Soner Yalçın

Atatürk’ü ihmal öldürdü!

11 Kasım 2007
Son muharebesini ölüme karşı verirken niye çok şanssızdı? Onu, hangi yakın arkadaşının vefatı perişan etti?
Çevresinin büyük bir hatası neden hayatına mal oldu? Açılışını yaptığı Yalova Termal Oteli’nde tesadüfen neyi öğrendi? İşte Atatürk’ü acı sona götüren büyük bir ihmalin hikáyesi.

TARİH: 10 Ocak 1937. Atatürk acı haberi İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda aldı; Nuri Conker (Ünlü sosyolog Prof. Nur Vergin’in dedesi) vefat etmişti.

Haber duyulunca sarayda derin bir sükût hákim oldu. Herkes biliyordu ki, Nuri Bey, Atatürk’ün en yakın arkadaşıydı. Deyim yerindeyse "ruh ikizi"ydi.

Atatürk’ün yaşamında senli benli konuştuğu, şakalaştığı tek isimdi. Mahalle arkadaşlığıyla başlayan ilişkileri, askeri okullar, savaş cepheleri, yeni bir cumhuriyetin kurulması gibi güç koşullarda sürüp gitmişti.

Atatürk, arkadaşının ölüm haberini aldığı o gün ve daha sonraki günlerde nedense hep otomobille Şişli ve çevresini gezdi. Bu gezilerinde yalnızdı. Yanına kimseyi istemiyordu. Zaten Nuri Conker’in ölümüyle ilgili kimseyle de konuşmuyordu.

Sadece, bir hafta sonra İstanbul’da oturan çocukluk arkadaşı Asaf İlbay’ın ziyaretine gitti. Geçmişe. Çocukluk anılarına döndüler ama yine de orada da pek kalmadı.

Yaşadığı dramı kimseyle paylaşmamayı sürdürdü. Kimse de çekinip soramıyordu zaten. Depresif bir ruh halindeydi. Manevi kızı Ülkü’yle oyalanarak moral bulmaya çalışıyordu.

İşte tam o günlerde Atatürk’ün vücudunda fiziksel değişiklikler olmaya başladı. Yüzü sararmıştı. Baş ağrısı ve ateşi vardı sürekli. Yorgun ve zayıf hissediyordu kendini. Asabileşmişti.

Yakın çevresi, bu durumu Nuri Bey’in ölümüne duyduğu büyük acıya bağlıyordu...

HASTALIĞIN SEMPTOMLARI

Ankara’ya dönmesi bile ruh halinde bir değişiklik yapmadı.

Ankara’da vücudunda kaşınmalar başladı. Özellikle sol bacağının kasık ile dizkapağı arası çok kaşınıyordu. Burası tırnak izi yaralarıyla kaplıydı. Yaralar merhemle iyileştirilmeye çalışılıyordu.

Kaşıntılar canından bezdirmişti. Kaşıntıların sebebi olarak Çankaya Köşkü’ndeki karıncalar gösterildi! Köşk dezenfekte edildi ama kaşıntılar sona ermedi.

Atatürk, Köşk’ten ayrıldı ama kaşıntılardan yine de kurtulamadı.

Bu arada, durdurulması güç burun kanamaları oluyordu. Hastalık kendini belli etmeye çalışıyor ama kimse görmüyor ya da görmek istemiyordu. Bazı geceler sofrada şiddetli bir öksürüğe tutuluyor, boğuluyor gibi oluyordu.

İnanması güç ama kimse Atatürk’e hasta olduğunu söylemiyordu! Söyleyemiyordu.

Çünkü onlara göre büyük kurtarıcı "ölümsüz"dü. Ölümsüzlüğüne o kadar inanmışlardı ki, hastalık belirtilerini bile görmezlikten geliyorlardı!

Hadi yakın çevresi neyse, doktorlarının bu semptomları görüp neden ciddi bir teşhis girişiminde bulunmadıklarını da anlamak zordu. Diğer yanda Atatürk de hasta olduğu gerçeğiyle yüzleşmek istemiyordu. Bunun sadece ruhsal nedeni yoktu.

O’nun önceliğinde Hatay meselesi vardı ve Fransızların karşısında "hasta bir adam" olarak bulunmak istemiyordu.

Sebebi ne olursa olsun, ne yazık ki bu ölümcül gaflet tam bir yıl sürdü. Hastalığın teşhisi tesadüfen konuldu.

İLK TEŞHİS

Nihat Reşat Belger,
bir doktordu.

Aynı zamanda Osmanlı’nın son dönemindeki siyasal olayların merkezinde bulunmuş politik bir isimdi.

Siyasal serüvenine İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde başlamış; daha sonra ideolojik ayrılık yaşamış ve Prens Sabahattin’in "liberalizmine" yönelmişti.

Cumhuriyet döneminde ise siyasetten tamamen kopmuştu. Yalova’da yapımına 1935 yılında başlanmış olan Termal Oteli’nin sahibiydi. Otelin açılışı 21 Ocak 1938’de Atatürk tarafından yapıldı.

Dr. Nihat Reşat Belger, Atatürk’ün yorgun halinden şüphelenmişti. Bir sohbetinde konuyu hastalık meselesine getirdi. Atatürk son dönemlerindeki rahatsızlıklarını sıralamaya başladı.

Dr. Belger, izin verirse muayene etmek istediğini söyledi. Ve bu muayene sırasında Atatürk’ün hastalığı teşhis edildi: Karaciğer sirozuydu. Ne yazık ki bu amansız hastalık ilk semptomların belirmesinden bir yıl sonra teşhis edilebilmişti.

Eğer bu teşhis zamanında yapılsaydı Atatürk uygun bir bakımla birkaç yıl daha yaşayabilecekti.

Ancak çevresi onun varlığından o kadar büyülenmişti ki, "ölümsüzlük" tanısı hastalığın görülmesini engellemişti.

Ve bu nedenle aslında Atatürk öldürülmüştü!/images/100/0x0/55ea1267f018fbb8f869955f

Atatürk Savarona’da dinlenirken

Siroz hastası Atatürk’ün fiziksel görünüşü pek hoş değil: Karnı şişmiş, bedenindeki adaleler erimiş ve yüzü çatlamış, kılcal damarlarla dolmuştu. Böyle görünmek istemiyordu. Herkese tembihlemişti. Bu nedenle Savarona gemisinden Dolmabahçe’ye getirilişi gece olmuştu. Odasına çok az kişi girebiliyordu.

Neden Çankaya Köşkü’ne gömülmedi

Atatürk’ün nereye defnedileceğine ilişkin üç kişilik komisyon kuruldu. Komisyonun raporu, Çankaya Köşkü’nü işaret ediyordu. Ancak Atatürk çok sevdiği yere gömülmedi! Peki, ama neden?

ATATÜRK’ün ölümsüzlüğüne o kadar inanılmıştı ki, ne yakın çevresi ne de devlet yetkilileri, nereye defnedileceği konusunu hiç konuşmamışlardı.

Bu nedenle, Atatürk vefat edince nereye defnedileceği konusunda her kafadan bir ses çıktı. Tartışmalar sonucunda çoğunluk, milli mücadelenin merkezi olduğu için Ankara’yı önerdi. Ankara konusunda uzlaşıldı.

Ama Atatürk’e sıradan bir mezar yapılamazdı, anıtkabir yapılmalıydı. Peki, anıtkabir Ankara’nın neresine yapılacaktı?

Hükümet bunun için üç kişilik bir komisyon kurdu. Komisyonda, Ankara Milletvekili Falih Rıfkı Atay, İstanbul Milletvekili Salah Cimcoz ve İçel Milletvekili Ferit Celal Güven vardı.

Komisyon, Ankara şehrinin imar planını yapan Prof. Hermann Yansen ve Prof. Clemens Holzmeister ile Güzel Sanatlar Akademisi öğretim görevlisi Prof. Bruno Tavt’tan görüş aldı. Ayrıca Türk mimarlarıyla da toplantılar yapıldı. Genel görüş, anıtkabirin Etnografya Müzesi’ne yapılmasıydı.

Atatürk, bu müzenin yapımını kendi istemiş ve yapılışını adım adım takip etmişti. Müze haline geldikten sonra gittiği bir gün, "Burada bir mezar havası var; adeta büyük bir kabre benziyor" sözünden yola çıkanlar, Atatürk’ün buraya gömülmek istediği yorumunu çıkarmışlardı.

Üç kişilik komisyon, Atatürk’ün Etnografya Müzesi’ne defnedilmesini de araştırdılar. Ancak sonuç olumlu değildi. Uzmanlar buraya büyük bir anıtkabirin yapılamayacağını söylemişlerdi.

Komisyon kendilerine önerilen Ankara’daki tren istasyonunun arkasındaki tepeyi de pek beğenmemişti.

Komisyon, Atatürk’ün Çankaya Köşkü’ne defnedilmesini önermişti:

İşte komisyon başkanı Falih Rıfkı Atay’ın eliyle yazdığı rapor:

"Atatürk, bütün hayatında Çankaya’dan ayrılmamıştır. Çankaya, şehrin her tarafına hákimdir ve Milli Mücadele, kurtuluş ve inkılaplarımızın hatıralarında ayrılmaz bir surette bağlıdır. En muhteşem abideler inşasına müsaittir. Hülasa maddi manevi bütün şartları haizdir. Atatürk’ü ölümünden sonra Çankaya’dan ayırmayı haklı gösterecek hiçbir sebep bulamadık. Onun için bizler, Çankaya fikrinde ısrar ediyoruz."

Şehir planlamacı uzmanların ve üç kişilik komisyonun bu kararına rağmen Atatürk, tren istasyonu arkasındaki tepe üzerinde inşa edilen anıtkabire gömülecekti!

Çankaya Köşkü’nün değil de tren istasyonu arkasındaki bir tepenin anıtkabir olarak seçilmesinin nedeni, Milli Şef İsmet İnönü’dür. İnönü döneminde Atatürk, "Kurtuluş Savaşı öncüsü, Cumhuriyetin Kurucusu fani bir önderdi". Bilinenin aksine Atatürk’ü kült haline getiren İnönü değil, Celal Bayar-Adnan Menderes ikilisidir.

Atatürk, mirasçıları arasına Erdal İnönü’yü neden koydu?/images/100/0x0/55ea1268f018fbb8f8699563

Atatürk yaşamının son yılında İsmet İnönü’yle yollarını ayırdı. Buna rağmen Atatürk, İsmet İnönü’nün çocukları Ömer, Erdal ve Özden İnönü’yü neden mirasçısı yaptı? İşte o ilginç sebep?

TARİH: 20 Eylül 1937.

Atatürk ile İsmet İnönü’nün yolları bu tarihte ayrıldı. Atatürk’ün isteği üzerine İnönü başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı.

Bu ayrılığın sebepleri arasında; Atatürk Orman Çiftliği’nin harcamaları gibi içsel; Nyon Antlaşması gibi dışsal siyasal anlaşmazlıklar gösterilse de; aslında gözden kaçan temel sebep, Atatürk’ün henüz teşhis edilmemiş hastalığıydı.

Atatürk asabileşmişti.

Başbakan İnönü’nün her sözünü kendisine yapılmış bir tehdit gibi algılıyordu.

Ve ne yazık ki Atatürk’ün bu tür davranışlarının sebebi üzerinde kimse durmuyordu. Ona ne hastalık ne ölüm yakıştırılıyordu!

Hastalık bilinse belki böyle bir ayrılık olmayacaktı.

VASİYETİNİ YAZDIRIYOR

5 Eylül 1938.

Ayrılığın üzerinden bir yıl geçmişti.

Atatürk’ün hastalığı gün geçtikçe ağırlaşmaktaydı.

Tesadüf: İsmet İnönü de hastaydı. Safrakesesi, iltihap kapmıştı. İnönü’nün çok ağır bir hastalığa yakalandığı bilgisi Atatürk’e ulaştı. İnönü’nün yaşamasının güç olduğu söylendi.

Atatürk, Fransa’dan getirttiği iç hastalıklar uzmanı Prof. Fissenger’i İnönü’yü tedavi etmesi için Ankara’ya gönderdi.

O gün, yani 5 Eylül’de Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak’ı yanına çağırarak vasiyetinin yazılmasına yardımcı olmasını rica etti.

Mirasından İnönü’nün çocuklarına pay verilmesini istiyordu. Dava arkadaşı İnönü ölürse üç çocuğunun ortada kalacağından endişe ediyordu. Çocukların amcası Hasan Rıza Temelli’nin Ömer, Erdal ve Özden’e bakamayacağını düşünüyordu.

Atatürk, Özel Kalem Müdürü Soyak ile vasiyetnamesi üzerine kısa bir çalışma yaptıktan bir gün sonra İstanbul 6. Noteri İsmail Kunter, Dolmabahçe’ye çağrıldı. Bu davet herkesten gizli tutuldu. Noter Kunter, saray çalışanlarına Atatürk’ün özel doktoru Prof. Neşet Ömer İrdelp’in konsültasyon için gelen doktor arkadaşı olarak gösterildi.

Atatürk’ün odasına gizlilikle girdiler. Atatürk, "Kapıyı kapatın, içeri kimse girmesin" talimatını verdi. Sonra yatağından doğruldu. Önüne ayaklı yemek tablasını aldı. Vasiyeti üzerindeki değişiklikleri eline aldığı kalemle yaparak notere yazdırmaya başladı.

İŞTE ATATÜRK’ÜN VASİYETİ

Ağır hasta olmasına rağmen çok sakindi.

Halbuki odada bulunan herkes heyecandan titriyordu. Onlar için hiç kolay değildi; Atatürk vasiyetini hazırlıyordu.

Yorulmasına rağmen, o gün vasiyetini bitirdi.

Vasiyeti kısaydı:

"Malik olduğum bütün nukut (para) ve hisse senetleri ile Çankaya’daki menkul ve gayrimenkul emvalimi (mallarımı) Halk Partisi’ne atideki şartlarla terk ve vasiyet ediyorum.

1- Nutuk ve hisse senetleri şimdiki gibi İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.

2- Her seneki nemadan bana nispetleri şerefli mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, (kız kardeşi) Makbule’ye ayda 1000; (manevi kızları) Afet’e 800, Sabiha Gökçen’e 600, Ülkü’ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile’ye şimdiki 100’er lira verilecektir.

3- Sabiha Gökçen’e bir ev de alınabilecek para verilecektir.

4- Makbule yaşadığı müddetçe Çankaya’da oturduğu ev de emrinde kalacaktır.

5- İsmet İnönü’nün çocuklarına, yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır.

6- Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları’na tahsis edilecektir."

CUMHURBAŞKANI ADAYI

İsmet İnönü’nün vefat edeceğini ve çocuklarının ortada kalacağını düşünen Atatürk mirasından Ömer, Erdal ve Özden’e pay vermesine rağmen "siyasi mirası"ndan İsmet İnönü’ye bir şey bırakmadı!

İnönü’nün yaşamayacağından mı, kızgınlığın hálá sürmesinden mi bilinmez, kendisinden sonra Cumhurbaşkanlığı koltuğuna Fevzi Çakmak’ın oturmasını arzulamıştı.

İddianın sahibi Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak’tı.

Atatürk kendi el yazısıyla yazdığı vasiyetini zarfa koyup kapatmış ve başucundaki komodinin çekmecesine yerleştirmişti.

Herkes odadan çıktıktan sonra Atatürk, Özel Kalem Müdürü Soyak ile 15-20 dakika sohbet etmişti. İşte bu sohbet sırasında Atatürk, kendinden sonra Cumhurbaşkanlığına Fevzi Çakmak’ın getirilmesinin doğru olacağını söylemişti:

"Elbette bunda söz ve intihap (seçme) hakkı sadece milletin ve onun mümessili olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir; yalnız ben bu meseledeki mütalaamı ifade edeceğim. Evvela akla İsmet Paşa gelir; memlekete pek büyük hizmetler ifa etmiştir. Fakat nedense umumun sempatisini kazanamadığı görülüyor; bu yüzden pek de cazip olmasa gerek. Bir de Mareşal Fevzi Çakmak var. O, hem memlekete büyük hizmetler etmiş hem de herkesle iyi geçinmiş, salahiyet sahiplerinin mütalaalarına daima kıymet vermiştir; kimse ile münazaa (tartışma) halinde değildir. Bu itibarla bence Devlet Başkanlığı için en münasip arkadaş odur." ("Atatürk’ten Hatıralar" s. 717)

Atatürk’ün bu talebinin neden yerine getirilmediği, ayrı bir yazı konusudur.
Yazının Devamını Oku

’Nakşibendi kardeşliği’nin zorlu sınavı

4 Kasım 2007
Mesud Barzani, Nakşibendi tarikatına bağlı Sünni Müslüman bir Kürt politikacı. PKK ise Marksist kökenden gelen milliyetçi/Kürtçü bir terör örgütü. Peki, Barzani nasıl oluyor da, iktidarında Nakşibendilerin olduğu, büyük çoğunluğu Sünni Müslüman Türkiye’nin değil de PKK’nın yanında duruyor? Barzani’nin safı belli, duruşu net; peki Türkiye’deki Nakşibendilerin tavrı nedir? ÖNCE tespitlerimizi sıralayalım:

1) Şehit Mehmetçikleri anma ve terörü lanetleme yürüyüşlerinde, tarikatların "resmi kıyafeti" türbanlı-pardösülü kadın sayısının azlığı medyada tartışma konusu oldu. Çoğu kişi gibi ben de "absürt bir tartışma" deyip üzerinde durmadım.

2) Şehit yürüyüşlerini/cenazelerini tüm gazeteler birinci sayfalarından verdi. Bir İslami gazete ise yayın politikasına hiç uymayacak şekilde, bu haberleri verirken ana sayfasında görsel malzeme olarak hep kocaman başı açık kadın fotoğrafları kullandı. Şaşırdım.

3) Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesi’nde Mesut Barzani’ye bir çağrıda bulundu: Ya komşumuz ol, ya hedefimiz! Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tan CHP Lideri Deniz Baykal’a kadar birçok çevre, bu tepkinin haklılığından bahsederken, bazı İslamcı köşe yazarları Gazeteci Özkök’e ağır eleştiriler yöneltti. "Ya komşumuz ol, ya hedefimiz" uyarısının tepki almasına anlam veremedim.

4) Türkiye tek vücut olmuş Mehmetçik operasyonlarını eli yüreğinde beklerken, bazı dinci gazeteler, "Asker ’Allah Allah’ sesleriyle savaşıyor; Genelkurmay onların türbanıyla uğraşıyor" gibi döneme hiç uygun olmayan, insanı hayretler içinde bulunduran yorumlar yazmaya başladı. "Ne oluyor" demeye başladım.

5) Ve sonunda bu gazetelerin bazı köşe yazarları, sanki aynı kalemden çıkmış gibi benzer yorumlarda bulundu: Bunlara göre, Mehmetçik yürüyüşleri ile Cumhuriyet mitingleri benzerdi ve bunun nedeni Mehmetçik mitinglerini ulusalcıların organize etmeleriydi! Amaçları ise Türk Ordusu’nu Kuzey Irak’a sokarak AKP iktidarını zayıflatmaktı! Önce böyle bir komplo teorisi olamaz dedim. Sonra diğer olguları da alt alta sıralayınca "manzarayı" net görmeye başladım.

Bunların derdi başkaydı...

Bunlar Türk Ordusu’nun Kuzey Irak’a operasyon yapmasını istemiyordu!

Meselenin AKP Hükümeti’nin yıpratılmasıyla filan pek ilgisi yoktu: Bunlar Barzani’yi koruyorlardı!

Peki, ama neden?

Nedeni tarihin derinliklerindeydi...

TARİHİN DERİNLİKLERİ

Bugün Türkiye’nin en büyük sorunu olan Kürt isyanlarının başlangıç tarihi 19. yüzyıldır.

Osmanlı Devleti’nin zayıflığını fark eder hale gelen tebaa halklar, birer birer isyan ettiler.

Ancak Osmanlı yüzlerce yıllık askeri ve siyasi geleneğe sahip bir miras üzerinde oturuyordu. Kendisini imparator yapan özelliklerini/ faziletlerini tamamen kaybetmemişti.

Tanzimat ile önce sivil-askeri reformları gerçekleştirdi.

Ardından, giderek güvenilmez olan ve çıkardığı isyanlarla tehlike oluşturan, yarı-otonom Kürt derebeylerinin (ayan) ortadan kaldırılmasına karar verdi.

Kuzey Irak’taki, Soran Emirliği’ni (1834), Bahdinan Emirliği’ni (1839), Botan Emirliği’ni (1847) ve Baban Emirliği’ni (1850) sindirdi.

Osmanlı, yarı-otonom Kürt beyliklerini dağıtıp bölgenin siyasi yapısını değiştirirken, aynı dönemde bölgede dinsel açıdan bir başka değişim daha yaşandı.

Bu değişimin öncüsü bir din adamıydı: Şeyh Halid-i Bağdadi.

HALİD-İ BAĞDADİ

Şeyh Halid-i Bağdadi, 1779’da Kuzey Irak-Süleymaniye’de doğdu. Babası Pir Mikail bölgenin en büyük Kürt aşireti Caf’a mensuptu. Bağdadi’nin soyunun baba tarafından Hz. Osman’a ulaştığı rivayet ediliyordu.

(İlginçtir; bölgedeki Kürt şeyhler "kutsal soy aristokrasisine" girebilmek için soylarını hep Hz. Muhammed’in ailesi Ehl-i Beyit’e dayandırmaya çalışırlar. Ama diğer yandan Kürt olduklarına da vurgu yaparlar! Neyse.)

Şeyh Halid, Kuzey Irak’ın en güçlü alim ailelerinden, Kadiri Berzenci Ailesi’nden dersler aldı. Daha sonra Bağdat’a gitti. Hocası Şeyh Abdülkerim Berzenci’nin vefat etmesi üzerine, onun Süleymaniye’deki medresesinin sorumluluğunu aldı.

1809’da Süleymaniye’yi ziyaret eden Mirza Rahimullah Azimabadi adındaki Hindistanlı bir derviş hayatını değiştirdi. Onun önerisiyle, Hindistan’a gidip Nakşibendi Şeyhi Abdullahi Dehlevi’den el aldı. Süleymaniye’ye Dehlevi’nin halifesi olarak döndü. Yani artık Kadiri değil, Nakşibendi’ydi.

Ancak başta Kadiriler olmak üzere (Örneğin, Talabani aşireti tarafından) istenmeyen adam ilan edildi.

Hatta Kadiri Şeyhi Maruf Berzenci, Bağdadi’yi, "sahtekár, sapık, yogi" olmakla suçladı! Valiye bile şikáyet edildi. Tersine Bağdat Valisi Said’in koruması altına girdi. Süleymaniye’de ilk Halidiye Tekkesi’ni kurdu.

Sonraki yıllar, başta Kuzey Irak olmak üzere kurduğu tüm dergáhlarda, medreselerde Kürtçe’yi eğitim dili olarak kullandı.

Bu süreçte, Osmanlı, Kadiri Kürt beyliği Berzenciler’e karşı hep Bağdadi’nin yanında oldu. Ve Osmanlı’nın da desteğiyle Bağdadi, Kuzey Irak’ta Kadiri tarikatının etkisini epey azalttı.

1826 yılında hac dönüşü Şam’da koleradan ölümüne kadar binlerce müride sahip oldu. Halifeleri, şeyhlerinin ölümünden sonra da irşat çalışmalarına devam ettiler.

Şanslıydılar; Osmanlı, Yeniçerileri ve Bektaşileri ezerken Nakşibendiliği "resmi tarikat" olarak benimsedi.

Osmanlı, Horasan’dan Yesevilik’ten gelen Bektaşiliğin karşısına aynı koldan gelen Nakşibendiliği çıkarmıştı!

Keza, Kürt derebeylerinin de tarikatı Kadiri’ydi. Bu tarikatın yerini de, her fırsatta devlete bağımlılığını vurgulayan Nakşibendiliğin alması şaşırtıcı değildi.

Bugün Kuzey Irak ve Türkiye’de en güçlü tarikat "Nakşibendiyye Halidiye" olmasının altında bu tür tarihsel olaylar vardı. Türkiye bölümüne geleceğiz; ama önce Kuzey Irak’taki "Nakşibendiyye Halidiye" tarikatına bağlı bir aşiretten bahsetmeliyiz: Barzaniler!

BARZANİLER...

Osmanlı, merkezi idaresini güçlendirmek amacıyla "Kürt prenslikleri"ni bertaraf edince, bölgedeki küçük aşiretlere fırsat doğdu; Kürt beyliklere ait toprakları yağmaladılar.

Kürt beyliklerinden boşalan iktidar koltuklarına, garip ve bilinmeyen şeyh figürleri sahip çıkmaya başladı.

Bu küçük aşiretlerden biri de Barzaniler’di.

Barzaniler önce Baban Emirliği’ne ait Zibar yurduna el koydular.

Aşirete "soyluluk" katmak için bölgenin tanınmış beyliklerinden Bahdinan ve Zibar gibi ailelerle bir dizi evlilik yaptılar. Örneğin, Mesut Barzani’nin annesi Zibar Aşireti’ndendi. (Türkiye’deki büyük Kürt beylikleriyle de akraba olmak için -örneğin Cemilpaşazadeler’le- kız alıp verdiler.)

Barzani aşireti bölgedeki dinsel dönüşümden de yararlandı; Bağdadi’nin halifesi Barzani Şeyh Taceddin sayesinde Nakşibendiyye Halidiye koluna mensup oldu.

Ancak Nakşibendilik en ortodoks tarikat olmasına rağmen Barzani aşiretinde İslami olmayan pek çok töre ve uygulama vardı.

Dinsel bağnazlıkları o kadar ileri götürdüler ki, Barzani şeyhi Abdüsselam kendini "mehdi" ilan etti!

Tek dini sapkınlığı olan Barzani o değildi.

Barzani Şeyh Ahmet ise kendini "Tanrı" mertebesine çıkardı!

Şeyh Ahmet’in Molla Juj adındaki ateşli bir taraftarı, tüm Barzan bölgesini dolaşarak Şeyh Ahmet’in "Tanrı", kendisinin de onun "peygamberi" olduğunu iddia etti.

Müritlerinin Barzani şeyhlerine körü körüne bağlılıkları o kadar güçlüydü ki, bu müritlere "divana" ya da "deli" ismi verilmişti!

Sonuçta: Uygarlığın doğduğu bölge, kültürlü "Kürt prensleri"nin ikametgáhından çıkıp, politik maceralar peşinde koşan fanatik, hırslı küçük aşiret şeyhlerinin eline kalmıştı.

Barzani aşireti her fırsatta Osmanlı’ya isyan etti.

Türkiye ile ilişkileri ise inişli çıkışlı oldu.

Ancak Nakşibendi Barzaniler, başta Güneydoğu olmak üzere Türkiye’deki Nakşibendiler ile hep iyi ilişkiler içinde oldu.

TÜRKİYE’DEKİ NAKŞİLER

"Mevlana" mahlasını kullanan Halid-i Bağdadi’ye bağlı Türkiye’de dört büyük Nakşibendi tekkesi vardır:

1) Gümüşhanevi Tekkesi: Kurucusu Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’ydi. Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Recai Kutan, Ömer Dinçer, Bülent Arınç, Kemal Unakıtan, Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül gibi onlarca siyasi isim bu tekkeye bağlıydı.

2) İsmet Efendi Tekkesi: Kurucusu Yanya Mahkeme-i Şeriyesi Kátibi Mustafa İsmet Garibullah Yanyevi’ydi. Dahiliye Nazırı Memduh Paşa, Tophane Müşiri Mustafa Zeki Paşa gibi Osmanlı devlet adamları ve bürokratları bu tekkenin müridiydi.

3) Kelami Dergáhı: Önceleri Kadiri olan tekke, Muhammed Esad Erbili’den sonra Nakşibendi-Halidiye ekolüne dahil oldu. Menemen Olayları davası sırasında ölünce dergáhın başına Osman Nuri Topbaş geçti. MSP’li Tahir Büyükkörükçü gibi siyasiler ile bazı ünlü işadamları da bu dergáha bağlıydı.

4) Kaşgari Tekkesi: Kurucusu Şeyh Şefik Arvasi’ydi. Tekkeyi büyüten İstanbul Sultanahmet Camii imamı Abdülhakim Arvasi’ydi. Tekkenin son şeyhi Ahmet Mekki Arvasi’nin, İhlas Holding sahibi Enver Ören’in kayınpederi Hüseyin Hilmi Işık’a irşad müsaadesi verip vermediği halen tartışılmaktadır. Şeyh Şefik Arvasi’nin torunu Didar Hanım, Yusuf Bozkurt Özal’ın oğluyla evlidir.

Said-i Kürdi (Nursi) Van’da Nakşibendi Arvasi tekkesinde eğitim almıştı.

Bu ana dört kol dışında, Erzincan’daki Abdurrahim Reyhani’den, Adıyaman’daki Mehmet Raşit Erol’a kadar onlarca şeyhin kurduğu Halidiye tekkeleri vardır.

Tamam artık uzatmayalım, soralım:

Türkiye’deki Nakşibendi Halidiye koluna mensup Türkler, Nakşibendi Barzani’nin Türkiye karşıtı tavırlarına tepkili midir?

Yazının başlangıcındaki tespitlere rastlantı diyebilir miyiz?

Kendi adıma yanılmayı çok isterim.

Bu nedenle bazı İslami yayın organlarını dikkatli okumayı sürdüreceğim...

Bırakın yoksul Kürtleri, aydın Kürtlerin bile, dar kafalı şeyhleri, aşiret reislerini, ağaları "kurtarıcı", "saygın", "lider" olarak görmeleri çok acıdır. Bunun nedeni, Kürt aydınlarının siyasal geçmişlerini ancak 19. yüzyıla kadar, yani bölgenin en karanlık dönemine kadar götürebilmelerinden kaynaklanmaktadır. Orada da bula bula Barzani gibi, Şeyh Said gibi isimleri bulabilmektedirler.

Türk-Kürt Nakşibendi farkı var mıdır?

KÜRT aydınlarımızdan Naci Kutlay, "Kürtler" kitabında şu soruyu yöneltiyor: "Kürt başkaldırı önderlerinin çoğunlukla Nakşibendi olmaları ilginç ve incelenmesi gereken bir noktadır." (s 135)

Bırakın Osmanlı’yı, Şeyh Said’den, Menemen’deki ayaklanmayı organize ettiği iddia edilen Şeyh Esad Erbili’ye kadar Cumhuriyet Türkiyesi’nde de isyana kalkışanlar hep Nakşibendi Halidiye Kürt şeyhleriydi!

Tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi gerek "dini" gerekse "milli" nedenlerle Nakşibendi Kürt şeyhler ayaklanmalara önderlik yapıyordu.

Peki biz de şunu soralım:

Nakşibendi Kürtler, Osmanlı ve Türkiye merkezi hükümetine karşı isyan ederken, Türk Nakşibendiler neden hiç ayaklanmadılar?

"Türk Nakşibendiler’in siyasetle ilgileri yoktu" diyebilir miyiz?

Hayır. Kürt Nakşibendi gibi Türk Nakşibendi de nüfuz ve siyasal iktidar istiyordu.

Bu "hipotezi" güçlendirmek için önce akademik dünyaya hákim olan bir anlayışı yıkmalıyız:

Sanılanın aksine Nakşibendi tarikatı, kendi dünyalarına dönük/hayattan kopuk, gönül ve ruh haliyle ilgili mistik tarikat filan değildi. Ya da en azından 200 yıldır öyle değildir.

Size günümüzden bir örnek vereyim:

Irak’ta ABD’ye karşı mücadele veren dini gruplardan birinin adı ne biliyor musunuz: Nakşibendi Tarikatı Bağlıları Ordusu.

Neyse, bize dönelim:

Sadece Kürt değil Türk Nakşibendiler (ve hatta Kafkas Kartalı Şeyh Şamil) sanılanın aksine hep siyasetin içinde oldular.

Yazdım; II. Mahmud’un yeniçerileri yok eden ve Bektaşileri sindiren kanlı hareketinin destekçisi Nakşibendiler değil miydi?

Nakşibendilik hep iktidarı istedi. Bu nedenle de İttihatçılarla ters düştüğü dönem bile oldu.

Uzatmayalım: Türk Nakşibendiler ya iktidarı kontrol eden bir güç olarak kalmak ya da tamamen iktidara sahip olmak istediler.

Osmanlı döneminde Nakşibendi İsmet Efendi Dergáhı’na Dahiliye Nazırı Memduh Paşa, Tophane Müşiri Mustafa Zeki Paşa gibi üst düzey paşaların gitmesi rastlantı mı?

Osmanlı’daki iktidar hevesi, Cumhuriyet’te de devam etti.

Gümüşhaneli Dergáhı’nın, iki cumhurbaşkanı, Turgut Özal ve Abdullah Gül; iki başbakan, Necmettin Erbakan ve Recep Tayyip Erdoğan ve onlarca bakan, bürokrat yetiştirmesi tesadüf mü?

Aynı dergáhın parti kurmasının (Milli Nizam Partisi vd.) ya da ne bileyim şirketler (Gümüş Motor vb.) kurmasının bir açıklaması olmalı değil mi?

Sanki sufi bir tekke değil de, siyasal tarihimize damgasını vurmuş güçlü politik bir merkezden bahsediyoruz! Nakşibendilik zaman içinde siyasal bir harekete dönüşmüştür.

Benzer örnekleri diğer Halidiye dergáhları için de verebiliriz.

Yani: Kürt Nakşibendiler gibi Türk Nakşibendiler de iktidar istiyordu. Sadece "yöntemleri" farklıydı!

Gelelim bu yukarıda yazdıklarımın özüne:

İktidara gelme araçları farklı olsa da, ikisi de iktidarda olan, Kuzey Irak’taki Kürt ve Türkiye’deki Türk Nakşibendiler, PKK terörünü bitirmek için neden işbirliği yapmıyor?

"Nakşibendi kardeşliği"nin bu zorlu sınavı nasıl vereceğine dair bir ipucu vereyim; Türkiye’deki Nakşibendiler hemen yanıbaşımızda bir Kürt Nakşibendi devletin olmasına nasıl bakarlar?

Hálá bana sınır ötesi operasyon olacak mı diye sormayın lütfen...
Yazının Devamını Oku

Osmanlı, Rumeli’yi cephede değil masa başında kaybetti

28 Ekim 2007
Türkiye sınır ötesi operasyonu tartışıyor. Bazı çevreler "ABD’yi, AB’yi karşımıza almayalım; sorunu masada çözmeye çalışalım" diyor. Tarih tekerrür mü ediyor? Çünkü benzer olayları Osmanlı Devleti de yaşadı.

Bulgar, Yunan, Sırp çetelerine karşı Avcı Taburları’yla başarılı bir mücadele veren Osmanlı, Avrupa ülkelerini karşısına almamak için Balkan topraklarını birer birer masada kaybetti.

NE bu sayfada ne de kitaplarımda yorum analiz yapmamaya gayret ederim. Olguların-haberlerin ve tarihsel olayların daha öğretici olduğunu düşünürüm. Ama bazen...

Bazen insan soğukkanlılığını kaybediyor. Bazı köşe yazarlarının bu toprakların tarihini, kalemi ellerine aldıkları dönemle başlatmaları artık dayanılmaz boyuta geldi. Neredeyse herkes Türk Silahlı Kuvvetleri’ne "akıl" veriyor:

"Barzani güçleri artık düzenli orduya geçti, aman dikkat!""Kuzey Irak’a girdiğimizde ABD ordusu karşımıza çıkarsa ne yapacağımızı hesap etmeliyiz!" "Askeri operasyondan önce meseleyi masada çözmeye çalışmalıyız!"

Yazının Devamını Oku

Osmanlı’nın da devrimci ’Che Guevara’ları vardı

21 Ekim 2007
Arjantin’de doğan, Küba’da devrim yapan ve Bolivya’da kurşuna dizilen efsanevi devrimci Che Guevara, ölümün 40. yılında tüm dünyada etkinliklerle anılıyor.
Peki Osmanlı topraklarında doğup bir başka ülkedeki devrimci ayaklanmalara katılan "Che Guevara"larımız olduğunu biliyor muydunuz? Fransa’da cumhuriyeti korumak için gönüllüler ordusuna katılanlardan, İran’da meşrutiyet için dağa çıkanlara kadar... İşte Osmanlı’nın devrimci "Che Guevara"ları.

ADI Ömer Naci’ydi. Askeri künyesinde "1878-Beylerbeyi İstanbul" yazılıydı. Aslında doğum tarihi ve yeri bilinmiyordu.

Kafkas göçmeni bir ailenin çocuğuydu. Ailesini daha kundakta iken kaybetmişti.

Kafkasya’dan dönen Defterdar Cemal Bey, yolda bulduğu bebeği evlatlık aldı. Onu öz evladı gibi sevdi. Çok iyi eğitim olanakları sundu.

Ömer Naci, küçük yaşta Arapça, Farsça ve Fransızca öğrendi.

MUSTAFA KEMAL’İN ARKADAŞI

Ömer Naci
ilk siyasal görüşlerle Bursa Işıklar İdadisi’nde tanıştı. Devrimci Jöntürkler’in yayınlarını gizli gizli okumaya başladı.

Korkusuzdu. Görüşlerini arkadaşlarına anlatırken hiç sakınmıyordu. Çok iyi hatipti ve askeri öğrencileri çok çabuk etkisi altına alıyordu.

Hürriyetperver fikirleri yüzünden birkaç kez hapse kondu Babasının torpiliyle kurtuldu hep.

Okul yönetimi başedemedi. Manastır Askeri İdadisi’ne sürgüne gönderildi. Burada da kısa zamanda askeri öğrencilerin lideri oldu.

Yakın arkadaş olduğu isimlerden biri Mustafa Kemal’di. Ömer Naci, Mustafa Kemal’in sadece ilk siyasi öğretmeni değildi; ona edebiyatı da sevdiren arkadaşıydı.

Namık Kemal’in, Tevfik Fikret’in şiirlerini Mustafa Kemal’e o tanıtmış, o sevdirmişti.

Ömer Naci okul çağlarında şair oldu. Şiirleri devrin önemli edebiyat dergilerinde yayımlandı.

Ömer Naci ateş topu gibiydi; yerinde duramayan bir gözüpekti.

Ama aynı zamanda soğukkanlılığı hiç elden bırakmıyordu. Arnavutluk’ta çıkan bir isyanı bastırmak için orduya gönüllü katılmak isteyen Mustafa Kemal’in de arasında bulunduğu arkadaşlarını uyaran da oydu: "Muayyen bir kemale erişmeden yapılacak ataklıklar fayda yerine zarar getirir. Sabırlı olmak lazımdır."

Sabırlı olmayı öğrendiler mi? Dönem buna uygun zamanı verecek gibi değildi.

PARİS’E KAÇIYOR

Ömer Naci
1902’de Harbiye’den Mülazım (Teğmen) olarak mezun oldu. Üsküp’e tayin oldu. Bir yıl sonra, komutanı Binbaşı Mehmed Ali Bey’in 17 yaşındaki kızı Emine ile evlendi. Bir yıl sonra oğlu Hikmet dünyaya geldi.

1905’te Jandarma teşkilatını organize etmek için Selanik’e gelen İtalyan komutan Generali Georgi’nin yaveri olması, yaşamını toptan değiştirdi.

Devrimci fikir hareketlerinin merkezi olan Selanik’te, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin temeli olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin kuruluşunda bulundu.

Selanik’te aynı zamanda edebiyat çevreleriyle tanıştı; "Çocuk Bahçesi" isimli edebiyat dergisinde makaleler yazdı.

Bir makalesi yüzünden dergi kapatıldı. Ömer Naci tevkif edilmemek için 1907’de Paris’e kaçmak zorunda kaldı. İkinci çocuğu Müzeyyen henüz yeni doğmuştu.

Paris’teki muhalif Osmanlılar iki gruba ayrılmıştı: Liberal Prens Sabahaddin ile İttihatçı Ahmed Rıza.

Dr. Nazım’ın konuşmalarından etkilenerek İttihatçı ekipte yer aldı. Grubun Bonaparte Sokağı’ndaki lojmanında yaşamaya başladı. Sürgünde çıkan meşrutiyet yanlısı yayın organlarına makaleler yazdı.

İttihatçıların amacı Sultan II. Abdülhamid’e meşrutiyeti ilan ettirmekti.

Ama bu arada İran’daki gelişmeleri de yakından takip ediyorlardı. Mehmed Ali Şah, İran parlamentosunu kapatmış, meşrutiyete son vermişti. İttihatçılar İranlı devrimcilere yardım etme kararı aldılar.

İRAN’DA TÜRK KOMİTACI

Devrimci Ömer Naci gizlice İran’a gitti. Paris kıyafetlerini çıkarmıştı artık. Miskin günleri geride kalmıştı.

Türklerin yoğun olduğu Hoy kentine yerleşti. Sırat-ı Müstakim adında dergi çıkardı. Ama İran’daki karışıklıklar Hoy şehrine de ulaşınca dağa çıktı. Elinde artık kalemi yoktu.

O, elinde tüfeği, başında kalpağı, ayağında çizmeleri ve yerel kıyafetiyle İranlı ihtilalcilerden farklı değildi.

Elli kişilik bir çeteyle geziyordu. Şah taraftarı köylere bile gidip camilerde propaganda yapıyordu. Kimi zaman keskin nişancı bir silahşor, kimi zaman fedakár bir misyonerdi.

Bir gün Şah’ın güçlü bir takip kolu, Ömer Naci çetesini pusuya düşürdü. Ömer Naci, altı arkadaşıyla birlikte yakalandı. Diğerleri kurtulmayı başardı.

Şahın askerleri, Ömer Naci ve arkadaşlarını tek bir direğe bağladılar. Günlerce aç susuz bıraktılar. Ömer Naci ve arkadaşları konuşmadılar. Hatta Ömer Naci, "İranlılar Şii’dir" diye adının "Ömer" değil "Ali" olduğunu söyledi.

Konuşmayacakları anlaşılınca İranlı devrimciler bir savaş topunun önüne konuldu ve top ateşlendi. Sıra Ömer Naci ve arkadaşı Hüsrev Sami’ye gelmişti. İranlılar, Osmanlı tebaasına bağlı oldukları için öldürmeye karar veremiyorlardı. Hapishaneye götürdüler.

Şans Ömer Naci’ye güldü: Bu olayların yaşandığı sırada Osmanlı’da II. Meşrutiyet ilan edildi. İttihatçılar devrim yapmıştı.

Diplomatik temaslar sonucu Ömer Naci ve arkadaşı serbest bırakıldı.

Ömer Naci’yi sınırda, İttihatçıların Doğu ve Güneydoğu cemiyetlerini kurması için görevlendirdikleri Binbaşı Vehip Bey karşıladı.

Söz açıldı yazayım; Binbaşı Vehip (Kaçı) Bey, yıllar sonra 1935’te, İtalyanlara karşı bağımsızlık mücadelesi veren Habeşistan’a (Etiyopya) gönüllü olarak gitti. İşgale direnen Habeşlilerin komutanlığını yaptı!..

O nesil başkaydı.

Biz tekrar Ömer Naci’ye dönelim...

İhtilalci Ömer Naci, Erzurum, Muş, Trabzon’da seyyah bir derviş oluverdi; meşrutiyet devrimini öven ateşli nutuklar söyleyerek İstanbul’a gitti.

İstanbul’da fazla kalmadı; tekrar yollara düştü. Yurdun dört bir yanında konferanslar verdi, mitinglerde konuşmalar yaptı.

BABIÁLİ DARBESİ

1910’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkez komitesine seçildi. Kırkkilise (Kırklareli) mebusu olarak Meclis’e girdi. Adı bakan olacaklar içinde geçiyordu.

Ama Ömer Naci koltuklarda oturarak, Meclis’e giderek politika yapmayı sevmiyordu.

O bir serdengeçtiydi. Eski Türk akıncılarının ruhunu taşıyordu sanki. Kendini vatanına adamıştı.

1911’de İtalyanlar Trablusgarp’a saldırınca, günlerce aç susuz çölleri aşıp cepheye koştu. Yol parasını bir arkadaşından ödünç almıştı.

Enver’den Mustafa Kemal’e; Ömer Naci’den Yakup Cemil’e kadar hepsi, Osmanlı İmparatorluğu’nu bir arada tutabilmek için var güçleriyle cepheden cepheye koşuyorlardı. Bir mucizeyi gerçekleştirmek istiyorlardı.

Bu arada muhalif Hürriyet ve İtilaf Fırkası, askeri gücü cephede olan İttihatçıları iktidardan uzaklaştırdılar.

Balkan hezimeti, devletin üzerine bir kara bulut gibi çökmüştü. Devlet yönetimine kargaşa hákimdi.

Ömer Naci’nin de aralarında bulunduğu bir avuç idealist, bu kötü gidişe dur demek için ihtilal yapmaya karar verdi.

1913’te Babıáli’yi basıp iktidarı devirdiler.

Bu darbede halkın desteğini almalarında Ömer Naci’nin heyecanlı nutuklarının büyük payı vardı kuşkusuz.

Feylesof Rıza Tevfik ve (adı spor salonlarına verilen) Selim Sırrı ile birlikte, at üzerinde mahalle mahalle dolaşarak nutuk atmışlardı.

Bir ihtilal devriyesiydi onlar!

KERKÜK’TE BİR ŞEHİTLİK

Birinci Dünya Savaşı’nda Ömer Naci, Teşkilat-ı Mahsusa’nın bir neferiydi.

Mezopotamya bölgesinde görevlendirildi. Görevi İran’daki Azeri Türklerini ayaklandırmaktı.

Bir avuç fedai müfrezesiyle bir yanda mahalli güçleri örgütlüyor, diğer yanda Rus ordusuna baskınlar, sabotajlar yapıyordu.

Ölümle alay ediyordu. "Ölüm nereden gelirse gelsin hoş geldi sefa geldi" diyordu sanki.

1915’te emrindeki fedailerle Tebriz’e girdi. Hüveyze ve Ahraz’daki petrol borularını havaya uçurdu. Urumiye civarında Ruslara büyük kayıplar verdirdi. Bahtiyar aşiretini İngilizlere karşı ayaklandırmaya çalıştı.

Cepheden cepheye koşarken tifüse yakalandı. 29 Temmuz 1916’da, ateşin ve barutun arasında hayata gözlerini kapadı.

Kerkük’e defnedildi. Mezarı halen, Kerkük Türk Şehitliği’ndedir.

Dünya Che Guevara’yı tanıyor; anıyor.

Peki biz Ömer Naci’yi biliyor muyuz?

Geçmişini bilemeyen geleceğini kuramaz.

PARİS KOMÜNÜ’NDEKİ TÜRKLER

DOKUZ kişiydiler:

Reşad Bey, Nuri Bey, Agáh Efendi, Rıfat Bey, Mehmed Bey, Hüseyin Vasfi Paşa, Ziya Paşa, Ali Suavi ve Namık Kemal.

Avrupa’ya kaçmak zorunda kalmışlardı. 1867 Mayıs’ında İstanbul’dan ayrılmalarının nedeni, hürriyet aşkıydı. Meşrutiyetin ilan edilmesini istiyorlardı.

Avrupa’ya kaçtıklarında ilk yaptıkları gazete çıkarmak oldu. "Muhbir", "Hürriyet", "İttihat" vs.

Ancak yıllar geçtikçe dokuz ihtilalci arasında kişisel ve ideolojik ayrışmalar yaşandı. Grup dağıldı. Kimi Londra’ya, kimi Cenevre’ye, kimi de Brüksel’e gitti.

Genç Osmanlılar’ın ilk kurucuları; Reşad, Nuri ve Mehmed birbirlerinden kopmadılar, Paris’te kaldılar. Aslında bu üç isim, başından beri diğerlerinden farklıydı.

Öncelikle onlar, meseleyi sadece Saray’dan mevki kapmak olarak gören Mısırlı Prens Mustafa Fazıl’ın teklifiyle yurtdışına çıkmamışlardı.

Bu nedenle Namık Kemal, Ziya Paşa ve diğerleri gibi Mustafa Fazıl’dan para/maaş almamışlardı. Onlar ihtilalcilikle parayı birleştiremiyorlardı.

Meseleyi sistem sorunu olarak görüyorlardı. "Sadrazamların veya bürokratların değişmesiyle sorun çözülemez" diyorlardı.

1870 yılında Genç Osmanlılar kendi sorunlarıyla boğuşurken, Fransa’yı da hiç iyi günler beklemiyordu.

III. Napolyon’un başlattığı, Fransız-Prusya Savaşı, Fransızların yenilgisiyle sonuçlandı. Prusyalılar Paris’i kuşattı.

Parisliler Cumhuriyetçi General Louis Adolphe Thiers liderliğinde direnme kararı aldı.

Paris’teki üç Jöntürk; Reşad, Nuri ve Mehmed, bir akşam Saint-Michel’deki bir kahvede oturup ne yapacaklarını konuştular.

Üçü de aynı fikirdeydi. Parisliler gibi onlar da cumhuriyeti koruyacaklardı.

4 Eylül 1870’te General Thiers’e mektup yazdılar. Üç mektubun da metni aynıydı:

"General, Türk’üm ve vatanıma Fransa’nın yaptığı hizmetleri unutmadım. Minnet duygusunun ve büyük bir millete zaruri olan demokratik ruhun heyecanıyla yazıyorum.

General, sizden rica ederim; Fransız cumhuriyetinin düşmanlarıyla harp etmek için beni gönüllü olarak Fransız ordusuna alınız.

Vatanseverliğiniz hakkındaki hayranlığımı ve cumhuriyetçi Fransa için beslediğim bağlılık duygularımı lütfen kabul ediniz General."

Yanıt olumluydu.

Üç Jöntürk, Fransız Ordusu’na katıldı.

Prusya işgaline karşı direnen Parislilerin yanında üç de Türk vardı artık.

Karargáhtan kendilerine askeri giysiler verildi. Üniformaları giydiler.

Ama, bir tek başlarındaki kırmızı fesleri çıkarmadılar. Onlara, "kırmızı fesli Türk gönüllüleri" adı verildi.

İşgal, Paris’i gün geçtikçe zora soktu. Yemek ve su stokları tükenmişti.

Prusyalılar kenti sürekli topa tutuyordu.

General Thiers, Prusya ile anlaşma imzalamak zorunda kaldı.

Paris düştü.

Ancak Paris’in bu kadar rahat elden çıkarılmasını yoksul mahalleler kabul etmedi. Direnişe devam kararı aldılar. 1871 Mart’ında Paris Komünü yönetimi devraldı.

Yoksulların, işçilerin Paris’i ele geçirmesine karşı çıkan Fransız burjuvalar, Versay Ordusu’yla Paris’e saldırdılar.

Tüm bu kargaşalar sürerken Reşad, Nuri ve Mehmed, Brüksel’deki Jöntürk Agáh Efendi’nin yanına gittiler. Yol parasını Reşad’ın baba yadigárı saati satarak bulabilmişlerdi.

Sonraki aylarda yine Paris’e döndüler ama Paris eski Paris değildi artık. İstanbul’a dönüp dönmeme konusunda aralarında tartışma çıktı.

Mehmed, diğer ikiliden ayrıldı.

Reşad ve Nuri Bey, İstanbul’a dönmenin yollarını aramaya başladı.

Yurda döndüklerinde cezaevine girmek istemiyorlardı. Akrabaları ikisi için seferber oldu. Ama işler kolay yürümüyordu.

Bekleme günleri geçmek bilmedi. Reşad ve Nuri beş parasız kaldılar. Paris’in o soğuk günlerinde sobasız bir odada ısınmak için güreş tuttular!

Sonuçta affedilen Reşad ve Nuri, İstanbul’a döndüler. "İbret" Gazetesi’nde Paris komününü destekleyen makaleler kaleme aldılar.

Yine sürgüne gönderildiler.

Ama hayatlarının sonuna kadar Paris komününe, enternasyonale bağlı kaldılar.

Mehmed, Paris’te kalmayı sürdürdü.

Mehmed Bey’in amcası Mahmud Nedim Paşa sadrazam olunca, iyi bir görev vereceği teminatıyla yeğenini İstanbul’a çağırdı.

Mehmed Bey’in yanıtı bir ihtilalci yanıtı oldu: "Meşrutiyet olmadıkça İstanbul’a gelmem!"

Jöntürkler arasında en radikal oydu.

Paris’te gazetecilik yapmayı sürdürdü. Fransa’nın ünlü gazetesi Liberte’de makaleler yazan tek Türk oldu.

1874 yılında nedeni bilinmeyen bir sebeple İstanbul’a döndü. Aynı yıl vefat etti.

Bildik şiiri biraz değiştirerek yazımızı noktalayalım:

Bizim de devrimcilerimiz var Che Guevara

Kendi topraklarında tanınmasalar da...
Yazının Devamını Oku

Adana Muallim Mektebi ’Çalıkuşu’sunu kaybetti

14 Ekim 2007
Televizyonlardaki "tartışmalar" dikkatinizi çekiyor mu? "Tartışmalar" önce üniversitelerde türbanın serbest olmasıyla başlıyor, sonra konu birden Kemalist ideolojinin artık Türkiye’ye dar geldiği sözleriyle bitiyor. Bir başka "tartışma" okullarda din derslerinin mecburi olup olmamasıyla başlıyor, konuşmalar sonra yine Cumhuriyet kazanımlarına yapılan ağır sözlerle bitiriliyor. Cumhuriyet devrimlerine bu düşmanlık neden? Bu sözde tartışmalara yanıt vermeye gerek var mı artık? Gelin size, Türkiye’nin aydınlanmasına harç taşımış, Cumhuriyet’in ilk kuşak öğretmenlerinden Nermin Yurdakul’un hikáyesini anlatayım. Bu sözde tartışmalara yanıt bu yaşam hikáyesinde var aslında.

YIL 2007. 94 yaşındaki Cumhuriyet’in ilk kuşak öğretmenlerinden Nermin Yurdakul, Alzheimer hastasıydı.

Yaşamına dair her şeyi unuttu, sadece iki şey hariç; piyanosunu ve Atatürk’ün ona bakan çakmak çakmak mavi gözlerini.

Hikáyemiz 1913’te başlıyor.

Hidayet Nermin, İzmir’in Nif İlçesi’nde doğdu.

Babası ülkeye bürokratlar ve askerler yetiştirmiş, şehitler vermiş Erzurumlu Timurağazade ailesinden Tevfik Bey idi.

Annesi Seniha, Avrupa’nın bir oldubittisiyle elimizden çıkardığı Girit’ten gelmek zorunda kalmış bir göçmen ailenin kızıydı.

Savaşın ve kurtuluşun yaşandığı o yıllarda ailenin mutluluğu on yıl sürü. Baba Tevfik Bey’in ani ölümüyle, Seniha ve iki kızı Nermin-Müjgan korunaksız kaldı.

Seniha Hanım mecburen ikinci bir evlilik yaptı ve kendisi gibi Girit kökenli olan Sayıştay Denetçisi İsmail Hakkı Serdaroğlu ile evlendi.

Aile bir süre sonra İsmail Hakkı Bey’in görev yeri olan Ankara’ya göç etti. Başkent Ankara, gencecik Nermin’in hayatında unutamayacağı bir olayın yaşamasına neden oldu:

Ankara Kız Lisesi öğrencisi olan Nermin, her bayram töreninde okulunun bayrağını taşıyordu.

Ve bir bayram töreninde Atatürk’ün çelik mavisi gözleriyle gülümseyerek kendisine bakmasını hiç unutamadı. Atatürk, bu dimdik yürüyen, boylu boslu güzel Türk kızını gururla seyretmişti. Ya da Nermin öyle hissetmişti.

Sadece gözleri değildi unutamadığı, Gazi’nin söylediği bir sözü de aklından hiç çıkarmadı Nermin.

Bir gün okul çıkışı kız arkadaşlarıyla dolaşırken, Atatürk’ün trenle geçeceği haberini aldılar. Hemen koşarak istasyonun yolunu tuttular. Tren hareket etmişti ancak Atatürk kendisine koşan kız öğrencileri gördü ve başını pencereden çıkararak bağırdı: "Bu vatan sizin evlatlarım, bu vatan sizin."

Bu sözleri kendisine ilke edindi Nermin. Büyük kurtarıcının başlattığı eğitim seferberliğinde bir nefer olarak katılmak istiyordu. Öğretmenlik yapmak, Anadolu’nun yoksul köylerindeki çocukları okutmak en büyük ideali oldu.

PİYANOYLA TANIŞMASI

Yatılı öğrenci olarak Adana Kız Muallim Mektebi’ne yazıldı.

Onlar Latin harfleriyle ders yapan ilk kuşaktı.

Mektep arkadaşları Nermin’e "Çalıkuşu" adını taktılar. Nermin adı neredeyse unutulmuştu!

O yıllarda tüm okullarda bir roman elden ele dolaştırılıyordu; Reşat Nuri Güntekin’in yazdığı "Çalıkuşu".

Çalıkuşu’nun zeki, asi, ele avuca sığmayan, öksüz öğretmeni Feride’yle, Nermin’in hikáyesini birbirine çok benzetmişti arkadaşları.

Yaşamı boyunca unutamayacağı bir sevdasıyla da o yıllarda tanıştı: Piyano.

Çocukluğundan beri müziğe ilgisi vardı. Annesi Seniha ud çalışıyordu. Nermin hep bir müzik aleti çalmayı istiyordu. Bu fırsatı ona bir Cumhuriyet okulu olan Adana Muallim Mektebi verdi.

Piyano derslerini hiç kaçırmadı; boş vakitlerinde de hep piyano çaldı. Bu sevdası yüzünden derslerini bile aksattığı oldu.

Ve okulu bitirir bitirmez ilk maaşıyla piyano aldı.

Yaşamı boyunca hayatında birçok şey değişti ama piyano oturduğu evlerin hep başköşesinde durdu.

Güldüğünde, ağladığında hep piyanosunun başına oturdu.

90 yaşında piyano çalan bir Cumhuriyet öğretmenini gözünüzün önüne getirin lütfen...

Biz ise bugün neleri tartışıyoruz! Neyse...

Nermin’e piyano aşkını veren Adana Muallim Mektebi, sadece müziği değil, güzel sanatların değişik dallarını da öğretti öğrencilerine.

Öğretmen adaylarının hemen hepsi resimle, müzikle, şiirle ve tiyatroyla ilgilendi.

Karakalem resimler yaptılar, şiirler yazıp okudular. Okulun tiyatro kolunun sahneye koyduğu oyunlarda rol aldılar.

Daha okulda iken başladılar uygarlık mücadelesi yapmaya; kıyafet yasaları çıkmadan önce başlarını açtılar.

Ve bu donanımlarla mezun olup Anadolu’nun dört bir yanına dağıldılar.

KARASU İLKOKULU

Adana Kız Muallim Mektebi’nden 1934’te ilkokul öğretmeni olarak mezun olan Nermin, mesleğine Kocaeli’nin Karasu İlçesi’nin ilkokuluna atanarak başladı. Göreve başladığı ilk gün başöğretmen Remzi Bey’in makamına çıktığında heyecandan titriyordu.

Sonra öğrencileriyle ve kasaba halkıyla tanıştı.

Burası İstanbul’un hemen yanıbaşında olmasına rağmen yoksul Anadolu kasabalarından farklı değildi. Kadınlar siyah beyaz kareli şile bezine benzeyen bir örtüye sarılıyorlar ve yolda bir erkek gördüklerinde hemen arkalarını dönüp çömeliyorlardı.

Cumhuriyet’in ilk kuşak öğretmenleri sadece çocuklara okuma yazmaktan sorumlu değildi. Hastalıklarla boğuşuyorlar, hurafelere karşı mücadele veriyorlardı.

Nermin "hocanım", belinde tabancası at sırtında tek başına korkmadan köylere kadar gidiyordu.

Bu bir aydınlanma savaşıydı. Cumhuriyetin idealist öğretmenleri o güç koşullarda her yükü omuzlamaya çalışıyorlardı.

Hedefleri belliydi; Türkiye’yi muasır/çağdaş medeniyetler seviyesine çıkarmak.

Bir gün bile yılmadılar. Yılgınlığa düşmediler.

Aynı yıl Karasu Kaymakamlığı’na İstanbul’daki Mektebi Mülkiye’den yeni mezun olmuş olan Şekip Bey atandı.

KAYMAKAM ŞEFİK BEY

Bir hafta sonra, Nermin öğretmene, yeni Kaymakam Şefik Bey’in Karasu İlkokulu’nu teftiş edeceği haberi geldi. Hazırlıklar yapıldı.

Kaymakam Bey geldi, okulu teftiş edip gitti.

Ancak iki gün sonra yine geldi. Aradan kısa bir süre geçti, Kaymakam Bey yine geldi.

Kaymakam Bey geliyor, Nermin öğretmenin sınıfına gidip en arka sıraya oturarak dersi izleyip gidiyordu.

Mesele anlaşıldı: Kaymakam Şefik Bey, at sırtında köy köy dolaşan, evinde piyano çalan Nermin öğretmene áşık olmuştu.

Aşk karşılıklıydı. Ancak...

Cumhuriyet’in çocukları yüzlerce yıllık tabuları da yıkmak zorundaydı.

Kaymakam Şefik Bey, Sivaslı zengin bir aile olan Muhasebecioğulları’nın çocuğuydu.

Aile, çocuklarının bir öğretmene áşık olmasından rahatsız oldu.

Yok, öyle gerici bir aile filan değillerdi. Muhasebecioğulları, Kurtuluş Savaşı’na maddi manevi destek vermişti.

Kaymakam Şekip Bey’in amcası Abidin Bey, Sivas Kongresi üyesiydi, Meclis’in ilk döneminden 1950’ye kadar milletvekilliği yapmıştı.

Şekip Bey’in babası Rıza Bey de Sivas Kongresi’ne katılmış, daha sonra da Sivas Belediye Başkanlığı yapmıştı.

Ancak evlilik söz konusu olduğunda geleneklerine son derece bağlıydılar; malların bölünmemesi için daima aile içi evlilikten yana olmuşlardı.

Üstelik Kaymakam Şekip Bey’in, yakın akrabalardan birinin kızıyla beşik kertmesi de vardı.

Oğullarını öğretmenden ayırmak için neler neler yaptılar.

Olmadı. Ayıramadılar.

Sorun ancak bir yıl sonra Kandıra’nın ünlü ailelerinin devreye girmesiyle çözüldü.

Şekip Yurdakul, 1935 yılında Karasu’dan, Kandıra Kaymakamlığı’na atandı. Bu ilçenin köklü ailelerinden Erimler ve Güneşler ile yakın dostluk kurdu. Raif Erim (Nihat Erim’in babası) ile Hurşit Güneş (Turan Güneş’in babası) genç áşıklara kol kanat gerdiler.

Bu iki aile büyüğünün önayak olmasıyla, Şekip Bey ile Nermin Hanım 12 Haziran 1936 tarihinde Adapazarı’nda evlendiler.

KÜTÜPHANEDE ÇALIŞTI

Nermin
öğretmen artık tek başına değildi.

Cumhuriyet’in iki çocuğu Nermin ve Şefik, zamanın şartlarına inat, Anadolu’nun en ücra yerlerini dolaştılar; yeni kurulan Türkiye’nin temeline harç taşıdılar.

Şekip Yurdakul, sırasıyla Kocaeli, Ağrı ve Muş valilikleri yaptı.

Danıştay üyeliği yaptı. Ne yazık ki Şekip Bey 1961 yılının son günü geçirdiği bir kalp krizi sonucu hayata veda etti.

Nermin öğretmen yoluna bir başına devam etti.

Savunucusu olduğu Cumhuriyet ilkelerinden de, modern yaşam tarzından da hiçbir zaman kopmadı. Yaşamı boyunca elinden kitap düşürmedi.

İleri yaşlarında Ankara Belediyesi’nde kütüphane memureliği yaptı.

CHP kadın kollarında, Yardımseverler Derneği’nde, Sanatseverler Derneği’nde ve son yıllarda da Atatürkçü Düşünce Derneği’nde hep en ön saflarda oldu.

Nermin öğretmen, geçen hafta Ankara’da hayata gözlerini kapadı.

Cumhuriyet devrimcilerinin başı sağ olsun.

Nermin Yurdakul’un ÖRNEK çocukları

KOCASINI çok erken kaybeden Nermin Yurdakul, aynı zamanda kendi çocuklarını da iyi yetiştirerek örnek bir Cumhuriyet kadını oldu.

Üç çocuğundan altı torunu ve altı da torun çocuğu vardı. Kısa biyografileri şöyledir:

Sevil Yurdakul: Notre-Dame de Sion Fransız Kız Lisesi ile Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra Dışişleri’ne girdi. Paris Başkonsolosluğu’ndan emekli oldu. CHP’den milletvekili aday adayı oldu, listeye alınmadı. Bugünlerde anılarını kaleme almaktadır. İki oğlu, dört torunu vardır.

Uğur Yurdakul: Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi’ni ve ODTÜ Mühendislik bölümünü bitirerek Yüksek Makine Mühendisi oldu. Halen dünyanın dört köşesinde inşaatlar yapan Türkiye’nin en büyük müteahhitlik şirketlerinden GAMA Holding’in ortağı ve yönetim kurulu üyesidir. İki kızı, bir oğlu, iki torunu vardır.

Doğan Yurdakul: Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi’ni ve Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Paris Sorbonne ve Vincennes Üniversiteleri ile Cenevre Üniversitesi’nde lisansüstü eğitim gördü. 35 yıl gazetecilik yaptı. Mesleğini yazar olarak sürdürmektedir. Bugünlerde Türkçe-Fransızca sözlük kitabı üzerine çalışmaktadır. Bir kızı vardır.

Torunları

Ahmet Avcıoğlu: İngiltere Boston College Finans mezunudur. Defne ve İdil adlarında iki kızı var.

Murat Avcıoğlu: ODTÜ Makine Mühendisliği mezunu. Deniz adında bir oğlu, Aylin adında bir kızı var.

Deniz Yurdakul: Hacettepe Üniversitesi İngilizce Mütercim Tercümanlık bölümü mezunudur. Yunus ve Kanat adlarında iki oğlu var.

Berrak Yurdakul: New York Üniversitesi Bankacılık ve Finans Bölümü mezunu. İki öykü kitabı var.

Reyhan Yurdakul: Sorbonne Üniversitesi Edebiyat Bölümü mezunudur.

Ufuk Yurdakul: Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğrencidir.

DoĞan AvcIoĞlu’nun kayInvalİdesİ

NERMİN Yurdakul, eşini kaybettikten birkaç yıl sonra kendi gençliğindekine benzer bir ikilemle karşı karşıya kaldı.

Kızı Sevil, ünlü yazar Doğan Avcıoğlu ile evlenmek istediğini söylüyordu. Aslında onu kaygılandıran, müstakbel damadın kişiliği veya YÖN Dergisi’ni çıkarıyor, Sosyalist Kültür Derneği’ni yönetiyor olması değildi.

Onu endişelendiren, o güne kadar hep hariciyeci olmasını istediği kızının, tam bu amacına ulaşmış ve SBF’yi bitirip Dışişleri’ne girmişken, bu evlilik yüzünden mesleğinden ayrılmak zorunda kalma olasılığıydı.

Ama kendi eşi onunla evlenmek için aile geleneklerini çiğnememiş miydi? Kendisine akıl danışan bütün gençlere aşklarını doya doya yaşamalarını, bu konuda hiçbir engel tanımamalarını öğütleyen de kendisi değil miydi?

Şimdi kendi kızı söz konusu olunca bunun tersini nasıl yapabilirdi?

Sonunda dayanamayıp düşüncelerini öğrenmek üzere aile dostları Nihat Erim’e gitti. Sonuç damadın lehineydi; Doğan Avcıoğlu Paris’te ekonomi politik eğitimi görmüş, 27 Mayıs askeri döneminde TBMM’de kurulan Kurucu Meclis üyeliği yapmıştı.

Nermin Hanım öylesine ikna olmuştu ki, kızının Bursa’da yapılan mütevazı nikáh töreninde başköşeye kurulmuştu. Daha sonra da damadına her zaman kol kanat gerdi.

O kadar ki, Avcıoğlu’nun Yön-Devrim hareketindeki bütün arkadaşlarına evini, sofrasını açmaktan hiç korkmadı.
Yazının Devamını Oku

Şair Hasan Hüseyin ile öğretmen Azime’nin bitmemiş aşk hikáyesi

7 Ekim 2007
Bugün size, şair Hasan Hüseyin ile öğretmen Azime’nin tertemiz aşk hikáyesini anlatayım.
Büyük Türk şairi Názım Hikmet’in ölümüyle yolları kesişen iki insanın aşk hikáyesini... O yıllarda bir edebiyat öğretmeninin solcu bir şaire áşık olması, öyle sıradan bir şey değildi. İnsanın aşkının arkasında dimdik durması ise, pek çok kişiyi öfkeye boğmaya yetiyordu. Mücadelelerle geçen bir hayatın ortasında Hasan Hüseyin’in şiiri gibi tertemiz bir aşk...

TARİH 3 Haziran 1963.Yer Uşak. Akşam saatleri... 30 yaşındaki Azime Karabulut, Uşak Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydi. Evliydi. Eşi Hulusi, ilköğretim müfettişiydi; bir aydır evinden uzaktı; Eşme’deki okulları denetliyordu.

İki çocukları vardı; oğulları dört yaşındaki Ufuk ve kızları iki yaşındaki Barış.

Çocukların karnını doyurup uyuttuktan sonra bahçeye çıktı Azime.

Türlü türlü kuşlarla bezeli yörük kilimine bağdaş kurup oturdu. İçi sıkkındı. Neden olduğunu bilmiyordu. Kalktı, kuyudan su çekip çiçeklerini suladı. Saatler gece yarısını gösteriyordu. Hálá uykusu yoktu. Evin salonundaki radyoyu açtı, sürekli kanalları değiştirdi.

Birden...

Kanallardan birinde bir haber:

Büyük Türk şairi Názım Hikmet öldü.

Donup kaldı. Kendine gelince bahçeye zor attı kendini. Çocukluğundan beri şiirlerini her yerde arayıp okuduğu büyük şair ölmüştü işte.

Sessizce ağlamaya başladı. Öksüz kaldığını hissetti. O anda aklına, son dönemlerde sık sık okuduğu, korkusuzluğunu Názım Hikmet’e benzettiği bir şairin adı geldi: Hasan Hüseyin.

’BU ŞAİRİ TANIMALIYIM’

Hasan Hüseyin
adını ilk, 1959 yılında Dost Dergisi’nin şubat sayısında yer alan "Ağustos Şiiri"nde görmüştü.

Azime o gece, ayın ve yıldızların altında Hasan Hüseyin ve Názım’ın şiirlerini okudu.

Şafak sökmeye başlayınca korktu; ya Názım Hikmet gibi Hasan Hüseyin’i de yok ederlerse, ya sustururlarsa?

Kızı Barış’ın sesiyle kendine geldi. Sabah olmuştu. Çocuklarıyla kahvaltı yaptı.

O gün okulda ders yılı sonu sınavları vardı.

Okula gitti. Acısını konuşacak kimsesi yoktu.

Eve dönerken kararını verdi; Ankara’ya gidecekti; Hasan Hüseyin’i görecekti. Hiç tanımadığı, yüzünü görmediği, kim olduğunu bilmediği bir şairin elini tutacak, ona yalnız olmadığını söyleyecekti.

Bir de merakı vardı; kanını tutuşturan sıcaklığı yaratan bu şiirlerin arkasındaki adam kimdi? Hemen o akşam gidecekti, gitmeliydi, yarın geç olabilirdi.

Barış’ı omzuna aldı, Ufuk’un elinden tutup tren istasyonunun yolunu tuttu. Kanatlanmış gibiydi. 5 Haziran sabahı Ankara’daydı.

Ankara kocaman bir kent. Hasan Hüseyin’i nasıl bulacak? Solcu şairi kim bilir; olsa olsa Türkiye İşçi Partililer.

Polise sordu: "TİP Genel Merkezi neredeydi?" Polis tarif etti.

Parti binasından içeri girerken heyecanlıydı, saçlarının dibi, burnunu ucu terliyordu.

Barış kucağında, Ufuk yanındaydı. Partililer bu manzara karşısında şaşırdı. Şairin nerede olduğunu bilemediklerini söylediler.

Tam çıkacakken, adını sonradan öğreneceği şairin yakın arkadaşı Kemal Çiftler ile karşılaşması hayatının yönünü değiştirecekti.

Hasan Hüseyin iki hafta önce Ankara’dan gitmişti. Ne zaman geleceği belli değildi. Azime, tren istasyonunun yolunu tuttu, Uşak’a döndü.

MEKTUPLAR... MEKTUPLAR

Temmuz ayının sonu; 27 Temmuz.

Hasan Hüseyin’den mektup vardı.

"Azime Karabulut merhaba!"

Mektup beş sayfaydı.

"Sana ve senin gibi duyup düşünenlere binlerce selam. Sizlere layık olamamak korkusuyla titrediğimi duyuyorum. Ah, ne iyisiniz, ne yiğitsiniz sizler..."

Azime
şaşkındı. Hem mektuba hem de coşkun bir sel gibi akan mektuptaki dizelere. Heyecandan ağladı. Hemen oturup yanıt yazdı. Bir de oğlu ve kızıyla çekilmiş fotoğrafı koydu zarfa. Yanıtı gecikmedi.

Üstelik o da bir fotoğraf göndermişti.

Azime, Hasan Hüseyin’i o fotoğrafta gördü ilk; gür beyaz saçları, basık izlenimi veren burnu...

Heyecandan titriyordu. Yanıtını beklemeden ardı ardına mektuplar yazdı. Hasan Hüseyin de ilgisiz değildi.

Şairin ikinci mektubu "Sevgili Azime" diye başlıyordu.

Üçüncü mektubunun tarihi 7 Ağustos 1963 idi. Şair mektubunu saat 03.00’te kaleme almıştı.

Ve mektup, "Benim Azimem!" diye başlıyordu.

"Seni sevdim, seviyorum. Seni anlayarak seviyorum. Bunu bugün söylüyorum sanma. Ben sevmem böylesi laflar etmeyi. Hele, hiç sevmem mektup yazmayı. Seni seviyorum diyorum, anlıyorsun değil mi? Bu benim için zor bir itiraf...

Sen biraz yarınımsın benim. Biraz değil yarınımsın Azime. Sana Azimem diyorum anlasana! Seni anlayarak seviyorum Azime. Düşün ki yüzünü görmedim daha. Kimseden de sormadım seni. Seni kendi sözlerinle tanıyorum, bir de yolladığın resimden...

Geç mi kaldık? Yoo... Bu da bizim gerçeğimiz."

’SESİNİ DUYMALIYIM’

Şairin son mektubundan sonra Azime bir yol ayrımına geldi. Kaçışı yoktu, koşa koşa polis karakoluna gitti. Telefon sadece karakolda vardı.

Sesini duymak istiyordu sevdiği adamın.

Akis Dergisi’ni aradı; Hasan Hüseyin dergide redaktör olarak çalışıyordu.

20 dakika bekledi telefonun bağlanmasını. Sonunda bağlandı. Kendini su içinde hissetti. Korkuyordu: "Ya sesim çıkmazsa?"

Toparlandı hemen:

Sonunda konuşuyor muyuz, senin sesin mi bu? Evet, benim, ben Hasan Hüseyin Korkmazgil.

Bu kadar sıcak mıydı sesin?

Ufak bir kahkaha sesi. O sıcak gülüş aklını başından aldı Azime’nin.

Ama yine de kontrolü kaybetmek istemiyordu; şiirini, yazdıklarını yıllarca izlemek başka, giderek sevmek de başkaydı, ama...

Evliydi, iki küçük çocuğu vardı ve 30 yaşındaydı.

Şair, "Atla gel, çocuklarını yanına al gel, yeni bir hayat kuralım" diye ısrar ediyordu.

Fısıltıyla "Düşüneceğim" diye telefonu kapattı Azime. Ter içindeydi. Bitkindi. Eve dönerken, gömlek cebindeki şairin fotoğrafını çıkarıp baktı. Ağladı.

Hasan Hüseyin’i sevmekle, şimdiye dek sahip olduğu sevgileri yitirecek miydi? Birkaç gün Azime ne mektup yazdı ne telefon etti.

Şair Hasan Hüseyin ise mektup yazmayı sürdürdü. "Gel" diyordu hep. "Gel birlikte düşünelim."

Azime çocuklarını düşünüyordu. Kocasını düşünüyordu. Anlayabilecek miydiler bu aşkı. Kocası, onuruna yedirip de "Haydi git" diyebilecek miydi? Ya babalar, anneler, akrabalar... Göze almak kolay mıydı, çekip gitmeyi?

Günler boyu kendini kırlara attı. Deliler gibi dolaştı akarsu kıyılarında, pınar başlarında. Ürpererek uyandığı rüyalar gördü. Artık dayanamıyordu. Kararını önce ailesine açmaya karar verdi.

Kardeşleri ilkokul öğretmenleri Necati, Ömer, Mustafa ne olursa olsun yanında olduklarını söylediler. Babası pek sesini çıkarmadı. Annesi, "İnsanın başına kar da yağar, boran da savrulur" dedi. Yüreklendi.

Hemen koşup telgraf çekti sevdiğine: "Geliyoruz!"

İLK KARŞILAŞMA

17 Ağustos 1963.

Ankara Tren İstasyonu.

Azime’nin kalbi duracak gibi. Annelerinin içindeki yangından habersiz çocuklar sevinçliydi, yine Ankara’ya geldikleri için.

Tren istasyona girdi.

Azime’nin yüreği kıpır kıpır; şiir ile başlayıp mektupla devam eden bir sevdanın peşinden koşup Ankara’ya geldiğine inanamıyordu. Üstelik daha yüzünü bile görmemişti sevdiceğinin...

İşte gördü onu Azime; gri kabarık saçları, genç enerjik yüzlü, ince bedenli bir adam telaşla tren vagonlarına bakıyor.

Emindi, "Kesin bu o" dedi içinden.

El sallarken, utanarak seyretti aşkını; ince dal gibi boylu boslu bir adamdı şair.

Azime telaşlıydı, bu kez iki elini de sallamaya başladı. Hah o da gördü işte. Göz göze geldiler.

Tren istasyonunun lokantasına oturdular.

Çocuklar kendi aralarında oynuyordu.

Sessizliği Azime bozdu:

"Yalnız mısın?"

Hasan Hüseyin
güldü: "Ara sıra Hollandalı bir kızla..."

Azime’nin yüzü duştu. Şair ekledi: "Hiç canım... Çilli bir kız işte!"

Gün boyu Ankara’yı gezerek sohbet ettiler.

Azime çocuklarla Ulus’taki Buhara Otel’e yerleşti. Sohbetleri sabaha kadar otel lobisinde de sürdü. Ertesi gün yine buluştular. Birbirlerini tanımaya çalışıyorlardı.

Azime henüz eşinden ayrılmadığı için, o ilk ziyarette Hasan Hüseyin’in elini bile tutmadı.

EVLENİYORLAR

Birkaç gün sonra Uşak’a döndü. Okuldaki görevini sürdürdü. Bu arada zor bir süreç sonunda eşinden boşandı.

Sadece evinde değil, Uşak’ta da sorunlar çıktı. Edebiyat öğretmeninin bir solcu şaire áşık olması, halk arasında yer yer öfkeli çıkışlara neden oldu. O, aşkının arkasında dimdik durdu.

Uşak’ta sorunlarla boğuşurken, 10 Haziran 1964 günü hayatını değiştirecek teklifi aldı. Hasan Hüseyin evlilik teklif etti. Aynı gece çocuklarla yine Ankara’nın yolunu tuttu.

11 Haziran’da Altındağ Evlendirme Memurluğu’nda evlendiler. Törende sadece beş arkadaşları vardı. Azime çocuklarını alıp Ankara’ya yerleşti. Bir yıl sonra oğulları Temmuz doğdu.

Ve Azime, eşi Hasan Hüseyin ve çocukları Ufuk, Barış ve Temmuz ile kirletilmemiş mutlu bir hayat yaşadı.

Azime Korkmazgil’in aşkı bugün hálá ilk günkü heyecanla sürüyor.

376 gün yoĞun bakImda kaldI

4 Mart 1927 tarihinde Sivas-Gürün’de doğdu.

Annesi Gülşan.

Babası, 1898 doğumlu Nalbantoğlu Şükrü, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’ndeydi ve Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katıldı. İstiklal madalyası vardı. Kurultay İlkokulu’nda hademelik yapıyordu.

Şairin yedi kardeşi vardı.

Tek okuyan sadece o oldu. İlkokulu babasının hademelik yaptığı okulda okudu. Ortaokula gidemedi; Ziraat Bankası şubesinde getir götür işlerinde çalışmaya başladı. 20 Kasım 1979’da öldürülen Dr. Necdet Bulut’un babası bankanın müdürüydü. Hasan Hüseyin’le yakından ilgilendi. Parasız yatılı okul sınavlarına girmesine sebep oldu.

Sınavın yapıldığı Sivas’a gitmek için, komşularından ödünç alınan ayakkabıyla 60 km yolu yürüyerek gitti.

Kazandı, Niğde Ortaokulu ve sonra Adana Erkek Lisesi’nde okudu.

Okulda dünya edebiyat klasikleriyle tanıştı. Şiir yazmaya başladı.

Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirip Türkçe öğretmeni oldu.

K.Maraş-Gökşin’e öğretmen olarak atandı.

Názım Hikmet şiirlerini okuduğu için ihbar edildi; 1951’deki TKP davasına dahil edildi. Üç yıla mahkûm oldu. Bütün kamu hakları elinden alındı. Elbistan ve Nevşehir cezaevlerinde yattı.

Cezaevinden çıktıktan sonra ekmek parası kazanmak için İstanbul’a gitti. Bu kez askere alındı; üniversite mezunu olmasına rağmen er olarak 27 ay askerlik yaptı.

Askerlik dönüşü baba ocağına döndü. Kahvelerde karakalem portre ressamlığı yaparak, tabela boyayarak ve okuryazar olmayan ailelerin askerlik mektuplarını yazarak geçimini sağladı.

Şiirden hiç kopmadı. İlk şiiri 1959’da Dost Dergisi’nde çıktı. Ayrıca yazdığı iki oyun radyoda piyes oldu.

27 Mayıs 1960 askeri hareketinden sonra, "Türkiye artık değişti" diyerek Ankara’ya yerleşti. Akis Dergisi’nde düzeltmen/redaktör olarak çalıştı. Basın-İş Sendikası’nın genel sekreterliğini yaptı.

Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı YÖN ve TİP’in yayın organı Sosyal Adalet Dergisi’nde makaleler yazdı.

İlk kitabı "Kavel" 1963 yılında çıktı. Yeditepe Şiir Ödülü’nü kazandı.

Sadece şiir değil, mizah öyküleri de yazıyordu.

1966 yılında "Kızılırmak" kitabından dolayı yargılandı. Beraat etti.

1968’de Forum Dergisi’ni satın aldı. Ancak dergi uzun ömürlü olamadı.

1969 seçimlerinde Çorum’dan TİP milletvekili adayı oldu. Kazanamadı. Partide "güler yüzlü sosyalizmin" öncüsü Mehmet Ali Aybar’a yakındı.

1973 yılında çıkardığı "Acıyı Bal Eyledik" şiir kitabıyla daha da ünlendi.

Şiirleri Názım Hikmet’in yazdıklarıyla karşılaştırıldı. Názım’a hiç söz söylemedi ama Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı sevmediğini açıkça söylüyordu. Ahmet Muhip Dranas’ın şiirlerini beğeniyordu.

1983 yılında evinde çalışırken beyin kanaması geçirdi. 6 ay hastanede, 6 ay evde yoğun bakımda kaldı.

Yakın arkadaşı beyin cerrahı Dr. Yahya Kanpolat, ilgisini arkadaşından hiç eksik etmedi.

Azime Korkmazgil bir gün bile kocasının başından ayrılmadı.

Ancak kurtarılamadı.

26 Şubat 1984’te hayata gözlerini yumdu.

Mezarı, Ankara Karşıyaka Mezarlığı’ndadır.
Yazının Devamını Oku

Kim daha iyi Türk, gelin kafatasınızı ölçelim

30 Eylül 2007
Şarkıcı İsmail Türüt, sürekli medyaya çıkıp Türk milliyetçisi olduğunu söylüyor. Türüt’ün yolundan yürüdüğü ırkçı ağabeyleri, öyle sözlere filan inanmazlardı. Ellerine cetvel, pergel alıp kafatası ölçümü yaparlardı. Kimin kafatası dolikosefalik ya da brakisefalik, ona göre Türk olduğuna karar veriyorlardı. "Kim Türk tartışması" zamanında ünlü edebiyatçıları nasıl böldü? Namık Kemal’den Mehmet Akif Ersoy’a kadar neden birçok edebiyatçının Türk olmadığı iddia edildi? İşte tüm bu tuhaf soruların yanıtı.

SAYIN İsmail Türüt,Mektubumu size biraz gecikmeli yazıyorum. İstedim ki biraz sakinleşiniz, aklıselim olunuz.

Çünkü sizi kızdıracağım!

Sayın Türüt,

Türk milliyetçisi olduğunuzu söylüyorsunuz; peki siz Türk müsünüz?

Dedim ya sizi sinirlendireceğim...

Yok, hayır kabalaşmayacağım, sadece anlayacağınız dilden konuşmaya çalışacağım. Ben sizi kaybetmek değil, kazanmak istiyorum.

Bu nedenle, meselelere daha geniş açıdan bakmanız için, mektubuma yakın tarihimizden bir "Türkçü" hikáye anlatarak başlamak istiyorum.

’NİHAL ATSIZ DÖNMEDİR’

Bundan yıllar yıllar evvel Türkiye’de iki Türk milliyetçisi yoldaş vardı. Durun hemen heyecanlanmayın, "komünist" sanmayın onları; bundan 70 yıl önce Türkçüler birbirine "yoldaş" diyordu.

"Yoldaş" sözcüğünü en çok kullanan da şarkıcı Tarkan’ın büyük amcası ünlü milliyetçilerimizden Fethi Tevetoğlu’ydu. Neyse konuyu karıştırmayalım.

Dönelim bu iki milliyetçi yoldaşa; bunlardan birinin ismi Nihal Atsız, diğerinin adı ise Reha Oğuz Türkkan’dı.

Aralarında zamanla ayrılıklar çıktı. Birinin görüşleri Gustave Le Bon’a, diğerinin ise Arthur de Gobineau’nun ırkçı teorilerine dayanıyordu. Bu teorilerin ne olduğuna girip kafanı karıştırmayayım.

Bu bizim iki milliyetçi yoldaş, ellerine cetvel, gönye alıp fotoğrafları ölçerek kimin Türk olup olmadığına karar veriyorlardı. Hatta öyle ki, bunu devletin de yaptığına inanıyorlardı; Türk çıkmadığı için, İsmet İnönü’nün bu raporları "utanıp" yok ettiğini bile söylüyorlardı! Yani atıp tutuyorlardı.

Uzatmayayım, sonuçta bizim bu iki yoldaş, o kadar milliyetçi, o kadar Türkçüydüler ki, zamanla aralarında liderlik mücadelesi çıkınca, birbirlerinin ırksal açıdan, safkan olup olmadıklarından şüphe eder hale geldiler.

Yaşı daha genç olan Türkkan, Atsız’ın kafatasının, Türk ırkına benzemediğini söyledi.

Nihal Atsız yanıt vermekte gecikmedi: "Türkkan’ın ataları Ermeni’dir. O Türkkan değil Ermenikan’dır."

Aman sakın siz de kaset satmayınca, şarkıyı birlikte yazdığınız Arif Şirin ile birbirinize düşüp soy-sop araştırmasına filan girmeyiniz. Neyse...

Atsız ile Oğuz’un tartışması, 1943 yazında başladı ve kırgınlık yıllarca sürdü.

Irkçı söylemler o yıllarda herkesi o kadar etkiledi ki, bu iki yoldaşı da yargılayan Sıkıyönetim Mahkemesi, raporunda Nihal Atsız’ın atalarının Gümüşhane Midi Köyü’nden olduklarını ve "dönme" olarak bilindiklerini yazdı!

Gördünüz mü, bu "ırkçılık virüsü" buluşmaya görsün, nasıl her tarafa sirayet ediyor.

Sayın Türüt,

Konuyu şimdi size getireceğim.

Hani size sordum ya "Türk müsünüz?" diye. Gelin bir ölçüm yapalım!

Sizin kafatasınız dolikosefalik mi yoksa brakisefalik mi? Çünkü ona göre Türk olduğunuza karar vereceğiz.

Burnunuzun ucundan kafanızın arkasına kadar olan bölüm 155 mm, bir kulaktan öteki kulağa (kafanın üstünden) 182 mm geliyorsa saf Türk olduğunuzu anlayacağız!

Bir de bunun pergelli olanı var!

Boş verin...

Zaten sadece kafatası bulguları yeterli olmuyor, kanına, saç rengine, gözüne, burnuna ve -belki de sizin için en önemlisi- boyun uzunluğuna bakılıyor.

Bak boy dedim de aklıma geldi. Hititlerin, Türkiye Türklerinin ataları olarak gösterilmesine Türkçüler karşı çıktı. "Kısa boylu, kısa boyunlu biçimsiz Hititler nasıl bizim atamız olurmuş" dediler.

Bakınız, ayrıca bizim ırkçılar öyle "ben Türküm" diyeni de hemen kabul etmiyorlardı. Nihal Atsız’a göre, Türk milletinin esası dil değil, ırk ve kandı.

Siz bir şarkıyla "Türk milliyetçisi" olacağınızı mı sanıyorsunuz; büyük şair Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı’nı, Çanakkale destanını yazmış da, kendini kabul ettirememiş bu çevrelere, siz ne diyorsunuz?

’MEHMET AKİF TÜRK DEĞİLDİR’

Sayın Türüt,

Bunlar, İstiklal Marşı’mızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’u bile canından bezdirdi.

Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan’ın bir dava arkadaşları vardı: İsmet Rasin Tümtürk. 1939’da Türkçü Yücel Dergisi’nde ne yazdı biliyor musunuz?

"Mehmet Akif, Türk değildir. Bir kimse hüviyet cüzdanında Türk yazıyor diye Türk olamaz; onun Türk olabilmesi için iki şartın aynı zamanda onda bulunması gerekir. Birincisi, o adamın damarlarındaki kanın Türk olması gerekir. İkincisi, o adamın kafasının içindeki bütün duyguların en gizli, en ince taraflarına kadar Türk olmasıdır. Akif, Türklükten tamamen uzaktır. Akif, Çanakkale şehitlerine yazdığı mersiyede bile, anayurdu koruyan Türkler değil hilafeti koruyan Müslümanlar diye bakmıştır."

Evet; Mehmet Akif Arnavut’tu.

Peki, İsmet Rasin Tümtürk kimdi? Cenap Şahabettin’in oğluydu. Cenap Şahabettin kimdi; bir iddiaya göre Arnavut, diğer iddiaya göre ise Kürt.

Annesi ise Kürt Bedirhan Abdürrezzak torunu Naciye Hanım’dır.

Abdürrezzak Bedirhan’ın Osmanlı’dan kaçıp bugün Ermenistan’ın başşehri Erivan’a sığınması; Polonyalı Henriette’yle evlenmesini filan yazıp konuyu uzatmayayım.

Reha Oğuz Türkkan, can yoldaşı İsmet Rasin Tümtürk’ü desteklemek için hemen bir makale kaleme aldı: "İsmet, Plevne şehitlerinden birinin torunudur. Bundan başka, İsmet’in yüzüne bakmak da ırkı hakkında bir hüküm vermek için káfidir. Çünkü İsmet’in yüzü, Türk yüzüdür."

Arkadaş olunca kafatası ölçümü filan yok!

İşin garip yanı İsmet Rasin Tümtürk’ün kız kardeşi Reşika’nın kayınpederi Sülayman Nazif’in de Kürt olduğu gerekçesiyle milliyetçilerin hışmına uğramış olmasıydı.

Sülayman Nazif’in Kürt olduğunu iddia eden kimdi dersiniz; kendisi de Kürt olan Abdullah Cevdet.

Peki ırkçıların kitaplarından feyzaldıkları Gustave Le Bon’un kitaplarını Türkçe’ye kim çevirmişti; Abdullah Cevdet!

’ZİYA GÖKALP YAHUDİ’DİR’

Sayın Türüt,

Umarım kafanız karışmamıştır. Ama meselelere o dar çerçeveli pencereden bakmaya devam ederseniz, daha da karışacaktır.

Biliyor musunuz, "Turan" sözcüğünü ilk kullanan, büyük Türk milliyetçisi Ziya Gökalp, kimine göre Kürt, kimine göre ise Yahudi dönmesiydi!

Oysa Ziya Gökalp, hep Türk olduğunu söyledi.

Fark eder mi "Türkçülüğün Esasları"nı kaleme alan Gökalp’in ne olduğu? Ya da Türk milliyetçiliğine derinden bağlı Moiz Kohen’in (nam-ı diğer Munis Tekinalp’in) Yahudi olup olmaması, Türk yurtseveri olmasına engel midir?

Sizler televizyon ekranlarındaki konuşmalarınızla güzelim Türkçe’yi yok ederken, Moiz Kohen yıllarca o dilin yaşaması için ter akıttı; Türk Dil Kurumu’nda çalıştı.

"AB, Türk düşmanı Ermeni yetiştiriyor" diyen MHP’li Levon Panos Dabağyan’ı "ölçüp biçip hangi kalıba" sokacağız?

Biliyor musunuz, "Vatan Yahut Silistre"yi yazmış Namık Kemal’in vatanseverliğine bile dil uzatıldı bu ülkede. Namık Kemal’in birlik temeli olarak İslam’ı, siyasal yapı olarak Osmanlı monarşisini savunması yıllar sonra onun Türk milliyetçisi olamayacağına yorumlandı.

Tevfik Fikret de bu güruhun boy hedefi oldu. Ahmet Haşim küçük görüldü, Arap olduğu için! Ömer Seyfettin... Hamdullah Suphi Tanrıöver...

Listeyi uzatmak istemiyorum, insanın canı yanıyor. Bakınız Ziya Gökalp ne diyor:

"Yalnız iyi günlerimizde değil, kötü günlerimizde de bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? Milletimize karşı büyük fedakárlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler vermiş olan bu fedakár insanlara, nasıl ’Siz Türk değilsiniz’ diyebiliriz?"

YAZIKTIR, GÜNAHTIR

Sayın Türüt,


Bakmayın size "Türk müsünüz" diye sorduğuma, şaka yaptım, siz kendinizi ne hissediyorsanız benim için osunuzdur.

İnsanların kanı, boyu, saçı, gözü ve burnunda "bir şeyler" aramak ilkelliktir.

Eğer insan olanda "bir şey" aranacaksa omurga aranmalıdır, omurga!

Dün şeriatçıya, bugün ırkçı tetikçilere, peki yarın kime övgü düzeceksiniz?

Ama bakınız.

Ülkemizi sevmeniz, sorunlarına karşı duyarlı olmanız, politikayla ilgilenmeniz güzel şeyler. Bunları yapınız, bilmediğimiz bir plan varsa bize de anlatınız. Ama tutup insan öldürmeyi yüceltmeyiniz. Yazıktır. Günahtır.

Kilisesinde Tanrı’ya yakaran rahibi, elinde sadece kalemi olan gazeteciyi, insanları inançlı olmaya çağıran misyonerleri öldürmek yiğitliğe sığmaz.

Bize yakışmaz.

Hani şarkınızda "plan kuruyorlar plan" diyorsunuz ya; eğer o planları bozmak istiyorsanız; kardeşlik türküleri söyleyiniz Sayın İsmail Türüt, kardeşlik türküleri...

Bizim ihtiyacımız olan, o türküler.

Yok, eğer planın bir parçası değilseniz!

Çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Soner YALÇIN

İsmail Türüt için anlama kılavuzu

MİLLİYETÇİLİK: 1789 Fransız İhtilali ile dünyaya yayılmıştır. Türkiye’de her siyasal çevrenin kendi milliyetçilik tanımı olsa da, terminolojik anlamı aslında nettir: "Kendi ulusal pazarını/piyasanı korumak." Bu aşırılığa götürülüp kendi ulusunu bütün başka ırklara üstün görüp onları egemenliği altına almayı istemeye kadar vardırılırsa faşizm olgusu ortaya çıkar.

TÜRK DERNEĞİ: Dünyada ilk Türk Derneği, Macaristan-Budapeşte’de 1908 yılında açıldı. Onursal başkanı Yahudi Armin Hermann Vambery’dir. Üniversitelerde ilk Türkoloji kürsüsünü de 1870 yılında Budapeşte’de Vambery kurmuştur. Vambery aynı zamanda 1910 yılında kurulan Turan Cemiyeti’nin de onursal başkanıdır.

OSMANLI’DA TÜRKÇÜLÜK: Bu siyasal teorinin Osmanlı topraklarında doğmasına yol açanlar, 1848 devrimlerinden sonra ülkelerinden kaçıp İstanbul’a gelen Macar ve Polonyalı sürgünler ile Rusya’dan gelen Türk kökenli aydınlardır.

TÜRKÇÜ KİTAP: Názım Hikmet’in dedesi Mustafa Celaleddin Paşa (Kont Constantin Borzecki), 1869 yılında, Türklerin ve Avrupalıların "Türo-Arienne" adını taşıyan aynı ırktan geldiğini yazan ilk kişiydi. (Les Turcs Anciens et Modernes -Eski ve Yeni Türkler-) İkinci kitabı, Sultan Abdülaziz’i devirenlerden Harp Okulu Komutanı Süleyman Paşa yazdı. Türklerin İslamiyet öncesi çağlarını inceleyen kitabın adı "Tarih-i Alem" idi. Her iki kitap da, Türkleri, Moğollar, Hunlar, Tatarlar ve Bulgarların atası olarak gösteren Fransız Joseph de Guignes’in 1758’de kaleme aldığı kitaptan alıntılarla doluydu. Kemalist "Güneş Dil Teorileri"nin dayanakları bu kitaplardır.

OSMANLI, TÜRK MÜYDÜ?: Osmanlı’nın en büyük tebaası Türk’tü. Osmanlı Sarayı kendisine "Türk" denilmesini istemiyor; bunu "aşağılama" sayıyordu. Bu durum 19. yüzyılın son çeyreğinde Osmanlı’da Türkçülük akımının doğmasıyla son buldu.

ŞİİR: İlk milli şiiri Mehmet Emin Yurdakul, 1897’de yazdı. Fakat en bilineni Ziya Gökalp’in bu şiiri oldu: "Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan"

TÜRKÇÜLERİN İLK AYRILIĞI: Türkçü hareket içinde yer alan Rusya göçmeni Türkçüler ile Osmanlı Türkçüleri arasında bazı farklılıklar vardı. Rus göçmeni Türkçülerin ana gayesi, Rusya’daki Türklerin bağımsızlıklarını sağlamaktı. Osmanlı Türkçülerinin amacı ise Osmanlı Devleti’ni batmaktan kurtarmaktı. Bir diğer fark ise İslam dinine yaklaşımdır.

ZENCİLERE BAKIŞ: 1941 yılında, 19 Mayıs Bayramı’na katılmak için gelenler hakkında Reha Oğuz Türkkan, Bozkurt Dergisi’nde bakın ne yazıyordu: "İkinci feci nokta, saflar arasında birer kara leke teşkil eden zenci Habeş ve Afgan talebeleriydi. Güneş altında parlayan bu karalar, kutlu güne hiç yakışmayan bir zihniyeti ifade ediyordu."

İSLAM: Türkçülerin hemen tamamı İslamiyet’i benimsemiştir. Ancak Nihal Atsız gibi bir iki isim ihtiyatlı yaklaşmışlardır. Atsız, "Çanakkale’ye Yürüyüş"te, Hz. Muhammed’den "Arap Muhammed" diye bahsetmektedir.

KOMÜNİZM: Turancı Türkçü düşünüşe damgasını vuran özelliklerden biri de keskin bir komünizm karşıtlığıdır. İkinci bir karşıtlık ise Yahudi düşmanlığıdır.

TURANCILIK DAVASI: Irkçı Turancı oldukları nedeniyle İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından 57 kişi gözaltına alındı. 23’ü, 18 Mayıs 1944’te başlayıp 31 Mayıs 1947’te biten sıkıyönetim mahkemesince yargılandı. Yargılananlarından bazıları şunlardı: Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Fethi Tevetoğlu, Zeki Velidi Togan, Said Bilgiç, Hasan Ferit Cansever, Reha Oğuz Türkkan, İsmet Rasin Tümtürk, Hikmet Tanyu, Orhan Şaik Gökyay, Muzaffer Eriş vd...

Şarkıcı, medyaya çıkıp her konuşmasında milliyetçi olduğuna vurgu yapıyor. Peki Türüt, Türk mü? Bunu anlamak için bir ölçüm yapacak: Burnunun ucundan kafasının arkasına kadar olan bölüm 155 mm, bir kulağından öteki kulağına (kafanın üstünden) 182 mm geliyorsa saf Türk olduğunu anlayacağız! Bir de bunun pergelli olanı var! Şaka bir yana, saldırgan ve provokatif ırkçılık, umut edelim tekrar doğmaz!

Nihal Atsız masasının üzerinde duran ve Hitler’in özel armağanı olarak bilinen bir aletle isteyenlerin kafatasını ölçer, kargacık burgacık bir yazıyla karışık hesaplar yaptıktan sonra yüzde kaç Türk olduklarını söylerdi. Bu aletin ne olduğu sonradan ortaya çıktı: Dr. Rıza Nur’dan kalan bu alet, meğer doktorların hamile kadınların rahat doğum yapıp yapamayacaklarını anlamak için leğen kemiklerinin bulunduğu bölgeyi ölçtükleri "havsala ölçme aleti"nden başka bir şey değildi.
Yazının Devamını Oku

İran’a şeriat ’demokrasi’ ve ’özgürlük’ vaatleriyle geldi

23 Eylül 2007
AKP’nin Anayasa tasarısı hazırlıkları, Türkiye’nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu: "Darbe mi? Şeriat mı?" İşte Türkiye’nin gizli gündemi bu soru. Herkes bunu tartışıyor. Ne rastlantı; yıllar önce, İslam devriminden önce benzer soru İran’ın da gündemindeydi. İranlı solcular, demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı. Gelin İran’ın İslam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. Bir de, "mahalle baskısı" var mıymış görelim.

MERHABA. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.

Şah’ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.

Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.

Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı.

Yazının Devamını Oku