Soner Yalçın

Belinde tabancayla maça çıkan hakemlerimiz vardı

2 Mart 2008
Galatasaray-Fenerbahçe maçında dört kırmızı, on beş sarı kart gösteren hakem Cüneyt Çakır günlerdir konuşuluyor, tartışılıyor.
Yazılanlara bakılırsa sigortacı Cüneyt Çakır, maçın sigortasını attırdı! Gelin sizi geçmiş günlere götüreyim; o dönemdeki renkli bazı hakemlerimizle tanıştırayım.

TÜRKİYE’de meşin yuvarlığın tarihinde simge isimler vardı. Bunlardan biri de Apaklar’dı; Orhan Şeref Apak ve İzzet Muhittin Apak.

Kız kardeşleri de, Türkiye’nin ilk kadın atleti olarak Taksim Stadı’nda koştu.

(Bir meslektaşım Apak Ailesi’nin biyografisini kitap yapmalıdır.)

20. yüzyılın başlarında doğan Apak kardeşler, Erenköy’deki köşkün bahçesinde bezden yaptıkları topun peşinde koşarak tanıştılar futbolla.

Bugün Süper Lig’deki birçok takımın; Trabzon, Bursa, Denizli, Konya, Sivas, Kayseri ve nicelerinin kuruluşunda bir futbol adamının emeğini kimse yadsıyamaz; Orhan Şeref Apak. Orhan Şeref Apak, en uzun dönem futbol federasyonu başkanlığı yapmış spor adamıydı. İkinci ligin kuruluşunun mimarıydı. Ama... Biz, kardeşi İzzet Muhittin Apak’tan; onun hakemliğinden bahsedeceğiz bugün.

DEV CÜSSELİYDİ

İzzet Muhittin Apak, 1930’lu yılların en iyi futbol hakemlerinden biriydi. Onun yönettiği maçlarda ne seyircinin ne de futbolcuların olumsuz bir davranışına rastlanırdı. Kimseden "gık" çıkmazdı.

Dev cüsseliydi; eski hakem Erman Toroğlu’nun neredeyse iki katıydı. Diyeceksiniz ki; "Herkes hakemin cüssesinden korktuğu için ses çıkaramıyordu anlaşılan!"

Yanılıyorsunuz!

Herkes hakemin cebinde taşıdığından korkuyordu. Hakem İzzet Muhittin Apak maçlara çıkarken şortunun cebine tabanca koymayı ádet edinmişti!

O yıllarda hakemler ceket-şort giyerlerdi. Bir öncesi jenerasyon ise kravat takardı! Yağmurlu havalarda şemsiyeyle stada çıkan hakemlerimiz bile vardı.

Neyse konuyu dağıtmayayım.

Hakem İzzet Muhittin Apak’ın tabancayla maça çıktığı bilinirdi. O nedenle adı, "Beli tabancalı hakem"di.

Hatta bir gün kararına itiraz için etrafını saran futbolculara tabancasını çekince adı bu kez; "Eli tabancalı hakem"e çıktı!

GAZETECİ HAKEM

Bir dönem futbol liglerindeki hakemlerimizin asıl meslekleri askerlikti. Özellikle astsubay hakemlerimiz çoktu. Son dönemde asker hakem sayısında hayli azalma oldu. Bugün ağırlık hangi meslekte bilmiyorum; galiba beden eğitim öğretmenlerinde.

(Ara not: Belki şaşırtıcı gelebilir; ama sahada inisiyatif kullanmaları açısından kamu mu yoksa özel sektör çalışanlarının mı başarılı olduğu benim için merak konusudur. Çok kuralcı olup, insan/futbolcu psikolojisini göz önüne almayanların başarılı olacağına pek ihtimal vermiyorum.)

Daha eskilerde gazeteci hakemler vardı. Sayıları azımsanmayacak kadardı. Şeyh-ül Muharririn unvanı verilen Burhan Felek de hakemlik yapan gazetecilerden biriydi.

"Beli tabancalı hakem" İzzet Muhittin Apak’ın asıl mesleği gazetecilikti. Spor yazarıydı.

Öyle sıradan bir gazeteci değildi:

Basın tarihimizde spora tam sayfa ayıran ilk gazeteci oydu. Önce bunu devrin en çok satan akşam gazetesi "Haber"de başlattı.

Ardından "Son Posta" Gazetesi’nde devam ettirdi.

Ve bu renkli gazeteci-hakem, haber uğruna canından oldu:

26 Aralık 1939’daki Erzincan depreminden sonra İstanbul/Sirkeci’de bir hamamda barındırılan depremzedelerle röportaj yaparken tifüs hastalığına yakalandı.

O dev cüsseli adam, günlerce hastanede ecelle savaştı, ancak yenildi.

28 Ocak 1940 tarihinde hayata veda etti.

Henüz 29 yaşındaydı.

BJK-GS derbİsİnİ Özhan CanaydIn yönetsİn!..

Başlık çoğu kişiye itici gelecektir. Kuşkusuz böyle bir durum söz konusu bile olamaz. Peki, o halde neden bu başlığı yazdım?..

Özhan Canaydın’ı futbol camiası yakından biliyor; Galatasaray Kulübü Başkanı.

Suphi Batur adını duyanınız var mı? Pek sanmam. Ama Suphi Batur da uzun yıllar; 1946-50 ve 1965-68 yılları arasında Galatasaray Kulübü Başkanlığı yaptı. Aynı zamanda sarı-kırmızı formayı da giydi; 1920’lerde Galatasaray’ın orta saha oyuncusuydu. Suphi Batur’un politik bir kimliği de vardı; ama bunun yazımızla ilgisi olmadığı için geçelim.

Galatasaraylı Suphi Batur futbolu bıraktıktan sonra hakemliğe başladı. O dönem kimse, "Galatasaraylı bir futbolcu hakem olur mu?" diye sormadı bile.

Ve hatta...

Yıl 1934.

"İstanbul Şild Kupası" yarı final maçında Beşiktaş ile Galatasaray eşleşti. 29 Haziran’daki ilk maç 0-0 berabere bitti.

Rövanşı 3 Temmuz günü Taksim Stadı’nda oynanacaktı. Maçın hakemini tahmin etmişsinizdir; Suphi Batur!

Galatasaray’ın eski futbolcusunun böyle bir maça hakem tayin edilmesine kimse itiraz etmedi; Beşiktaşlılar bile...

Maç günü gelip çattı. Galatasaray 1933 yılı İstanbul Şild Kupası’nın sahibiydi. Bu maçta da iddialıydı. Ancak... Hakem Suphi Batur’un aleyhlerine verdiği iki penaltıyla, maçı 3-1 kaybettiler.

Beşiktaşlılar ezeli rakipleri Galatasaray’ı kupadan elemenin sevincini yaşarken, Galatasaraylılar eski futbolcuları hakem Suphi Batur aleyhine bir tek söz söylemedi.

Hepsi; futbolcusuyla, idarecisiyle, taraftarıyla sportmendi; centilmendi. Ve zaten yıllar sonra da Suphi Batur’u kulübe başkan seçtiler.

Şimdi diyorsunuz ki, "Mesajını anladık, tamam da; bu İstanbul Şild Kupası nedir?"

Türkiye Kupası’nın "atasıdır!"

Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul İl Örgütü, 1929 yılında İstanbul futbol takımları arasında bir futbol turnuvası düzenlenmesine aracılık etti.

Bunun nedeni ise, İngiltere gibi futbolun ileri düzeyde olduğu ülkelerde iki kupa maçının yapılmasıydı. Bunlar lig ve kupa maçlarıydı.

İstanbul Şild Kupası’nın amacı, "lig maçlarında şansı yaver gitmemiş kulüplere yeni bir sivrilebilme imkánı sağlamak, gelirlerini artırmak ve hepsinden mühimi küçük kulüplerin büyük kulüplerle karşılaşmalarını temin etmek suretiyle gelişmelerine vesile olmak" idi.

Türkiye, futbolun sistemini-kurallarını hep İngiltere’den aldı. Peki, İngiltere’de modern futbolun kurallarını kimler yazdı dersiniz:

Masonlar!

Futbolun ilk modern kurallarını masonlar koydu


TARİH 26 Ekim 1863.

Yer Londra.

İngiltere Birleşik Büyük Mason Locası, futbolun kurallarını koymak üzere toplandı. Ama biz önce dünyanın en popüler sporu futbolun nasıl doğduğuna ilişkin birkaç cümle yazalım:

Avrupa merkezli "resmi tarih anlayışı" her şeyi kendisiyle başlatmayı ádet edinmiştir. "Futbol nerede doğdu" diye anket yapsak, yanıtı kuşkusuz İngiltere olurdu. Peki, gerçek öyle mi?

Bugünkü futbola benzeyen ilk oyun MÖ 2700’lü yıllarda Çin’de ortaya çıktı. Adı; "tchu chu" idi. Bu spor MS 7. yüzyılda Japonya’da ortaya çıkan "kemari"nin atasıydı. İddiaya göre, "kemari" Marko Polo sayesinde İtalya’ya geldi. Adı da değişti; "calcio"!

Elde hiç yazılı kaynak olmadığı için bilgiler hep iddia düzeyinde kalmaktadır. Dayanaklar ise duvar resimleri, seramik desenleridir. Bunlara göre, Antik Yunan’da "harpaston" adıyla bilinen bir oyun oynanmaktaydı.

Bu oyundaki top; domuzun idrar torbasının kıl ya da tüyle doldurulmasıyla elde ediliyordu. Ve bu oyun hem ayakla, hem elle oynanıyordu. Oyunun Roma’daki adı, "harpastum" idi.

Gelelim modern futbolun beşiği denilen İngiltere’ye:

İngiltere’ye futbolu da MS 1611-80 yılları arasında Romalı lejyonerler götürdü.

İngilizler, Romalılardan kurtuluşlarını "Derby" adını verdikleri yerde oynadıkları futbol maçlarıyla kutlamayı gelenek haline getirdiler.

Zamanla "derby"lerin yerleri çoğaldı. Futbol, Britanya Adası’nda çok yaygınlaştı. Hiçbir kuralı yoktu. Bu nedenle maçlar çok kanlı geçiyordu. 1314 yılında Londra Belediye Başkanı Nicholas Farndon, futbolu yasakladı.

1609’da 12 kişi futbol oynamaktan, bir kişi de futbolu seyretmekten suçlu bulunup idam edildi! Ancak yasaklamalar futbol sevgisinin önüne geçemedi. Futbol adada bazen yasaklandı bazen serbest bırakıldı.

İngiltere zamanla sömürgesi olduğu topraklara futbolu da götürdü.

Sanayi devriminin başlamasıyla birlikte futbol sadece köylülerin oynadığı bir oyundan çıkıp, işçilerin ve üniversitelilerin de uğraşı haline geldi. Futbol artık kurumsallaşıyordu. Milli ligler kurulmadan önce futbolun kurallarının konulması gerekiyordu.

İngiltere Birleşik Büyük Mason Locası, Londra-Great Queen Street’te, modern futbolun kurallarını koymak için ardı ardına beş toplantı yaptı. Sonunda İngiltere Futbol Birliği’nin kurulmasına karar verildi. Sonrası malumunuzdur; takımlar kuruldu vs. vs.

Osmanlı’ya her ne kadar modern futbolu İngilizler getirse de, bu "ayak topuna" Türkler pek yabancı değildi.

Orta Asya’da Türklerin ayaktopu: Tepük

SIĞIR kursağı ya da öküz ödünü şişirerek top yaparlardı.

İki rakip takım, bu topu, toprağa sapladıkları iki mızrağın arasından ayaklarıyla vurarak geçirmeye çalışırlardı.

Kuralı da vardı; rakibin baldırına tekme vurmak, çelme takıp düşürmek yasaktı.

Bir de top; kesinlikle elle tutulmayacak ve sınırları belirlenmiş alanın dışına çıkarılmayacaktı. Bu oyunun öz Türkçe bir adı vardı: Tepük!

Tepük; tepmek, tekmelemek anlamına geliyordu.

Bazı Türk boylarında ise bu oyunun adı; "tomak"tı.

Tomak aslında kısa konçlu çizme demekti. Bu ayaktopu oyununa "tomak" denmesinin nedeni; oyunun kısa konçlu bu çizmeler giyilerek oynanmasıydı. Peki, bu bilgiler nerede yazılıydı:

Süleymaniye’de Esad Efendi Kütüphanesi’nin 2107 numaralı, Seyyid Ali Ekber’in "Hıtay-ı Name" adlı kitabında...

Ayasofya Müzesi Kütüphanesi’nde 3039 numaralı "Tarih-i Timur" adlı eserde...

Süleymaniye Kütüphanesi’nde, "Aşir Efendi Kitapları" bölümünde bulunan ve Ali Kuşçu tarafından çevrilen, "Tarihi Hata ve Hoten" adlı İranlı bir tüccar tarafından yazılmış kitapta...

Ve ünlü Türk bilgini Kaşgarlı Mahmud’un "Divan-ı Lugat-it Türk" adlı eserinde yazılıydı.

Anlayacağınız Türkler futbola pek uzak değildi yani.
Yazının Devamını Oku

MHP’nin 40 yıldır bitmeyen derdi

24 Şubat 2008
Türban serbestisinin önünü açan Anayasa değişikliğine MHP’nin destek vermesi bazı çevreleri şaşırttı. Görünen o ki, bu kesimler MHP’nin tarihini, düşünsel dünyasının oluşumunu pek bilmiyor. Alparslan Türkeş ile Nihal Atsız’ın yollarının neden ayrıldığını; katıksız bir Türkçü olan Ali Balseven’in dava arkadaşı ülkücüler tarafından neden öldürüldüğünü bilmeyenler, MHP’nin bugününü anlayamazlar. İşte 40 yıl önceki o yol ayrımının hikáyesi.

TARİH: 25 Mayıs 1973. Yer: Ankara. Ali Balseven, 25 yaşındaydı. Kahramanmaraşlıydı. Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi son sınıf öğrencisiydi. MHP’liydi. Ama...

O gün akşamüzeri Kurtuluş Parkı’nda bir grup MHP’li tarafından önü kesildi. Ali Balseven karşısına çıkanların hepsini tanıyordu. Dava arkadaşlarıydı. Hepsi ülkücüydü.

Ancak...
/images/100/0x0/55ea562bf018fbb8f8794f80
Bozkurtlar birbirine düşmüştü. Başbuğ o günlerde söylemişti o ünlü sözünü:

"Davadan döneni vurun!"

O gün ülküdaşları, Ali Balseven’i bıçaklayarak öldürdü. Peki, neden?

Ali Balseven davadan mı dönmüştü? Hayır! Birini mi ihbar etmişti? Hayır! Peki, suçu neydi? Suçu...

MHP’de her şey dört yıl önce bir kongrede başlamıştı.

KIRILMA NOKTASI

Tarih: 8 Şubat 1969. Yer: Adana

O gün şehir merkezi çok hareketliydi. Mavi gömlek giyen dokuz genç, motosikletlerle kentte tur atıyordu. Dokuz motosiklet; Alparslan Türkeş’in doktrini "dokuz ışık"ı temsil ediyordu.

Mavi gömlek neyin simgesiydi? Bilinmiyor. Bilinen, Mussolini’nin yarı-askeri gençlik örgütü militanlarının kara gömlek giydiğiydi. Motosikletli gençler gerekli ilgiyi topladıktan sonra kent merkezine geldiler.

Burada, 16 bağımsız Türk devletinin bayraklarını taşıyan 16 gençle buluştular. Alana gelen mehter takımı, ara vermeden büyük bir coşkuyla çalmaya başladı. Kalabalık giderek artıyordu. Alparslan Türkeş ve parti yöneticilerinin gelmesiyle yürüyüşe geçildi.

Askeri bir disiplin altında yürüyenlerin istikameti; milliyetçi hareketin en büyük tarihsel dönüşümünün yaşanacağı kurultay salonuydu.

Şehir merkezinden gelenleri kongre salonunda bir o kadar daha kişi karşıladı. Bu grup Türkeş’e mesafeliydi; liderleri ırkçı-Turancı Nihal Atsız idi.

"Tanrı Türk’ü Korusun" pankartı altında toplanmışlardı. Orta Asya nostaljisini canlandırmak isteyen bu gençler arasında paganist simgeler modaydı.

Bu nedenle hemen hepsi kalpak giyiyordu. Sarkık bıyıklıydılar. Yakalarında Bozkurt rozetleri vardı. Esir Türklerin kurtarılıp, yeniden inşa edilecek "Büyük Türkiye"ye inanıyorlardı. Turancıydılar.

"Adsız"dılar; Göktürkler’de henüz kamusal bir görevi yerine getirmemiş gençler özel isim taşıyamazlardı. Kendilerini kanıtlayana kadar bu gençlere "adsız" denirdi.

Aşırı milliyetçi Nihal Atsız, bu nedenle kendine "Atsız" soyadını seçmişti. Karşılıklı sloganlar altında kongre başladı.

AYRIŞMANIN NEDENİ

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesine katılan dokuz subay, 22 Şubat 1964 tarihinde Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne katıldı. Liderleri Alparslan Türkeş’ti. Bu ekip kısa bir süre sonra partiyi ele geçirdi. Alparslan Türkeş, partinin genel başkanı oldu.

İhtilalci subayların parti yönetimine gelmesiyle CKMP’de büyük dönüşümler yaşandı. Örneğin, partinin o tarihe kadar ülke yarısında teşkilatı varken, bu sayı hemen 61 il ve 435 ilçeye yayıldı.

Türkiye ilk kez, partili gençlerin kendilerine verdikleri isimle, "komando yürüyüşü"yle tanıştı. Genel Başkan Türkeş’e, "Başbuğ" deniliyordu.

CKMP, Türkçü bir partiydi. Bu siyasal çizgi geniş kitlelerle buluşamıyor; oy alamıyordu. Türkeş ve arkadaşları, "ayakları yere basmayan romantik Türkçü" parti çizgisini değiştirmeye karar verdi.

Türkeş ve subay arkadaşları her ne kadar cumhuriyetçi, laik ve Türkçü olsalar da, oy alabilmek için İslam motiflerinden yararlanmaya karar verdiler!

Siyaset dünyasında İslam’ın ne kadar önemli olduğunu sosyolojik olarak kavradılar. Bu değişim/dönüşüm sadece parti programıyla sınırlı olmayacaktı; hareketin simgeleri/sembolleri bile değiştirilecekti.

İşte Adana kongresi bu amaçla toplanmıştı.

Adana’da toplanılmıştı; çünkü biliyorlardı ki Ankara, İstanbul gibi kentlerde parti çizgisinin değişmesine karşı çıkan güçlü bir "Türkçü" grup vardı.

Ve iki gün süren Adana kongresinde büyük tartışmalar, kavgalar ve ayrışmalar yaşandı...

BÜYÜK DÖNÜŞÜM

Kongre iki gün boyunca hayli hareketli geçti. Kongre Başkanı Orhan Kaleli bile divandan istifa etmek zorunda kaldı. Türkçülerin simgesi "Tanrıdağı"nın yanına, İslamiyet’in simgesi "Hiradağı" eklenip yeni bir slogan üretilmişti: "Tanrıdağı kadar Türk, Hiradağı kadar Müslüman."

Zamanla, "Tanrı Türk’ü Korusun" pankartının yerini de "Kanımız Aksa da Zafer İslam’ın" alacaktı! Benzeri İslami simgeler, Türkçü gruptan "Türkler Araplaştırılmak isteniyor" şeklinde tepki aldı.

Nihal Atsız ekibi, kongrede direkt Türkeş’i hedef aldı. Aslında Nihal Atsız ile Türkeş’in dava arkadaşlığı çok eski yıllara dayanıyordu.

Türkeş daha Kuleli Askeri Lisesi’nde öğrenci iken Nihal Atsız ile tanışmıştı. Onu öğretmeni bilmişti!

1944 Türkçüler Davası’nda birlikte yargılanıp hüküm giymişlerdi. Şimdi ise karşı gruptaydılar. Nihal Atsız ekibi, kongrede hep benzer sözleri söylediler Türkeş’e:

"Sen git güvendiğin Araplara biat et!"

"Oy toplamak için Arap develere bin!"

Sonuçta, Nihal Atsız grubu, kongreyi kaybetti. Türkçüler ellerindeki parti kimliklerini kürsüye doğru fırlatarak salondan ayrıldılar.

Nihal Atsız, gazetecilere şu açıklamayı yaptı:

"MHP’de Allah, Tanrı’yı kovdu!"

Türkçülük, Osmanlı Devleti’nin son döneminde doğmuş; Cumhuriyet ile birlikte dirilmiş; 1969 kongresinde öldürülmüştü!

ÜÇ HİLAL

Türkçü grubun kongreyi terk etmesinin ardından Türkeş ve arkadaşları önergeleri tek tek kabul ettiler. Parti adından başlayarak hareketin her şeyini değiştirdiler:

Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) adı, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) oldu.

"Bozkurt" sembolü/amblemi, yerini "Üç Hilal"e bıraktı.

"Bozkurtlar", "Ülkücüler"e dönüştürüldü!

"Türkçü" yerine "milliyetçi" sıfatı tercih edildi.

"Türkçüler Derneği" lağvedildi; "Milliyetçiler Derneği" kuruldu.

Sadece "Başbuğ"a dokunulmamıştı.

27 Mayıs’ın "kudretli albayı" Türkeş, kısa bir süre sonra Kábe’ye gidip hacı oldu.

MHP artık kendine yeni bir yol çizmişti.

Ve bu yolda "Şamanist" saydığı "Bozkurtlara" ihtiyacı yoktu.

Çünkü:

Bozkurtlar, Şamanist gelenekleri canlı tutmak, unutturmamak istiyordu.

O kadar Türkçüydüler ki, Sakarya, Adapazarı’na gidip Orta Asya’dan getirilen kımızı içiyorlardı.

Hatta 1960’lı yılların sonunda üniversitelerde siyasal kavgaların başladığı o günlerde, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi Fehmi Yücesoy okulda solcu öğrencilerden dayak yiyip yere düşünce, "Bana yardım et gök tanrısı" diye dua etmişti!

Niyazi Adıgüzel, Nihat Çetinkaya gibi isimler İstanbul Şamanistler Derneği’ni kurmuştu!

UTANGAÇ SÖYLEM

Alparslan Türkeş, sadece Türkçülerle yollarını ayırmadı. O artık utangaç bir Kemalist idi. Parti binalarından Atatürk resimleri indiriliyordu artık.

1960’lı yılların sonu, 1970’li yılların başı aynı zamanda Türkiye’deki partilerin yeniden saflaşmaya başladığı bir dönemdi.

MHP bu dönemde ideolojikleşme ve radikalleşme konusunda mevcut partilerden daha aktifti. Propaganda konuşmalarında, laikliğin yerini oy avcılığına dönük İslami söylemler aldı.

Politikada mistik/dinsel bir yaklaşımı benimsedi. Kırsal alanlar ve varoşlar için bu söyleminin önemli olduğunun farkındaydı.

Bu nedenledir ki, ülkücüler otobüslere bindirilip Adıyaman’daki Nakşibendi Menzil Şeyhi’nin elini öptürülmeye götürülmesine ses çıkarmıyordu.

Tarikatlar Türkeş’i ziyaret ediyor; ona tüfek hediye ediyorlardı!

Türkeş artık pragmatikti: Türkçü söylemlerle sadece üniversitedeki öğrencilerin dikkatini çekeceğini biliyordu. İsteği, İslamcı söylemlerle "köksüzlük sorunu" yaşayan köylü gençleri toplumsal harekete çekmekti.

Laik Türkeş, tarikatlara yakınlaştı. Öncelikli ilk hedefi Orta Anadolu’daki Sünni Müslümanların oylarını almaktı.

Başarılı da oldu.

ALEVİLER

Ali Balseven’in cenazesine MHP’den kimse katılmadı. Cenazede sadece Türkçüler vardı. Tabutu Türk bayrağı ve Bozkurt flamasına sarılıydı.

Başları kalpaklı, sarkık bıyıklı Türkçüler, yoldaşlarının tabutunu Kahramanmaraş’a kadar taşıdılar.

Ve...

Bilinmeyen bir gerçektir:

Ali Balseven Alevi’ydi.

Alevilerin MHP’ye uzak durmasının bir nedeni de Ali Balseven cinayetidir.

Sonuç:

MHP’nin 40 yıllık siyasal çizgisinde bir sapma yoktur.

’Bozkurtçunun Amentüsü’

Biz kimiz?

Bozkurtçularız.

İdeolojimiz nedir?

Bozkurt Türkçülüğü.

Neye inanırız?

Türk ırkının ve Türk milletinin, her ırktan ve her milletten üstün olduğuna!

Bu üstünlüğün kaynağı nedir?

Türk kanıdır.

Türk doğuştan mı üstündür?

Türk, doğuştan üstün ve kabiliyetlidir. Türk, zekásını, yiğitliğini, askeri dehasını ve her hususta büyük kabiliyet ve istidadını kanından alır.

Bu üstünlük kaybolabilir mi?

Kötü idare ve kötü muhitin tesiriyle azalırsa da bu muvakkattir. Türk kendi gelişmesini tekin edecek iyi bir idare ve iyi bir muhit yaratır yaratmaz bu üstünlüğü yeniden parlar.

Bu üstünlük ne vakit büsbütün kaybolur?

Eğer Türk’ün kanı yabancı kanlarla bulanırsa. Bu takdirde melez ve karışık kanlı olarak doğacak nesiller, Türk’ün maddi manevi hususiyetlerini taşımazlar ve öz bir Türk gibi üstün soydan olamazlar.

Bozkurtlar niçin ırkçıdır?

Bozkurtçuların ırkçı olmalarının diğer bir sebebi de içtimaidir; Bozkurtçular biliyor ki Türk’e ancak Türk’ten fayda gelir. Türk olmayanlar ve her çeşit dönmeler, ne kadar Türk terbiyesi ile büyürlerse büyüsünler hiçbir zaman bir öz Türk’e benzemeyecekleri gibi bir öz Türk gibi de bu millete hizmet edemeyeceklerdir.

Türk derken, 9 göbeği Türk olanları mı kastediyorsun?

Gönül öyle isterdi. Fakat realiteleri gören Bozkurtçular, atalarının dörtte üçü Türk olan veya 4 göbekten beri kanca Türkleşmiş olanları da Türk saymaktadırlar.

Bozkurtçular Pantürkist midir?

Evet...

"Bozkurtçunun Amentüsü"nü kaleme alan isim Reha Oğuz Türkkan idi.

(Bozkurt Dergisi, Sayı 1, 5 Mart 1942.)

"Türkçülük" özellikle II. Dünya Savaşı döneminde ırkçılığa dönüşüvermişti.

DÜZELTME

Geçen haftaki "İşte ünlü İslamcı masonlar" yazımızda bir aksilik yaşanmıştır.

Yazı kısaltılırken, "Bir diğer mason şeyhülislam da Mustafa Hayri Efendi"ydi" cümlesi yanlışlıkla atılınca, eski Başbakan Suat Hayri Ürgüplü, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu olarak yer almıştır. Doğrusu, Suat Hayri Ürgüplü, Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendi’nin oğludur.

Düzeltirim.
Yazının Devamını Oku

İşte ünlü İslamcı masonlar

17 Şubat 2008
Dinci basının nakaratı günlerdir sürüyor: "Masonlar düğmeye bastı!" "Laiklik mitinglerinin arkasında mason locaları var!" "Başörtüsü yasağını mason biraderler savunuyor!"

Musa Kazım Efendi

Mustafa Sabri Efendi

Said Halim Paşa

Cemaleddin Efgani

Muhammed Abduh

Yazının Devamını Oku

AKP’nin tesettüre girme hikáyeleri

10 Şubat 2008
Deniliyor ki: Örtülü eşleri AKP’lilere "türban yasasını hemen çıkarın" diye evde baskı yaptı! Peki, AKP’lilere baskı yapan örtülü eşler, ne zaman, nasıl örtündü? Aile, mahalle, koca baskısı gördüler mi? Mesleklerini bırakıp "ev kadını" olmaya mecbur mu edildiler? Hepsi aynı sosyal sınıftan mı geliyor? İşte onların, isim isim örtünme hikáyeleri...

EMİNE ERDOĞAN

Emine Gülbaran
15 yaşında intihar etmeyi düşündü. Yıl 1970’ti. Mithatpaşa Akşam Sanat Okulu’nun öğrencisiydi.

Romantik bir kişiliği vardı. Cep romanları okuyor. Artistlerin kartpostallarını biriktiriyordu. Emel Sayın ve Ajda Pekkan’ı beğeniyordu. Bir de sinemaya gitmeyi.

Ziya amcalarının eski Amerikan otomobilinde ilk kez direksiyona geçti; otomobil kullanmak istiyordu. Giyinmeyi çok seviyordu. Dikiş dergisi Burda’nın patronlarından kalıp çıkarıp, kendine elbise dikiyordu. İlk diktiği giysi ise çift taraflı bir pelerin oldu. Bir tarafı uçuk bir eflatun, diğer tarafı uçuk griydi.

Ağabeyi Hüseyin Gülbaran kendisinden bir yaş büyüktü. Kız kardeşi Emine’ye artık örtünmesi gerektiğini söyledi. Emine Erdoğan, yıllar sonra "Nasıl Örtündüler?" kitabının yazarı Gülay Atasoy’a o günü anlattı:

"Ağabeyim bana örtünmem gerektiğini söylediği zaman intihar etmeyi bile düşünmüştüm. Nasıl olur da örtünürdüm! Çevremde bir tane örneği yoktu. Köy gibi bir yerde olsam neyse... Orada dikkati çekmezdim. Ama burada (İstanbul’da) olamazdı. Bu karışık duygular içindeyken, bir vesileyle Şule Yüksel Şenler’le tanıştım. Bu tanışma beni çok etkiledi. Böylelikle bir Müslüman hanımın hem modern, hem kültürlü, hem de örtülü olabileceğini gördüm."

Emine Gülbaran
15 yaşında örtündü.

Okuldan ayrıldı.

HAYRÜNNİSA GÜL


Abdullah Gül’ün annesi Adviye Hanım, gelini olmasını istediği Hayrünnisa’yı Kayseri’de bir akraba düğününde gördü.

Hayrünnisa 14 yaşındaydı. İstanbul’da Çemberlitaş Ortaokulu’nu yeni bitirmişti. Takdirname almıştı. Liseye başlayacaktı.

Abdullah Gül 29 yaşındaydı. Sakarya Üniversitesi’nde asistandı. Gül Ailesi, Özyurt Ailesi’ne görücüye gidip Hayrünnisa’yı istedi.

Aileler anlaştı. Ama ortada sorun vardı. Medeni Kanun, 14 yaşında bir kızın evlenmesine izin vermiyordu. Hayrünnisa’nın 15’ini doldurması beklenecekti.

18 Ağustos 1980.

O gün Hayrünnisa’nın yaş günüydü.

O gün yasal engel kalktı.

O gün 30 yaşındaki Abdullah Gül ile 15 yaşındaki Hayrünnisa Özyurt evlendi.

Ve o güne kadar başı açık olan Hayrünnisa, işte o gün, evlendiği gün tesettüre girdi.

Okuldan ayrıldı. Artık ev kadınıydı.

ZEYNEP BABACAN

Hacettepe Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü öğrencisiydi.

İleride eşi olacak Ali Babacan’ın üç kız kardeşi Betül, Tuğba ve Merve ile yakın arkadaştı.

Ali Babacan öğrenimini tamamlayıp ABD’den döndü.

Babası Hilmi Babacan, oğlu Ali’nin evliliğini şöyle anlattı:

"Amerika’dan dönünce Ali’nin kız kardeşleri, kendi arkadaşlarının arasından birini belirledi ve ’Ağabeyciğim, şu kız (Zeynep Yurter) senin için uygundur’ dediler. Biz de Allah’ın emriyle istedik. İstediğimiz gün de kabul edildi. Kız kardeşleri, Ali’nin kendi karakterini ve nasıl birini istediğini bildikleri için mevcutların içinde sana bu uygun dediler. Biz de görücü usulüyle gittik, baktık ve beğendik."

Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne taşıyacağı söylenen genç Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın evliliği görücü usulüyle böyle gerçekleşti.

Evlenmesiyle birlikte Zeynep Yurter örtündü.

Ev hanımı oldu.

Uzatmayayım...

Hayati Yazıcı’nın eşi Selma; Hüseyin Çelik’in eşi Şahsenem; Mehdi Eker’in eşi Yasemin; Faruk Çelik’in eşi Beyhan...

Liste uzayıp gidiyor.

AKP çevresi diyor ki; kızlarımız-kadınlarımız tesettüre girmeye kendileri karar veriyor!

Ne yazık ki türbanı "özgürlük sorunu" olarak gören entellerimiz de öyle düşünüyor.

Ama hayat öyle demiyor işte.

AHSEN UNAKITAN

Edirneliydi ailesi; merkeze bağlı Musabeyliği Köyü’nden. Orta halli Eral Ailesi’nin kızıydı. Mandolin ve piyano çalmayı küçük yaşta öğrendi. Tenis oynamayı seviyordu.

Öğrenim hayatında hep başarılıydı. İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.

Avukatlık yapmaya başladı. Solcuydu. 1971 yılında Maliye Bakanlığı’nda Hesap Uzmanı olarak çalışan Kemal Unakıtan ile evlendi. Edirne’den çocukluk arkadaşıydılar. Bir gün...

Yolda gördüğü bir işportacıdan eşarp aldı.

Örtündü.

Avukatlığı bıraktı. Ev hanımı oldu.

Eşi bakan olunca, örtünme modelini değiştirdi; türbanı kulaklarının arkasından bağlayarak kendi tarzını yarattı.

Türban, Eral Ailesi’ni böldü.

Bugün Eral Ailesi’nin çoğu hálá solcu.

MÜNEVVER ARINÇ

Yıl 1978.

Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu Giyim Bölümü’nden, 5 üzerinden 4.5’la mezun oldu. Okulun en başarılı öğrencisiydi.

Münevver Tay, üniversite yıllarında modern giyimiyle dikkat çeken biriydi. Bir de yardımseverliğiyle tanınıyordu. Kırşehir Kaman’da öğretmenlik yapmaya başladı.

Manisa MSP İl Başkanı Avukat Bülent Arınç, hemşerisi Münevver Öğretmen’i partisinin önde gelen isimlerinden İsmail Tay’dan istedi. Münevver Tay öğretmenliği seviyordu. Evlenmeyi şimdilik düşünmüyordu.

Ancak...

Babasının ısrarına fazla karşı koyamadı. Ve evlendi. Damat Bülent Arınç 31, gelin Münevver Tay ise 22 yaşındaydı. Öğretmen Münevver Tay evlenince ev hanımı oldu; tesettüre girdi.

Öğretmenliği bıraktı. Çok sevdiği öğretmenliği ancak bir yıl yapabilmişti.

SEMİHA YILDIRIM

O da öğretmendi.

Eşi; Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Erzincan Refahiye İlçesi Kayı Köyü’nden akrabasıydı.

Görücü usulüyle evlendiler.

Evlenince o da öğretmenliği bıraktı.

Örtündü.

Ev hanımı oldu.

GÜLTEN ÇİÇEK

Ailesi Yozgatlıydı. Yozgat ile Yerköy arasındaki Saray İlçesi’nde öğretmenlik yapıyordu. Cemil Çiçek ise Yozgat’ta avukattı. Görücü usulüyle evlendiler.

Gülten Hanım’ın öğretmenliği sadece beş yıl sürdü. Örtündü. Ev hanımı oldu.

FATMA Ş. AKDAĞ

Fatma Şeyda, Erzurum Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydi.

Babası subaydı.

Başı açıktı.

Nesrin Akdağ, müstakbel gelinini Erzurum’da bir toplantıda görüp beğendi.

Oğlu Recep Akdağ, Erzurum Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirmiş; üniversitede kariyer yapmıştı. Bekárdı.

Akdağ Ailesi, Ordu’ya gidip Fatma Şeyda Hanım’ı ailesinden istedi.

Evlendiler.

Fatma Akdağ, okulu yarım bıraktı.

Tesettüre girdi.

Ev hanımı oldu.

MEHTAP GÜLER

CHP Muğla Milletvekili Hasan Fehmi İlter’in kızıydı. Annesi Sevilay İlter ressamdı. DSP’li, eski Dışişleri Bakanı Sina Şükrü Gürel ile kuzendiler.

Hilmi Güler, ODTÜ’den Metalürji Mühendisi olarak mezun oldu. Aynı üniversitede yüksek lisans, doktora yaptı. TAŞ-TUSAŞ, MKEK, ETİBANK, İGDAŞ kurumlarında üst düzey görevler aldı. 33 yaşındaydı. Mehtap İlter ile tanıştı. Flört ederek, 1981 yılında evlendiler.

Babası Hasan Fehmi İlter bu mutlu olaya şahit olamadı; çünkü üç yıl önce vefat etmişti. Mehtap Güler evlenince örtündü. Çalışmayı bıraktı, ev hanımı oldu.

SANİYE ŞAHİN

Mehmet Ali Şahin ile Saniye Şahin teyze çocuklarıydı.

Mehmet Ali Şahin, Başbakan Erdoğan’ın İstanbul İmam Hatip Lisesi’nden okul arkadaşıydı.

Memleketi, Karabük’ün Ovacık İlçesi’ne bağlı Ekincik Köyü’nde 1.5 yıl imamlık yaptı.

Teyzesinin kızı Saniye ile evlendi.

Bu akraba evliliğinden midir bilinmez; oğulları Fatih Şahin zihinsel engelli doğdu.

Mehmet Ali Şahin sonra İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirme başarısını gösterdi.

Sonra siyasetin merdivenlerini hızla tırmandı.

En büyük destekçisi ise eşi; ev hanımı Saniye Şahin’di.

/images/100/0x0/55ea91c0f018fbb8f8888f96Politikacıların üniversite bitiren kızları neden çalışmıyor

BÜYÜK olasılıkla, üniversitelerde türban serbest olacak. Herkes merakla bekliyor, sonra ne olacak?

Deniliyor ki, "mahalle baskısı" gibi üniversitelerde "türban baskısı" olacak; özellikle Anadolu’daki üniversitelerde başı açık kız öğrencilere örtünme baskısı gelecek.

Bu olabilir mi? Evet olur. Bitmedi. Meselenin bir başka yönü daha var:

Türbanlı kızlarımız üniversitelere girince ne olacak? Söyleyeyim:

Çok iyi okuyacak, çok başarılı olacak ve okullarını hep dereceyle bitirecekler. Peki, sonra ne olacak?

Ne olacak biliyor musunuz; evlenip, ev hanımı olacaklar!

Bunu da nereden çıkardınız demeyin. Gelin Türkiye’yi yöneten birkaç politikacının kızlarına bakalım:

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün kızı Kübra, Bilkent Üniversitesi’ni bitirir bitirmez evlendirildi. Çalışıyor mu, hayır!

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Esra, ABD’de Indiana Üniversitesi’nde okudu. Çalışıyor mu? Hayır. Başbakan’ın diğer kızı Sümeyye çalışıyor mu; hayır!

Milli Görüş’ün lideri Necmettin Erbakan’ın kızları; Elif Bilkent Üniversitesini bitirdi, Zeynep ise ODTÜ’yü. Üstelik "başları açık okudular" diye parti içinde muhalif sesler çıkmıştı. Peki, bugün çalışıyorlar mı; hayır! Evlendiler, çocuk yaptılar. Yani ev hanımı oldular.

Enerji Bakanı Hilmi Güler’in kızı Ayşe Şeyma da Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nü bitirir bitirmez, eski Orman Bakanı Osman Pepe’nin oğlu İsmail ile evlendirildi.

Devlet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, Bilkent Üniversitesi’ni bitiren kızı İclal’i hemen evlendirdi.

Ulaştırma Bakanı Binalı Yıldırım’ın kızı Büşrah...

Listeyi uzatmaya gerek var mı?

Çok merak ediyorsanız; daha yaşları küçük olan Büşra Şahin, Zişan Güler, Büşra Çelik’i medyadan takip ediniz. Onlar da ablaları gibi üniversiteyi çok iyi dereceyle bitirecekler ve sonra hemen evlendirilecekler.

Niye?

Bu gencecik kızlarımız üniversiteyi bitirir bitirmez, çalışmalarına fırsat verilmeden neden hemen evlendiriliyor?

Şimdi derler ki, "Sana ne, bu da bir özgürlük sorunu".

Öyle ya...

Aslında tüm bunlar; özgürlüğün tesettüre sokulması değil mi?
Yazının Devamını Oku

’Şulebaş türban’ tasarımından kara çarşafa uzanan sıradışı bir hayat

3 Şubat 2008
Hayrünnisa Gül’den Emine Erdoğan’a kadar birçok kadının başlarını bağlama şekline "Şulebaş" deniyor.
Bu başörtüsüne adını veren Şule Yüksel Şenler kimdi? Nasıl ve neden örtündü? Bu türban modelini nasıl buldu? Terzilik öğrendiği Ermeni ustasının etkisi oldu mu? Türbandan sonra neden kara çarşafa büründü? Recep Tayyip Erdoğan ile Emine Hanım birlikteliğinin arabulucusu Şule Yüksel Şenler, neden iki kez evlenip boşandı? Türban konusunda Türkiye’de "çığır açan" bir gazeteci-yazarın işte yaşam hikáyesi.

KIBRISLIYDILAR. Babası Hasan Tahsin ile annesi Mihriban Ümran Hanım, teyze çocuklarıydı. Altı kardeştiler: Özer, Örsel, Şule Yüksel, Gonca Gülsel, Tuncer ve Çiğdem.

Tarih 29 Mayıs 1938. Kayseri. Şule Yüksel dünyaya geldi. Babası, Sümer Fabrikası’nda görevliydi. 6 yıl sonra görevinden ayrıldı. İstanbul’a yerleştiler. Bütün aile; anneanneler, babaanneler tüm akraba kadınları modern kıyafetler içinde, zarif ve şık giyiniyorlardı.

Şule Yüksel, Koca Ragıp Paşa İlkokulu’na giderken ailenin ekonomik düzeni bozuldu. Şenler çiftinin çocuklarına okul aile birlikleri yardım etti. Şule Yüksel, ortaokula kadar okuyabildi. Annesi kalp krizi geçirip yatağa bağlanınca okuldan alındı.

Artık evden çıkmıyor; temizlik yapıyor, yemek pişiriyordu. Arta kalan zamanlarında hep kitap okudu; ne bulursa onu okudu. Öyküler yazmaya başladı. Bunları Safa Önal’ın çıkardığı "Yelpaze" Dergisi’ne gönderdi. İlk yazarlığa burada adım attı.

Sonra Gökhan Evliyaoğlu, Peyami Safa gibi devrin ünlü isimlerinin bulunduğu "Yeni İstanbul" Gazetesi’nin gençlik köşesinde yazmaya başladı.

Bu arada gazetenin ilanlarını hazırlayan Yüksel Bey’den resim dersi aldı. Resim derslerini müzik dersleri takip etti. Ney ve kanun çalmayı öğrendi.

AĞABEY BASKISI

Ağabeyi Özer Şenler, Said-i Nursi’nin yakın çevresi içine girmişti. Ailesinin modern yaşamına; annesi ve kız kardeşlerinin örtünmemesine ve hele hele evde bile olsa kız kardeşlerinin erkek musiki hocalarından ders almasına çok kızıyordu. Bir gün evi terk etti.

Artık ağabeyi Özer’in yeni bir hayatı vardı. Dizinin dibinden ayrılmadığı Said-i Nursi, "Özer" adını da değiştirip "Üzeyir" koymuştu! Ağabey Özer Şenler’i, Said-i Nursi ile tanıştıran kişi ise, "Milliyetçiler Derneği"nden arkadaşı Nevzat Yalçıntaş’tı.

Şule Yüksel o günlerde áşık oldu. Lise öğrencisi mahalleli bir gence tutuldu. Aşk karşılıklıydı. Dört yıl flört ettiler.

18 yaşına bastığı gün iki aile yan yana geldi. Ancak bu söz kesme merasimi tatsızlıkla sonuçlandı. Müstakbel kaynanasının, oğlu ve geliniyle aynı evde yaşamak istemesi bu birlikteliğin sonunu getirdi.

Baba Hasan Tahsin Şenler bu teklifi kabul etmedi. Bu acı sonucu mutfakta öğrenen Şule Yüksel bayılıp kaldı.

Ve yıllar geçse de bu acı dünür olayını hiç unutamadı. Hatta çocuk sahibi olamamasını da bu olaya bağladı...

ERMENİ TERZİ

Annesi, aşkını unutması için Şule Yüksel’i Bakırköy’de bir Ermeni terzinin yanına çırak verdi. Gencecik yaşında her türlü elbiseyi dikebilecek düzeye geldi. Zamanla kalfalığa kadar yükseldi.

Ermeni ustasının Avrupa’dan getirdiği moda dergilerini elinden düşürmedi. Bu dergilerde gördüklerinden etkilenip ileride "Şulebaş Türban" tasarımı ortaya çıkaracağını kuşkusuz tahmin bile edemezdi...

Moda magazin dergilerini elinden hiç düşürmedi ama siyasi olaylara da ilgisiz kalmadı. 1950’li yıllarda başlayan Kıbrıs mitinglerine katıldı. Ata yurdunu unutmamıştı. Mitinglerde kürsüye çıkıp ağlayarak şiirler okudu.

27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra kurulan Adalet Partisi’ne katıldı. AP Bakırköy Gençlik Kolları, Edebiyat ve Kültür Kolu Başkanı oldu.

Faruk Nafiz Çamlıbel’in çıkardığı "Kadın Gazetesi"nde köşe yazmaya başladı. Asıl adı "Yüksel" idi. Ama kadın olduğunun anlaşılması için adının önüne "Şule" ekledi. O artık "Şule Yüksel Şenler" idi. O dönem siyasal görüş olarak aşırı milliyetçi Nihat Atsız’a yakınlaştı. Ama ağabeyi Özer’in (Üzeyir) hastalığı yaşamını değiştirdi.

OJELİ TIRNAKLAR

Ağabeyi sarılıktı. Annesi, kız kardeşleri hastanede başında beklediler günlerce. Ağabeyi kendine gelince onlardan son bir istekte bulundu: "Örtünün!"

Şule Yüksel sinirlendi: "Ağabey, neden bizden yapamayacağımız şeyler istiyorsun?"

Ağabeyi, "O halde Risale-i Nur toplantılarına katılın" dedi. Ağabeyin ölüm döşeğinde morale ihtiyacı vardı. Kabul ettiler. Risale-i Nur toplantılarına aileden ilk olarak Şule Yüksel Şenler gitti.

Bir evde beyaz örtüler içindeki on kadın, karşılarında başı açık, modern kıyafetli ve üstelik kendilerine göre hayli dekolte bir elbise içinde onu görünce çok şaşırdı.

Şule Yüksel eteğini çekiştirip, manikürlü ojeli parmaklarını saklayarak bir köşeye çekilip oturdu. Risaleleri dinlemeye başladı. Hiçbir şey anlamadı. Sıkıldı. Birkaç toplantıdan sonra kadınlardan biri, ojeli tırnaklarını "orangutan maymunlarına" benzetince çok utandı. Kendini "düzeltmeye" önce tırnaklarından başladı, artık oje yoktu.

Sonra kadınlar başını örtmesini istedi. O da, "ayıp olmasın" diye başını yarım örtmeye başladı.

"Ağabeyin çok iyi okuyor, bakalım sen nasıl okuyacaksın" diye eline risaleleri verdiler. Çok güzel okudu; kadınlar hayran kaldı.

Takdir edilmek, kabul görmek çok hoşuna gitti.

O günden sonra namaza başladı.

’KÜRT KARISI DİYECEKLER’

Yıl 1965...

Bir gün aynanın karşısına geçti:

Besmeleyi çekip örtündü. İçinden, "Ne kadar çirkin oldum" dedi. Bu kez saçının ön tarafı görünecek şekilde başörtüsünü bağladı. "Ne kadar iradesizim" diye kızdı.

Aynanın karşısında başörtüsünü tekrar tekrar çeşitli şekillerde bağladı:

"Besleme kızlara benzedim!"

"Hizmetçi kız oldum!"

"Herkes bana gerici, yobaz gözüyle bakacak!"

Ve sonunda...

Bugün moda olan "Şulebaş tipi türban" o gün, o aynanın karşısında ortaya çıktı. "Öyle şık bir tarzda örtünmeliyim ki herkes çok beğensin!"

Beklediği olmadı. En büyük tepki, anneannesi İkbal Hanım’dan geldi. İlk sözü, "Kürt karılarına benzemişsin" oldu!

Ağabeyi dışında tüm ailesi örtünmesine karşı çıktı. Ne olduğunu soranlara "Başı ağrıyor" dediler.

Yolundan dönmedi. Kadınlara başörtüsünü sevdirmek için çok uğraş verdi; farklı şık eşarplar dikti; biyeli, atkılı, tokalı özel başörtüler taktı. Çevresi tepki gösterdikçe o örtüsüne sarındı. Örtüsü bayrağı oldu.

PAPA’NIN GELİŞİNE KARŞI

Örtünmesiyle birlikte çalıştığı yayın organı da değişti. Yeni yayın organıyla birlikte artık davalar süreci de başlayacaktı. 26 Ocak 1967 tarihinde Mehmet Şevket Eygi’nin çıkardığı "Yeni İstiklal" Gazetesi, Pakistan’da üniversiteye, ellerinde kitapları kara çarşaf içinde giden üç genç kızın fotoğrafını basıp, yanına da Şule Yüksel Şenler’in, "Müslüman kadınların örtünmesi şarttır" diyen yazısını koyunca, Türk Kadınlar Birliği dava açtı.

Şule Yüksel Şenler ilk kez mahkemeyle tanıştı. Ama bu son olmayacak; iki kez de cezaevine girecekti. Anadolu’nun her yanında seminerler vermeye başladı. Şule Yüksel gibi İstanbul’da yaşayan modern bir kadının örtünmesi, "itilmişlik duygusu" içindeki çevrelerde memnuniyet yarattı.

Her gün bir yerde panele katıldı. "Başı açık kadınlara laf atılıyor; oysa kapalı kadınlara ana-bacı gözüyle bakılıyor" diyordu.

Laf atan Müslüman erkeği değil de, laf yiyen Müslüman kadını düzeltmeye çalışıyordu!

Said-i Nursi hayranıydı. "Bugün" Gazetesi’nde Necip Fazıl Kısakürek, Said-i Nursi’nin evlenmeyişini ve sakal bırakmayışını eleştirince en sert tepkiyi o gösterdi.

Giderek radikalleşti. 1967 yılında Papa’nın Türkiye’ye gelmesine karşı çıkıp, "Ağlayın ey Müslüman kardeşlerim ağlayın" diye makale yazdı.

Ankara’da İmam Hatiplere ve İlahiyata Kız Yetiştirme Kursu açılmasını sağlayıp, müdür oldu.

Öğrencileri onun gibi "Şulebaş" türban takmaya başladı. Bu kurstan yetişen öğrencilerden biri de ünlü gazeteci Abdurrahman Dilipak’ın eşi Asiye Hanım’dı.

Tayyİp ErdoĞan İle Emİne HanIm’In evlİlİklerİnde arabulucu OLDU

Yaşadığı ilk aşk ve ilk hayal kırıklığının da etkisiyle yıllar sonra "Huzur Sokağı" adlı romanını yazdı. Bestseller oldu. Ünlendi.

Roman, "Birleşen Yollar" adıyla 1970’te sinemaya uyarlandı; yönetmen Yücel Çakmaklı’nın İslami içerikli ilk filmi oldu. Başrolde Türkan Şoray ile İzzet Günay vardı.

Başörtüsü sinemaya girmişti...

32 yaşındaki Yüksel Şule Şenler o yıl evlendi. Eşi, ilahiyat mezunu tiyatrocu Abdullah Kars idi. Şehir şehir dolayıp İslami tiyatro yapıyordu. Yani aynı zamanda dava arkadaşıydılar. Evlenmelerine Risale-i Nur talebelerinden Sait Özdemir vesile olmuştu.

Gelinliğin modelini Şule Yüksel Şenler çizdi. Kadın-erkek ayrı ayrı yapılan düğün, müziksiz ve danssız oldu. Davetiyelere ilk kez ayet ve hadis konmuştu. Konukların tesettüre uygun giyinmesi istenmişti.

Fakat:

Bu İslami düğün mutluluk getirmedi. Eşi, Şule Yüksel’i hep dövdü. Toplantılarda, "Eziyet gören kadının sabrettiği takdirde Allah katında büyük derecelere ulaşacağını" söyleyen Şule Yüksel’in dayanacak gücü kalmadı. Beş yıllık evlilik hüsranla bitti; boşandılar.

KOCA BASKISI

Hayat devam ediyordu. Koca baskısından kurtulmuştu. Tekrar panellere gitmeye; gazetelere, dergilere yazmaya başladı.

"İdealist Hanımlar Derneği"ni kurdu. Manevi başkanı oldu.

Derneğe gelen genç kızlar arasında, Emine Gülbaran (Erdoğan) da vardı. Recep Tayyip Erdoğan ile Emine Hanım’ın evliliklerinde arabulucu olan isim de Şule Yüksel Şenler’di.

Bu arada ikinci evliliğini yaptı. Eşi Kanada’da yaşamış bir maden mühendisiydi. Daha önce evlenmiş ama eşini kaybetmişti. Bir kızı vardı. (Şule Yüksel Şenler, üvey kızının yaşamına saygısından dolayı, eşinin adının yazılmasını istemedi.)

Şule Yüksel Şenler için damat adayının en önemli özelliği, namazında niyazında olmasıydı.

Evlendiler. Bakırköy’de dubleks bir apartman katına yerleştiler. Eşi dolayısıyla yeni çevre edindi. Yeni çevre, Nakşibendi İsmailağa Cemaati’ydi.

Burada tanıştığı kadınlardan; simsiyah çarşaf giyen Dr. Sevim Asımgil, yaşamında ikinci radikal değişime neden oldu.

"İslamiyet’ten soğutuyor", "Mümkün değil çarşaf giymem" diyen Şule Yüksel Şenler bir gün kara çarşafa giriverdi.

Modern başörtüsüyle başlayan süreç, kara çarşafa gelip dayanıvermişti. Tercih kendinindi kuşkusuz. Ama ortada bir reel durum da yok muydu?

Ağabeyinin isteğiyle Nurcu olup türban takan Şule Yüksel Şenler, bu kez eşinin isteğiyle Nakşibendi olup kara çarşafa girivermişti!

KARA ÇARŞAF GİYİYOR

Türban takarak modern hayat sürdüren çevresini şaşırtan Şule Yüksel Şenler, bu kez kara çarşafa girerek türbanlı arkadaşlarını hayretler içinde bıraktı. Türbanlı arkadaşlarından koptu. Eşiyle ve üvey kızıyla Fatih Çarşamba’ya yerleşti. Milli Gazete’deki yazılarına son verdi.

Bir gün Başbakan Erdoğan’ın dünürü, gazetenin başyazarı Sadık Albayrak İsmailağa Cemaati şeyhi Mahmut Hoca’ya gelerek, Şenler’in tekrar Milli Gazete’de yazması için izin istedi.

Şeyh Mahmut Hoca, istiharede olan Şenler’in durumuna göre, belli konularda yazmamak üzere izin verebileceğini söyledi.

İki erkek Şule Yüksel Şenler hakkında karar verirken; o dönemde Şule Yüksel Şenler’in derdi başkaydı.

İkinci kocası da fiziki şiddet uyguluyordu. Her seferinde şeyhine koşuyor ama Mahmut Hoca, "Hele sabret" diyordu. 11 yıl sabretti. Boşandı. Boşanmasıyla birlikte, İsmailağa Cemaati kendisiyle tüm ilişkisini kesti! Yapayalnız kaldı.

AKIL HASTANESİNDE

Annesi Ümran Hanım vefat etmişti. Babasının yanına taşındı. Zaman Gazetesi’nde köşe yazarlığına başladı. Sorunlar yakasını bırakmadı. Babası Hasan Tahsin ağır psikolojik hastaydı; hafızasını kaybetmişti. Bir gün evden çıktı ve geri dönmedi.

Akıl hastası Hasan Tahsin’i vatandaşlar, Bakırköy Akıl Hastanesi’ne götürdü. Hastanede diğer hastalardan dayak yiyen Hasan Tahsin vefat etti.

Aynı hastalık Şule Yüksel Şenler’e de bela oldu. Hafızasını kaybetti. Kimseyi bilemedi ve tanıyamadı. Kıblenin nerede olduğunu, namazda hangi duaları hangi sırayla okuyacağını soruyordu hep.

Aynı zamanda uyuyamıyor; sabaha kadar ağlıyordu. Doktorlar sürekli uyuttular. Bu ağır yorucu hayat beynini, vücudunu yıpratmıştı. Kimbilir belki de akraba evliliği sonucuydu çektiği bu ıstıraplar? Tedavisi bugün hálá sürüyor...

Allah şifa ve uzun ömür versin...

SONUÇ

Şule Yüksel Şenler’in yaşamı, aslında toplumsal hayatımızın dönüşümüyle paralellik gösteriyor; yani Türkiye bugünlerde "ağabey" baskısı altında örtünüp örtünmemeyi tartışıyor.

Bundan sonra nelerin yaşanacağını Şule Yüksel Şenler’in yaşam hikáyesi anlatıyor zaten.
Yazının Devamını Oku

Názım Hikmet’in bilinmeyen ziyareti

27 Ocak 2008
Názım Hikmet’in Moskova’dan getirilen kişisel eşyası ve özel belgeleri, 19 Ocak’tan itibaren İstanbul’da sergilenmeye başlandı. Başta üstat Doğan Hızlan olmak üzere araştırmacılar, tarihçiler, büyük şairin bugüne kadar bilinmeyen şiirlerini-yazılarını ortaya çıkardılar. O halde biz de Názım Hikmet’in pek bilinmeyen bir ziyaretini kaleme alalım. YIL 1952. Haziran ayı ortaları... Yer Çin-Kore sınırını oluşturan Yalu Nehri kenarı... Muzaffer Kıran, Kazım Ün, Muzaffer Senburç, Tahsin Sarı, Halil İbrahim Çınar, Mahir Açıkgöz, Faruk Pekerol, Halil Bulut, Mustafa Özbalyoz, İsmail Demirdelen, Osman Şengül, İbrahim Balcı, İsmail Arslan, Hacı Baran, Durmuş Küçük, Halil Birkan, İbrahim Altınok...

Kore Savaşı’nda Türk birliklerinden 5’i subay, 3’ü astsubay, 226’sı asker, toplam 234 Mehmetçik esir düştü.

Hemen hepsi 20’li yaşlarının baharındaydı.

İki yıldır kamptaydılar.

Yedi kamp vardı; Beyaz Amerikalılar, siyah Amerikalılar, İngilizler, subaylar, Güney Koreliler, sürgün kampı ve Türklerin, Amerikalıların, İngilizlerin, Fransızların, Yunanların ve Filipinlilerin ortak kullandıkları 5 No’lu kamp.

Saçları, sakalları, tırnakları uzamıştı. Yüzleri, boyunları, elleri kalın bir kir tabakasıyla örtülüydü. Bir deri bir kemiktiler. Bitlenmişlerdi.

Kiminin yarasını kurt kaplamıştı. Yemek yok denecek kadar azdı.

Özellikle kışlar zorlu geçti.

Bu zorlu şartlara dayanamayıp kaçmaya teşebbüs edenler oluyordu. Ama hep yakalanıp hapse atılıyorlardı.

Günleri, barakalarda saatlerce propaganda dinleyerek geçti.

Çin milli marşı ezberletilmişti.

SÜRPRİZ ZİYARETÇİ

O gün yine barakadaydılar.

Türk esirler ders yaparken ziyaretçileri olduğu söylendi.

Şaşırdılar. Kimdi gelenler?

Gelenler; İtalya, Yunanistan ve Fransa gibi çeşitli ülkelere ait Dünya Barış Konseyi üyeleriydi.

Gelenler, kendi ülkelerine ait esirlerin bulunduğu barakalara gitti.

Türk esirlerin bulunduğu yere gelen isim ise Názım Hikmet’ti.

Şairi karşılayan; Kunuri Savaşı’nda yaralanarak esir düşen Gelibolulu Üsteğmen Fevzi Gürgün oldu.

Hiçbiri Názım Hikmet’in kim olduğunu bilmiyordu.

Oysa Kore’ye giden subaylar arasında Názım Hikmet hayranları vardı.

Tıpkı Yüzbaşı Bahattin Gökçin gibi.

Yüzbaşı Gökçin, Kore’deki istirahat günlerinde arkadaşlarına hep Názım Hikmet’ten şiirler okumuştu.

Esir kampındaki Türk askerleri temsilen konuşan Üsteğmen Fevzi Gürgün, yaşadıkları yerlerin gayri insani olduğunu söyledi: "Sefalet içindeyiz. Açız. Hastayız. İlaç vermiyorlar. Beynimizi yıkamak için sürekli propaganda yapıyorlar."

Sonra Názım Hikmet konuştu. Ne konuştuğunu daha sonra "Mektup" şiirinde şöyle yazdı:

"Veli oğlu Ahmet/General Klarkın piyade eri/Kore (...)

Hani bahar sabahları vardır, Ahmet,/ çıkarsın evden/karşında bir müjde gibidir dünya.

İşte böyle bir dünyaydı artık Kuzey Koreli için/her sabah/her akşam/her gece memleket.

Söz hürriyetindi./Toprağı bölüşmüştüler.

Demiryolları/altın,/gümüş,/kömür,/ovada yağmur,

dağda rüzgár,/deniz/bulut,/güneş,

çocuk bahçeleri, hastaneler, okullar

ve fabrikalar milletindi./Bahtiyardılar.

Kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet? (...)

Bilmeyen var mı?/Yaktınız ekinleri,/şehirleri uçurdunuz.

Ve onların en ucuz ölüm aleti sendin, Ahmet, (...)

Ne halt edeyim? deme Ahmet,/teslim ol.

Háneni,/köyünü,/memleketini seviyorsan şu kadarcık,/teslim ol.

Háneni,/köyünü/memleketini,/seni, celebe satanlara/söylenecek bir çift sözün varsa Ahmet,/teslim ol.

Yitirmedinse insanlığını/çoluk çocuk naşıyla dolu bir çukurda,/teslim ol.

Biz Türkler yiğitizdir.

Yiğitliğin zerresi kaldıysa sende,/teslim ol.

Teslim ol ananın başı için,/teslim ol Türk halkı adına,

Ahmet, kardeşim,/kardeşlerine teslim ol."

Türk esirleri, Názım Hikmet’in konuşmasından etkilendi mi?

Pek değil.

Sadece M.D. ve Ş.B. isimli askerler, şaire mektup yazdılar.

Ancak bu iki askere, diğer Türk esirlerin tavrı çok sert oldu; dayak attılar.

Komünistlere karşı en sert tavrı Türk askerleri gösteriyordu.

Ufacık bir tavize bile yanaşmıyorlardı. Çünkü kendilerine kızgındılar.

Esir olmayı kabul edemiyorlardı. "Türk’e esaret yakışmaz" diyorlardı. Esaret onlara utanç veriyordu.

Halbuki hemen hepsi yaralı olarak ele geçirilmişti. Ama yine de esirlik duygusundan kurtulamıyorlardı. Bu nedenle kamp yönetimiyle bile konuşanları dövüyorlardı.

Názım Hikmet esir kampından sonra Pekin’e gitti. Gördüklerinin etkisi midir bilinmez; kalp krizi geçirdi.

Yıllar sonra 12 Haziran 1959’da; Kore Savaşı’yla ilgili bir şiir daha yazdı. Savaş sırasında gördüğü bir olaydan yola çıkıp, TBMM’ye sormaya ihtiyaç bile duymadan Kore’ye 4 bin 500 Mehmetçiği gönderen Başbakan Adnan Menderes’e hitaben "Diyet" şiirini yazdı:

"Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,/iki gözünüzle bakarsınız,/iki kurnaz,/iki hayın,/ve zeytini yağlı iki gözünüzle

Bakarsınız kürsüden Meclis’e kibirli kibirli/ve topraklarına çiftliklerinizin/ve çek defterinize.

Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,

iki elinizle okşarsınız,

iki tombul,/iki ak,/vıcık vıcık terli iki elinizle/okşarsınız pomadalı saçlarınızı,/dövizlerinizi,

ve memelerini metreslerinizin. (...)

Benim gözlerimin ikisi de yok.

Benim ellerimin ikisi de yok.

Benim bacaklarımın ikisi de yok.

Ben yokum.

Beni, Üniversiteli yedek subayı,

Kore’de harcadınız, Adnan Bey.

Elleriniz itti beni ölüme,

vıcık vıcık terli, tombul elleriniz. (...)

Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,

göze göz,/ele el,/bacağa bacak,

diyetimi istiyorum,/alacağım da."

Mehmetçiğin ölüme gönderilmesine sert muhalefet yapan Názım Hikmet bir daha ülkesine dönemedi. Moskova’da öldü...

Barış görüşmelerinin ardından, Kore’deki Türk esirler 5 Ağustos 1953’te serbest bırakıldı.

Kamplardaki olumsuz şartlara dayanan sadece Türkler oldu.

Örneğin, esir 7 bin 245 Amerikalı askerden 2 bin 806’sı ölmüştü. 21 Amerikalı asker ise komünist olup ülkelerine dönmeyi reddetti.

Türk esir askerleri ise hiç kayıp vermeden döndü.

Dirençleri ABD’de araştırma konusu oldu!

Yaşamında ilk bomba

24 Ocak 1971’de

son bomba 24 Ocak

1993’te patladı!

24 Ocak 1971...

Ankara...

Saat gece yarısı...

Kennedy Caddesi (Boylu Sokak) üzerindeki apartmanın birinci katında büyük bir patlama oldu.

Daire kapısının önüne konan bomba sadece kapıyı uçurmamış; evin kırılmadık camını bırakmamıştı.

Bomba evin içini bile havaya uçuracak kadar güçlüydü.

Ev, Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Profesörü Mümtaz Soysal’a aitti.

Bombanın hedefi Mümtaz Soysal’dı. Ancak şans eseri Prof. Soysal, o cumartesi gecesini dışarıda geçirmişti. O günlerde sevgilisi olan Sevgi Soysal hayatını kurtarmıştı.

Olay yerine ilk koşan isim kimdi dersiniz; Uğur Mumcu.

Yani, yine bir 24 Ocak günü (1993) arabasının altına konan bombayla katledilen gazeteci Uğur Mumcu.

Uğur Mumcu, Prof. Soysal’dan önce eve gelmişti. Onu diğer aydınlar takip etti.

Mümtaz Soysal o dönemde, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, İlhami Soysal gibi solun önde gelen aydınlarından biriydi.

Eve gelenlerden Adalet Ağaoğlu, o günü bakın günlüğüne nasıl yazdı:

"Pazar sabahı İstanbul’a gitmeye hazırlanırken Sevgi (Soysal) telefon etti. Gece, yani cumartesi gecesi Mümtaz Soysal’ın dairesi önünde bomba patlamış. Dinamit belki. ’Gel gör, hemen gel gör’ dedi Sevgi. Hemen koştum. Bütün gün orada kaldım. Evin içi neredeyse hepten havaya uçmuş. Yer yerinden oynamış. Apartmandaki pek çok dairenin camları, kapıları da çatlamış, patlamış.

Biz hepimiz, bir yandan enkazın arasında dolaşıyor, bir yandan toplanabilecek, işe yarar öteberiyi topluyor, bir yandan da gülüyor ha gülüyoruz. Olan biten, her şey iyice sarpa sarmış durumda."
(Ağaoğlu, s 105, Damla Damla Günler I-II)

Uğur Mumcu’nun bir 24 Ocak’ta bomba konulan yakın arkadaşı Prof. Soysal’ın evine gitmesiyle; yine bir 24 Ocak’ta bombayla öldürülmesi tesadüf mü?

Hayır. Bizim ülkemizde, ne yazık ki aydınların, gözaltı, işkence ve ölüm hep ensesinde oldu.

Baksanıza şu yakın tarihimize, teröre kimleri kurban verdik.

Öldürülen aydınlara bakınız, hepsi kendilerinden önce öldürülen aydınların cenaze törenindedir.

Acıdır yazmak ama gerçektir; tıpkı bugün olduğu gibi.

"ERGENEKON" adı, son gözaltına alınmalarla ilgili olarak yine gündeme geldi.

Göktürklerin türeyişinin hikáyesini anlatan bu Türk destanı, bugünlerde yine yeraltı dünyası, suikastlar, illegal örgütlenmeler, gladio gibi sözcüklerle yan yana kullanılıyor.

Kimilerine göre ise "Ergenekon", kontrgerilla örgütlenmesinin adı!

Peki, tüm bunlar bir yana, "Ergenekon" adında bir siyasal partimiz olduğunu biliyor musunuz?

Çokpartili siyasal yaşama geçtiğimiz yılda, 21 Haziran 1946’da kuruldu.

Kurucuları; Silindir makinisti Arif Hikmet Adsız, kalem tamircileri Mehmet Fethullah ve Şerif Küçüközkan, komisyoncu Ali Çelik, üniversite öğrencileri Suat Uzer ile Cahit Ateş ve işsiz Adnan Dink idiler.

Genel merkezi Aksaray Caddesi’ndeki Sırmakeş Han’daki 30 numaralı daireydi. Türkiye genelinde iki teşkilat kurulabilmişti; biri İzmir, diğeri ise şaşırtıcıdır, Balıkesir, Susurluk!

Genel Başkan Arif Hikmet Adsız, partilerinin 200 üyesi olduğunu söylüyordu. Ama o kadar kalabalığı gören olmamıştı.

İstanbul Valiliği’ne verilen dilekçede parti programı ana hatlarıyla şöyle açıklanmıştı:

"İç ve dış siyasetimiz, rahmetli Atamızın mukaddes mirası Misak-ı Milli yahut yurtta sulh cihanda sulh prensibi ismimiz olan Ergenekon’da toplanmıştır.

Partimizin umdesi şu tek cümledir: Elimize, belimize, dilimize doğru olmaya; millet medeniyet ve demokrasi davasında fedai bir nefis taşımaya milletçe ant içip, Türk’ün ileri bir cemiyet olmasına çalışacağız."

Türkiye’de ilk kez "Anayasa Mahkemesi kurulsun" diyen parti oydu! Polis ve jandarma baskısının kaldırılmasını talep eden de bu partiydi.

Parti, devlet dairelerinde kadınların çalışmasına karşı değildi. Ama "erkeğe nazaran bazı konularda daha az metin yaratılan kadınların yargıç ve devlet sırlarını bilir makamlarda olmalarına razı değillerdi"!

İsmine bakıp da aşırı milliyetçi bir parti olduğunu düşünmeyiniz. Tüzüğünde, "Ergenekon müteşebbisi faşist Turancılık şaibesi ile de lekelenmiş değildir" yazılıydı.

Son dönemde eski ülkücüler, solcular, ulusalcılar, milliyetçiler bir cephe hareketi kurmak için toplantı üstüne toplantı yapıyor.

Bu "kızıl elma" hareketi ileride partileşirse adı neden, "Ergenekon Köylü ve İşçi Partisi" olmasın!
Yazının Devamını Oku

Nakşibendiler, Alevi-Bektaşilere ’kara çarşaf’ giydirmek istiyor

20 Ocak 2008
Bektaşilik ve Nakşibendilik, ilk Türk tasavvuf hareketi olan Yesevilik’ten doğdu.
Nakşibendilik, zamanla Türklüğü unutup Hint ve İran etkisine girdi. Önce Orta Asya’da, Yeseviliği Sünni öğreti içinde eriterek yok etti. Ardından, Anadolu’da kök saldığı son 400 yıldır da hedefinde hep Bektaşiler oldu. Onları da "Sünnileştirmek" için hiçbir fırsatı kaçırmadı; ne yazık ki Bektaşilerin katledilmesine bile onay verdi.


TARİH: 2 Zilhicce (1826). Yer: İstanbul Topkapı Sarayı’ndaki Cami-i Şerif. Padişah II. Mahmud, kafes arkasına geçip camiye davet edilen şeyhlerin konuştmalarını dinlemeye başladı.

Osmanlı merkezi idaresi, o günlerde tarihinin en önemli kararlarından birini almak üzereydi. II. Mahmud, Sünni din adamlarının desteğine ihtiyaç duyuyordu.

Toplantıya katılan bu "kanaat önderleri" şunlardı:

Nakşibendi tarikatı şeyhlerinden Beşiktaşlı Yahya Efendi türbedarı Hafız Efendi ve İdris Köşkü’nde tekkesi olan Balmumcu Mustafa Efendi; Üsküdar’da Nasuhizade Şeyh Semseddin Efendi, Bandırmalızade Galip Efendi, Sa’diye’den kahveci Şeyh Emin Efendi; Koca Mustafapaşa’da Sünbüliyye Şeyhi; Mevlevi şeyhlerinden Galata Şeyhi Kudretullah Dede; Beşiktaş Şeyhi Abdulkadir Efendi; Kasımpaşa Şeyhi Ali Efendi; Halvetilerden Zakirbaşı Şikarizade Şeyh Ahmed Efendi, Merkezefendi Şeyhi Ahmed Efendi, Hüdayi Mahmud Efendi Şeyhi Seyid Efendi; eski ve yeni şeyhülislamlar, sadrazamlar ve şûra ileri gelenleri...

İlk sözü Şeyhülislam Kadızade Mehmed Tahir Efendi aldı. Göreve birkaç hafta önce gelmişti; Şeyhülislam Mekkizade Mustafa Asım Efendi, yapılacak büyük katliama fetva vermeyeceği düşünüldüğünden görevden alınmıştı. Şeyhülislam Kadızade Tahir Efendi, toplantıdaki sözlerine Hacı Bektaş-ı Veli’yi överek başladı:

"Hacı Bektaş-ı Veli ve başkaca pirler, saygıdeğer kişiler, hep ehlullah (veli) olup onlara kesinlikle diyeceğimiz yoktur. Yalnız şeriatta mekruh nesne tarikatta haram sayılır. Bazı cahil kimseler, Bektaşilik adıyla kendi havalarına uyarak farz olan şeyleri yerine getirmek bir yana, ibadeti bile küçümseyip kötü gözle bakmaları ve mahrumiyet tanımamaları ile káfir oldukları herkesin ağzından duyulmaktadır. Sizler Osmanlı Devleti’nin yolunda şeyhlersiniz, bu hususta duyduğunuz ve bildiğiniz nasıldır. Bu gibileri hakkında ne dersiniz?"

Toplantıda söz alan tüm şeyhler benzer sözleri tekrarladılar:

"Şeriata aykırı hareket ediyorlar!" "Öldürülmeleri vaciptir!"

Anadolu’da Türk kültürünün yerleştirip yaşatılmasında büyük emeği olan Bektaşilerin yok edilmesi için şeyhler tek tek onay verdi. II. Mahmud bu sözleri duyduktan sonra camiyi terk etti. Yeniçerileri ve onların pirdaşı Bektaşileri yok etmek için bir engel kalmıştı sadece...

Burada parantez açmama izin veriniz:

Yukarıdaki bilgileri Ahmed Cevdet Paşa’nın "Tarih-i Cevdet" adlı kitabın 12’nci cildinin, 236-237’nci sayfalarından aldım. Bilgileri aktaran Ahmed Cevdet Paşa, olaya kendi duygu ve düşüncelerini de katıp bakın ne yazıyor:

"Bektaşiler, karışıklığa yatkın olan halkın kalbini çelip kötülüklere sürükledi. Özellikle cahil insanlara ve yeniçerilere sokulup işledikleri kötülüklerle onları da baştan çıkarıp isyan edecek duruma soktular. Osmanlı topraklarının her yerinde idam edilmeleri, devleti sevenlerin amacı idi. Allah’ın lütfu ile bunun zamanı gelmişti."

Osmanlı tarih yazıcılığının en önemli kaynak kitaplarını yazan Ahmed Cevdet Paşa’nın tarafgirliğini görüyor musunuz? Ama kader işte; kızı yazar Fatma Aliye’den olan torunu İsmet Faik, ABD’de Hıristiyan oldu!

İKİNCİ TOPLANTI

Bektaşi ve yeniçerileri yok etmek için "siyasi elitin" de desteği şarttı. 25 Mayıs’ta Şeyhülislam Kadızade Mehmed Tahir Efendi’nin konağında bir toplantı yapıldı.

Toplantıya Sadrazam Mehmed Selim Paşa, Rumeli Kazaskeri, İstanbul Müftüsü, Sadaret Kethüdası, Defterdar, Darphane Nazırı, Tophane Nazırı, Yeniçeri Ağası ve Ocağın ileri gelenleri ile din adamları katıldı.

Konuşmalardan sonra vezirler, din adamları ve ocağın ileri gelenleri, Bektaşi ve yeniçerilerin katli vacip olduğuna karar verip senet imzaladılar. Buraya bir ekleme yapmak zorundayım:

"Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı-Efendi/2" kitabında yazdım; bizim tarihimizde bu büyük kıyımın sebebi olarak; askeri modernizasyona karşı çıkan yeniçeriler, şeriata aykırı olan tarikatlar gösteriliyor. Yanlıştır. Bu meselenin özünde, Hıristiyan (Rum-Ermeni)-Yahudi cemaati arasındaki Osmanlı pazarına kimin hákim olacağı (örneğin Osmanlı darphanesi yönetiminin kimde kalacağı) gibi iktisadi nedenler vardır.

Yahudilerin ittifak ettiği iki güç, yeniçeriler ve Bektaşilerdi; yani Türklerdi. Bu kıyımda, başta Üzeyir Garih’in akrabaları olmak üzere Yahudiler de kayıplar verdi. Önde gelen Yahudi sarraflar idam edildi. Yani meseleye daha geniş açıdan bakmak gerekiyor.

KATLİAM BAŞLIYOR

Kıyım 15-16 Haziran 1826’da başladı.

Sultanahmet Camii çevresinde yoğunlaşan çatışmalarda 3 bin yeniçeri olay sırasında öldü. 78 bin yeniçeri Atmeydanı’ndaki kışlalara sıkıştırılıp önce top ateşiyle, sonra binalarıyla birlikte yakılarak yok edildi. Yakalanan yeniçeriler hemen idam edildi. Belgrad Ormanı’na kaçanlar ise ormanla birlikte yakıldı.

Osmanlı yönetimi, halk desteğini yanına almak için dini araç olarak kullandı. Yeniçerilerin Kuran-ı Kerim’i parçaladıkları yalanına başvurdu.

Bu arada II. Mahmud, kurduğu yeni ordunun adını açıkladı: "Asakir-i Mansure-i Muhammediye", yani Allah’ın izniyle muzaffer olacak Muhammed’in ordusu!

Sanki yeniçeriler Allah’ın ordusu değildi!

Bu dinsel aldatmacalar sonucu doğmakta olan Türk (yeniçeri-Bektaşi) sermayesi etkisizleştirildi. Bunun yerini, yine vergisini ödemeyen ulema ve paşa gibi rantiye ayan sınıfı aldı. Ve bize okullarda, şekilci değişimler "modernizasyon", "reform" diye yutturuldu. Eee tarihi kaynağınız Ahmed Cevdet Paşa ve "İngiliz tarih yazıcılığı" olursa bu yanılgı da kaçınılmaz olur!

MAL VARLIĞI NAKŞİLERE

Bektaşilik yasaklandı. Başta İstanbul ağası Zade Baba, Kıncı Baba, Salah Baba olmak üzere Bektaşilerin önde gelen dedebabaları idam edildi. Çoğu tekke dedesi sürgüne yollandı. Bektaşi tekkeleri yağmalandı; mezar taşları bile kırıldı. Bektaşi tekkelerinin mal varlığı, Nakşibendi tarikatlarına nakledildi.

Hacı Bektaş’taki dergáhın başına bile Nakşibendi Şeyhi Kayserili Mehmed Said Efendi getirildi. Bu Nakşibendi şeyhinin ilk yaptığı icraat da dergáha cami yaptırmak oldu!

Zamanla olaylar duruldu. Gözaltına alınanlar, sürgüne gönderilenler "Sünni" olduklarını, "Sünni" kalacaklarını söyleyerek kurtuldu.

Fakat dedebabalar, tekkelerinin başına dönemedi. Bazıları bulabildiği Nakşibendi şeyhinden icazet alıp, bunu "icazetin meclis-i meşayihe" (şeyhler meclisine) onaylatarak tekkesinin başına geçebildi. Yani, káğıt üzerinde Nakşibendi oldu! "Nakşibendi örtüsü" altına saklanmak zorunda kaldı.

Araştırmacı Baki Öz’ün iddiasına göre kendisi de Bektaşi olan Sultan Abdülaziz döneminde Bektaşiler rahat nefes almaya başladı. İttihat ve Terakki, Alevi-Bektaşi üzerindeki örtüyü biraz kaldırdı. Cumhuriyet’in laiklik politikası ise Bektaşilere özgürleşme yolunda en büyük adımı attırdı. Peki...

Sonra ne oldu da K.Maraş, Çorum, Gazi Mahallesi, Sivas Madımak gibi son 30 yılın büyük katliamlarının mağdurları hep Alevi-Bektaşiler oldu?

Tüm bunlara rağmen hálá Türkiye’nin birliği ve dirliği için uğraş veren Alevi ve Bektaşileri el üstünde tutmalıyız.

Zorunlu bir yanıt/images/100/0x0/55eb67a1f018fbb8f8bef3cc

CAN Dündar, 13 Ocak’ta Milliyet’in Pazar ekinde, "Kavganın Gerçek Tadı" başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Bu yazıya, 12 Eylül askeri darbesinin dışişleri bakanı, emekli büyükelçi İlter Türkmen, Hürriyet Gazetesi’ndeki köşesinden 15 Ocak’ta yanıt verdi.

Türkmen, Can Dündar’ın yaptığı maddi hatalardan bahsederek konuyu, Doğan Yurdakul ile birlikte kaleme aldığımız "Bay Pipo" kitabına getirdi.

"Can Dündar’a gelince, anlaşılan ’Bay Pipo’ ve benzeri ’serbest atış’ yöntemiyle yazılmış kitaplardan hareketle, o kitaplardaki iddiaları da aşan ithamlarda bulunuyor. Örneğin, babam için ’Hakkında CIA’dan para aldığına dair söylentiler çıktı’ diyor. Hatırladığım kadarıyla sözünü ettiğim kitaplarda MİT’in o zamanki personelinin maaşlarını yine gerçeğe aykırı olarak CIA’nın ödediği iddia ediliyordu, babamın şahsen para aldığı değil."

Bu yazı üzerine Can Dündar, 17 Ocak’ta Milliyet’teki köşesinde özür yazısı kaleme aldı. Meslektaşımızın ilgili yazısındaki hatalar bizi ilgilendirmiyor. Ama...

Bir dönemin MAH/MİT Başkanı Behçet Türkmen hakkında yazdıkları için de özür dilemesi şaşırtıcıydı.

Ne kolay özür dileniyor, anlamak zor!

Tarihi gerçeklerin üzerinin örtülmesine nasıl razı olunur böyle kolayca?

O halde...

Bilgilendirmek bize düşüyor.

Sayın Türkmen’in deyimiyle, bakalım "Bay Pipo"da nasıl "serbest atış" yapmışız:

İŞTE BELGELER

İddianın sahibi Demokrat Parti döneminin Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur. Yassıada’da 22 Aralık 1960 tarihli gizli celsede bakın neler diyor:

SANIK AHMET SALİH KORUR- Amerikalıların servis şefini çağırdım. Kati talimatı verdim, hiçbir memurumuzla temas etmeyeceksiniz ve para vermeyeceksiniz.

MAHKEME BAŞKAN- Amerikan Servisi’nin başında bulunan zatın günahı mı, yoksa Behçet Türkmen’in günahı mı?

SANIK AHMET SALİH KORUR- Behçet Türkmen’in günahı. Amerikalılar bu kadar işin içine nüfuz etmişti. Ve zaten (Behçet Türkmen’in-SY) servisten ayrılmasının başlıca sebebini bu hali teşkil etmekte olduğunu zannediyorum.

Yani Behçet Türkmen "bu işler" nedeniyle görevinden alındı, Bağdat’a büyükelçi olarak gönderildi. Yerine ise Müsteşar Korur vekálet etti. Yani, hem müsteşar hem de MAH Başkanı olarak Korur bu ilişkilerin en yakın tanığı.

Bu arada CIA ile ilişkiler teşkilatı o kadar karıştırdı ki, Türkmen’den sonra MAH Başkanlığı’na kimin atanacağına karar verilemedi. Örneğin, Emin Çobanoğlu aynı yıl içinde gitti, geldi vs.

Devam edelim:

Diyelim ki bir tek Müsteşar Korur’un tanıklığı iddiayı doğrulamaz.

O halde ikinci tanığı çağıralım; Başbakan Adnan Menderes!

Aynı tarihli gizli duruşmada bakın o ne diyor:

"Böyledir Beyefendi. Yavaş yavaş yardımı kestik. Bu yardımlar şöyle başlamış; servisler arasında irtibatlar tesis etmek, birbirine malumat vermek suretiyle müşterek çalışılıyor. Bunun bağlı olduğu külfeti karşılamak üzere yavaş yavaş irtibat tesis etmişler. MAH Başkanı Behçet Türkmen’in uygun gördüğü anlaşılıyor. CIA’dan doğrudan para almayı servisin başında bulunan Behçet Türkmen sağlamış."

Sayın İlter Türkmen, hadi diyelim bunlara inanmıyorsunuz; o halde milletvekili adayı olduğunuz MHP’nin başbuğu "Türkeş’in Anıları"na bir göz atınız; o tarihte CIA’nın Türkiye’de neler yaptığını okuyunuz.

Ve bakınız Sayın Türkmen, sizi anlayabiliyorum; söz konusu olan babanız ve olaya bu nedenle duygusal yaklaşıyorsunuz. Sizin için "kişisel" olan mesele bizim için değil. Bu gerçekler bizim tarihimiz. Yazmayı sürdüreceğiz. Sizin bilgi ve deneyimlerinizden de yararlanacağız.

Bu arada:

Yıllarca emek verilerek yazılmış "Bay Pipo" hakkındaki; "serbest atış" gibi bir argo deyimiyle "süslediğiniz" ithamlarınızı kabul edemem.

Saygılarımla...
Yazının Devamını Oku

İran İslam Devrimi, kendi Fazıl Say’larına ne yaptı

13 Ocak 2008
Fazıl Say’ın ortaya attığı iddiaları magazinleştirip üzerini kapattık. "Milli Eğitim Bakanlığı, müzik derslerine önem vermiyor mu?" sorusunu hiç tartışmadık bile.
Ve her zaman yaptığımız gibi asıl konuyla yüzleşmedik; bizim dinimiz musikiye karşı mı? Müzik haram mı? Ya da hangi müzik türü günah? İran’da, İslam Devrimi olduğunda bu soruların yanıtları bulunana kadar sanatçılar çok acı çekti. Yanıtlar bulunduğunda da bu acılar sona ermedi! İşte İranlı "Fazıl Say"ların yaşadıkları.

AKİRA Kurosava adını duydunuz mu? Dünyaca ünlü Japon yönetmen ve senaryo yazarı.

1954 yılı yapımı "Yedi Samuray" filmi dünya sinema klasikleri arasındadır.

Anımsarsınız belki; yoksul köylüler her yıl hasat zamanı köylerini basan haydutlardan bıkmıştır. Köyün güvenliği için yaşlı bir samuray ile anlaşırlar. Ancak haydutlara karşı bir samuray ne yapabilir ki?

Yaşlı Samuray Kambai, ülkenin çeşitli yerlerine dağılmış eski samuray arkadaşlarının peşine düşer. Onları tek tek bulup ikna eder. Sonunda yedi samuray, haydutlara büyük bir ders verir.

Ve film mutlu sonla biter.

İran’ın gelmiş geçmiş en büyük Klasik Batı Müzik üstadı; besteci, maestro Ali Aleander Rahbari’yi, ben Samuray Kambai’ye benzetirim.

1948 Tahran doğumlu Rahbari, daha dokuz yaşında beste yapmaya başladı. Viyana’ya gönderildi. Tahran Müzik Konservatuvarı’na yönetici olarak atandı.

Şef olarak kariyerinin başlangıcında, İran’ı terk etmek zorunda kalan ilk sanatçılarından biri oldu. Çalışmalarını ülkesinden uzakta sürdürmek zorunda kaldı.

Herbert von Karajan’ın dikkatini çekti; Berlin Filarmoni Orkestrası’nı yönetti. 1985 yılında, Çek Filarmoni Orkestrası’nın daimi konuk şefi oldu.

1996’da Virtuosi di Praga’nın müzik direktörlüğüne getirildi.

Ve gelelim; İranlı Rahbari’nin "Samuray Kambai" olmasının öyküsüne...

1997’de Amerika, Avusturya, Belçika, Fransa, Almanya, Hollanda, İspanya, İsveç ve İsviçre’de yaşayan 60 İranlı müzisyeni, tek tek bulup Bregenz’de toplayan Rahbari, İran Uluslararası Filarmoni Orkestrası’nı kurdu.

Orkestradaki tüm sanatçılar İran İslam Devrimi’nden kaçanlardı.

Evet, "filmimiz" başlıyor...

PİYANO GİREMEZ

Yıl 1979.

Ferhad Fahreddini, İranlı ünlü bir piyanistti.

İran milli/ulusal müziğini Klasik Batı Müziği formatına sokarak çağdaşlaştıran sanatçıların başında geliyordu.

(Tıpkı Fazıl Say’ın; İsmail Dede Efendi’nin "Gülnihal"ı, Aşık Veysel’in "Kara Toprak"ı, Nasreddin Hoca’nın "Danslar"ı ve Názım Hikmet, Metin Altıok oratoryosunu yaptığı gibi...)

Piyanist Ferhad Fahreddini, İran Şahı aleyhine gösterilerin yoğunlaştığı o sıcak günlerde Azerbaycan Cumhuriyeti’ne gitti. Bakü Radyo Televizyonu Senfoni Orkestrası’yla bir dizi konserler verdi.

O günlerde İran’da büyük değişim yaşandı. Şah İran’dan kaçtı, Humeyni Tahran’a döndü.

Piyanist Fahreddini, konserlerini bitirip ülkesine dönerken yaşamının en büyük sürpriziyle karşılaştı.

Pasaport kontrolü yapan İranlı görevli, Fahreddini’ye sordu:

"Musiki helal midir?"

Fahreddini
yanıt veremedi. Bilmiyordu.

Güvenlik görevlileri piyanoyu İran’a sokamayacaklarını söyledi!

MÜZİK HARAM

İslam Devrimi, İran’ı değiştiriyordu.

İlk yasaklanan müzik oldu.

Kuran-ı Kerim’de müziği haram sayan bir ayet var mıydı? Yoktu. Ama yine de Nisa 140, En’am 68, Furkan 72 gibi ayetlere göndermeler yapıldı.

Önyargılar ve bilgisizlik sonucu bu ayetler musikiyi yasaklamak maksadıyla farklı yorumlandı.

Artık İran’da müziğin her türü yasaktı; hepsi müptezeldi; haramdı.

Kültür emperyalizminin de aracıydı musiki. Müzik eğitim merkezleri kapatıldı. Sanatla uğraşmak "batıl" sayıldı.

Yabancı müzisyenler ülkelerine geri döndü. Kaçabilen İranlı sanatçı yurtdışına kaçtı. Kaçamayanlar müziği bıraktı.

Bestekár Ali Tecvidi gibi sanatçılar müzik aletlerini sakladılar; toprağa gömdüler.

Evinin bodrum katında, gece yarıları gizli gizli çalmayı sürdürenler oldu. Yakalananlar devrim bekçileri tarafından falakaya yatırıldı.

Müzisyenlere artık hiç iyi gözle bakılmıyordu; "şeytan"dı onlar!

Müzik, İran düğünlerinde bile yasaktı.

Radyo ve televizyon programları müzik olmadan yayın yapmakta zorlanıyorlardı, ama elden ne gelirdi?

Mollalar, Emevi ve Abbasi dönemlerinde, kadın şarkıcıların bulunduğu müzikli, danslı, içkili toplantıları, İslam saltanatının yıkılmasına sebep olarak gösterdi. Koskoca bir ülke müzik dinlemeden yaşayacaktı.

İBRAHİM TATLISES

Toplum ilk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra el altından kaset satışı başladı.

İran’dan kaçıp Los Angeles’a yerleşen ya da Arap ve Türk ses sanatçıların kasetleriydi bunlar. Kaçak yollardan İran’a sokulan bu kasetler arasında en çok rağbet gören İbrahim Tatlıses’ti.

Zamanla bir yumuşama oldu.

Çünkü tartışmalar başlamıştı: Müzik toptan mı yasaklanmalıydı, yoksa müziğin eğlence türü mü yasaklanmalıydı?

Devrim marşlarının, askeri musikinin ve dinlendirici, ruhu güçlendirici müziğin çalınabileceği söylenmeye başlandı. Tartışmaya noktayı 1988’de Humeyni koydu:

Marş okunurken kullanmak gibi genel fayda sağlayacak işler için müzik aletlerinin alımı ve satımı yapılabilirdi.

Önce tambur, ut ve neye izin çıktı!

Belli ölçüler içinde musiki ile uğraşmak caiz sayıldı.

Ama öyle müziğin her türü de serbest değildi. İslam Devrimi ve askeri marşlar ile dinlendirici müzik olacaktı!

Tahran’daki büyükelçiliklerin resmi davetlerde İran geleneksel müziğini çalmalarına engel olamayan İran yönetimi, zamanla geleneksel müziğe de izin vermek zorunda kaldı. Ancak yine şart vardı; sanatçılar musikiye teknoloji sokmayacaktı! Örneğin, yaptıkları müzikte teknoloji kullandığı ortaya çıkan dönemin sanatçıları Huşenk Zarif, Hüseyin Alizade, Celil Şehnaz, Feramez Payver’in şarkıları yasak kapsamındaydı.

EL ÇIRPMAK YASAK

Belli sınırlar dahilinde izin verilen müzik, öyle her ortamda çalınmayacaktı

Bir kere öncelikle, kadın, içki ve dans olmayacaktı.

Erkekler sadece erkek topluluklara çalıp söyleyebilecekti. Ancak sazlar öyle insanı kendinden geçirir gibi hızlı ve fesada sürükleyici olmayacaktı.

Sözler günah içermeyecekti.

Şarkıcının görünüşü/kıyafeti ve davranışları da önemliydi. Harama yöneltmeyecekti. El çırpılmayacaktı.

Zamanla kadınların şarkı söylemelerine de izin verildi. Tabii sadece kadınların bulunduğu ortamda söyleyeceklerdi.

Radyoda Klasik Batı Müziği’nin çalınmasına da bir ara sözlü izin çıktı. Ancak yine şart vardı: Hızlı tempolu olanlar çalınmayacaktı. Erkek ya da kadın sesiyle arya söylemenin mümkünü yoktu tabii.

Klasik Batı Müziği’ne göreceli izin çıkmasının nedeni, marşların ancak bu müziğin enstrümanlarıyla çalınıyor olmasındandı.

Bu arada müzik aletlerinin televizyonda gösterilmesine izin yoktu.

Radyo ve TV’de belli müziklere izin vardı ama bunların kaset yapılmasına izin yoktu! Sonra bu yasak da kalktı. İran sanat musikisinin önde gelen bazı şarkıcılarına, (örneğin M. Rıza Seceryan, Hüsemaddin Saraç, Sıddık Tarif, M. Rıza Lütfi’ye) kaset yapma izni çıktı. Fakat kasetlerini satma ya da dağıtma özgürlükleri yoktu!

Zamanla bu yasak da aşıldı. Ama yine de zorluklar vardı; sansür kurulundan geçmeniz gerekiyordu. Her engele rağmen kaset satışlarında patlama yaşandı.

Uzatmayayım:

Bugün İran’da rap gibi bazı müzikler hálá yasak. Klasik Batı Müziği ise bazen yasaklanıyor bazen serbest bırakılıyor.

"Samuray Kambai" Ali Rahbari ve diğer "samuraylar" kısılmış İran sesini dünyaya duyurmak için mücadeleye devam ediyor.

Laİk Türkİye, kendİ Osman

YaĞmurderelİ’sİne ne yaptI

İran İslam Devrimi müziği yasakladı; "Fazıl Say"larına izin vermedi. Peki, son 30 yılda müzik konusunda laik Türkiye ne yaptı? Osman Yağmurdereli gibi isimleri hangi koşullar ortaya çıkardı? Neden onlar hep el üstünde tutuldu? Bu kültürel yozlaşma, Türkiye’nin "İranlaşma sürecini" hızlandırmıyor mu?

TARİH: 6 Şubat 1953.

Yer: Trabzon.

Osman Gazi Yağmurdereli dünyaya geldi. Selma-Zeki çiftinin üçüncü çocuğuydu. Faik Levent, Nesime Yasemen’den sonra doğmuştu. Yağmurdereliler soyadlarını Gümüşhane’nin Yağmurdere İlçesi’nden almışlardı.

Kökleri oralıydı çünkü. Sonra Erzurum Tortul ve Trabzon’a dağılmıştı aile. Baba Zeki Bey, sorgu yargıcı Ahmet Kaşif’in oğluydu.

Kayınpederi Salih Bey kaymakamdı. Teyzesi, Türkiye’nin ilk kadın sendika başkanı Nevber Yağmurdereli idi.

Ailede Eşber Yağmurdereli gibi solcular; Nazmi Bilgin gibi gazeteciler; Lemi Bilgin gibi tiyatrocular vardı.

Osman Yağmurdereli’nin babası Zeki Bey memurdu. Trabzon’un zengin armatör ailelerinden Deteoğlu’ların kızı Selma ile evlendi. Aileye içgüveysi oldu.

Zeki Bey zamanla memurluğu bıraktı; Trabzon’da yerel gazetesi ve matbaası olan bir işadamı oldu. Siyasete atıldı. Demokrat Parti Trabzon İl Başkanı oldu.

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi gelince Zeki Bey gözaltına alındı. Yine de siyasetten kopmadı; Adalet Partisi Trabzon İl Başkanı oldu.

TBMM’ye 12. dönem milletvekili olarak girdi. Aynı dönemde, halasının eşi Turan Bilgin de YTP’den milletvekili oldu.

Osman Yağmurdereli’nin çocukluğu ve gençliği siyasetin merkezi Ankara’da geçti. O, müziği seçti. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü’ne girdi. Siyasetten kopmadı. MHP’ye yakındı. Ülkücüydü. Olaylara karıştı.

Osman Yağmurdereli, 1973 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi ve müzik öğretmenliği yapmaya başladı. Aynı zamanda gece kulüplerinde sahneye çıktı. Yeraltı dünyasıyla o dönemde tanıştı. Dündar Kılıç, Hüseyin Cevahir, İnci Baba gibi isimler artık onun "ağabeyi" idi. Ankara gazinolarında uzun süre kalmadı.

Arkadaşı şarkıcı Faruk Tınaz’ın ısrarlarıyla İstanbul’un yolunu tuttu.

Şişli’de tek odalı bir evde türkücü Kamil Sönmez ve Faruk Tınaz’la yaşamaya başladı. Bir süre sonra onlara Asım Ekren de katıldı. Hepsi de eğlence dünyasında çalışıyordu. Apolitik idiler.

Osman Yağmurdereli, eski kabadayı ağabeylerine İstanbul’da yeni bir isim ekledi:

Alaattin Çakıcı.

Yeraltı dünyasının pek çok ünlü ismi, Osman Yağmurdereli’yi destekledi, kolladı, onun sahne aldığı gazinolardaki masaları doldurdu. Bu ilişkileri sayesinde, gazinolarda iş yapabilen az sayıdaki insandan biri oldu.

Sesinin çok güzel olmadığı, diksiyon sorunları bulunduğu, hatta sık sık detone olduğu biliniyordu. Buna rağmen sık sık televizyonda boy gösteriyordu! Yeraltı dünyası onu bir yere taşıdı ama siyasal ilişkileri yıldızını parlattı.

Arkadaşı Asım Erken’in, Turgut Özal’ın kızı Zeynep Özal’la evlenmesinin ardından o da dönemin bakanlarından Veysel Atasoy’un kız kardeşi Esin Atasoy ile evlendi. Bu evliliğin çöpçatanı, Özal çiftiydi.

"Baba-oğul gibi olduk" dediği Turgut Özal’ın iktidarı döneminde, yaşamının en parlak günlerini yaşadı. "110 kiloluk bir adam olarak tek başıma sahneye çıkıyorum ve alkışlanıyorum. Üstelik erkek şarkıcılardan hiçbirinin almadığı yevmiyeyi alıyorum" diyordu.

Arkasına ANAP’ın siyasal gücünü alan Yağmurdereli, oyunculuğa adım attı. "İz Peşinde" adlı televizyon dizisinde "Komiser Esat" oldu. Oyunculuktan yapımcılığa atladı. Yağmur Ajans’ı kurdu. Kerime Nadir’in "Samanyolu" adlı eserini bir dizi haline getirip TRT’ye sattı.

ANAP gitti DYP geldi, Yağmurdereli "baba ocağına" döndü. DYP gitti MHP geldi, Yağmurdereli "gençlik ülküsüne" döndü. Sonra AKP’den milletvekili oldu.

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyesi olarak 12 Eylül 1980 askeri darbe döneminde işkence yapılmadığını savundu:

"İşkence ’var’ diyen de vardı, ’yok’ diyen de var. ’Var’ diyene inanmak istiyorsun da, ’yok’ diyene neden inanmak istemiyorsun? Birisi görmüş mü? ’Ben oradaydım, Mehmet’i aldılar, yere yatırdılar, falakadan geçirdiler, hayalarını sıktılar’ diyen var mı?"

Osman Yağmurdereli
çevresinde hep sevildi.

Zeki değildi; kurnazdı.

Son yıllarda yakalandığı kanser hastalığını yendi.

Magazinin popülerleştirdiği Osman Yağmurdereli, gün geldi magazini eleştirmeye başladı.

Ve en acıklısı: İçkisini içen, káğıt oyunları ve at yarışı gibi hobileri olan Osman Yağmurdereli, bir gün tutup, "Eşimin türbanlı olmasını isterdim" deyiverdi.

Bu "kültürel yozlaşma" sizce Türkiye’yi nereye götürüyor?

Siz solcu avukat Eşber Yağmurdereli’yi yıllarca dövüp cezaevlerinde çürütür ve şarkıcı Osman Yağmurdereli’yi el üstünde tutarsanız, bu son, işte böyle kaçınılmaz olur.

Arayın bakalım bulabilecek misiniz bir "Samuray Kambai"?
Yazının Devamını Oku