler, müşteri hesaplarıyla oynandığını ortaya çıkarmıştı.
Ancak rapora rağmen, olayın bir kahramanı bir üst göreve atanmıştı.
AKP’li olayı anlattı, ‘Doğru mu?’ diye sordu; ‘Evet’ yanıtı aldı.
‘Peki bu adamı niye tutuyorsun?’ sorusuna ise, ‘Ee yanımda, kontrolümde olsun diye oraya getirdim’ karşılığı geldi.
Artık söyleyecek bir sözü kalmamıştı.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2004
<B>BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan,</B> YÖK Yasası’nı soğutma kararını Cumhurbaşkanı <B>Ahmet Necdet Sezer</B>’in vetosundan da önce vermişti. Kararında daha çok iki gerekçe etken olmuştu.
Birincisi yasa, bir yandan askerin konuşmasına da olanak sağlayarak AB hedefine olumsuz etki yaparken, diğer yandan istikrara zarar vermişti.
İkincisi ise, 2005’te ortaöğretim sistemi yeniden yapılandırılacaktı.
Pazartesi günü, Bakanlar Kurulu toplantısına bu kararlılıkla girdi.
Erdoğan’ın bu kararını bilen veya tahmin eden çoğu bakan da toplantıda daha çok ‘Bu düzenleme nasılsa bu yılki sınavlara yetişmeyecek’ gerekçesiyle tasarıyı bekletmekten yana tavır aldı.
Aksine görüş belirtenler ise sadece Bayındırlık Bakanı Zeki Ergezen ile yasanın sahibi Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’ti.
Ergezen çok da ısrarcı değildi ve gerekçeleri daha çok siyasiydi.
ÇELİK’İN ‘ÇIKARALIM’ ISRARI
Vetolu yasada ısrarcı tek isim olan Çelik ise ortaya çıkan gerginliği pek de dikkate almaktan yana değildi, buna inanmıyordu.
Bakan arkadaşlarının, ‘Yasa sınava yetişmez’ gerekçesine de katılmıyor, ‘Merak etmeyin yetiştiririz. Bu yasa çıkmalı. Biz bir hakkı teslim ediyoruz. Karşı çıkışlar ideolojik’ diyordu.
Son sözün sahibi Erdoğan lafı çok uzatmadı; yasayı ne niyetle çıkarmak istediklerini anlattıp tepkileri anlamakta zorluk çektiğini söyledi.
Bakanların tutumu kendisini biraz daha rahatlatmıştı; ‘Beklesin’ dedi.
Çünkü, önceki iki gerekçeye Sezer’in vetodaki bir vurgusu da katılmıştı.
Bütün ‘Laikliğin savunucusuyuz, asla sorunumuz olmaz’ söylemlerine karşın Sezer’in vetoyu laikliğe de dayandırmasına çok üzülüyordu.
Bu nedenle, salı günü AKP grubunda bir yandan Sezer’e ağır eleştiriler yöneltirken, diğer yandan bir kez daha, ‘Anayasa’nın temel değerleri ile asla çatışmayacağız’, ‘Rejim tartışması yoktur, olmayacak’ diyordu.
SEÇENEKLER ÜZERİNDE ÇALIŞILIYOR
Erdoğan, kararını bakanlarına açıklarken, kurmaylarına, ‘Bekleme süresi dolduğunda neler yapabiliriz’i araştırmaları talimatı da vermişti.
Bazı çalışmaların kendisine geldiğini, ‘Bunları daha da olgunlaştırın’ dediğini, bunlardan birine olumlu baktığını da biliyoruz.
Bu çalışmaya göre, imam hatip liselerinin bir bölümü yine aynı yapıda kalıyor; ancak öğrenci sayısı Türkiye’nin din adamı gereksinimi ile, (5 bin civarında) sınırlı tutuluyor.
Mevcut İHL’lerden geriye kalanlar sabitlenirken, ‘Çocuğum dinini daha detaylı öğrensin’ diyenlere hitap edecek şekilde yeniden yapılandırılıyor, adları da örneğin, Anadolu Kültür Liseleri oluyor.
Bu okula giren, genel liselerdeki öğrencilerle aynı haklara kavuşuyor.
Erdoğan bu öneriye olumlu bakıyor; ama bu sistemin, İHL’ler nedeniyle ortaöğretimde ikili yapıyı oluştuğunu savunanlara ‘Şimdi de üçlü yapı oluşturuyorlar’ eleştirisini gündeme getireceği kesin gibi.
Bu çalışmanın en büyük alternatifi ise ihtiyaç dışı İHL’leri genel liselere çevirip, ortaöğretimde seçmeli din dersi uygulamasına gitmek.
İki öneriden biri Türkiye’nin önüne yeniden gelecek.
Bunun aralıktaki AB zirvesi sonrasına kalması da sürpriz olmaz.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2004
<B>BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan,</B> Oxford Üniversitesi’nde, <B>‘AB’nin Türkiye’ye Neden İhtiyacı Var’</B> konulu bir konuşma yapmak için gittiği İngiltere’de duymak istediklerini duydu; ama vermek istediği mesajları da verdi.Erdoğan iki günlük İngiltere gezisinde ana konuyu AB teması üzerine oturttu.
Bu temayı işlerken, Türkiye’nin bilinen görüşlerinin yanına bir yeni görüş koydu.
Oxford’daki konuşmasında, kendisinden, daha çok Türkiye’nin Yunanistan’la ilişkilerini değerlendirmesi beklenince yeni görüş de bu konudan çıktı.
KOMŞU ÖZELEŞTİRİSİ
Erdoğan, konuşmasının başlangıcında önceden hazırlanan metnin dışına çıktı.
Söylediği şu sözler, Türkiye adına bir özeleştiriden başka bir şey değildi:
‘Ülkem adına üzülerek söylemeliyim ki, biz de yıllarca komşularımızla iyi münasebet içinde olamadık.’
Erdoğan, Yunanistan başta olmak üzere son dönemde komşu ülkelerle kurulan ilişkilere atıfla sözlerini, ‘Bu münasebetler daha önce kurulmalıydı. Bunun bedeli ödendi, ama artık aşılmalı’ diye sürdürdü.
Erdoğan, bu sözleriyle, son yıllardaki Türk hükümetlerinin, hemen hemen tümü de Osmanlı’dan devralınan Türkiye’nin komşularıyla olan sorunlarını geride bırakarak AB’ye girmek istediğini ilgili çevrelere anlatmaya çalıştı.
Erdoğan, aynı çevrelere, ‘İngiltere ile İspanya, Macaristan ile Romanya arasındaki komşuluk sorunları giderilmeden bu ülkelere kapıları açmadığınızı biliyoruz’ dedi.
YETER ARTIK, HAVASI
Erdoğan, iki günlük gezisi süresince Londra dışında bulunan Tony Blair adına, onun özel mesajını da getiren Adalet Bakanı Lord Falconer’i kabul etti.
Bu görüşmede de Erdoğan’ın karşısına Leyla Zana çıktı.
Falconer, Zana ve arkadaşlarının hálá cezaevinde bulunmalarını eleştirdi.
Erdoğan, bu sözleri duyunca üzüldü; ‘Yeter artık’ havasında, ‘Sayın bakan, biz galiba derdimizi bir türlü anlatamıyoruz’ dedikten sonra şöyle konuştu:
‘Buraya başbakan olmadan önce de geldim. O zaman yeniden yargılama sözü verdim. Bunu da yerine getirdik. Gerisi mahkemelerin işiydi; olmadı. Şimdi size açık açık sorayım; siz Adalet bakanısınız, yargıya müdahale edebilir misiniz?’
Falconer’in ağzından, ‘Absolutely not’ (Kesinlikle mümkün değil) sözü çıktı.
İNGİLİZ BAKANDAN ÖZÜR
Erdoğan, ‘Biz ne yapabiliriz?’ demeye bile gerek duymadı; ama hızını da kesmedi.
Avrupalıların, seçilmiş kişiler oldukları için Zana ve arkadaşlarına özel ilgi gösterdiğini anımsatarak, siteme geçti:
‘Ben de seçilmiş biriydim. Cezaevine girdim. Bir tek Avrupalı ziyaretçim olmadı.’
Bakan Falconer, bu sözleri üstüne alındı: ‘Evet haklısınız, ben de gelmedim. Sizden özür dilerim’ diyerek Erdoğan’ın gönlünü aldı.
Erdoğan biraz rahatladı; ama kurmayları, Başbakan’ın siteminin sadece Avrupalılara olmadığı kanısını dile getiriyorlar.
Onlara göre; sitemin bir bölümü de, siyasilerin bütün düzenlemelerine karşın Zana’nın vitrinde durmaya devam etmesine olanak sağlayan Türklereydi.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2004
<B>CHP,</B> 1993’ten bu yana beş kez genel başkan değiştirmiş bir parti. <br><br>Bu değişikliklerin hiçbiri de CHP’yi, bırakın tek başına iktidara taşımayı, birinci parti dahi yapabilmiş değil. Döneminde CHP baraj altında kalmasına rağmen üç kez genel başkanlık şansı yakalayan Deniz Baykal, bugün de liderliği tartışılan biri isim.
CHP’de, ‘Baykal’la iktidar şansımız yok’ diyenlerin sayısı da artıyor.
Baykal’ın arkadaşları arasında bile bu şansı, ‘Simyacı’ kitabındaki gibi evrenin dengesine bağlamış olanlara rastlamak mümkün.
Bu CHP’liler, ‘Evren, Baykal’a yapılan haksızlığı bir şekilde giderecek ve Baykal siyaset hayatını mutlaka başbakan olarak kapatacak. Medya da Baykal düşmanlığını bir kenara bıraksa bu iş tamam’ görüşünde.
MUHALEFETE YÖNETİM DESTEĞİ!
Deniz Baykal muhalifleri ise bunu ‘hayal’ görüyor.
Düne kadar Baykal’ın çok yakınında olan bazı isimlerin de bu kanıya ulaşması muhalefete katkı yapanların sayısını artırıyor.
Bu nedenle ‘30’lar hareketi’, kısa dönemde sonuç alıcı bir güce ulaşacak gibi görünmese de CHP yönetimi için sürpriz bir çıkış olmuş.
Kendi aralarında henüz ciddi bir anlayış birliğine ulaşmamış olmalarına rağmen, bu sayıdaki bir milletvekili grubunun yönetimi değiştirmek amacıyla bir araya gelmesine, küçümsenecek bir girişim olarak bakılmıyor.
Çünkü, bu isimlere 9’lar, Kemal Derviş ve arkadaşları ile diğer küçük gruplar eklendiğinde muhaliflerin sayısı ikiye katlanıyor.
Muhalefetteki bu kabarmada iki nedenin etkili olduğu söylenebilir.
Birincisi; yönetimin yerel seçimleri başarılı bulmasına karşın, muhalefetin tam aksi görüşte olması.
Birincinin içinden çıkan ikinci nedeni ise, Derviş’in Genel Başkan Yardımcılığı’ndan ayrılmasına rağmen, MYK’nın aynen korunması, böylece, Baykal’ın bir kez daha, ‘Arkadaşlarımı bile harcatmam’ izlenimi vermesi.
Baykal’ın 30’ları ‘ihanet’le suçlaması ise oldukça ağır bulunmuş ve muhaliflerin kenetlenmesi sonucunu yaratmış.
DERVİŞ ORTAYA ÇIKARSA
Doğrusu, ‘ihanet’ tanımı Baykal’ın arkadaşlarınca da yanlış bulunuyor.
Bu iki gerekçeye dayanarak kulislere kulak verilecek olunursa, güçlü bir rüzgár esmesi halinde CHP grubunun yarıdan fazlası muhalefete katılabilir.
Böyle bir rüzgárın esmesinin ilk şartlarından biri, Kemal Derviş’in aktif katılımı kabul ediliyor.
Ancak, dün konuştuğumuz Derviş, hálá böyle bir katılımdan çok uzakta.
CHP’deki sorunu ideolojik görmeye, dikkati buraya çekmeye devam ediyor.
Derviş’in aktif muhalefet gönülsüzlüğü CHP yönetimini rahatlatıyor.
Yönetim, muhalefet rüzgárını kesmek için dün, CHP grubunu olağanüstü toplayıp kendisine, ‘muhaliflere fırça çekme’ fırsatı yaratıyor.
Oysa aynı toplantıyı muhalefet, ‘kendilerine bir ödün’ olarak görüyor.
Toplantıda, muhalifleri isim isim eleştirme yoluna giderken, onları tatmin edici bir girişim başlatma işareti vermeye ise gerek dahi duymuyor.
Bu durum muhalefeti daha da kamçılamaya yarıyor.
Meclis’te AKP’ye karşı etkin muhalefeti kendilerinin yaptıklarına inanan muhalifler, bir yandan olağanüstü kongre için çabalayacaklarını belirtirken diğer yandan ‘Meclis kürsüsünden kamuoyuna mesaj vermeye devam’ diyorlar.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2004
<B>MOSKOVA, </B>bir hafta sürecek Türk Kültür Festivali etkinliklerine sahne oluyor. Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu, aniden nükseden rahatsızlığı nedeniyle etkinliklere katılamayınca, Rusya’nın temsil düzeyi de düştü.
Ancak bu durum Rus halkının etkinliklere ilgisini azaltmış değil.
Buna da en çok sürekli büyüyen Rus pazarındaki Türk turizmciler seviniyor.
Geçen yıl 1 milyon 258 bin turistle, İngilizlerin önüne geçip ikinci sıraya çıkan Rusların, gelecekte, Almanları da geride bırakması kimseyi şaşırtmayacak.
Turizmciler, bu yıl en az yüzde 20 büyüme bekledikleri bu pazarı çok önemsiyor.
PAZARIN KONTROLÜ TÜRKLERDE
Bunun birinci nedeni Rusların para harcama yeteneklerinin artması, ikincisi de Alman pazarındaki Alman seyahat acenteleri egemenliğine karşın, Rus turistin Türk seyahat acenteleri tarafından taşınıyor olması.
Üstelik Rus yatırımcısının ilgisi de çekilmeye başlanmış.
‘Geçmiş olsun’ demek için aradığımız Bakan Mumcu da bu pazardan çok umutlu.
Ancak Mumcu, Alman pazarının geçilmesi için Rusların ulusal gelirinde artış beklemek gerektiğini söylüyor.
Buna rağmen pazarın beklenenden daha fazla büyümesini kendisinin de sürpriz görmediğini anlatan Bakan, yine de etkinliklerde sadece turizmi değil, kültürel boyutu da öne çıkardıklarını vurguladı.
Almanya’ya göre çok daha büyük bir kitleyle karşı karşıya olduklarını da aktaran Mumcu, ‘Geliri arttıkça Rus halkı bize daha çok gelmeye başlayacak. Ruslar çok soğuk bir bölgede yaşadıkları için sıcağa, güneşe ve denize yönelen bir halk. Yani üşüdükçe bize gelecekler. Bizim çok sevdiğimiz bir pazar Rusya’ dedi.
ANADOLU ATEŞİ
Moskova Büyükelçisi Kurtuluş Taşkent de Rusya pazarından oldukça memnun.
Taşkent, Türk firmalarının sadece turizmde değil, tüm sektörlerdeki başarılarını mutlulukla paylaşıyor.
Yılda 60 milyar dolar dış ticaret fazlası veren Rusya ve 2002’deki 19 olan dolar milyarderi sayısını bu yıl 36’ya çıkararak dünyada en çok dolar milyarderini sınırlarında barındıran Moskova’nın gelişimi umutlarını artırıyor da.
Nereye baksanız Türk firmalarının eserleri görülüyor.
En prestijli binalar; Danıştay, Sayıştay, Başbakanlık Konukevi, Parlamento, en ünlü hastaneler, iş merkezleri Türk müteahhitlerinin imzasını taşıyor.
Bir Türk firmasında çalışan Ermeni rehberimiz de bu binaların yanından geçerken, hangi Türk firmasının elinin değdiğini büyük keyifle anlatıyor.
Anadolu Ateşi Dans Topluluğu’nun gösterisini ima ederek, ‘Anadolu Ateşi burada her yerde yanıyor zaten’ diyor.
Biz yine de bugüne kadar 4.5 milyon seyirciye ulaşan, 462 gösterinin yarısına yakınını yurtdışında sergileyen topluluğun, Kremlin Sarayı’nın içinde, Sovyet Komünist Partisi kongrelerinin yapıldığı tarihi kapalı salonundaki gösterisinin, ateşin dozunu yükselttiğini söylemeliyiz.
Bu doza Tarkan’ın yarın yapacağı katkı ise Moskova’da şimdiden görülüyor bile.
Yazının Devamını Oku