Fazıl Say’ın ortaya attığı iddiaları magazinleştirip üzerini kapattık. "Milli Eğitim Bakanlığı, müzik derslerine önem vermiyor mu?" sorusunu hiç tartışmadık bile.
Ve her zaman yaptığımız gibi asıl konuyla yüzleşmedik; bizim dinimiz musikiye karşı mı? Müzik haram mı? Ya da hangi müzik türü günah? İran’da, İslam Devrimi olduğunda bu soruların yanıtları bulunana kadar sanatçılar çok acı çekti. Yanıtlar bulunduğunda da bu acılar sona ermedi! İşte İranlı "Fazıl Say"ların yaşadıkları.
AKİRA Kurosava adını duydunuz mu? Dünyaca ünlü Japon yönetmen ve senaryo yazarı.
1954 yılı yapımı
"Yedi Samuray" filmi dünya sinema klasikleri arasındadır.
Anımsarsınız belki; yoksul köylüler her yıl hasat zamanı köylerini basan haydutlardan bıkmıştır. Köyün güvenliği için yaşlı bir samuray ile anlaşırlar. Ancak haydutlara karşı bir samuray ne yapabilir ki?
Yaşlı Samuray
Kambai, ülkenin çeşitli yerlerine dağılmış eski samuray arkadaşlarının peşine düşer. Onları tek tek bulup ikna eder. Sonunda yedi samuray, haydutlara büyük bir ders verir.
Ve film mutlu sonla biter.
İran’ın gelmiş geçmiş en büyük Klasik Batı Müzik üstadı; besteci, maestro
Ali Aleander Rahbari’yi, ben Samuray
Kambai’ye benzetirim.
1948 Tahran doğumlu
Rahbari, daha dokuz yaşında beste yapmaya başladı. Viyana’ya gönderildi. Tahran Müzik Konservatuvarı’na yönetici olarak atandı.
Şef olarak kariyerinin başlangıcında, İran’ı terk etmek zorunda kalan ilk sanatçılarından biri oldu. Çalışmalarını ülkesinden uzakta sürdürmek zorunda kaldı.
Herbert von Karajan’ın dikkatini çekti; Berlin Filarmoni Orkestrası’nı yönetti. 1985 yılında, Çek Filarmoni Orkestrası’nın daimi konuk şefi oldu.
1996’da Virtuosi di Praga’nın müzik direktörlüğüne getirildi.
Ve gelelim; İranlı
Rahbari’nin
"Samuray Kambai" olmasının öyküsüne...
1997’de Amerika, Avusturya, Belçika, Fransa, Almanya, Hollanda, İspanya, İsveç ve İsviçre’de yaşayan 60 İranlı müzisyeni, tek tek bulup Bregenz’de toplayan
Rahbari, İran Uluslararası Filarmoni Orkestrası’nı kurdu.
Orkestradaki tüm sanatçılar İran İslam Devrimi’nden kaçanlardı.
Evet,
"filmimiz" başlıyor...
PİYANO GİREMEZ
Yıl 1979.
Ferhad Fahreddini, İranlı ünlü bir piyanistti.
İran milli/ulusal müziğini Klasik Batı Müziği formatına sokarak çağdaşlaştıran sanatçıların başında geliyordu.
(Tıpkı Fazıl Say’ın; İsmail Dede Efendi’nin "Gülnihal"ı, Aşık Veysel’in "Kara Toprak"ı, Nasreddin Hoca’nın "Danslar"ı ve Názım Hikmet, Metin Altıok oratoryosunu yaptığı gibi...)
Piyanist
Ferhad Fahreddini, İran Şahı aleyhine gösterilerin yoğunlaştığı o sıcak günlerde Azerbaycan Cumhuriyeti’ne gitti. Bakü Radyo Televizyonu Senfoni Orkestrası’yla bir dizi konserler verdi.
O günlerde İran’da büyük değişim yaşandı. Şah İran’dan kaçtı,
Humeyni Tahran’a döndü.
Piyanist
Fahreddini, konserlerini bitirip ülkesine dönerken yaşamının en büyük sürpriziyle karşılaştı.
Pasaport kontrolü yapan İranlı görevli,
Fahreddini’ye sordu:
"Musiki helal midir?"
Fahreddini yanıt veremedi. Bilmiyordu.
Güvenlik görevlileri piyanoyu İran’a sokamayacaklarını söyledi!
MÜZİK HARAM
İslam Devrimi, İran’ı değiştiriyordu.
İlk yasaklanan müzik oldu.
Kuran-ı Kerim’de müziği haram sayan bir ayet var mıydı? Yoktu. Ama yine de Nisa 140, En’am 68, Furkan 72 gibi ayetlere göndermeler yapıldı.
Önyargılar ve bilgisizlik sonucu bu ayetler musikiyi yasaklamak maksadıyla farklı yorumlandı.
Artık İran’da müziğin her türü yasaktı; hepsi müptezeldi; haramdı.
Kültür emperyalizminin de aracıydı musiki. Müzik eğitim merkezleri kapatıldı. Sanatla uğraşmak
"batıl" sayıldı.
Yabancı müzisyenler ülkelerine geri döndü. Kaçabilen İranlı sanatçı yurtdışına kaçtı. Kaçamayanlar müziği bıraktı.
Bestekár
Ali Tecvidi gibi sanatçılar müzik aletlerini sakladılar; toprağa gömdüler.
Evinin bodrum katında, gece yarıları gizli gizli çalmayı sürdürenler oldu. Yakalananlar devrim bekçileri tarafından falakaya yatırıldı.
Müzisyenlere artık hiç iyi gözle bakılmıyordu;
"şeytan"dı onlar!
Müzik, İran düğünlerinde bile yasaktı.
Radyo ve televizyon programları müzik olmadan yayın yapmakta zorlanıyorlardı, ama elden ne gelirdi?
Mollalar, Emevi ve Abbasi dönemlerinde, kadın şarkıcıların bulunduğu müzikli, danslı, içkili toplantıları, İslam saltanatının yıkılmasına sebep olarak gösterdi. Koskoca bir ülke müzik dinlemeden yaşayacaktı.
İBRAHİM TATLISES
Toplum ilk şaşkınlığı üzerinden attıktan sonra el altından kaset satışı başladı.
İran’dan kaçıp Los Angeles’a yerleşen ya da Arap ve Türk ses sanatçıların kasetleriydi bunlar. Kaçak yollardan İran’a sokulan bu kasetler arasında en çok rağbet gören
İbrahim Tatlıses’ti.
Zamanla bir yumuşama oldu.
Çünkü tartışmalar başlamıştı: Müzik toptan mı yasaklanmalıydı, yoksa müziğin eğlence türü mü yasaklanmalıydı?
Devrim marşlarının, askeri musikinin ve dinlendirici, ruhu güçlendirici müziğin çalınabileceği söylenmeye başlandı. Tartışmaya noktayı 1988’de
Humeyni koydu:
Marş okunurken kullanmak gibi genel fayda sağlayacak işler için müzik aletlerinin alımı ve satımı yapılabilirdi.
Önce tambur, ut ve neye izin çıktı!
Belli ölçüler içinde musiki ile uğraşmak caiz sayıldı.
Ama öyle müziğin her türü de serbest değildi. İslam Devrimi ve askeri marşlar ile dinlendirici müzik olacaktı!
Tahran’daki büyükelçiliklerin resmi davetlerde İran geleneksel müziğini çalmalarına engel olamayan İran yönetimi, zamanla geleneksel müziğe de izin vermek zorunda kaldı. Ancak yine şart vardı; sanatçılar musikiye teknoloji sokmayacaktı! Örneğin, yaptıkları müzikte teknoloji kullandığı ortaya çıkan dönemin sanatçıları
Huşenk Zarif, Hüseyin Alizade, Celil Şehnaz, Feramez Payver’in şarkıları yasak kapsamındaydı.
EL ÇIRPMAK YASAK
Belli sınırlar dahilinde izin verilen müzik, öyle her ortamda çalınmayacaktı
Bir kere öncelikle, kadın, içki ve dans olmayacaktı.
Erkekler sadece erkek topluluklara çalıp söyleyebilecekti. Ancak sazlar öyle insanı kendinden geçirir gibi hızlı ve fesada sürükleyici olmayacaktı.
Sözler günah içermeyecekti.
Şarkıcının görünüşü/kıyafeti ve davranışları da önemliydi. Harama yöneltmeyecekti. El çırpılmayacaktı.
Zamanla kadınların şarkı söylemelerine de izin verildi. Tabii sadece kadınların bulunduğu ortamda söyleyeceklerdi.
Radyoda Klasik Batı Müziği’nin çalınmasına da bir ara sözlü izin çıktı. Ancak yine şart vardı: Hızlı tempolu olanlar çalınmayacaktı. Erkek ya da kadın sesiyle arya söylemenin mümkünü yoktu tabii.
Klasik Batı Müziği’ne göreceli izin çıkmasının nedeni, marşların ancak bu müziğin enstrümanlarıyla çalınıyor olmasındandı.
Bu arada müzik aletlerinin televizyonda gösterilmesine izin yoktu.
Radyo ve TV’de belli müziklere izin vardı ama bunların kaset yapılmasına izin yoktu! Sonra bu yasak da kalktı. İran sanat musikisinin önde gelen bazı şarkıcılarına, (örneğin
M. Rıza Seceryan, Hüsemaddin Saraç, Sıddık Tarif, M. Rıza Lütfi’ye) kaset yapma izni çıktı. Fakat kasetlerini satma ya da dağıtma özgürlükleri yoktu!
Zamanla bu yasak da aşıldı. Ama yine de zorluklar vardı; sansür kurulundan geçmeniz gerekiyordu. Her engele rağmen kaset satışlarında patlama yaşandı.
Uzatmayayım:
Bugün İran’da rap gibi bazı müzikler hálá yasak. Klasik Batı Müziği ise bazen yasaklanıyor bazen serbest bırakılıyor.
"Samuray Kambai" Ali Rahbari ve diğer
"samuraylar" kısılmış İran sesini dünyaya duyurmak için mücadeleye devam ediyor.
Laİk Türkİye, kendİ Osman
YaĞmurderelİ’sİne ne yaptI
İran İslam Devrimi müziği yasakladı; "Fazıl Say"larına izin vermedi. Peki, son 30 yılda müzik konusunda laik Türkiye ne yaptı? Osman Yağmurdereli gibi isimleri hangi koşullar ortaya çıkardı? Neden onlar hep el üstünde tutuldu? Bu kültürel yozlaşma, Türkiye’nin "İranlaşma sürecini" hızlandırmıyor mu?
TARİH: 6 Şubat 1953.
Yer: Trabzon.
Osman Gazi Yağmurdereli dünyaya geldi.
Selma-Zeki çiftinin üçüncü çocuğuydu.
Faik Levent, Nesime Yasemen’den sonra doğmuştu.
Yağmurdereliler soyadlarını Gümüşhane’nin Yağmurdere İlçesi’nden almışlardı.
Kökleri oralıydı çünkü. Sonra Erzurum Tortul ve Trabzon’a dağılmıştı aile. Baba
Zeki Bey, sorgu yargıcı
Ahmet Kaşif’in oğluydu.
Kayınpederi
Salih Bey kaymakamdı. Teyzesi, Türkiye’nin ilk kadın sendika başkanı
Nevber Yağmurdereli idi.
Ailede
Eşber Yağmurdereli gibi solcular;
Nazmi Bilgin gibi gazeteciler;
Lemi Bilgin gibi tiyatrocular vardı.
Osman Yağmurdereli’nin babası
Zeki Bey memurdu. Trabzon’un zengin armatör ailelerinden
Deteoğlu’ların kızı
Selma ile evlendi. Aileye içgüveysi oldu.
Zeki Bey zamanla memurluğu bıraktı; Trabzon’da yerel gazetesi ve matbaası olan bir işadamı oldu. Siyasete atıldı. Demokrat Parti Trabzon İl Başkanı oldu.
27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi gelince
Zeki Bey gözaltına alındı. Yine de siyasetten kopmadı; Adalet Partisi Trabzon İl Başkanı oldu.
TBMM’ye 12. dönem milletvekili olarak girdi. Aynı dönemde, halasının eşi
Turan Bilgin de YTP’den milletvekili oldu.
Osman Yağmurdereli’nin çocukluğu ve gençliği siyasetin merkezi Ankara’da geçti. O, müziği seçti. Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü’ne girdi. Siyasetten kopmadı. MHP’ye yakındı. Ülkücüydü. Olaylara karıştı.
Osman Yağmurdereli, 1973 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi ve müzik öğretmenliği yapmaya başladı. Aynı zamanda gece kulüplerinde sahneye çıktı. Yeraltı dünyasıyla o dönemde tanıştı.
Dündar Kılıç, Hüseyin Cevahir, İnci Baba gibi isimler artık onun
"ağabeyi" idi. Ankara gazinolarında uzun süre kalmadı.
Arkadaşı şarkıcı
Faruk Tınaz’ın ısrarlarıyla İstanbul’un yolunu tuttu.
Şişli’de tek odalı bir evde türkücü
Kamil Sönmez ve
Faruk Tınaz’la yaşamaya başladı. Bir süre sonra onlara
Asım Ekren de katıldı. Hepsi de eğlence dünyasında çalışıyordu. Apolitik idiler.
Osman Yağmurdereli, eski kabadayı ağabeylerine İstanbul’da yeni bir isim ekledi:
Alaattin Çakıcı. Yeraltı dünyasının pek çok ünlü ismi,
Osman Yağmurdereli’yi destekledi, kolladı, onun sahne aldığı gazinolardaki masaları doldurdu. Bu ilişkileri sayesinde, gazinolarda iş yapabilen az sayıdaki insandan biri oldu.
Sesinin çok güzel olmadığı, diksiyon sorunları bulunduğu, hatta sık sık detone olduğu biliniyordu. Buna rağmen sık sık televizyonda boy gösteriyordu! Yeraltı dünyası onu bir yere taşıdı ama siyasal ilişkileri yıldızını parlattı.
Arkadaşı
Asım Erken’in,
Turgut Özal’ın kızı
Zeynep Özal’la evlenmesinin ardından o da dönemin bakanlarından
Veysel Atasoy’un kız kardeşi
Esin Atasoy ile evlendi. Bu evliliğin çöpçatanı,
Özal çiftiydi.
"Baba-oğul gibi olduk" dediği
Turgut Özal’ın iktidarı döneminde, yaşamının en parlak günlerini yaşadı.
"110 kiloluk bir adam olarak tek başıma sahneye çıkıyorum ve alkışlanıyorum. Üstelik erkek şarkıcılardan hiçbirinin almadığı yevmiyeyi alıyorum" diyordu.
Arkasına ANAP’ın siyasal gücünü alan
Yağmurdereli, oyunculuğa adım attı.
"İz Peşinde" adlı televizyon dizisinde
"Komiser Esat" oldu. Oyunculuktan yapımcılığa atladı. Yağmur Ajans’ı kurdu.
Kerime Nadir’in
"Samanyolu" adlı eserini bir dizi haline getirip TRT’ye sattı.
ANAP gitti DYP geldi,
Yağmurdereli "baba ocağına" döndü. DYP gitti MHP geldi,
Yağmurdereli "gençlik ülküsüne" döndü. Sonra AKP’den milletvekili oldu.
TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu üyesi olarak 12 Eylül 1980 askeri darbe döneminde işkence yapılmadığını savundu:
"İşkence ’var’ diyen de vardı, ’yok’ diyen de var. ’Var’ diyene inanmak istiyorsun da, ’yok’ diyene neden inanmak istemiyorsun? Birisi görmüş mü? ’Ben oradaydım, Mehmet’i aldılar, yere yatırdılar, falakadan geçirdiler, hayalarını sıktılar’ diyen var mı?"
Osman Yağmurdereli çevresinde hep sevildi.
Zeki değildi; kurnazdı.
Son yıllarda yakalandığı kanser hastalığını yendi.
Magazinin popülerleştirdiği
Osman Yağmurdereli, gün geldi magazini eleştirmeye başladı.
Ve en acıklısı: İçkisini içen, káğıt oyunları ve at yarışı gibi hobileri olan
Osman Yağmurdereli, bir gün tutup,
"Eşimin türbanlı olmasını isterdim" deyiverdi.
Bu
"kültürel yozlaşma" sizce Türkiye’yi nereye götürüyor?
Siz solcu avukat
Eşber Yağmurdereli’yi yıllarca dövüp cezaevlerinde çürütür ve şarkıcı
Osman Yağmurdereli’yi el üstünde tutarsanız, bu son, işte böyle kaçınılmaz olur.
Arayın bakalım bulabilecek misiniz bir
"Samuray Kambai"?