Soner Yalçın

Dünyanın en büyük silah tüccarı ticarete İstanbul genelevinde atıldı

6 Ocak 2008
Irak’taki 40 milyar dolarlık esrarengiz silah ticaretine bir Türk’ün de adı karıştı: Ahmet Ersavcı. Kayıp işadamı Ersavcı, bugüne kadar uluslararası karanlık ilişkilere adı karışan tek Türk değil. Bunların en ünlüsü Muğla doğumlu bir Osmanlı vatandaşıydı! İngiltere’nin "Sir" unvanı verdiği; Fransa’nın Legion d’Honneur nişanı taktığı; Oxford ve Sorbonne üniversitelerinde edebiyat kürsüleri açtıran; Balzac Edebiyat Ödülü’nü kuran "ölüm taciri" Basil Zaharoff, ticaret hayatına İstanbul’da genelevde başladı.

27 Kasım 1936.

Paris yakınlarındaki Balincourt Şatosu. Şömineli odanın her yanına savrulmuş binlerce káğıt belge vardı. Belgelerin çoğunluğu Monaco-Monte Carlo’daki kumarhanesinin evrakıydı. Son işi olan kumarhaneyi rekor fiyatla satıp şatosuna sığınmıştı.

Başbakanlarını elinde oynatan 87 yaşındaki bu yaşlı adam, artık dış dünyayla teması kesmişti. Zaten, onca yılın yorgunluğunu bacakları da taşıyamaz hale gelmişti; tekerlekli sandalyeye mahkûmdu.

Odaya saçılmış belgeler arasında, silah ticaretinden petrol pazarlıklarına kadar, kirli ilişkilerini ortaya çıkaracak deliller vardı. Belgeleri şömineye atıp yakmaya başladı. Sahip olduğu bilgiden korkuyordu...

Çünkü:

Birkaç ay önce Londra ve Paris gazetelerinde "Hatıralarını yazıyor" diye haberler çıkmıştı. Bu haberler bir dönem sıkı ilişki içinde olduğu devletleri ürkütmüştü.

Gazete haberlerinden birkaç gün sonra hizmetçisi bazı evrakla sırra kadem basmıştı. İki gün sonra Paris polisi, hizmetçiyi evrakı bir yabancıya satarken yakalamıştı. "Yabancı" önemsiz biriydi! "Hizmetçi" de salıverildi. Mesajı almıştı. Kitap yazması istenmiyordu.

MUĞLA DOĞUMLU

6 Ekim 1849.

Babasıyla aynı adı taşıyan Basil Zaharoff, Muğla’da dünyaya geldi. Aslen İstanbulluydular. 19. yüzyıl başlarındaki Yunan ayaklanmalarının İstanbul’da başlarına bela açacağını düşünüp Odesa’ya göç etmişlerdi. Burada isimlerini değiştirip Rus adı almışlardı:

"Basileios Zacharias", "Vasil Zaharoff" oluvermişti! "Vasil" zamanla "Basil" olacaktı.

Zaharoff Ailesi’nin bu zorunlu göçleri ve aldıkları isimler dolayısıyla Yahudi oldukları konusunda iddialar vardır. Ne kadar doğrudur bilinmez ama baba Basil Zaharoff’un mezarı İstanbul-Büyükada’daki Fener Rum Patrikhanesi’ne ait mezarlıktadır.

Odesa’ya zorunlu göçten sonra Zaharofflar, 1840 yılında İstanbul’a geri döndü. Oğulları Basil Zaharoff dünyaya geldiğinde ise yeni ikametgáh adresleri Muğla’ydı. Basil Zaharoff, ailesiyle birlikte 6 yaşına kadar Muğla’da yaşadı. Sonraki adres, yine İstanbul oldu. Fener-Balat’a yerleştiler. Niye bu kadar sık göç ettikleri konusunda sağlıklı bilgi yoktu.

Zaharoff, İstanbul’da bir misyoner İngiliz okuluna verildi. Ailenin tek çocuğuydu. Geçim yükünü küçük yaşta omuzladı. Hem okula gitti, hem çalıştı.

Paul Brancafort, Alain Decaux ve Von Christian gibi Zaharoff’un biyografisini kaleme alan yazarlara göre, Tatavla/Kurtuluş’taki Rum genelevlerinde çığırtkanlık yaptı. İngilizce bildiği için özellikle yabancı gemicilerin geneleve gitmesine yardımcı oldu. Bu fuhuş hizmeti karşılığında, adam başı 10 kuruş aldı.

Galata’da kumaş tüccarı dayısı Sevastopulos, yeğeni Zaharoff’un genelevde çalışmasından hoşnut değildi. Yanına aldı. Zaharoff zamanla başarılı olup, dayısıyla ortak oldu. Tefecilik yapmaya başladılar. Galata Borsası’nda oynadılar.

Osmanlı maliyesi 1875’te dış borçlarını ödeyemeyip iflas ettiğini açıklayınca Zaharoff, dayısının bir iş için Odesa’ya gitmesini fırsat bildi ve kasadaki paraları alıp Londra’ya kaçtı.

Dayısı yeğeninin peşini bırakmadı; İstanbul ve Londra’da dava açtı. Ticari ortaklığını ispat eden Zaharoff, 100 pound karşılığında beraat etti.

ATİNA GÜNLERİ

Bu olay sonrasında Atina’ya yerleşti.

Zaharoff, Atina’da yaşamını değiştirecek (kendi ailesi gibi İstanbul kökenli) zengin bir işadamıyla tanıştı: Stefanos Skuludis (1836-1928).

Gelecekte Yunanistan’ın Başbakanı olacak Skuludis, bu gözüpek soydaşını İngiltere’nin önde gelen silah şirketlerinden "Nordenfeldt Silah Sanayi"nin sahibi İsveçli Torsten Wilhelm Nordenfeldt ile tanıştırdı. Nordenfeldt, sekiz dil bilen iş bitirici-becerikli Zaharoff’tan çok etkilendi. Onu "Doğu İşleri Temsilcisi" yaptı.

Zaharoff’un "ölüm tacirliğine" ilk adımını attığı o dönemde; Avrupa, Balkanlar, Osmanlı, Rusya adeta kaynıyordu. 1877’de Yunanistan’ın Osmanlı’ya saldırmak için, asker sayısını 22 binden 44 bine çıkarması Zaharoff’un şansı oldu!

Sadece legal yollarla satış yapmıyordu; Balkanlar’da Osmanlı’ya karşı ayaklanan milliyetçi gruplara da gizlice silah satıyordu. Bu arada Osmanlı’ya da silah satıyordu! Çok başarılıydı. 1885 yılında Nordenfeldt’e ortak oldu!

HİRAM MAXİM

Zaharoff’
un silah dünyasında hızla yükselmesinin bir nedeni de, 19. yüzyılda savaş anlayışı ve teknolojisindeki büyük değişimlerdi. Savaş gemilerinde buhar enerjisinden yararlanmaya başlanınca güçlü zırhlara ve büyük toplara sahip dretnotlar savaş sahnesine çıktı. Kara savaşları için ise çok daha isabetli ve seri atış yapan silahlar, toplar üretilmeye başlandı.

Top üretiminde bir numara Nordenfeldt idi.

Ancak:

1888’de, dakikada 600 mermi atan dünyanın ilk makineli silahını bulan Amerikalı mühendis Hiram Maxim, Zaharoff’un satışlarını düşürdü. Zaharoff, iş bitiriciliğini burada da gösterdi; mühendis Hiram Maxim’i Nordenfeldt’e ortak etti. Fakat Nordenfeldt şirketinin sahibi İsveçli Torsten Wilhelm Nordenfeldt artık Zaharoff ile başa çıkamıyordu; onun oyunlarından bıkmıştı. 1890’da ortaklığı bozmakla kalmadı, Londra’dan ayrılıp Paris’e yerleşti. Zaharoff yola Hiram Maxim ile devam etti; daha sonra İngiliz Vickers silah şirketiyle ortaklık kurdu. Ve zamanla bu şirketi de tamamen ele geçirdi.

OSMANLI’YA DENİZALTI SATTI

Dünya 20. yüzyıla ordularını yeniden yapılandırarak girdi. Bu modernleşme çabaları, Zaharoff’un zenginliğine zenginlik kattı. Sadece top, mermi, makineli tüfek satmadı; teknoloji geliştikçe o da buna uyum sağladı; artık denizaltı bile pazarlamaya başladı. Dünyada ilk denizatlıya sahip olan ülke hangisiydi dersiniz; Yunanistan.

Yanlış anlaşılmasın, Rum Zaharoff için dost-düşman ülke yoktu; Osmanlı’ya da denizaltı sattı, Rusya’ya da!

Paranın ne dini, ne milleti vardı!

İngilizlerin Afrika’yı sömürgeleştirme operasyonları (Boer Savaşı); Rus-Japon Savaşı; Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı "ölüm taciri" Zaharoff’un olağanüstü para kazanmasına fırsat verdi.

I. Dünya Savaşı boyunca Zaharoff, 100 bin makineli tüfek, 2 bin 328 top, 90 bin mayın, 22 bin torpil, 4 savaş gemisi, 3 zırhlı kruvazör, 53 denizaltı, 3 destek gemisi, 62 hafif gemi ve 5 bin 500 uçak sattı! O tüm zamanların en başarılı silah tüccarıydı!

Çanakkale Savaşı’nda İngiliz Donanması’na ait birçok zırhlıyı o satmıştı. Boğazda İngiliz gemilerini batıran topları İzmit Tersanesi’nde üretip Osmanlı’ya satan da yine oydu!

OXFORD HUKUK DOKTORU

Tüm bu silah satışları sadece ticari başarıyla açıklanamazdı. Satış patlamaları yapan silah tekelleri, politik gücü de ellerine geçirerek devletler üzerinde denetimlerini artırdı.

Zaharoff, Avrupa’nın önde gelen politik isimleriyle yakın dostluk kurdu. En yakını ise İngiltere Başbakanı David Lloyd George idi. Bu gizli ve karanlık ilişki, bugüne kadar hálá çözülebilmiş değildir. Zaharoff, Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos’tan Fransa Başbakanı Georges Clemenceau’ya kadar birçok politikacıya yakındı.

İktidara gelmeleri için, onlara para yardımında bulundu. Sahip olduğu radyo ve gazeteler aracılığıyla siyasi destek verdi. Karşılığını da aldı.

İngiltere Kralı V. George, onu Büyük Haç Nişanı’yla onurlandırıp "Sir" unvanı verdi.

Fransız Cumhurbaşkanı Poincare ise, "Legion d’Honneur" nişanı taktı.

İngiltere’nin köklü üniversitesi Oxford bile fahri hukuk doktoru unvanıyla onurlandırdı!

Zaharoff, "ölüm taciri" kimliğini saklamak için elinden geleni yaptı: Oxford’a Fransız Edebiyat Kürsüsü, Sorbonne’a ise İngiliz Edebiyat Kürsüsü açtırdı. Balzac Edebiyat Ödülü’nü kurdu.

Perde arkasında savaşlar çıkarıp silahlar satarken kamuoyuna şirin gözükmek için oldukça cömert davranıyordu. Ama...

Zaharoff’un bu oyununu ve önlenemez yükselişini, Mustafa Kemal önderliğindeki ulusalcılar bozacaktı...

MUSTAFA KEMAL TOKADI

BİRİNCİ Dünya Savaşı’ndan sonra, Müttefikler, Osmanlı’yı paylaşım konusunda anlaşamadı. İngiltere’nin Mondros Antlaşması’nı bile hiçe sayarak başta Musul-Kerkük olmak üzere petrol kuyularını ele geçirmesi, ABD, Fransa ve İtalya’yı çok rahatsız etti.

Üstelik İngiltere’nin Osmanlı’yı işgal planı masa altından da sürdü. Mezopotamya sadece petrol açısından değil, stratejik öneme de sahipti; Mısır-Hindistan yolunun temel halkasıydı. Bu bölgenin güvenliği için Anadolu’nun işgali şarttı.

Ancak mali durumunun bozuk olması, ordusunun yorgun düşmesi ve halkının artık barış istemesi İngiliz yönetimini zorladı.

Ama çare bulundu: Anadolu’nun işgali için güvenilir "Yunanistan Maşası" kullanacaktı. Bu planın iki "mimarı" vardı: Lloyd George ve Zaharoff.

Zaharoff, Venizelos ile Lloyd George arasında mekik dokudu.

Bunu salt Yunanistan’ın çıkarı için yapıyor değildi; silah sanayiinden sonra petrol işine de el atmıştı. Bölgede petrol çıkaran "Anglo-Persian" (APOC) petrol şirketinin ortakları arasındaydı. Aynı zamanda Ortadoğu petrollerini taşıyan "Batı Denizcilik Şirketi"nin de ortağıydı!

Batı gazetelerine, "Yunanistan’ın, Batı Anadolu’nun gerçek sahibi olduğu" şeklinde haberler yaptırdı. Böylece işgal için Avrupa kamuoyunu hazırladı. Tüm bunların finansörü, Zaharoff’tu.

Bitmedi. Anadolu’nun işgali için Yunanlılara silahlar verdi ve Fransa’daki bankası "Seine Bank" aracılığıyla oluk gibi para akıttı.

Ama umduğunu bulamadı.

Modern silahlarla donatılmış 300 bin kişilik Yunan ordusu, Mustafa Kemal önderliğindeki Kuvayı Milliye önünde yok olup gitti.

Bu hezimetten Zaharoff da kurtulamadı; ölçüsüz derecedeki serveti büyük kayba uğradı! Anadolu’da doğan bu "ölüm taciri"nin hayaline, Anadolu evladı son vermişti.

Zaharoff, bütün işlerini tasfiye etti; 1925 yılında Monte Carlo’da, üç bin kişinin çalıştığı büyük bir kumarhane satın aldı. Ancak beş yıl sonra kumarhaneyi de satarak Paris’teki şatosuna çekildi.

Mutsuzdu...

Sadece işini değil en büyük aşkını da kaybetmişti...

AGATHA CHRISTIE’NiN ROMANINA KONU OLDU

İDDİA odur ki, ünlü polisiye yazar Agatha Christie’ye, "Doğu Ekspresinde Cinayet" romanının konusunu anlatan kişi Zaharoff’tu!

Roman, trende gerçekleşen bir cinayetin çözülüş hikáyesini anlatmaktaydı...

Zaharoff silah ticaretine yeni başladığı dönemde trenle Paris-Zürih hattında yolculuk yaparken başına ilginç bir olay geldi.

Koridorda sigarasını içerken bir genç kadının, "Lütfen yardım edin, kocam beni öldürecek" diye bağırarak geldiğini gördü.

Kadını hemen kendi kompartımanına soktu. Ne olduğunu anlamak için koridorda beklemeye başladı. Az sonra saçı başı dağılmış, ufak tefek bir adam sinirle yanına geldi, "Karımı gördünüz mü" diye sordu. Olumsuz yanıt alınca da geldiği gibi gitti.

Zaharoff kompartımanına döndü.

Kadın bir düşesti; ismi Maria Del Pilar’dı.

İspanya Kralı’nın yeğeni Marchena Dükü Francisko of Bourbon’un eşiydi.

Zaharoff, Maira Del Pilar’a o gün, o kompartımanda áşık oldu.

Aşk karşılıklıydı.

Ancak Maria Del Pilar yıllarca boşanamadı; çünkü Katolik’ti.

Senelerce Paris, Cenevre, Venedik, San Sebastian’da gizlice buluştular.

Marchena Dükü’nün bu buluşmalardan haberi var mıydı bilinmez. Bilinen Zaharoff, 100 milyon mark karşılığında İspanyol ordusunu teçhizatlandırdı!

Marchena Dükü ölüp 10 aylık yas dönemi bitince, Zaharoff ve Maria Del Pilar 22 Eylül 1924’te evlendiler. Zaharoff 75, Maria ise 55 yaşındaydı.

Evlendiklerinde Maria’nın, biri 35 diğeri 29 yaşında iki kızı vardı!

Zaharoff’un bu ilk evliliğiydi.

Evlilikleri kısa sürdü; 18 ay sonra Maria Del Pilar kaptığı bir enfeksiyon sonucu hayata veda etti.

Zaharoff hayata küstü.

Kumarhaneyi sattıktan sonra Paris’teki şatosundan pek çıkmadı.

Anılarını yazdığı müsveddeleri ve belgelerini şöminede yakarken gözlerinin önünden acaba bu çalkantılı hayatı mı geçmişti? Kim bilebilir.

Zaharoff, 27 Kasım 1936’da hayata gözlerini yumdu.

Üzerinde, savaşlarda yaşamlarını kaybetmiş milyonlarca insanın kanı bulunan mirasını, Maria Del Pilar’ın iki kızı paylaştı!

Her ne kadar "Sir" unvanı ve "Legion d’Honneur" nişanı alsa da, adı tarihe "ölüm taciri" olarak geçti.

Ölüm taciri

Sir Zaharoff, yaşamı boyunca 31 ülkeden 298 ödül aldı! Zaharoff silah satmak için bir yandan savaş kışkırtıcılığı yaptı; diğer yandan yaptıklarını kamufle etmek için hastaneler kurdu, savaşta dul kalan kadınlara yardımlarda bulundu!
Yazının Devamını Oku

Klasik Batı Müziği’ne tutkulu devlet adamı

30 Aralık 2007
Yemen’de Fransızlardan kalan bir gramofon ve plaklar, yaşamında nasıl bir değişikliğe yol açtı? Alay ederek dinlediği, sıkılarak seyrettiği operalar, zamanla nasıl bir aşka dönüştü? Eşine ilk aldığı hediye piyano oldu. 50 yaşında viyolonsel dersi aldı. Ölümünün 34. yılında saygıyla andığımız İsmet İnönü’nün Klasik Batı Müziği’yle ilişkisi aslında modernleşen Türkiye’nin "yol haritası"ydı...

TARİH, 28 Şubat 1911. İstanbul’dan hareket eden Hamidiye Kruvazörü’nün rotası, "Káfir köpekler" dediği Türklere karşı "cihat" ilan eden Zeydi İmamı Yahya Hamideddin ile Muhammed İdris’in ayaklandığı Yemen’di.

Geminin yolcuları, isyanı bastırmakla görevli 40 tabur piyade, 10 dağ bataryası, 1 hafif obüs bataryası, 10 bölük makineli tüfek ile seçkin bir kurmay heyetten oluşan Osmanlı Ordusu’ydu.

Ahmed İzzed Paşa’nın emrindeki subaylar arasında, Türkiye’nin gelecekti Genelkurmay Başkanlığı’nı yapacak Salih Omurtak, Başbakanlık görevinde bulunacak Rauf Orbay, Milli Savunma, Milli Eğitim bakanlıkları yapacak Saffet Arıkan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, "İkinci Adam" İsmet İnönü gibi seçkin subaylar vardı.

Kısa zamanda isyan bastırıldı.

Ancak Osmanlı’nın başındaki tek bela Yemen’deki gerici ayaklanma değildi.

İtalyanlar, Trablusgarp’a saldırdı. Yemen’deki Cibana Limanı’nı topa tuttular.

Bu saldırı sonucunda, San’a-Huveyde Demiryolu inşaatını yapan Fransızlar işlerini yarıda bırakıp eşyalarını satarak ülkelerine döndüler. Sattıkları eşyalar arasında bir gramofon ile plaklar vardı. Bu gramofon ve plaklar, aralarında İsmet İnönü’nün de bulunduğu genç Osmanlı subaylarının müzik hayatlarını derinden etkileyecekti.

KAHKAHA ATARAK DİNLEDİLER

Gramofonun yaşamında nasıl bir değişime yol açtığını İsmet İnönü "Hatıralar"ında şöyle anlatmaktadır:

"Yemen’de müzik ihtiyacına derin hasretler içindeydik. Gramofon bize bulunmaz bir nimet geldi. Akşam üzere karargáhtan yattığımız eve geldiğimiz vakit hep beraber gramofon başına koşardık. Plakları tecrübe ederdik. Senfoni, arkasından opera parçası, serenat...

İşitmediğimiz, bilmediğimiz parçaların gürültüsüne dayanamayarak makineyi bırakırdık. Ertesi akşam aynı tecrübe devam ederdi. Bu zorla ağır plakları dinlemeye tahammül çok uzun günler sürmüştür. Yavaş yavaş alışkanlık hasıl oldu. Benim hayatıma Batı musikisinin terbiyesi böylece Yemen’de girmiştir.

İçimizde en istidatlımız Saffet Arıkan’dı. Bizden çok evvel anlamaya başlar görününce, ’Erzincan’da öğrenmiştir’ diye yapmadığımız şaka kalmazdı."

Alay edilerek, kahkaha atılarak dinlenen klasik müzik, zamanla İsmet İnönü ve arkadaşlarının vazgeçemeyecekleri tutku haline geldi.

KONSERSALONUNDA OPERA

İsmet İnönü’nün ilk klasik müzik dinleme dönemi 1913 Mart ayında sona erdi; İstanbul’a döndü. Kulaklarındaki rahatsızlık Yemen’de artmıştı. Hem tedavi hem de bilgi ve kültürünü geliştirmek için Avrupa’ya gitmek istedi. Genelkurmay İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı arkadaşı Kazım Karabekir ile birlikte Genelkurmay’dan bir ay izin aldılar.

Operayla bu Avrupa gezisi sırasında Berlin’de tanıştı. Berlin Büyükelçiliği Ataşemiliteri Hasan Cemil Çambel, İsmet İnönü ve Kazım Karabekir’i operaya götürdü.

Klasik Batı Müziği’ni, ilk kez kendi çağdaş mekánı olan konser salonunda dinleyecekti.

İsmet İnönü, "Hatıralar"ında operayla tanışmasını şöyle anlatmaktadır:

"En ehemmiyetli işimiz operaya gitmek oldu. O ne dikkatli, ne telaşlı bir şeydi operaya gitmek. Saat 8’den evvel orada bulunduk. Wagner’in bir operası oynanıyordu. Müzik başlayınca bizim Yemen mektebinin musiki terbiyesi hafızamda canlandı. Arkadaşlarıma, ’Biz bunları Yemen’den biliriz’ diye övünüyordum.

Bununla birlikte, ilk görüşümde oyunun uzun sahnelerinden yorulmuştum. Nihayet son sahne geldi, kapıdan giren sanatkár müzikle söylemeye başladı ve tahmine göre, yürüyüp oda nihayetine varınca oyun bitecekti. Sanatkár yüksek sesle rolünü yaparak odanın ortasına kadar geldi ve perde kapandı. Yalnız kapıdan, odanın ortasına gelinceye kadar yarım saatten fazla zaman geçmişti. Canımızı zor dışarı attık!"

İsmet İnönü
anlamıştı ki, Klasik Batı Müziği ancak çok dinlenerek sevilebiliyordu. Yıllar sonra yakın çevresine şöyle diyecekti:

"İnatla dinlemezseniz sevemezsiniz. Bir kere sevdiğiniz zaman da vazgeçemezsiniz."

Modern insan, yeniliklere ve değişime açık biri olmalıydı. Müzik konusunda kendini geliştirmek istiyordu. Bu nedenle hiç pes etmedi.

Aslında İnönü ve arkadaşlarının Klasik Batı Müziği’nde ısrar etmelerinin sebebini o dönemin siyasal koşullarında aramak gerekiyor.

II. Meşrutiyet evresi Osmanlı’nın kültür hayatında bir "Rönesans" etkisi yarattı.

İsmet İnönü gibi modernleşme taraftarı Osmanlı genç subaylarının yüzü bu nedenle Batı’ya dönüktü. Medeniyetin/çağdaşlığın göstergesi, evrensel çoksesli müzik doğal olarak genç subayların tercihi oldu.

MEVHİBE HANIM’A İLK HEDİYE

13 Nisan 1916. İstanbul.

İsmet İnönü evlerinin karşısındaki komşularının kızı Mevhibe Hanım ile evlendi.

Görevli olduğu 2’nci Ordu’nun, Trakya’dan Diyarbakır’a sefer emri çıkarıldı.

Genç evliler, 21 gün beraber olabildi.

İsmet İnönü yeni görevine gitmeden önce eşine bir hediye aldı.

Hediye; 30 altın verilerek alınan bir duvar piyanosuydu!

Klasik Batı Müziği sevgisini eşine de aşılamak istiyordu. Hemen müzik öğretmeni bir Rum madam tutuldu.

İsmet İnönü, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas ve Suriye cephelerinde savaşırken, eşinin piyano dersiyle hep meşgul oldu. Mektuplarında derslerin nasıl gittiğini hep sordu:

28 Nisan tarihli mektup:

"İsmet’in Meleği, Mevhibesi,

Piyano dersi hesapça iki oluyor. Kim bilir ne güzel çalıyorsun. Fildişleri üzerinde ince parmakların benim kalbimin senin cazibene kapılmış hayranlığımı teganni (şarkı söylüyor) ediyor ki; yoksa iftirak (ayrılma) eleminin feryatlarını mı işitiyorsun? İkisi de var Mevhibe, inan."

9 Mayıs tarihli mektubunda, "Piyanoda terakki ettin (ilerledin) mi?" diye soruyordu. 4 Haziran tarihli mektubunda ise yine benzer soru vardı: "Piyanodan memnun musun?"

Mevhibe Hanım
ne yazık ki piyano çalmayı pek beceremiyordu. Kulağı alaturkaya eğimliydi.

4 Temmuz tarihli mektubunda İsmet İnönü tavsiyede bulundu:

"Yalnız piyanoyu alaturkaya çevirdiniz Mevhibeciğim. Halbuki ben notaya bakılarak her türlü alafranga havanın çalınabilmesini pek arzu ederim. Piyanonun sebeb-i icadı budur. Bidayette gürültülü ve sıkıntılı gelecek alafranga havalara alıştıktan sonra musikinin yalnız orada bulunduğunu sen de anlayacaksın, ruhum. Yazdıklarından alaturka ve alafrangayı beraber ilerletmek istediğinizi anlıyor isem de herhalde notadan ve her havayı çalabilmek işine az ehemmiyet verdiğinizi görüyorum. Bunu tecviz etmenizi rica ederim. Yeni mualliminiz nota ile her şeyi çalabiliyor mu? Alafranga musikiye aşina mıdır? Lütfen emek çektiğine ve zahmet ettiğine göre tam olsun iki gözüm."

2 Eylül tarihli mektubunda, Mevhibe Hanım piyanoyu bırakmasın diye alaturka çalmasına razı olduğunu yazdı:

"Piyano dersleri alaturka ve alafranga diye üzülüp duruyorsun. Nasıl kolayına geliyorsa öyle öğren. Fakat sık sık değiştirme ki vakit beyhude geçmesin. Ben alafranga öğrenesin fikrindeyim. Artık nasıl ediyorsa öyle kalsın. İnşallah hepsini öğrenirsin."

Mevhibe Hanım’
ın müzik sevgisi çocukluğunda evde dinlediği geleneksel çalgı ve şarkılarla başlamıştı. Kulağı bu müziğe yatkındı.

Ama o da zamanla eşi gibi Klasik Batı Müziği’ne alışacak ve çok sevecekti.

İnönü çifti, Ankara’da her cuma akşamı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı dinleyecekti.

Ankara Talat Paşa Bulvarı’ndaki konser salonunun 1. sıra sol bloktaki iki koltuk üzerinde "İsmet İnönü" ve "Mevhibe İnönü" yazmaktadır.

Suikasta uğradığı halde konserden vazgeçmedi

İsmet İnönü’ye 21 Şubat 1964 tarihinde Mesut Suna adlı şahıs tarafından suikast yapıldı. İsmet Paşa saldırıdan yara almadan kurtuldu. O akşam, CSO’da konsere gitti. CSO Müdürü Mükerrem Berk, suikast akşamı İsmet İnönü’yü konser salonunda görünce çok şaşırdı: "Paşam biraz önce size silah çektiler, nasıl bu kadar soğukkanlı olabiliyorsunuz?" İsmet İnönü’nün yanıtı ilginçti: "Tarih boyunca çektiler ama hiç vuramadılar!"

Viyolonsel dersi alan bir başbakan

İSMET İnönü yıllarca inat etmiş ve sonunda Klasik Batı Müziği hayranı olmuştu. Parmaklarının katılaştığı ve çalmanın zorlaştığı bir yaşta; 50 yaşında viyolonsel çalmak istedi.

"Bir erkeğin ağlayışıdır" denen ve insan sesine en yakın sesleri veren viyolonsele karşı, özel bir ilgisi vardı.

Öyle ki, Türkiye’ye dünyaca ünlü bir viyolonselist geldiğinde bütün işini gücünü erteleyip konserine gidiyordu. Tutkunu olduğu viyolonseli daha yakından tanımak istiyordu.

İlk dersini, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın (CSO) viyolonsel sanatçılarından Edip Tezer’den aldı. İkinci öğretmeni ise Hitler Almanya’sından kaçan ve Türkiye’de viyolonsel ekolünün temelini atan David Zirkin idi.

Kulakları ağır işittiği için viyolonseli biraz özeldi; tahta akort kulakları sökülüp yerine metal vidalı kontrbas kulakları takılıydı. Bu değişikliğin nedeni, müzik aleti bir kez akort edildikten sonra kaymaları önlemekti.

İsmet İnönü’nün viyolonsel kursları bir yılı aşkın sürdü. Öğrenmiş miydi? Hayır. Öğrenemeyeceğini zaten kendisi de biliyordu. 50 yaşından sonra bir müzik enstrümanı çalınamayacağını söyleyenlere şöyle diyordu:

"Ben de biliyorum bu yaştan sonra çalgı öğrenemeyeceğimi. Ama parmaklarımın tellere teması, tellerin titreşimini hissetmek, bu şekilde ses tonlarının çıkışını anlamak beni çok mutlu ediyor."

Öğretmeni David Zirkin de merak edenlere, "İsmet Paşa viyolonseli göğsünde hissetmekten büyük zevk alıyor" diyecekti.

Kızı Özden’e piyano dersi aldırdı

İSMET İnönü, çocuklarına Klasik Batı Müziği sevgisini, onları konserlere götürerek verdi. Eşi Mevhibe Hanım’ın piyano çalmasını çok istemişti. Ama olmamıştı.

Şimdi aynı isteği, kızı Özden için duyuyordu. 1938 yılında kızına Steinway bir duvar piyanosu aldı. Müzik öğretmeni tuttu.

O, Özden Hanım’ın ilk müzik öğretmeni, Cumhuriyet kuşağı sanatçılarından Ferhunde Erkin idi. Dersler İnönü Ailesi’nin yeni taşındığı Çankaya Köşkü’nde verildi.

Küçük Özden, piyanoyu çalabiliyordu ama istenilen düzeyde değildi.

İsmet İnönü bu derslere bazen gelip izlerdi. Genelde pek memnun değildi. Ama yine de yüreklendirici konuşmalar yaptı.

Özden’e sürekli moral verdi. Ama olmadı. Özden Hanım da istenilen düzeyde piyano çalmayı başaramadı.

Ama o da annesi ve babası gibi Klasik Batı Müziği’ne hayranlık duydu.

CSO konserlerini kaçırmamaya çalıştı. İsmet İnönü için Türkiye’nin her evladı kendi çocuğu gibiydi.

Bu nedenle, "Harika Çocuklar Yasası"nı çıkardı. İdil Biret’leri, Suna Kan’ları ülkemize kazandırdı. Harika Çocuklar Yasası’nın çıkmasına ilginç bir olay neden olacaktı.

Yıl 1945.

O yıllar, Ankara’nın en popüler ikilisi piyanist Mithat Fenmen ile kemancı Orhan Borar’dı. İsmet İnönü, Fenmen-Borar resitalini dinlemeye gitti.

Konserden sonra Mithat Fenmen, "Sizlere bir sürprizim var" diyerek sahneye 3-4 yaşlarında küçük bir kızı çıkardı.

Küçük kız piyanonun başına geçti; Bach ve Beethoven’dan birer parça çaldı.

Başta İsmet Paşa olmak üzere herkes bu küçük kıza hayran oldu. Bu ayakları piyanonun pedallarına bile yetişmeyen kızın adı, ünlü sanatçımız İdil Biret’ti.

Mozart gibi özel bir kulağa sahip olan bu yetenekli küçük kızı Paris’e göndermek gerekiyordu.

İşte İsmet İnönü’nün, yetenekli Türk çocuklarının Avrupa’da eğitim alması için çıkardığı yasanın ilk kıvılcımı, Ankara’da bu olay sonunda çakıldı.

Peki, aradan bunca yıl geçtikten sonra biz ne yapıyoruz; Türkiye’yi dünyada temsil eden Fazıl Say gibi sanatçılarımızı hor görmeye çalışıyoruz.

Evrensel değerler üzerine "mahalle baskısı" kurulmasına ses çıkaramıyoruz.

Bilmiyoruz ki, Fazıl Say’ın Türkiye’den gitmesi, geleneksel toplumdan modern topluma doğru evrilmenin sona ermesidir.

Bilmiyoruz ki, Klasik Batı Müziği uyutmaz, uyandırır!
Yazının Devamını Oku

Bir avuç tayyarecinin destanı

23 Aralık 2007
Türk Hava Kuvvetleri’nin gece koşullarında yüzde yüz isabet oranıyla PKK kamplarına yaptığı harekát dünyada hayranlık uyandırdı. Türk pilotlarının hangi koşullar ve süreçten geçip bu noktaya geldiğini hiç düşündünüz mü? Kurtuluş Savaşı’nda ilk pilot şehidimizi, Konya’da gericilere karşı verdiğimizi biliyor musunuz? İşte size film gibi gerçek bir öykü. 7 Haziran 1920.

İstanbul-Maltepe Tren Garı.

Saat: 01.30

Yolcularını bırakan tren gardan ayrıldı.

Trenden inen birkaç yolcu alelacele gecenin karanlığında kayboldu.

İstasyon tenhalaştı. Sadece iki yolcu gardan ayrılmadı.

Nemden ve heyecandan sırılsıklam terlemiş Pilot Vecihi ve Pilot Rıdvan, istasyonun loş kısmına geçtiler. Beklemeye başladılar. Sabırsızdılar.

Kısa bir süre sonra Başmakinist Eşref göründü; telaşla, "Şakir ve eşi Müzeyyen az ileride bekliyor. Ancak Şakir bir buhran içinde, uçamayacak gibi görünüyor" dedi. Canları sıkıldı. Üstelik eşini de getirmişti!

Bu arada diğer pilot arkadaşları göründü: Pilot İsmail Zeki, Pilot Kazım, Pilot Bezmi.

Ekip bir iki eksikle tamamlandı. Diğer arkadaşlarını bekleyecek zamanları yoktu. Harekete geçtiler.

Osmanlı’nın bu genç pilotları, İngiliz işgali altındaki İstanbul’dan, Anadolu’daki Mustafa Kemal taraftarlarına tayyare kaçıracaklardı.

Son durumu gözden geçirdiler. Uçabilecek halde sağlam üç tayyare vardı.

İsmail Zeki Fokker’i; Kazım Albatros’u; Vecihi yanına alacağı Müzeyyen Hanım ve Eşref ile birlikte keşif tayyaresi kullanacaktı.

Üçü de Birinci Dünya Savaşı’na pilot olarak katılmıştı.

Bezmi, Şakir ve Rıdvan’ın kullanacağı tayyareler uçacak gibi değildi. Onlar, Maltepe’deki diğer uçuş görevlileriyle buluşup karayoluyla gideceklerdi Anadolu’ya.

Tam o sırada, uzaktan çoğunluğu Hintli olan İngiliz kuvvetleri göründü.

Pilotlar kararlıydı; tayyareleri kaçıracaklardı.

100 TAYYARE

7 ay önce...

8 Kasım 1919.

İngilizler, İstanbul-Yeşilköy’deki tayyare istasyonu ve hangarlarının müttefikler tarafından kullanılacağını söyleyerek üç gün içinde boşaltılmasını istedi.

Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’nın envanterinde sadece 100 tayyare vardı ve bunun 60’ı Yeşilköy’deydi.

İngilizler 45’ini Maltepe’de bir araziye yapılan portatif hangarlara götürdü. Taşıma sırasında da hepsini harap ettiler. Kalan 15’i ise zaten kırık döküktü.

1920 yılına girerken Anadolu’da İstiklal Savaşı’nın başlamak üzere olduğunu İstanbul’daki pilotlar, makinistler de duymuştu. Mondros Antlaşması sonucunda bunların bir kısmının Osmanlı hava kuvvetleriyle ilişkisi kesilmişti.

Anadolu’da ulusal güçlere katılmak istiyorlardı. Ama Anadolu’ya giderken boş gitmek de olmazdı hani!

Tayyare kaçıracaklardı...

İngilizler ise Türklerin tayyare kaçıracaklarını hiç hesap etmemişti. Maltepe’deki hangarlara doğru dürüst nöbetçi koymaya bile gerek duymamışlardı. Görevli birkaç kişi ise zaten Türk’tü. Ve gece yapılacak operasyondan haberleri vardı.

FUTBOL OYUNU

Türk pilotlar gruplara bölünerek hangarlara dağıldı. Çok ihtiyatlı davranıyorlardı.

Motorları çalıştırdılar. Gecenin sessizliğini motor sesleri yırttı.

Geriye zorlu bir aşama kalmıştı. Bu meydandan tayyareleri uçurmak zordu; pist çok kısaydı.

Yine de planları gereği on gün önce; çukurlar ve tümseklerle dolu pisti onarmak için kurnazca plan yapmışlardı: Makinist Şakir, tayyare futbol takımı kurmuş, idmanlara başlamış, "Burada futbol oynamak çor zor" diye pistin çukur ve tümseklerini onarmışlardı.

Plan eksiksiz uygulanıyordu.

Başaracaklardı, başka çareleri yoktu.

Yakalandıklarında biliyorlardı ki, sonları hiç iyi olmayacaktı. İlk havalanan 24 yaşındaki Pilot Kazım oldu. Gecenin karanlığında kaybolup gitti. Başarmıştı.

Sırada 25 yaşındaki Pilot İsmail Zeki vardı.

Pistin sonuna geldi; yükseldi; ama bu irtifa ona yetmedi. Tepeyi aşamadı. Çakıldı. Uçağı parçalandı. Arkadaşları tereddüt etti; yardıma gitmeli mi yoksa harekete devam mı etmeliydiler? O sırada...

Bir mucize oldu. Paramparça olmuş tayyareden İsmail Zeki ayağa kalkıp onlara doğru yürümeye başladı.

Rahatladılar.

Sıra 24 yaşındaki Pilot Vecihi’deydi.

Birinci Dünya Savaşı’nda 7. Tayyare Bölüğü’nün pilotlarından biriydi. Bir Rus uçağını düşürmüştü. İçlerinde en deneyimli oydu. Tayyarenin geniş kanatları fazla ağırlığa rağmen kolayca yerden havalandı. Tam dar ve küçük meydandan ayrılmışlardı ki motordan kesik homurtular geldi.

Tayyaresini havada tutabilmek için var gücüyle mücadele verdi.

Olmadı, başaramadı. Tümseğe çarptı. Tayyare ateş aldı.

Pilot Vecihi ve Müzeyyen Hanım hafif, makinist Eşref ağır yaralı olarak kurtuldu.

Yardımlarına Bezmi yetişti. İstasyondan aldığı arabaya Eşref’i koydu ve hızla kayboldu.

O sırada İngiliz askerler istasyona doluştu.

Pilot Vecihi, İngiliz askerlere görünmeden tren garına koşup trene atladı ve gecenin karanlığına karıştı.

İngilizlerin, "Buradan ancak sinek havalanır" dediği pistten üç tayyare havalanmış, ancak biri Maltepe’den uzaklaşabilmişti.

MAHKÛM KIYAFETİYLE KAÇIŞ

İngilizler tüm aramalarına rağmen Türk pilotların izini bulamadı.

Pilotlar hakkında bilgi getirenlere para ödülü verileceğini bile açıkladı.

Türk pilotlar her yerde aranırken onlar yeni bir kaçış planı yaptı.

Bu arada tayyare kaçırmak isteyen bir başka grubun daha varlığını öğrendiler. Güç birliği yaptılar.

Pilot Fazıl, Pilot Emin Nihat, Pilot Muhsin, Pilot Hayri, Pilot İhya ekibe katıldı.

Artık İngilizler tayyarelerin kaçırılmaması için sıkı önlemler almıştı. İstanbul’dan tayyare kaçırmak güçtü.

Bir nefer olarak ulusal güçlere katılmaya karar verdiler; Anadolu’daki hurda tayyareleri onararak savaşmak için sabırsızlanıyorlardı.

15 Haziran 1920

İngilizler, "tehlikeli" Türk tutukluları genellikle Selimiye Kışlası’nda tutuyordu.

Pilotlar tebdili kıyafet giyerek, tutuklular ve onların başındaki Osmanlı askerleri gibi Harem’den küçük bir istimbota doluşup Marmara’ya açıldılar.

Sağ salim Mudanya’ya geldiler. Bursa, Eskişehir üzerinden hava istasyonu bulunan Konya’ya ulaştılar.

Türk pilotların kaçtıklarını öğrenen İngilizler, 24 Haziran’da Maltepe’deki tüm uçakları yaktı. Osmanlı hava kuvvetlerini lağvetti.

Türk pilotlar, İngilizleri çıldırtmıştı.

İLK ŞEHİT PİLOT

Çeşitli yerlerden kaçıp binbir güçlükle Anadolu’ya gelen pilotlar, Konya’da buluştu. Burası Birinci Dünya Savaşı’nda transit merkeziydi. Askeri depolarda Filistin Cephesi’nden kaçırılan hurda 17 tayyare vardı. Tayyareler uçamayacak kadar kötüydü.

Bir avuçtular. Yılmadılar; gece gündüz sürecek zorlu çalışmaya giriştiler.

Yedek parça sıkıntısı tayyarelerin faal duruma getirilmelerini son derece güçleştiriyordu. Örneğin, o dönemde bez kaplı uçakların dış etkenlerden muhafazasını sağlayan emaye elde yoktu. Patates, paça, yumurta akı gibi jelatinli maddeler kaynatıldı ve bu garip terkiple tayyarelerin bezleri gerdirilmeye çalışıldı. Ancak yağmurda bezler sarktı ve uçuşta hep parçalandı.

Tayyareleri uçuracak benzin ise Rusya’dan, İtalya’dan kaçırılarak at, eşek sırtında getiriliyordu.

Pilotlar aralıksız büyük bir azimle çalışırken, Konya’da bir gerici ayaklanmayla karşı karşıya gelindi. İngilizler ve Saray’la işbirliği içinde olan Zeynelabidin ve kardeşleri, Konya’daki Delibaş Mehmet ve 500 adamını ulusal güçlere karşı kışkırttı.

Ulusal savaşta ilk şehit pilot, Konya’daki bu gerici ayaklanma sırasında verildi. Birinci Dünya Savaşı’nda bir kurşun yarası bile almayan Pilot Üsteğmen İbrahim Ethem, Konya istasyonunu savunurken 3 Ekim 1920’de gericiler tarafından şehit edildi.

Pilotlar gericilere karşı tayyarelerini korurken ellerinde silahları bile yoktu.

Zorlu mücadele sadece ülkeyi işgal eden düşmana karşı değil, yerli işbirlikçileri gericilere karşı da veriliyordu.

Tüm bunlara rağmen pilotlar, makinistler bazı tayyareleri çalışır hale getirdi. Ulusal güçlerin elinde çalışabilir halde sadece 8 tayyare vardı.

Yunanistan ise 75 uçağa sahipti.

İLK UÇUŞ, İLK ZAFER

15 Ağustos 1920.

İstiklal Savaşı’nda ilk uçuş yapıldı.

23. Tümen Komutanı İzzettin (Çalışlar), Kula ve Alaşehir civarının havadan keşfini istedi.

Pilot Astsubay Vecihi, sabah 08.00’de havalandı.

Havalandı havalanmasına ama tayyare pek itimat vermiyordu. Motor arızalı, kanatları hurdaydı. Zaman geçtikçe tayyarenin bir parçası yerinden fırlamaya başladı. Radyatörler su damlatıyordu.

Pilot Vecihi yine de kararlıydı. Dönmeyecekti. Görevini kusursuz yerine getirecekti.

Keşif için havalanmıştı ama Alaşehir tren garında Yunan kuvvetlerini görünce irtifasını/yüksekliğini 600 metreye kadar indirdi. Yunan askerleri, Türklerin çalışır tayyaresi olduğuna ihtimal vermiyordu. Bu nedenle Türk uçağını kendilerinden sandılar.

Yanıldılar.

Pilot Vecihi bu fırsatı kaçırmadı. Ardı ardına iki bomba attı. Yunanlılar bozguna uğradı. Pilot Vecihi uçağı 50 metreye kadar indirdi ve makineli silahla Yunan askerlerini taramaya başladı; mermisi bitene kadar...

Sonra geldiği gibi döndü.

Yunanlılar, Türk pilotun bu ucube tayyareyle nasıl uçtuğuna hiç akıl erdiremedi.

Alaşehir hava saldırısı, Türk hava kuvvetlerinin Kurtuluş Savaşı’ndaki ilk zaferi oldu.

Bunu diğerleri takip etti.

Pilot Rıdvan ve Pilot İhya

Pilot Rıdvan (1897-1930) ve Pilot İhya (1896-1934), Kurtuluş Savaşı’nda pilot olarak görev yaptılar. Savaştan sonra Avrupa’da sivil havacılıkta çalıştılar. Pilot Rıdvan, 1930 yılında İtalyan Areo Espresso havayolunda çalışırken yakalandığı bir fırtınadan kurtulamadı, denize düştü. Cesedi bulunamadı. Pilot İhya ise Avrupa’da çeşitli firmalarda pilotluk yaptı. 1934 yılında Bulgaristan’da bir dağa çarparak vefat etti.

İlk özel hava şirketini kurdu

Pilot Vecihi (1896-1969). Kurtuluş Savaşı’nın ilk ve son uçuşunu o yaptı; İzmir hava sahasına inen ilk pilot oldu. Sadece Türk havacılığı değil Türkiye tarihinin en müstesna isimlerinden biriydi. İlk sivil havacılık okulunu açtı. İlk özel havayolu şirketi "Hürkuş"u kurdu. 16 Temmuz 1969’da Gülhane Askeri Akademisi’nde hayata gözlerini yumdu.

İstiklal Savaşı’nın kahraman pilotları

Yunan uçaklarıyla savaşmak için, arızalı olduğunu bile bile tayyaresine binen Pilot Üsteğmen Yemenli Fehmi, kalkışta uçağının düşmesi sonucu 24 Mart 1921’de şehit oldu. Pilot eğitimini Almanya’da almıştı. Ne ilginçtir; 1974 yılında Kıbrıs’ta şehit düşen pilotun adı da Fehmi (Ercan) idi. Lefkoşa’daki Ercan Havaalanı bu şehidin adını taşımaktadır.

13 Ağustos 1921’de Sakarya Savaşı öncesinde keşif yaparken tayyarelerinin havada ateş alması sonucu iki pilotumuz Behçet ve Pilot Üsteğmen Süleyman Sırrı şehit oldu. Süleyman Sırrı hava fotoğrafçılığında çok muvaffak olmuş değerli bir gözlemciydi; Foto Şube Müdürü’ydü.

İlk Yunan uçağı, 1 Eylül 1921’de Pilot Üsteğmen Hasan Basri ve Astsubay Vecihi tarafından düşürüldü. Çok iyi bir atıcı olan Hasan Basri’nin bu düşürdüğü ikinci uçaktı. Birinci Dünya Savaşı’nda Irak’ta bir İngiliz uçağı daha düşürmüştü.

27 Haziran 1922’de Afyon-Seyitgazi bölgesinde keşif yaparken tayyarelerinin arızalanması sonucu mecburi iniş yapan Türk pilotları Küçük Fehmi ve İhsan, uçak Yunanlıların eline geçmesin diye tayyarelerini yakarken yakalanıp esir düştüler. Küçük Fehmi, 1928 yılında İstanbul’da uçağının düşmesi sonucu hayatını kaybetti.

25 Temmuz 1922’de Afyon üzerinde keşif yapan Türk pilotlar Teğmen Cemal ve Ahmet Bahaaddin idaresindeki tayyare Yunanlılar tarafından düşürüldü, pilotlarımız şehit oldu. Astsubay Cemal, Birinci Dünya Savaşı’nda Irak cephesinde bir İngiliz uçağını düşürmüştü.

20 Ağustos 1922’de 4 Yunan keşif uçağı düşürüldü.

Uçağa İsmet İnönü’nün adını verdiler

Pilotlar Sıtkı, Kenan, Muhsin, Vecihi ve Behçet, İnönü Savaşı’nda gösterdikleri kahramanlıklardan ötürü mükáfat aldılar. Onlar için en büyük ödül Garp Cephesi Kumandanı Mirliva İsmet Bey’in şahıslarına gönderdiği şu telgraftı: "İnönü Meydan Muharebesi muzafferiyetinin amillerine, topçularla tayyarecilerime hassaten selam ve teşekkür ederim." Birkaç ay sonra pilotlar da komutanları İsmet Bey’e bir jest yaptı. Yunanlılardan ele geçirilen keşif tayyaresine "İsmet" adını verdiler!

Motorları havadayken durdu

27 Ocak 1923 günü Türk Hava Kuvvetleri, en değerli pilotunu kaybetti. Pilot Binbaşı Fazıl ve deniz astsubayı Emin, eğitim uçuşuna çıktılar. Uçağın motoru havada durdu. Mecburi inişe geçtiklerinde yere çakıldılar. Kurtuluş Savaşı’nın kahraman pilotu Fazıl, Türk pilotlarının idealiydi. 1918’de İstanbul semalarında 5 İngiliz uçağını; 1921’de 7 Yunan tayyaresini tek başına püskürtmeyi başarmıştı.
Yazının Devamını Oku

Bir ’Beyaz Müslüman’ın portresi: Sabahattin Zaim

16 Aralık 2007
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Erdoğan, bakanlar ve üst düzey bürokratların cenazesine katıldığı Profesör Sabahattin Zaim kimdi? "Hocaların Hocası", "İktisadın Duayeni" diye tanımlanan Prof. Zaim’in ünlü akrabaları kimlerdi? İşte Rumeli göçmeni bir muhacirin yaşam hikáyesi... YIL, 1934. Türkiye’ye o yıl göç etmişlerdi. Dayısı İbrahim Vardar (Gazeteci Ahmet Vardar’ın babasıdır) bir gün onu, Fatih Zeyrek’teki Nakşibendi Şeyhi Hacı Hasip Efendi’ye götürdü. Sekiz yaşındaydı. Ölene kadar Nakşibendi Gümüşhanevi tekkesine bağlı kaldı.

RUMELİ GÜNLERİ

15 Mayıs 1926’da, -bugün Makedonya sınırları içindeki- İştip’te doğdu.

Medrese Mahallesi’nde oturuyordu.

Annesi Saime ev kadınıydı.

Babası Mustafa Efendi esnaftı. Bir Yahudi’yle ortak kerestecilik yapıyordu.

O zor günlerde Türkler ve Yahudiler birbirlerine yakındı. İki halk da hedefti. Bu güç dönemde, iki halk arasında birbiriyle evlilik yapan bile oldu. Örneğin, bugün İzmir’de yaşayan İştipli İbrahim Beyka Ailesi gibi.

Sabahattin Zaim ilkokula, Yeniköy Kilisesi’nin bahçesindeki mektepte başladı. Makedonya’nın ilk Cumhurbaşkanı Kiro Gligorov okul arkadaşıydı.

Okulda öğrenciler "Cita Tursi Azia" Türkler Asya’ya şarkılarını söylüyordu sürekli. Sabahattin’in kendinden dört yaş büyük ağabeyi Burhanettin, bu ırkçı şarkılara, konuşmalara dayanamayıp, "Gávurlarla birlikte okumayacağım!" diyerek İstanbul’a gitti.

Müslümanların, Yahudilerin, Hıristiyanların ortak çıktıkları yağmur duaları çok eskilerde kalmıştı artık.

İki yıl sonra, yıl 1934.

Oğulları Burhanettin gibi Zaim Ailesi de baskılara dayanamadı. Paraya çevrilebilen tüm malları sattılar. Paranın dışarıya çıkarılması yasaktı. İmdada Yahudi tüccarlar yetişti, para İstanbul’a gönderildi.

Ve Zaim Ailesi, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evi ziyaret edip, İtalyan mandıralı gemiye binerek Türkiye’nin yolunu tuttu.

Sabahattin Zaim, yaşamı boyunca hiç unutmadı; Kadıderesi’nde Türk ailelerinin kadınlı erkekli tef çalıp oynadıkları; kahkahalar eşliğinde yemek yedikleri piknikleri.

İstanbul Fatih’te dedeleri (annelerinin babası) Ali Vardar’ın -şimdiki Fatih Kız Lisesi’nin olduğu- konağına yerleştiler.

Sabahattin, Fatih Çarşamba’daki Fethiye 16’ncı Mektebi’nin üçüncü sınıfına kaydedildi. İlkokulu 1937 yılında bitirdi. Üç yıllık Fatih Ortaokulu’ndan sonra 1940 yılında Vefa Lisesi’ne başladı. Lisedeki öğretmenlerinden, "İslamcı-Sosyalist" Nurettin Topçu’nun etkisinde kaldı. Zaten, her ikisi de Zeyrek’teki Nakşibendi Dergáhı’nın müridiydi.

Öğretmeni gibi o da, insanlığın kurtuluşunu ahlaki ve manevi değerlerin yükselişinde görüyordu.

AYNI DERGÁH

Sabahattin Zaim,
1943 yılında Ankara’ya Mülkiye Mektebi’ne gitti. Mayıs 1947’de okulu bitirip, temmuz ayında İstanbul Maiyet Memurluğu’na tayin oldu. Fatih Merkez Bucağı Müdürlüğü’nde ve Eyüp Kaymakam Vekilliği’nde staj yaptı. Kaymakamlık kursunu bitirdikten sonra, 30 Mart 1950 tarihinde Káhta Kaymakamlığı’na atandı.

Mayıs 1951-Nisan 1952 arasında yedek subay olarak askerlik yaptı. Mayıs 1952 Ayancık, Ağustos 1952’de Abana kaymakamlıklarına getirildi. Fakat kaymakamlığı sevmedi.

Bir üst düzey bürokratın beş vakit namaz kılması, sık sık camiye gitmesi o günlerde pek görülen olay değildi. Temmuz 1953’te istifa etti. Aynı yıl açılan sınavı kazanarak İstanbul Üniversitesi İktisat Bölümü’nde asistan oldu.

1955 yılında, "İstanbul Mensucat Sanayi’nin Bünyesi ve Ücretler" konulu tezini savunarak "iktisat doktoru" oldu.

Bu süreçte İktisat Fakültesi’nin dekanı kimdi biliyor musunuz; Prof. Sabri Ülgener!

Prof. Ülgener, İslam’ın kapitalizmle uyuşabileceğini, yani "İslam Calvenizmini" ilk telaffuz eden akademisyendi.

İşin teorik yanından ziyade, başka bir ilişkiye dikkat çekmek istiyorum:

Prof. Ülgener’in babası Mehmed Fehmi Efendi, Nakşibendi Gümüşhanevi Dergáhı’nın kurucusu Ahmed Ziyaeddin Efendi’nin sağ koluydu! Sabri Ülgener, 1911 yılında bu dergáhta dünyaya gelmişti.

Sabahattin Zaim’e, Prof. Ülgener ve dolayısıyla Gümüşhanevi Dergáhı sahip çıkmasın da kim çıksın?

SOĞUK SAVAŞ ÖDÜLÜ

Gümüşhanevi Dergáhı’nın üniversitelerde "örgütlenme" süreci, Soğuk Savaş döneminde hız kazandı. Necmettin Erbakan, Turgut Özal, Recai Kutan, Korkut Özal gibi üniversiteliler dergáhın müritleriydi.

Dergáh salt akademik dünyayla ilgili değildi; iş dünyasına da el attı.

23 Ocak 1956’da genel müdürlüğünü Necmettin Erbakan’ın yaptığı "Gümüş Motor" adlı ilk özel teşebbüsü faaliyete geçirdi. Ortaklar arasında Sabahattin Zaim de vardı.

"Gümüş Motor" iflas edip yerine "Pancar Motor" kurulduğunda Sabahattin Zaim, şirketin yönetim kuruluna alındı.

1950’ler, Soğuk Savaş döneminin başladığı yıllardı. İktidarda Demokrat Parti vardı. ABD’den kredi almak için, Türkiye’de komünist tehlikesi varmış havası yaratıldı. Bu nedenle yakalanan bir avuç demokrat aydın, dünya kamuoyuna "tehlikeli komünist" olarak gösterildi.

Kurucuları arasında Sabahattin Zaim gibi "Nakşibendi münevverlerin" olduğu Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti gibi antikomünist örgütler faaliyete geçirildi. ABD, komünizmle mücadele verenlere ödüller yağdırıyordu.

Sabahattin Zaim, 1955 yılında misafir öğretim üyesi olarak, ABD’nin en iyi üniversitelerinden Cornell Üniversitesi’ne gitti. İki yıl kaldı. Döndükten sonra 1957’de doçent, 1960’ta profesörlüğe yükseldi.

Aynı yıl:

27 Mayıs 1960 askeri ihtilalini yapanlardan bakanlık teklifi aldı! Teklif getirenler, 14’ler olarak bilinen ihtilalin radikalleriydi ve Prof. Zaim yanıt vermeden tasfiye edildiler. Ancak Prof. Zaim, ihtilalci askerlere yardım etmekten geri durmadı; Milli Birlik Komitesi Sosyal İlişkiler Sivil İşler Komitesi Başkanlığı görevinde bulundu.

ULYA CINGILLIOĞLU

10 Eylül 1959’da dünyaevine girdi. Eşi Ulya, Kayserili Galip Cıngıllıoğlu’nun kızıydı. "Demirbank’ın sahibi" Cıngıllıoğlu Ailesi, Kayseri’de demir, halı ve deri ticaretiyle uğraşırdı. Galip Cıngıllıoğlu’nun dedesi Cıngıllızade Ömer Fevzi, İngilizce bilen, Avrupa ile ticari ilişkileri olan tüccardı. 1923-25 yılları arasında Londra’da yaşamıştı.

Sabahattin Zaim zengin bir aileye damat olmuştu. Ama o akademik hayatı seviyordu. 1963-64 öğrenim yılında Almanya’daki Münih Üniversitesi’ne misafir öğretim üyesi olarak gitti. Akademisyenliğin yanında, Türkiye’nin önde gelen şirketlerinde de çalıştı. 1966-67 yıllarında Koç Holding’de Sosyal Yardım Vakfı’nda görev aldı. İşçi-işveren ilişkilerinde aktif rol oynadı.

Bu ilişkiler bugün çok kişiye şaşırtıcı gelebilir ama dün öyle değildi: 1958 yılında Vehbi Koç hacca giderken yanında Gümüşhanevi Dergáhı’nın Şeyhi Mehmet Zahid Kotku vardı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanı Cüneyd Zapsu’nun dedesi İbrahim Uzel’in sahibi olduğu Uzel Makina’da danışmanlık yaptı.

Devletin KİT’lerinde, Anadolu Cam Sanayii A.Ş. ve TÜMOSAN’da yönetici olarak bulundu. Milli Prodüktivite Merkezi Yönetim Kurulu Üyeliği yaptı.

CİDDE’YE GİTTİ

Çok çalışkandı. Üniversitelerde ek akademik görevler aldı:

1967 yılından 1980 yılına kadar, Işık Mühendislik Akademisi ve Galatasaray Y. İktisat ve Ticaret Akademisi’nde görev yaptı. 1977-79 yılları arasında Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mütevelli Heyeti Üyeliği’nde bulundu. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra Suudi Arabistan’a gitti. Cidde’de Melik Abdülaziz Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi’nde konuk öğretim üyesi olarak çalıştı.

Bu ülkeyle kişisel ilişkileri hep iyi oldu. İslam Kalkınma Bankası’nda Yöneticileri Seçme ve Değerlendirme Komitesi’nde müşavirlik yaptı. 1981-82 yıllarında İslam Konferansı, İslam Bankacılığı Temsilciliği’nde bulundu. Görevi Prof. Nevzat Yalçıntaş’a teslim edip Türkiye’ye döndü.

Faisal Finans Kurumu Yönetim Kurulu Başkan Vekilliği (1998-2002) ve son olarak Kuveyt Türk’te murakıplık yaptı.

SAKIZAĞACI KABRİSTANI

Ömrü çalışmakla geçti. Bel ağrısı şikáyetiyle gittiği hastanede "lenf kanseri" teşhisi kondu. Kurtarılamadı.

"Parlamenter sisteme geçtiğimiz 1876’dan beri en iyi hükümet AKP hükümetidir" diyen Prof. Zaim’in cenazesine, Cumhurbaşkanı Gül’den Başbakan Erdoğan’a, bakanlardan üst düzey bürokratlara, belediye başkanlarına kadar binlerce insan geldi.

Edirnekapı Sakızağacı Kabristanı’nda toprağa verildi. Burada "aile mezarlığı"nın olduğu söylendi. Doğruydu; beş yıl önce kaybettiği eşi Ulya, ağabeyi Burhanettin ve kardeşi Mustafa’nın mezarı oradaydı. Ama...

Prof. Zaim’in Türkiye’de ilk bağlandığı Hacı Hasip Efendi ve daha sonra dergáhın postnişine oturan Abdulaziz Bekine gibi Gümüşhanevi Dergáhı’nın Nakşibendi şeyhlerinin de mezarı oradaydı.

Şeyhlerinden hiç ayrı düşmek istemedi...

Sabahattin Zaim’in çocuklarI

Mehveç Tarım: 1960 doğumlu. 1983 İÜ Tıp Fakültesi mezunu. Marmara Üniversitesi’nde doçent. 1988’de göz doktoru Mesut Tarım ile evlendi. Merve ve Safa adında iki çocuğu var.

Selim Zaim: 1962 doğumlu. İTÜ Makine mezunu. Babası gibi Cornell Üniversitesi’nde doktora yaptı. Fatih Üniversitesi İşletme Bölüm Başkanı’dır.

Anne tarafından akraba; BEKO Dış Ticaret ve Pazarlama Müdürü Funda Gökçin’le evli. Zeynep ve Ulya Elif adında iki çocuğu var.

Kerim Zaim: 1963 doğumlu. İTÜ Sakarya Mühendislik mezunu. Gün Sazak şirketlerinde çalıştı. Sonra kendi şirketini kurdu. Saadet Partisi’nden İstanbul Büyükşehir Belediyesi meclis üyeliğine seçildi. Akrabadan, Kayserili İclal Arslan ile evlendi.

Abdülhalim Zaim: 1969 doğumlu. Yıldız Teknik Üniversitesi bilgisayar mezunu. Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptı. YÖK tarafından doktora yapmak için ABD’ye gönderildi. İstanbul Üniversitesi’nde doçent olarak çalışmaktadır. Özlem Kaya ile evli. Kerem Can, Ekrem ve Ediz adında üç çocuğu var.

Halil Zaim: 1974 doğumlu. İstanbul Üniversitesi İktisat mezunu. Aynı fakültede araştırma görevlisi olarak görev yapmaktadır. Malezyalı Nur Hasimah ile evli. Nur Hatice ve Sabahattin adında iki çocuğu var.

Ünlü akrabalar

- Sabahattin Zaim’in anne soyu iki koldan ilerliyor. Büyük dedesi Köprülü Ali Ağa’nın iki oğlu vardı. Ahmed Ağa ve Emin Ağa.

Emin Ağa kolundan gelen ünlüler arasında; Orgeneral Teoman Koman, Prof. Macit Gökberk, Şükrü Naili Paşa, Prof. Demir Başar, Vali Bedri Oskay, Vali Rıfat Vardar, Yazar Ayten Aygen, Gazeteci Emre Aygen gibi isimler var.

- Sabahattin Zaim’in teyze oğlu Profesör Cevat Babuna’nın, dört kızı, bir oğlu var: Büyük kızı Ceyda, Prof. Zaim’in yanına asistan olarak aldığı Prof. Tevfik Ertüzün’ün eşiydi. Ertüzün, DYP milletvekilliği yaptı; trafik kazasında hayatını kaybetti.

Prof. Babuna’nın tüm çocukları, "Adnan Hoca" olarak bilinen Adnan Okyar’ın arkadaşları oldukları gerekçesiyle sık sık medyada yer alıyor.

Diğer teyze oğlu Prof. Cavit Babuna, uzun yıllar İÜ Tıp Fakültesi’nde görev yaptı. Oğlu Aydın Babuna, Boğaziçi Üniversitesi’nde profesör. Diğer oğlu Adnan Babuna, Boğaziçi Üniversitesi makine mezunu. Mekke ve Libya’da çalıştı. Halen Erdemir Şirketi’nin İstanbul temsilcisi.

- Bilgi Üniversitesi rektörlüğünü de yapmış olan Lale Duruiz, Sabahattin Zaim’in babaanne tarafından akrabası.

Bilgi Üniversitesi İktisat Fakültesi Dekanı Prof. Burhan Şenatalar, Sabahattin Zaim’in hem öğrencisi, hem akrabası. İÜ İktisat Fakültesi’nin dekanlığını da yapan Şenatalar, YÖK üyesi.

- Anneanne tarafından akraba iki de üst düzey general var: 1960 İhtilali’ne katılmış, Hava Kuvvetleri Komutanlığı yapmış Orgeneral Ahmet Dural ve halen Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanı Orgeneral Orhan Yöney.

- Ailede ünlü futbolcular da var: Hüseyin Amcalarının küçük oğlu Selahattin Aytaç’ın damadı, Galatasaray’ın Ankaraspor’a kiralık verdiği Necati.

Bir diğer futbolcu ise, babaanneleri Akile Hanım’ın yeğeni, Galatasaray’ın eski kaptanı Cüneyt Tanman.

- Ağabey Burhanettin Zaim, eski Bakan Ali Coşkun ile dünür. Oğlu Mehmet Zaim, Coşkun’un kızı Işıl ile evliydi. Sina adında oğulları vardı. 1992’deki bir trafik kazasında Ali Coşkun, eşi ve kızı Işıl’ı kaybetti. Mehmet Zaim, yeniden evlendi. Ülker Gıda’da üst düzey yöneticisi.

Burhanettin Zaim’in bir diğer oğlu Halit, Siemens’te Türkiye bilgisayar bölümü müdürü. Kızı Yeşim ise uluslararası bir gözetim şirketinde yönetici olarak çalışıyor.

- Sabahattin Zaim’in küçük kardeşi Mustafa, iş hayatına Eczacıbaşı’nda başladı. Uzel Traktör Sanayi’nde devam etti. Amcasının kızı Mahture’yle evlendi. İki çocuğu da sakat doğdu. Banu 13, Hakan 16 yaşında hayata gözlerini yumdu. Çocuklarının üzüntülerine dayanamayan Mustafa Zaim, 47 yaşında vefat etti.
Yazının Devamını Oku

Bakire Kraliçe’nin ’bekáretini’ Osmanlı Padişahı korudu!

9 Aralık 2007
Vizyondaki "Altın Çağ" filmindeki "Bakire Kraliçe" I. Elizabeth sadece bizde değil, İngiltere’de de gündemde.
Bunun başlıca nedeni, İngiltere’de dinin ve milliyetçiliğin yükselişe geçmesi. Bu çevreler "kutsallık" mertebesine çıkardıkları "Bakire Kraliçe"yi özlemle anıyor. Ve dolayısıyla bu durum "Bakire Kraliçe" dönemine ilişkin tartışmaları da beraberinde getiriyor. Bizim açımızdan ilginç olan ise, bu tartışmaların merkezinde biz Türklerin olmasıÉ

"Bakire Kraliçe"yle ilgili tartışmalara geçmeden önce yazımıza bir tespitle başlayayım:

Deniyor ki, "Altın Çağ" filminde I. Elizabeth "Türk Sultanı’yla mı evleneyim" sözünü müstehzi bir ifadeyle söyledi!

Sanıyorum kendisiyle alay ediyordu! Ya da filmi çekenlerle!

"Bakire Kraliçe" (1533-1603) 16. yüzyılda yaşadı.

Bu yüzyılda Osmanlı Devleti bir dünya imparatoruydu; Mısır, Tunus, Libya, Cezayir, Yemen, Hicaz, Suriye, Kıbrıs, Azerbaycan, Gürcistan, Kırım, Romanya, Macaristan, Bulgaristan, Yunanistan vs Osmanlı’nın hákimiyet alınıydı. Osmanlı kara ordusu Viyana kapılarında, donanması Fransa Nice kıyılarındaydı. Karadeniz ve Kızıldeniz tamamen Türk iç denizi, Akdeniz ise "Türk Gölü"ne dönüşmek üzereydi.

Böyle bir imparatorluk karşısında, sosyal ve politik meselelerle uğraşan; İspanya’nın her an yutmaya hazır olduğu bir İngiltere Kraliçesi, Türk Padişah’ından alay eder gibi bahsedecek öyle mi? Hadi oradan!

Kraliçe I. Elizabeth biyografisine geçmeden önce dönem şartlarını bilmemiz gerekiyor. Bunun için ise bir aşk hikáyesi hakkında bilgi sahibi olmamız şart!

TENİ BEYAZ DİYE İDAM EDİLECEKTİ

I. Elizabeth’in babası VIII. Henry farklı bir kraldı. 1491’de dünyaya geldi. 11 yaşında, İspanya Kralı Ferdinand’ın dul kızı Catherine d’Aragon ile evlenmesine karar verildi.

18 yaşında hem kral oldu hem de dünya evine girdi. 25 yaşında Anne Boleyn adlı genç bir kıza aşık oldu.

Evlenmek istedi. AmaÉ

Ama İngiltere, Batı Avrupa ülkeleri gibi Katolik’ti.

Katoliklerde boşanma ancak Papa’nın izniyle olabiliyordu.

Henry, Papa'dan boşanmak için gereken izni alamadı. Katolik İspanya'nın kralı da bu boşanmaya karşı çıktı ve Kraliçe Catherine aracılığıyla İngiliz sarayındaki ağırlığını sürdürmek istedi. Papa'ya baskı yaptı.

Diğer yanda Kral Henry de İspanya’nın, içişlerine müdahalesinden rahatsızdı.

Sonuçta: Bir yıl önce Martin Luther'in tüm kitaplarını yaktıran, Protestanları idam ettiren ve bu nedenle Papa tarafından "Dinin Savunucusu" unvanını alan Kral Henry, yeni bir kilise ve mezhep kurdu: Anglikanizm.

Görünür neden aşk gözükse de, iki ülke arasındaki kıyasıya çekişme, İngiltere reformlarını ateşleyen fitil oldu. Böylece Avrupa’da doğmakta olan Rönesans İngiltere’ye geldi.

Bu gelişmenin bir diğer boyutu ise, İngiltere’de burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıydı; bu yeni üretim biçimi kendi değerlerini topluma kabul ettirmek istiyordu.

"Reformist" Kral Henry bu arada áşık olduğu Anne Boleyn ile gizlice evlendi.

Aynı yıl, 7 Eylül 1533’te I. Elizabeth doğdu.

Ancak şansızdı: Teninin fazla beyaz olması nedeniyle hayalet olduğu söylenerek celláda teslim edildi. Elizabeth, annesi Boleyn sayesinde kurtarıldı.

Elizabeth kurtarıldı ama annesi üç yıl sonra, başka erkeklerle zina yaptığı gerekçesiyle kafası uçurularak idam edildi.

Kral Henry on gün sonra Jane Seymour ile evlendi.

Jane Seymour, bir yıl sonra Kral Henry’e en büyük armağanı verirken; Prens Edward’ı doğururken öldü.

Kral Henry 1543’te ölünce, Edward 9 yaşında, "VI. Edward" olarak tahta çıktı. VI. Edward 16 yaşında çocuksuz olarak ölünce, I. Elizabeth'in diğer üvey kardeşi (Kraliçe Catherine’in kızı) I. Mary, Kraliçe oldu. İlk kez İngiltere tahtında bir kadın oturdu.

I. Mary de çocuksuz öldü ve böylece I.Elizabeth 17 Kasım 1558 tarihinde 25 yaşındayken tahta çıktı.

Evet, bu bilgilerden sonra Kraliçe I. Elizabeth’in "müstehzi ifadeyle konuşması" meselesine gelebilirizÉ

OSMANLI TARİHİNİ DEĞİŞTİRDİ

Önce bir olgu:

16. yüzyıl boyunca en güçlü Hıristiyan devleti İspanya idi.

Osmanlı ise yazdığım gibi bir dünya deviydi.

Bu iki süper güç yüzyıl boyunca birbirleriyle çatıştı.

Osmanlı siyaseti gereği, Katolik İspanya’ya karşı, hep Protestan Hıristiyanların koruyucusu oldu.

İspanya tahtında Kral II. Felipe (1527-1598) vardı. Sadece İspanya’nın değil Sicilya, Napoli, Portekiz ve Hollanda’nın da hükümdarıydı. Venedik, Ceneviz, Malta kontrolü altındaydı.

I. Elizabeth’in üvey kız kardeşi Mary ile dört yıl evli kaldı.

Mary ölünce tahta geçen Kraliçe I. Elizabeth ile de evlenmek istedi. Olmadı.

İspanya, İngiltere üzerindeki nüfuzunun bitmesini, hele hele Protestanlığın gelişmesini istemiyordu. "Bakire Kraliçe"yi gözüne kestirdi!

I. Elizabeth’i zor günler bekliyordu. Kendisi ve ülkesi tehdit altındaydı.

İmdadına Osmanlı yetişti.

Osmanlı, önce İngiliz ticaretini destekledi. 11 Eylül 1581 anlaşmasına göre, İngiliz gemileri Akdeniz’deki Türk limanlarına rahatça girip ticaret yapabilecekti.

İspanya Kralı II. Felipe, Osmanlı’yı karşısına almak istemedi; ince bir diplomasi yürütüp, "barış çubuğu" içmek istedi.

Bu hal, Fransa ve İngiltere’yi korkuttu; biliyorlardı ki Osmanlı yanlarında olmazsa, İspanya onları yutardı.

Osmanlı, II. Felipe’e yüz vermedi. İngiltere’nin koruyuculuğuna devam etti. İlk İngiltere elçisi William Harborne, 26 Mart 1583’te İstanbul’a gelerek göreve başladı.

O tarihlerde Osmanlı tahtında Sultan III. Murad (1546-1595) vardı. Osmanlı, topraklarını genişletmeyi sürdürdü: Fas, Lehistan, Tebriz ve Şirvan gibi İran’ın bir bölümü vs.

Kraliçe I. Elizabeth, Osmanlı yönetiminin gönlünü hoş etmek için, yalnız padişahı değil, padişahın annesi Valide Sultan Nurbanu’yu, eşi Safiye Sultan’ı, hocası Sadeddin Efendi’yi, vezirlere, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa gibi komutanları hediyelere boğdu. Mektuplarında, "putperest" dediği Katoliklere karşı Türk yardımı istedi. Kendini İslam’a yakın göstermek için, Protestanlıkta da tıpkı Müslümanlıkta olduğu gibi resimlere ibadetin yasak olduğunu yazdı.

III. Murad yanıt mektubunda şöyle dedi:

"Siz dahi südde-i sa’adetime ita’at ve inkıyada sabit-kadem olup, ol caniblerde vakıf ve muttali olduğunuz ahbarı arz ve ila’m etmekden hali olmıyasız."

Kısaca, "siz büyük bir mutlulukla Osmanlı’ya bağlandınız, gerisini merak etmeyiniz" diyordu.

Osmanlı desteğini alan I.Elizabeth, 1588’de "İspanya Armadası" denilen deniz savaşında İspanya’yı yendi. Osmanlı donanması bu savaş sırasında İspanyol gemilerini Akdeniz’de oyaladı ve savaşın, dolayısıyla tarihin seyrini değiştirdi.

Bu savaş sonrasında İngiltere büyük bir güç olarak tarih sahnesine çıkarken, Protestanlık artık durdurulamaz oldu.

TARİH YENİDEN YAZILIYOR

Gelelim bugüne:

İngiltere’de tarih kitaplarının yeniden yazılması gündemde.

Eşitlik ve İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Trevor Philips, Türkler’in, İngiltere-İspanya Savaşı’nda Kraliçe I. Elizabeth’i kurtardığını, bunu tarih kitaplarına yazmak gerektiğini söyledi.

İngiliz Daily Mail gazetesi, "Şimdi de azınlıkları mutlu etmek için mi tarih kitaplarımızı değiştireceğiz" başlığını attı.

İngiliz milliyetçileri, "İngiltere tarihi şanlı zaferlerle doludur, kimsenin yardımına ihtiyacımız yok" diye tepki gösterdi.

Yani mesele döndü dolaştı yine bizim başımıza "patladı!"

Londra Üniversitesi’nden Jerry Brotton, Kraliçe’nin, Osmanlılardan yardım istediği mektubu, 2004 yılında ortaya çıkardı. Ancak bu belgeye karşı çıkanlar da oldu. Dr. Simon Adams, "Mektup 1585’te yazılmış. Yani savaştan tam üç yıl önce" diyordu.

Tartışmalar hala sürüyorÉ

Sonuç olarak, kim ne derse desin, hangi filmi nasıl çekerse çeksin; I. Elizabeth bekasını, yani kalıcı olmasını ve ölümsüzlüğünü Osmanlı Padişahına borçluydu!

’Bakire Kraliçe’ istese OsmanlI PadiŞahI’yla evlenebilir miydi?

I. Elizabeth 17 Kasım 1558 tarihinde iktidar koltuğuna oturduğunda, Osmanlı Sarayı’nın tahtında Kanuni Sultan Süleyman vardı. Aralarında 39 yıl gibi büyük bir yaş farkı vardı.

Üstelik Sultan Süleyman, baş kadını Hürrem Sultan’a hala áşıktı.

Ayrıca iki eşi daha vardı; Mahidevran Kadın ve Gülfem Hatun.

Kraliçe Elizabeth’in kafasındaki "Doğu" ve "Türk" imajı nasıldı, bilmiyoruz. Ama Harem öyle uzaktan görüldüğü gibi Batı masallarına pek benzemiyordu.

Sultan Süleyman’ın eşleri arasında özellikle Hürrem Sultan ile Mahidevran Kadın arasında sürekli saç saça kavga vardı. İki sultanı, ancak Padişah’ın annesi Valide Hafsa Sultan araya girip durdurabiliyordu.

Kayınvalide Hafsa Sultan Saray’a cariye olarak alınmış ve Yavuz Sultan Selim’in karısı olmuştu. İddiaya göre Leh Yahudi’siydi.

Diğer sultanlar gibi, Hürrem Sultan da bu topraklara yabancıydı.

Batı tarihçilerine göre Hürrem Sultan’ın gerçek adı: Roxelana, Roza, Rossa, Rosanne, Ruziac veya La Rossa idi.

İtalyan ve Fransız olduğu iddia edilmekle birlikte, kökeni kesin olarak bilinmiyordu. Rus Papaz Rogatino’nun kızı olduğu da, Kırım Hanı Mengli Giray’ın kızı olduğu da söyleniyordu. Kimilerine göre ise Hazar Yahudi’siydi.

Dünyayı titreten Sultan Süleyman, Hürrem Sultan’ın bir sözünü iki etmiyordu.

Bir hükümdarla köle kökenli bir kadın arasındaki bu tutkuyu yadırgayan halk, Hürrem Sultan’ın padişaha büyü yaptırdığına inanıyordu.

Kim ne yaparsa yapsın, ne derse desin sonunda Hürrem Sultan amacına ulaştı:

Sarayın tek hákimi oldu. Böylece Osmanlı tarihindeki "kadınlar saltanatı" Hürrem Sultan ile başladı.

Kraliçe I. Elizabeth, Sultan Süleyman’ı eş olarak seçmemekle kendisine ve ülkesine iyilik yapmıştı. Yoksa Hürrem Sultan’dan çekeceği vardı!

NURBANU SULTAN

Kraliçe I. Elizabeth’in koca adayları arasında, Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra tahta geçen II. Selim (1524Ğ1574) de vardı.

Kraliçe I. Elizabeth, Hürrem Sultan gibi bir kayınvalide ister miydi, bilinmez!

Ama II. Selim’in eşi Nurbanu Sultan da çok dişliydi.

Nurbanu Sultan kimi tarihçilere göre İtalyan/Venedikli, kimilerine göre ise Yahudi’ydi!

Ahmet Refik gibi tarihçiler, Nurbanu Sultanı Yahudileri devlet işlerine karıştırmakla suçladılar hep. Yahudi iş kadını Ester Kira’yla olan ticari ilişkileri bu iddiayı güçlendiriyordu.

Nurbanu Sultan, tıpkı kendisini yetiştiren kayınvalidesi Hürrem Sultan gibi devlet işleriyle yakından ilgilendi.

Kraliçe I. Elizabeth, II. Selim’e eş olabilir miydi? Sanmam. Padişah eşi ve kızlarından çok çekmişti ve kraliçeyi görecek gözü yoktu.

Peki, Kraliçe I. Elizabeth tahtın bundan sonraki hákimi III. Murad’la evlenebilir miydi?

Bunun yanıtı için sadece bir örnek olay yazalım:

Nurbanu Sultan kocası II. Selim vefat edince, ölüm haberini kimselere haber vermedi. Kocasının cesedini, oğlu III. Murad Manisa’dan İstanbul’a gelip tahta oturana kadar sarayın buzhanesinde sakladı.

SAFİYE SULTAN

Kraliçe I. Elizabeth kuşkusuz Nurbanu Sultan gibi sert bir kayınvalide istemezdi.

Ama III. Murad’ın eşi Safiye Sultan da Valide Sultan’ı aratmayacak bir kişilikteydi.

Safiye Sultan’ın biyografisi hakkında türlü iddialar var:

Adriyatik denizinden bir gemiyle geçerken korsanlara esir düşmüş, önce Ferhad Paşa’ya sonra güzel ve zeki oluşu nedeniyle Osmanlı Sarayı’na satılmıştı. III. Murad Safiye Sultan’ı çok sevdi. AmaÉ

Bu durum annesi Nurbanu ile aralarının açılmasına neden oldu.

Nurbanu Sultan, gelini Safiye Sultan’ı gözden düşürmek için oğluna dünyalar güzeli cariyeler sundu. Ne yapsa ne etse III. Murad’ı Safiye Sultan’dan vazgeçiremedi.

Nurbanu Sultan ölünce, Safiye Sultan Osmanlı Sarayı’nın tek hákimi oldu. Rahmetli kayınvalidesi Nurbanu Sultan’ın Yahudi Ester Kira’yla yürüttüğü ilişkileri bile devam ettirdi! Kraliçe I. Elizabeth’le iyi ilişkiler kurdu.

HANDAN SULTAN

16. yüzyıl artık geride kalıyordu.

Kraliçe I. Elizabeth hala bekárdı. Ama artık yaşlanmıştı. Safiye Sultan’ın oğlu III. Mehmed tahta çıktığında 29 yaşındaydı. Kraliçe ise 58 yaşında.

Bu evlilik gerçekleşebilir miydi?

Sultan III. Mehmed’in gözü Handan Sultan’dan başkasını görmüyordu. Dolayısıyla bu evliliğin gerçekleşmesine de olanak yoktu.

Kraliçe I. Elizabeth ile Sultan III. Mehmed aynı yıl 1603’te vefat ettiler.

Şaka bir yana, gelelim sorumuza:

Hani filmde Kraliçe soruyor ya, "Türk Sultanı’yla mı evleneyim" diye?

Öncelikle belirtelim: "Seçen" Kraliçe değil, Osmanlı Padişah’ı olurdu.

Ve "veraset" meselesi yüzünden "Bakire Kraliçe"nin de pek şansı yoktu.

Yazmadan edemeyeceğim: İngiltere feodalizmi tasfiye edip "kapitalizmin" çarklarını döndürüp toplumu harekete geçirirken, Osmanlı siyasi açıdan dünya devi olmasına rağmen, ticari hayatındaki dinsel gelenekçilik yüzünden hem ticari hem de kültürel anlamda gericileşme sürecine girdi.

Bugün durum ortada; İngiltere nerede biz neredeyiz? Onlar Kraliçe I. Elizabeth için film üzerine film çekiyor.

Biz her şeyi sineye çekiyoruz!
Yazının Devamını Oku

Düşen uçakta ben de vardım

2 Aralık 2007
İstanbul-Isparta seferini yaparken iniş sırasında düşen uçağın düşüş sebepleri, dört yıl önce, 8 Ocak 2003’te İstanbul-Diyarbakır seferini yaparken düşen uçakla çok benzerDüşen uçakta ben de vardımlik taşıyor.
"Konya" adlı THY uçağı, Diyarbakır Havaalanı’na inişe geçerken düşmüştü. 75 kişinin yaşamını kaybettiği bu kazada Aliye İl kurtulmayı başardı. İşte Aliye İl’in yaşadığı korku dolu o anlar...

TARİH 8 Ocak 2003. Yer İstanbul. "Sabah kötü uyandım. Yani, kendimi iyi hissetmiyordum. Oğlumla ben beraberdik. Murat Ağabeyim aradı, o da İstanbul’da oturuyor. Ama o saatte hiç aramazdı beni, uyurdu.

’Ne oldu’ dedim, ’Sen bu saatte hiç aramazdın?’

’İsmet Yenge vefat etmiş’ dedi.

Yıkıldım. Gerçekten çok sevdiğim bir insandı, hastaydı biliyordum ama ölümünü hiç beklemiyordum. Kötü oldum, ne diyeceğimi bilemedim.

Telefonu kapattım, çöktüm koltuğa, ağlamak istedim biraz rahatlayayım diye. Ağladım.

GİŞEYİ DEĞİŞTİRDİM

Kendime gelince hemen havaalanını aradım. Yarım saat sonra uçak var, deseler; hemen binip gideceğim. İsmet Yenge, Urfa’da yaşıyordu. Ben önce uçakla Diyarbakır’a gideceğim, oradan karayoluyla Urfa’ya geçeceğim.

’Saat 17.00’de gelip biletinizi alın’ dediler. Yerimi ayırttım. Sonra havaalanına gittim biletimi aldım.

Bilet alırken bir şey dikkatimi çekti; yani acaba tesadüf mü, kader mi ben de ona bir anlam veremedim. İki gişede bilet satılıyordu. Gişenin birinde uzun kuyruk vardı; ben ilk defa bilet aldığım için orada sıraya girdim.

Diğer gişede 23 kişi vardı. Tereddüt ettim acaba oraya mı gitsem diye. Benden önce biri girdi o düşündüğüm gişeye ve biletini alıp çıktı. Ben de kuyruğumdan çıkıp oraya geçtim ve biletimi oradan aldım.

Yani şimdi düşünüyorum da, eğer orada kalsaydım, acaba aynı koltuk numarasına denk gelir miydim? Kader.

YABANCILAR VARDI

Biletimi aldım, gittim bekleme salonuna oturdum.

İlk kez uçağa bindiğim için heyecanlıyım. Üzüntüm ve heyecanım birbirine karıştı. Bir Hacı Amca geldi yanıma, ’Kızım’ dedi, ’Burası Diyarbakır uçağı kapısı mı?’ ’Evet’ dedim. "Yalnızsan git Hacı Nine’nin yanına otur" dedi. Kırılmasın diye gidip eşinin yanına oturdum.

Oturdum işte, insanlara bakıyorum.

Bizim Güneydoğu insanları bellidir, yani seçebiliyorsun ya da ben aynı topraktan olduğum için hissediyorum, tanıyorum onları.

Yabancılar da vardı; Amerikalı vardı; bir de Alman gördüm, onu da hiç unutamıyorum. Ayrıca çok iriyarı biri vardı, çok uzun boylu ve çok şişman, saçları da upuzundu.

Bir hanım vardı da öyle çok şık, çok bakımlı küt saçlı hoş bir hanımdı.

UÇAĞA BİNDİK

Saat 18.30 gibiydi.

Anons yapıldı. Uçağa gittik. Yerlerimize oturduk. Hostesler uçak düşerse neler yapılacağını gösterdi. Biraz korktum.

Uçak hemen hemen doluydu. Yani çok az bir boşluk vardı. Ben cam kenarındaydım ve benim yanım boştu. Arkada oturanlar bizim o yörenin insanlarıydı. Dinlerken konuşmaları hoşuma gitti, ikisi orada heyecanlı ve mutlu konuşuyordu. Onları hep merak ederim mesela, kimdi acaba arkamda oturanlar. Hálá onların mutlu sesleri kulağımdadır.

Yan koltukta adı Helin olan güzel bir küçük kız çocuğu vardı; annesinin kucağındaydı. Helin bana şirinlikler yapıyor, göz kırpıyor bana. Benim de mecalim yok, üzgünüm; ama yine de çocuğa gülümsedim; çok güzeldi.

Kimseyle sohbet etmedim. İçimde anlatılması çok zor bir duygu vardı, daralıyordum. Bir an önce gideyim ve memleketimde iyice ağlayayım, kendime geleyim diyordum. Hostes geldi, ’Ne içersin’ diye sordu. ’Kahve’ dedim.

İNİŞ ANONSU YAPILDI VE...

Saat 20.00’ye geliyordu.

Her şey yolundaydı, hiçbir aksilik yoktu. ’İniyoruz’ diye anons edildi. ’Kemerlerinizi çözmeyiniz’ dendi.

İniyoruz. Koltukta biraz doğruldum.

Beklemeye başladım.

Tam iniyoruz...

Heyecanlandım. Sıkıntı bastı beni. ’Acaba kemerimi açsam mı’ diye geçirdim içimden. Vazgeçtim.

Birden...

Ben kemerimi açayım mı açmayayım mı diye düşünürken büyük bir gürültü koptu.

Ne olduğunu anlayamadım.

Çığlıklar duydum.

Bir de valizler uçuyordu havada sanki.

Sinyaller yanıp sönüyordu. Dua etmeye başladım.

Sonra...

Sonra ne oldu, hatırlamıyorum...

Kendimi yerde buldum.

Büyük bir acı var gövdemde.

Elmacık kemiğimi vurmuşum bir yerlere.

’İmdat! Kurtarın’ diye bağırmak istiyordum, sesim çıkmıyor.

Birden yangın çıktı. Kocaman bir yangın. Depo patladı sanki.

Dedim ki ’Ne oluyoruz?’ ’Ben nerdeyim?’ ’Ne oldu?’

Önce rüya diye düşündüm. Hayır uçaktaydım. Evet, hatırladım Diyarbakır’a gidiyorduk. Fakat ne oldu, niye yerdeyim?

Karanlıktı.

Hálá koltuğa kemerle bağlıydım. Kemeri çıkarmaya çalıştım. Açamadım.

Bağırmayı denedim yine.

Yangın o kadar şiddetliydi ki sesimi kimse duymuyor. Dua etmeye başladım.

Bir yandan da kemeri açmaya çalışıyorum, açarsam kurtulurum diye düşünüyorum. Ellerim titriyor. Alevler yaklaşıyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Sonunda kemeri açtım.

Açınca, sırtımdaki koltuktan kurtuldum. Emekleye emekleye uçaktan uzaklaşmaya çalıştım.

Yine bir patlama oldu. Bu çok büyüktü. Hani filmlerde olur ya aynen öyle. Çevreye alevler fırlıyordu. Alevlerin bazıları üzerime geliyordu. Kemerimi açmasaydım diri diri yanacaktım.

BENİ BULDULAR

Ne kadar zaman geçti anımsamıyorum.

Ben zannediyorum herkes benim gibi çıktı ve kurtuldu. Bir ben kaldım, beni bulamadılar.

Ambulanslar, itfaiyeler geldi. Ama uzaktalar, beni görmüyorlar.

’Herhalde diğerlerini kurtarıyorlar, sıra bana da gelecek’ diye düşünüyorum.

Birini görmüştüm kazadan sonra, ayaktaydı, alevler her yanını sarmıştı, aklıma o geldi; ’Tabii önce onu kurtaracaklar’ dedim.

Tekrar sürünmeye başladım. Ama nereye gidiyorum bilmiyorum.

Karanlıktı hálá. Üstümde koyu renk elbise yoktu, bej çok açık kazak vardı. Beni rahat görürler diye düşünüyordum. İnsan o durumda çok acayip şeyler düşünüyor, işte böyle.

Sonra bir ses duydum. Beyaz gömlekli biri ’Kimse yok mu’ diye bağırıyordu.

Sonunda beni gördü. Birilerine bağırdı. Ne dedi bilmiyorum.

Tek bildiğim kurtulmuştum.

Sonra ne olduysa, yine ’rüyadayım’ demeye başladım.

Canım çok yanıyordu. Başıma insanlar birikti, ’Savaş mı çıktı’ diye sordum. Çünkü askerler geldi yanımıza.

’Çabuk olun’ diyorlardı. Sedye geldi, beni taşımaya başladılar. ’Nereye götürüyorsunuz’ dedim. Yola götürüyorlarmış, uçak beni çok uzağa fırlatmış.

Devlet hastanesine götürdüler.

Duydum ki 75 kişi hayatını kaybetmiş.

Küçük Helin de ölmüş..."

(Bu röportaj CNN TÜRK’te yayımlanan "Oradaydım" belgeselinden alınmıştır.)

Uçak neden düşmüştü

"Konya" adlı THY uçağı, 1994 yapımı RJ 100 tipi bir uçaktı. Olaydan hemen sonra yine her daim olduğu gibi bilgi kirlenmesi yaşandı. Uçağın neden düştüğü konusu bir türlü aydınlatılamadı!..

UÇAĞIN düşüşüyle ilgili en soğukkanlı değerlendirmelerden birini Havacılık Tıbbı Derneği Başkanı Doç. Dr. Muzaffer Çetingüç yaptı. Doç. Çetingüç bakın ne diyor:

"Pilotu ve Türk Hava Yolları’nı temize çıkarmaya veya tersine karalamaya çalışan, bütün suçu, sise veya ILS cihazı bulunmayışına, ya da uçakta cep telefonu kullanımına bağlayan yorum ve yazılarla hepimiz bir bilgi kirlenmesinin hedefi olduk.

Biz Havacılık Tıbbı Derneği olarak, kazalarda insan faktörünün teknik konulardan çok daha önemli olduğuna ve bu yönde yeterli çalışma yapılmadığına inanıyoruz.

Önce katı gerçek:

Havacılıkta, ’uçak kendiliğinden düşmez, onu bir düşüren vardır ve bu da genellikle pilottur’ düşüncesi vardır.

Sis, ILS cihazı olmayışı gibi unsurlar bu kazanın tali nedenleridir; her uçuşta benzeri olumsuz durumlarla karşılaşılabilir ve iyi eğitilmiş bir pilot bu durumda kazadan başka yapabilecek bir şeyler bulur (meydan turu ile zaman kazanmak, inişin iptali, vs.).

Kazada teknik nedenlere ağırlık verilmesine karşın, havacılık tıbbı açısından yaklaşıldığında şu olasılıklar kazayı açıklamakta daha önemli gibi görünmektedir:

a. Bu kazanın oluşumunun sis içinde başlaması ve Ulaştırma Bakanı tarafından, ’pilotun pozisyonu hakkında tam olarak bilgi sahibi olmadığı’ yorumu yapılmış oluşu, kazanın havacılık terminolojisinde durum muhakemesi kaybı (loss of situational awareness-LSA) denilen bir problemle ilgili olabileceği kanaati uyandırmıştır.

Pilot, sis içinde görüş referansı olmadan uçmakta, belki de sis arasından yeri görebileceği bir boşluk aramakta iken gereğinden fazla alçalmış, iniş takımı lambalarının sisteki yansıması görüşü daha da bozmuş, hatta yalancı bir tırmanış hissi vermiş de olabilir.

Bu süreçte kule ve uçuş ekibi ile iletişimini sürdürmeye çalışan, kısa zaman diliminde karar vermek zorunda kalan pilot, durum muhakemesini yitirmiş, uçağa yanlış kumanda vermiş olabilir.

b. Olaya dışarıdan bakan, konuya yabancı bir göz bile, pilotun bu koşullarda inişi iptal etmesi gerektiğini düşünebilir. Pilot neden şansını fazla zorlamış, riske girmiştir? Burada uçuş psikolojisi unsurları düşünülmelidir. Örneğin alışkanlık tuzağı: Aynı meydana daha önce (görerek) defalarca inebilmiş bir pilot için, bazen kuralları biraz zorlayarak veya risk alarak zor bir inişi başarıyla tamamlamak kendisine ve çevresindekilere karşı bilinçdışı mekanizmalarla bir hoşnutluk duygusu verebilir. Bu tatminin ötesinde, pilot bu işi gerçekten başarabileceğine de inanır.

c. Belki kazadan beş dakika önce yolculara bir anket uygulansaydı, böylesine sisli bir havada pilotun koşulları biraz zorlayarak inişi denemesi yönünde istek belirtecek kişiler belki de yüzde 70-80’lerde olacaktı.

Tersine, pilotun inişi iptal edip İstanbul’a dönme kararı aldığı yolculara iletilseydi, gene yüzde 70-80 gibi bir memnuniyetsizlik tepkisi gelecekti.

Çünkü çoğu insanın içinde ’kendisine bir şey olmayacağı, hatta ölmeyeceği’ gibi bir incinmezlik düşüncesi (invulnerability) vardır. Ayrıca iyi bir pilotun böyle zor zamanlarda ustalığını göstererek zoru yeneceğine dair bir inanç vardır.

d. Burada eve dönüş sendromu olarak bilinen bir gizli etkenden de söz edilebilir. Yolcu ve mürettebatın 5 dakika sonra ’hayırlısıyla’ bitecek bir uçuş sonrası için planladıkları birçok iş vardır (çocuğunun yaş günü, eşinin hastalığı, özlemler, ticari işler, vs.).

İnişin iptali yüzünden geri dönmek, programların altüst olması, yeniden yolculuk sıkıntılarına girmek vs. bir hayal kırıklığı yaratır. Pilot bu manevi baskıyı daima sırtında hisseden kişidir ve onu risk almaya zorlayan görünmez nedenlerinden birisi de bu olabilir. Özgüveni yüksek ve kararlı bir pilot bunlara karşı koyabilmelidir.

Uçaklar sofistike elektronik-mekanik sistemleriyle mükemmellik sınırına ulaşmıştır. Ama sistemin en zayıf halkası insandır.

Bütün araştırmalar ve kaynaklar, tüm kazaların yüzde 70-80’inin insan faktörüne bağlı olduğunu göstermektedir. Bu oranın yarısı (yüzde 52) ise karar verme hataları ile ilgilidir.
Yazının Devamını Oku

Çemberlitaş’ın sırrı

25 Kasım 2007
İstanbul’daki Çemberlitaş restorasyonunu yürüten şirket yöneticisi, Çemberlitaş’ın altındaki odada Hz. İsa’ya ait kutsal eşyaların gömülü olduğunu açıkladı. Medya olaya geniş yer verdi. Çemberlitaş’ın sırrı Osmanlı’dan günümüze hep merak konusu oldu. Bu konuda ilk tarihsel çalışmamızı Hezarfen Hüseyin Çelebi yaptı. 1670 yılında kaleme aldığı "Kitabu tenkih-i tevarihu’l-müluk" adlı eserinde, bakın Çemberlitaş’ın sırrı hakkında ne yazdı? ÖNCE yazarımızı tanıyalım: Hezarfen Hüseyin Çelebi, 1606 yılında İstanköy’de doğdu. Asıl adı, Hüseyin İbn-i Cafer İstanköyi Eşşehir bi Hezarfen idi.

İstanbul’da okudu. Bir süre Devlet-i Aliye-i Osmaniye’de memurluk yaptı. Devlet memurluğu sırasında tanıştığı bir kişi yaşamını değiştirdi. Bu kişi Osmanlı tarihinin en ilginç isimlerinden biriydi: Ali Ufki.

Ali Ufki bir dönmeydi.

Lehistanlı asil bir ailenin çocuğu olduğu da iddia edildi, Litvanyalı olduğu da.

30 yaşında Osmanlı tarafından esir alınınca hemen Müslüman oldu. Çok iyi eğitimliydi. Rivayetlere göre, on yedi dil biliyordu. Sultan IV. Mehmed’in danışmanlığına kadar yükseldi. Tıp ve musiki konularında uzmandı. Türk musiki eserlerini ilk kez Batı notasıyla káğıda o döktü. Dinler tarihine de meraklıydı. Tevrat ve İncil’den ilk çevirileri o yaptı. Bu çeviriler arasında, ilahi olarak okunan kutsal şiirler, mezamir de vardı.

Uzatmayayım; Hezarfen Hüseyin Çelebi, Ali Ufki’den çok etkilendi. Bugün hálá en önemli kaynak kitaplar arasında gösterilen eserler yazdı.

"Telhisü’l-Beyán fi Kavánin-i Ál-i Osmán" adlı kitabında Osmanlı kanunnamesini derledi. (Haz. Sevim İlgürel, TTK Yayınları, Ankara 1998.)

"Kitabu tenkih-i tevarihu’l-müluk" adlı eseri dünya tarihi üzerineydi. Tıp, tasavvuf ve coğrafya üzerine ansiklopedik kitaplar kaleme aldı. Bilinenin aksine, Osmanlı’da ilk uçma denemelerini yapan ilim adamı Hezarfen Hüseyin Çelebi’ydi.

Tarih konusunda kendisini o kadar yetiştirdi ki, Sultan IV. Mehmed’in tarih öğretmeni oldu.

Arapça, Farsça, Fransızca ve bir sözlük hazırlayacak kadar İbranice biliyordu.

Bu bilgilerden sonra gelelim bizim meseleye:

Hezarfen Hüseyin Çelebi meraklı biriydi. Konstantin’in neden Hıristiyan olduğu ve İstanbul’a niçin yerleştiği, Ayasofya’yı kimin ne zaman yaptırdığı, Fatih Sultan Mehmed’e kadar İstanbul’da oturan 90 Rum kayserinin kimler olduğu gibi, kafasındaki yüzlerce sorunun yanıtını merak ediyordu.

Bu nedenle baş tercüman Hıristiyan Panayot’tan kitaplar alıp okudu.

Yetmedi. Ali Ufki’den yardım istedi. Yunanca ve Latince kitapları Ali Ufki’ye okutturup notlar aldı.

İşte çıkardığı bu notları da, "Kitabu tenkih-i tevarihu’l-müluk" adlı eserinde kullandı. Şimdi sözü, Çemberlitaş’ın sırrını 337 yıl önce yazmış olan Hezarfen Hüseyin Çelebi’ye bırakalım. Bakalım bugün hálá konuşup tartıştığımız Çemberlitaş’ın sırrı konusunda neler yazmış.

ÖNCE HIRİSTİYAN OLDU

"İlk defa İstanbul’un temelini atıp taht şehri iden muzaffer Konstantin’dir. Rum, Yunan ve Latin tarihçiler, bunun menakibini anlatırken rivayet ederler ki Konstantin önce Portekiz, İspanya, Fransa ve İngiltere vilayetlerinin padişahı olan Konstantiyus nam putperest bir melikin oğlu idi. Babası ölünce, yirmi üç yaşında iken Milad-ı Hazret-i İsa Aleyhisselam’ın üç yüz dokuzuncu senesinde babasının yerine Portekiz’de saltanat tahtına cülus eyledi. Üçüncü seneden sonra Roma’da elli birinci kayser olan Maksentius nam kayser, gayet zalim ve habis bir adamdı.(...) Muzaffer Konstantin azim alaylar ile Roma’ya girüp Maksentius’ün tahtına cülus etti. Milad-ı Hazret-i İsa’nın üç yüz on ikisinde Rum Padişahı oldu.

Beşinci senesinde sonra vücudunda lekeler peyda eden bir hastalığa tutulmasıyla o şehrin hekimlerini çağırup, ’benim marazımın ilacını bulun’ deyu ferman eyledi. Anlar dahi ittifak idüp cevab verdiler ki, ’eğer bu şehrin meme emen çocuklarını toplayıp boğazladıktan sonra kanlarını büyük bir kazana doldurup kan ısıcak iken içine girüp oturmıyasınız, bu marazdan halas olamazsınız’ dediklerinde emreyledi ki, şehrin meme emen çocuklarını valideleriyle toplayalar.

Mezhur Konstantin anaların feryatlarını göricek çocuklara merhamet idüp, ’ben bu marazdan helak dahi olursam olayım. Nahak yere bu kadar günahsız çocuğun kanlarına girmeyeyim. Analarına ikişer altın vireler ve evlatlarıyla beraber azad idüp evlerine göndereler’ deyü buyurdu.

Ol gece rüyasında ’Ümmet-i İsa’dan gizli olan Silyostros nam üsküfe baş vurursan marazdan kurtulursun’ derler. Uyandıkda filhal mezhur hakimi isteyüp getirilmesini ferman eyledi. Varub getürdüler. Mezbur üsküf gördükte dedi ki, ’eğer putlarını terk idüp, bundan sonra Hazret-i İsa’yı hak peygamber bilüp şeriatını tasdik edersen ilaç eylerim’ dedikte, ol saat imana gelüp Hazret-i İsa’nın din ve milletini ve emrettiklerini ve nehyettiklerini tamamen kabul ve putlarını inkár etti ve hepsini kırdı. Bunun üzerine hakim ilac idüp marazdan kurtuldu."

"Saltanatının on sekizinci senesinden sonra rüyasında gördü ki, bir münasip ve bir büyük şehir bina eyleye. Ol sebebten Roma’dan çıkup diyar diyar gezüp Selanik’e geldikte havasını beğenüp orada karar kıldı ve kiliseler ve hamamlar yaptırup sular getirdi.

HAZİNEDEN İLK BAHSEDEN TÜRK

İki seneden sonra büyük bir bulaşıcı hastalık çıkup askerlerinin yarısından ziyadesi helak oldu. Ol sebebden ve Şapur nam Acem şahı üzerine sefer iktizası ile Anadolu’ya geçerken, Halkedoyn dedikleri şehre ki, halen Kadıköyü denmekle maruftur, oraya konup, eskiden ol şehri Acemler harap etmiş görüp tamirine ferman eyledi.

Ol eyyamda Halkedoyn’da ekabirden bir üstad hakim var idi. Adına ihvayis derler idi. Hüsnü tabir ile ’Padişahım şehrin binasını Vizantio yerine yapsanız daha münasip görünür’ dedikte, Konstantin dahi hüsnü itikad ile İstanbul tarafına geçüp havası gayet ile latif yer ve şehir olmaya münasip görüp Milad-ı İsa’nın üç yüz yirmi dördüncü senesinde temelin atup binasına mübaşeret eyledi. Namını Konstantaniye kodu.

Bundan sonra Roma’dan vesair vilayetlerden ekabirler ve tüccarlar getirdüp mamur eyledi. Ve saltanat şehri yaptı.

Miladın üç yüz yirmi dokuz senesinde Tavuk Pazarı’ndan vaki olan kırmızı dikilitaşı (çemberlitaş) o oraya koydu. Bu amudun oraya konmasının sebebi şudur:

Validesinin namı ki Helena nam hatundur. Kudüs-ü Şerif ziyaretine varup Kamame nam kilisayı bina eyledikçe, Hıristiyanların itikadınca Yahudiler’in Hazret-i İsa’yı üzerine gerdikleri salibi ve eline ve ayağına vurdukları mıhları (çivileri) ve bazı mucizeyere ait eserleri Yahudilerden alup oğlu Konstantin’e hediye getürdü. Ol dahi, tazim ile alup, hazinesinde sakladı. Sonra zaman ile hatırına geldi ki, bizden sonra gelen melikler, caiz ki, bu mübarek eserlerin kadrini bilmeyüp saygıda kusur ideler, yahut saklamayup yabana atarlar. Büyük günah ola. Emreyledi ki: Yerin altında kargir ve metin bir hücre bina idüp, ol hücrenin içine mezkur asarı koyup saklayalar. Sonra üzerine halen mevcut olan kırmızı amudu alamet için kodu."

Okuduğunuz gibi, Çemberlitaş’ın altında olduğu iddia edilen odada, kutsal hazinelerin olduğunu ilk yazan Türk tarihçi Hezarfen Hüseyin Çelebi’ydi. Ama bugün olduğu gibi dün de Çemberlitaş’ın altındaki kutsal hazineler bu toprakların hep gündeminde oldu.

İddiaları sayfalarına taşıyanlardan biri de, "Mecmua-i Fünun" idi.

HIRİSTİYANLAR İÇİN KUTSALDI

Fardis Efendi, Mecmua-i Fünun dergisinde şöyle yazdı: "Çemberlitaş’ın kaidesi altında Hıristiyanlar için saygıya değer bazı eski eserler gömülüdür. Bu sebepten ilk devirlerde halk burasını çok kutsal bir yer olarak sayardı. Yılda bir defa büyük halk kitleleri etrafına giderek ziyaret ederdi."

OSMANLI’nın birkaç bilimsel kuruluşundan biri de Cemiyet-i İlmiye Osmaniye idi. Bu cemiyet her ay "Mecmua-i Fünun" (1862-1867) adında dergi çıkarırdı. Tarihimizde ansiklopedik içerik geleneğinin ilk örneği olan bu dergiyi Münif Paşa yönetti.

Babıáli Tercüme Odası kátiplerinden Fardis Efendi (No: 35, sayfa 45-49) Çemberlitaş hakkında bakın neler yazmıştı:

"Çemberlitaş’ın gerçek adı ’Konstantin Sütunu’dur. Etrafında çemberler bulunduğundan Türkler, Çemberlitaş demektedirler. Civarında birçok yangınlar meydana geldiğinden siyahlanmıştır. Bu yüzden Avrupalılar ’Yanık Sütun’ derler. Bizans döneminde ise ’Somaki Sütun’ adı ile anılırdı.

Bu sütun Dikilitaş gibi yekpare olmayıp 8 kızıl somaki taş parçasından mürekkeptir. Her taşın çevresi 33 ayak ve yüksekliği 10 ayak 9 parmaktır. Sütunun yüksekliği yaklaşık olarak 90 ayaktır. Her parçasının üst tarafından defne dalı şeklinde kabartma pervazlar vardır.

Sütunun üstüne Apollon’un heykeli konmuş ve bazı sembollerin ilavesiyle İmparator Konstantin’e benzetilmiştir.

Diğer taraftan şu kitabe oyulmuştur: ’Ey cihan mülkünün hükümdarı olan İsa, şu mahkumeni, saltanat asasını ve Roma devletini sana vakfü takdim ve himayene tevdi ettim. Bunları afetlerden koru.’

Adı geçen küre 407 yılında, asa 541’de vuku bulan depremden, heykel ise daha sonraki devirlerde şiddetli bir rüzgárdan yere düşerek parçalanmıştır. Çemberlitaş dikildiği vakit 8, bir rivayete göre ise 10 parçadan ibaretti. MS 1080 yılında isabet eden bir yıldırımdan sonra iki-üç parçası yere düşmüş, bu olaydan 70-80 yıl sonra imparator Manuel Comnenes, düşen taş parçalarının yerine, bugün dahi tepesinde görünen mermer başlığı yaptırmış, üzerine bir de haç diktirmiştir.

İstanbul fetholunduktan sonra Çemberlitaş’ın üstündeki haç, Fatih Sultan Mehmed’in emriyle indirilmiştir. Bazı rivayetlere göre Çemberlitaş’ın kaidesi altında Hıristiyanlar için saygıya değer bazı eski eserler gömülüdür. Bu sebepten ilk devirlerde halk burasını çok kutsal bir yer olarak sayardı. Yılda bir defa büyük halk kitleleri etrafına giderek ziyaret ederdi."

Durun bitmedi: Çemberlitaş’ın sırrı Cumhuriyet döneminde de devam etti.

ATATÜRK DE ÇEMBERLİTAŞ’LA İLGİLENDİ

Çemberlitaş’ın altındaki kutsal hazineyle ilgili haberler Cumhuriyet döneminde de sürdü. Atatürk yurtdışından arkeologlar getirtti. Tarih Mecmuası 1968 yılında üç sayısını bu konuya ayırdı. Ünlü tarihçiler bu konuda makaleler kaleme aldılar.

1918 yılında İstanbul işgal altında iken Vatikan’dan bir grup rahip, Çemberlitaş’ın yakınındaki Vezirhan’dan oda kiraladı. Buradan tünel kazıp Çemberlitaş’ın altına gitmek isterlerken yakalanıp sınır dışı edildiler.

Atatürk bile Çemberlitaş’ın sırrıyla ilgilendi. 1929 yılında yurtdışından arkeologlar getirtti ise de bir sonuç alamadı.

Çemberlitaş’ın sırrı 1960’lı yıllarda yine gündeme geldi. Gündeme getiren ise yine bir yayın organıydı: Tarih Mecmuası.

Bakın ünlü tarihçi Yılmaz Öztuna, 1 Haziran 1968’de neler yazmıştı:

"Hazret-i İsa’nın gerildiği hakiki Haç’ın İstanbul’da Çemberlitaş’ın altında olduğu hakkındaki görüşü kuvvetlendirecek deliller mevcuttur.

"Ludwig Völkl’in 1957’de Münih’te basılan ’Der Kaiser Konstantin’ adındaki ihtisas monografisinde bu fikri destekleyecek satırlar vardır. (Örneğin) Haç’a ait parçalarla beraber Hazret-i İsa’nın kanının bulaştığı topraklar da getirilmişti Bu kutsal eşya ile beraber, başka kutsal nesneler de bulundu. Bunlar, Hazret-i İsa’nın havarilerinden Andreas’ın ve İncil’i yazı diline geçiren havarilerden Lukas’ın mantoları idi. Anadolu’nun iki yerinde bulunan mantolar, inşası bitmek üzere olan Havariyun Kilisesi’ne konuldu. Haç’la beraber Çemberlitaş’ın altına nakledilip edilmediği hakkında Völkl bir şey söylemiyor.

Encyclopaedia Britannica’nın Cross maddesinde, gerçek Haç’ın 326 yılında İmparatoriçe Helena tarafından bulunmasının, Hıristiyan dininin inanışlarından olduğu belirtiliyor. Yani Helena’nın İstanbul’a bir Haç getirdiği muhakkaktır.

Haç’ın Helena tarafından İstanbul’a getirildiğini St. Ambroise, Rufinus, Sulpicius Severus gibi çağın en muteber Hıristiyan tarihçileri yazmaktadırlar."

HEYBELİADA RUHBAN OKULU

Tarih Mecmuası muhabiri Öz Dokuman, Heybeliada’daki Ruhban Okulu’na gitti ve okulun öğretim üyelerinden arkeoloji uzmanı Hristostomos Konstantinidis ile görüştü.

Konstantinidis okulun 40 bini aşkın kitabından, 24 ciltlik Büyük Yunan Ansiklopedisi, G.Jacquemet’in Katolizm, Eusebe’nin Vitta Konstantinis kitaplarını çıkarıp ilgili paragrafları gösterdi. Bu kaynaklar da iddiaları doğruluyordu. Okul müdürü Metropolit Maksimus Repanelis de iddianın doğru olduğuna inanıyordu. Çemberlitaş’ın altında kutsal hazinelerin olduğuna inanan bir diğer Hıristiyan din adamı ise, Vatikan’ın İstanbul temsilcisi Padre Carotenuto idi. "Haç’ın bir parçasının Kudüs, bir parçasının Roma’da ve üçüncü parçasının ise İstanbul’da olduğu doğrudur. Ama İstanbul’da nerede olduğundan emin değiliz" diyordu Tüm yazdıklarımızı toparlarsak, Çemberlitaş’ın sırrı 350 yılı aşkındır değişik zaman dilimlerinde gündemimize gelmektedir. Ve görünen o ki, daha çok zaman da gelecektir.
Yazının Devamını Oku

Hangi Osmanlı padişahları içki içerdi?

18 Kasım 2007
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Ulaştırma Bakanlığı bütçesi görüşülürken, şaraptan alınan yüksek vergi tartışma konusu oldu. Bakan Binali Yıldırım, "İnsanların ayık gezmesi lazım" diyerek yeni bir içki tartışması başlattı. Bugün devletin üst sivil kadrolarında

içki içen kimse yok; herkes ayık."Ayık olmak" bir devlet politikası haline geldi. Bu nedenle devlet seremonilerinde bile kadeh kaldırılmıyor. Bazı çevreler, "Osmanlı Devleti de böyleydi" diyor. Öyle miydi değil miydi; gelin bir göz atalım.

ADI: Osmanzade Taib Ahmed (1660-1724). Şairliği, padişah özel kátipliği ve tarihçiliği vardı. 11 kitap yazdı:

"Hadikatü’l-müluk" adlı eserinde; Sultan I. Osman’dan II. Mustafa’ya kadar 22 padişahın hayatını kaleme aldı.

"Hadikatü’l-vüzera" adlı kitabında ise, ilk Osmanlı veziri Alaaddin Paşa’dan, Rami Mehmed Paşa’ya kadar 108 sadrazamının hal tercümelerini yazdı.

Bizim yararlanacağımız kitabının adı ise "Telhisü Mehasini’l-adab".

Kitabın adından da anlaşıldığı gibi Taib Ahmed Efendi’nin bu eseri; meşhur Arap ilahiyatçı/edebiyatçı Cahiz’in (776-868) "Minhacü’s-süluk" ile tarihçi Mustafa Ali Efendi’nin (1541-1600) "Mehasinü’l-adab" isimli kitaplarının sadeleştirilmiş bir özetiydi.

Sadrazam Damat İbrahim Paşa’ya takdim edilen bu eser 15 bölümden oluşuyordu. 3’üncü bölümde, İslam halifeleri ve Osmanlı padişahlarının özel hayatlarına ilişkin bilgiler mevcuttu.

BAYEZİD’İ İÇKİYE EŞİ ALIŞTIRIYOR

"Telhisü Mehasini’l-adab"
adlı esere göre, Osmanlı’nın ilk sultanları ağızlarına içki koymamışlardı.

İlk padişah Osman Gazi, dini bütün Şeyh Edebali’nin damadı olduğundan "kadehin gül rengine rağbet etmemişti".

Ancak: Bu eserin aksine, bazı tarihçilere göre, Osman Gazi Bizanslı beylerle (tekfur) şarap içmişti. Taib Ahmed’e göre, Osman Gazi’nin oğlu Orhan da içkiden uzaktı.

Her iki padişah da içmiyordu ama toplantılarında komutanlarına iltifat etmek maksadıyla içki/"dolu" sunmuşlardı. Bu adet, Yıldırım Bayezid, Çelebi Sultan Mehmed ve Sultan I. ve II. Murad döneminde de devam etmişti.

Taib Ahmed’e göre, "Fatih Sultan Mehmed Han ve Sultan Bayezid-i Veli, komutanları ve vezirleriyle arada sırada iyşü nuş (içki álemi) ederlerdi. Hatta Bayezid-i Veli, Sadrazam Gedik Ahmed Paşa’yı işret (içki) sırasında katletmişti".

Yine kitabın aksine, bir iddiaya göre, Yıldırım Bayezid içki içiyordu. Padişahın içki ve bezm (içki meclisi) düşkünlüğünün sebebi, eşi Sırp prensesi Maria Despina (Olivera) idi.

LAKABI ’SARHOŞ’ OLAN PADİŞAH

Dönelim tekrar Taib Ahmed Efendi’nin kitabına:

Yavuz Sultan Selim içki kadehine fazla iltifat etmezdi, ancak ara sıra içerdi. Heyhat, çabuk sarhoş olup şiir okurdu. Bir gün bir eğlence sırasında yine sarhoş oldu; ayağa kalktı; elindeki kadehi öne doğru uzattı ve üzümden ilk şarabı çıkardığı iddia edilen İran Şahı’nı anımsayıp şiir okudu:

"Bint-ül inebin bikrini Cem etti izale."

(Üzümün kızının bekáretini Cem yok etti!)

Kanuni Sultan Süleyman’ın, ilk zamanlarında musiki dinlerken içki içmişliği vardı. Ancak daha sonra içkiyi yasakladı.

"Osmanlı’nın yasağı üç gün sürer" deyimi doğruydu. Kısa bir zaman sonra içki yasağı unutuldu, meyhaneler yeniden açıldı.

Padişahlar arasında içkiye en düşkün isim II. Selim’di. Lakabı "Sarhoş" idi. Bu dönemde sınırsız içki serbestliği vardı.

İlginçtir, II. Selim içkiye düşkün olmasına rağmen, beş vakit namazını da kaçırmazdı. Ve sonra, Halvetiyye Şeyhi Süleyman Efendi’nin telkiniyle içki içmeye tövbe etti. Hatta bir gün hastalandığında hekimlerin iyileşmesi için verdiği ilacı, "içinde içki vardır" diye içmedi.

İçkiye karşı padişahlardan biri de III. Murad’dı. İçki içmediği gibi huzurunda lafının edilmesinden bile hoşlanmazdı. Bunun altında yatan sebep ise şuydu: Şehzadeliği sırasında babası II. Selim bir gün kendisini içki sofrasına çağırdı. İçki içmesine izin verdi. Ama padişah daha önce Harem Kethüdası Hekimbaşı Kurdoğlu’na, şarap kadehinin içine baş ağrısına neden olacak bazı maddeler koymasını istemişti. Şehzade bu oyundan habersiz şarap kadehini ardı ardına içince birkaç gün baş ağrısından duramadı ve içkiye tövbe etti.

Bir diğer padişah, III. Mehmed de babasının yolundan gitti; içki içmedi. Ama onun döneminde Osmanlı kötü bir alışkanlıkla tanıştı: Tütün.

Allah’tan tütün günah değildi!

Osmanlı padişahlarının içkiyle ilişkileri hep inişli çıkışlı oldu.

İçki yasağı bazen şiddetle uygulandı, bazen ise görmezden gelindi.

Bu uygulamalarda, padişahların kişisel yaşamlarının etkisi vardı:

Örneğin, I. Ahmed çok dindardı ve onun döneminde içki yasağı çok etkiliydi.

MEYHANEYİ ÖVEN ŞEYHÜLİSLAM

Osmanlı Devleti için 17. yüzyıl, "duraklama" dönemiydi.

Osmanlı savaş kaybettikçe gericileşti. İçki yasakları bu dönemde arttı. Tüm kötülüklerin sebebi bu uğursuz içkiydi!

IV. Murad kendisi içmesine rağmen halka alkol, sigara ve kahve kullanılmasını yasakladı. İçki içenler darağaçlarında sallandırılırken IV. Murad’ın Şeyhülislamı Zekeriyazade Yahya Efendi bakın şiirinde ne diyordu:

"Mescitte riyamişler etsin ko riyayı/ Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai..." (Bırak mescitte ikiyüzlüler devam etsin riyakárlığa/ Sen meyhaneye gel ki orada ne riya var ne riyakár.)

Eee, şimdi bu şiiri nasıl değerlendireceğiz?

Neyse devam edelim.

Sultan İbrahim döneminde yeni keyif verici maddeler ortaya çıktı: Bunların başında, burundan çekilen enfiye (burun otu) vardı.

Bir tür uyuşturucu olan enfiyeyi zamanla padişahlar ve sadrazamlar kullanacaktı.

Bir sonraki padişah IV. Mehmed, avcılığa ve eğlenceye çok düşkün olmasına rağmen içkiden uzak durdu. Hatta yasakları katılaştırdı.

Ve 17. yüzyıldaki içki yasağı, Osmanlı’yı yeni bir alkol çeşidiyle tanıştırdı: Rakı.

Rakı, -görünürde sudan farklı olmadığı için-, içki yasağını delmek maksadıyla Osmanlı’ya giriverdi.

Görüldüğü gibi, bize ait zannettiğimiz rakı maalesef "milli içkimiz" değildi. "Rakı" sözcüğü Türkçe değil Arapça’ydı. Arap ülkelerinde "arak" denilmekteydi.
Rakıyı Osmanlı Sarayı da pek sevdi. III. Ahmed, çoğunlukla geceleri hünkár sofasında, balkonda yumuşak yastıklar içinde yarı yatmış bir halde oturur, sadrazamı, şairleri ve dalkavuklarıyla rakı içerdi.

Bir sonraki padişah I. Mahmud da içkiyi seviyordu.

İçkinin seyri 18. yüzyılda da değişmedi. Bazen yasaklandı, bazen serbest bırakıldı.

Ne zaman paraya ihtiyaç duyuldu, içki içimi serbest bırakıldı. Çünkü alkolün alım satımından alınan "Zecriye Vergisi" hayli yüklüceydi!

Fındıklı Mehmed Ağa bu durumu "Silahdar Tarihi" adlı eserinde şöyle yazdı:

"Hazine çok sıkıntı içindeydi, içki yasağı kaldırıldı. Meyhanelere ve tütün içmeğe izin verildi. Tütüne de ayrıca gümrük kondu."

Aynen bugün gibi, ithal edilen içkiden alınan fon getirisi hayli iyiydi.

EN İÇKİCİ PADİŞAH: II. MAHMUD

Osmanlı Sarayı tarih boyunca ne trajedilere tanıklık etti: III. Mustafa, yemeğine zehir konularak öldürüleceği korkusu nedeniyle hep panzehirler kullandı ve bunun sonucu uyuşturucu bağımlısı oldu!

Osmanlı’da içkiye savaş açan son padişah, III. Selim oldu. Musikiye olan ilgisiyle bilinen bestekár padişah, ne kadar meyhane varsa hepsini kapattı. Yasağa rağmen içki içmekte ısrar edenleri astırdı.

Sonra ne oldu:

Son dönem Osmanlı padişahları arasında içkiye en düşkün kişi II. Mahmud, yasakları deliverdi.

Tarihçi Necdet Sakaoğlu’na göre, Abdülmecid içki bağımlısıydı; bazı geceler körkütük sarhoş durumda mabeyinciler tarafından arabasına konulup saraya götürülürdü.

II. Abdülhamid’in anılarına göre, kardeşi padişah V. Murad’ı içkiye alıştıran, geceleri sık sık buluştuğu şair Namık Kemal’di.

II. Abdülhamid’in de içtiği biliniyor. Ama o ne rakı, ne şarap içiyordu. O, "şeker suyu" rom içiyordu!

"Batıcı İttihadcılar’ın Padişahı" V. Mehmed Reşad, ağzına içki koymazdı.

"Hain olup olmadığına" henüz karar verilemeyen son padişah Sultan Vahideddin de içki kullanmayanlar arasındaydı.

Gelelim sonuca: Şimdi biz meseleyi "ayık kafa" sorununa indirgeyip padişahların, şehzadelerin içki içmelerindeki temel meselelere gözümüzü kapatıp, "Osmanlı’yı büyütenler, ayık kafa ile gezmiyordu, batıranlar ise hep ayıktı" gibi absürd bir değerlendirme yapabilir miyiz?

Ama ne yazık ki yapanlar var!

İÇKİ İÇEN HALİFELER!

OSMANZADE Taib Ahmed’in "Telhisü Mehasini’l-adab" kitabında İslam halifelerinin içkiyle ilişkileri de yer alıyor.

Halifeler fethettikleri topraklarda içkiyle tanışmışlardı. Oysa İslam’ın ilk yıllarında sert bir yasak vardı.

Hz. Ömer, hamamda vücudunu şaraplı suyla yıkayan Halid Bin Velid’e, "Şarabın içilmesi kadar vücuda sürülmesi de yasak" demişti.

Gelelim halifelere...

Tarihçi Taib Ahmed Efendi, halifeler hakkındaki bilgileri, İslam dünyasının önemli ilim adamları arasında gösterilen Cahiz’in (776-868) "Minhacü’s-süluk" adlı kitabından almıştı.

Bu kitapta, içki içen Emevi ve Abbasi hükümdarları şunlardı:

"Müslümanlar arasında içkinin yayılmasının nedenlerinden biri de, Emevi halifelerinden Yezid Bin Muaviye, Abdulmülk Bin Mervan, Yezid Bin Abdulmülk, Velid Bin Yezid gibi kimselerin içki düşkünü olmalarıydı. Arap hükümdarlarından Numan ve Hişşam ile küçük emirliklerden çoğu haftada bir gün işret ederlerdi (içerlerdi).

(...) Emevi hükümdarlarından Yezid bin Velid ayyaş idi; vaktini sarhoş olup ayılmakla geçirirdi. Abdülmelik ayda bir kere; Velid Bin Abdülmelik haftada bir kere; Süleyman ve Merdan Bin Mehmed üç günde bir kere içerlerdi.

(...) Abbasiler’den zevkusefa sofralarına en ziyade rağbet eden halifeler; Hadi, Reşid, Emin, Me’mun, Mu’tasam, Vasık, Mütevekkil idi. Abbasi halifelerinden Ebul Abbas haftada bir kere salı gecesi içerdi. Hadi ve Mehdi iki günde bir kere; Harun ve Me’mun haftada iki kere içerdi. Bunlar nihayet giderek ayyaş olmuşlardır. Mu’tasım, perşembe ve cuma günlerinde ve toplantılarda içerdi. Ama Vasık, cuma gecesi ve toplantı günlerinde içmez, diğer geceler içmezse uyuyamaz, rahat edemezdi."

Emevi ve Abbasiler’den içki düşkünleri olduğu gibi içkiye karşı hükümdarlar da vardı. Örneğin, Emeviler’den Ömer Bin Abdülaziz ve Abbasilerden Muhtedi ile Mansur gibi birçok halife de içkiye karşı mücadele vermişlerdi.

Fatimiler’den Mustansır içki sofraları kurdurmasıyla bilinirken, Hakim Biemrillah tam tersine içkiye düşmandı.

İslam içkiye izin vermiyordu. (Maide Suresi 90-91 ve Bakara Suresi 219).

İslam inancına göre içkinin bir damlası bile haramdı. İçki murdardı. Bu nedenle içenlerin cezaya çaptırılması gerekiyordu.

Bin Harep, Velid Bin Akabe, Yezid Bin Muaviye, Ömer Bin Hattab vs. İslam’da içki cezası alan ilk isimlerdi. Aslında mazeretleri vardı: "Biraz ferahlamak" ve "türlü düşüncelerden kafalarını kurtarmak!" gibi.

Nedeni ne olursa olsun, yasağa, cezaya rağmen, bazı halifeler hem de konumlarını bile göz ardı ederek, haram olduğunu bile bile içki içmişlerdi.

Eh ne diyelim; günahları boyunlarına!

BUNLARI BiLiYOR MUYDUNUZ?

TÜRKLERİN milli içkisi, kısrak sütünden mayalanma yoluyla yapılan kımızdır. 1960’lı yıllarda bazı Türkçü/Bozkurtçu gençler rakı, şarap değil, "milli içki" diye kımız içerlerdi. Ülkücülüğe ne zaman "Türk-İslam Sentezi" yerleşti, bu hareket içinde kımız içme geleneği son buldu.

İçki yasağı hiçbir dönemde hiçbir ülkede tam olarak uygulanamaz. Ayrıca bazı İslam düşünürleri, kimi hadislere dayanarak İslam’ın içkiye izin verdiğini ispat etmeye çalışırlar. Bunlardan biri de Milli Şair Mehmet Akif Ersoy’un damadı, ilahiyatçı Ömer Rıza Doğrul’dur. İslamiyet ve dinler tarihi üzerine eserler vermiş Doğrul, iyi bir içiciydi. Sirkeci’deki Konyalı Lokantası’nda hem içkisini içer, hem de yazılarını kaleme alırdı. Kuran-ı Kerim’i "Tanrının Buyruğu" adıyla Türkçe’ye çevirdi. "Çeviri parasını içkiye yatırdı" diye çok eleştirildi.

Milli Şair Mehmet Akif Ersoy, 24 yaşına kadar içti, sonra bıraktı. Yakın arkadaşı Neyzen, Mehmet Akif’i içkiye başlatmak, Mehmet Akif ise Neyzen’e içkiyi bıraktırmak için çok uğraştı. İkisi de başarılı olamadı.

Türk ressamları arasında en çok içki içenlerden biri de Çallı İbrahim’di. Neyzen, bir akşam elinde rakı şişesi Çallı İbrahim’e giderken, Bakırköy Hastanesi’nin başhekimi Mazhar Osman’la karşılaştı. Mazhar Osman, daha hastaneden yeni çıkan Neyzen’i elinde şişe ile görünce çok kızdı. Hemen şişeyi kendisine vermesini istedi. Neyzen, içkinin yarısının Çallı İbrahim’e ait olduğunu söyledi. Mazhar Osman, "O halde hemen yarısını boşalt" dedi. Neyzen, "Boşaltamam, üstteki bölüm Çallı’nın" yanıtını verdi!

Türkiye’deki siyasal İslam’ın manevi lideri Necip Fazıl Kısakürek, uzun bir dönem içki içip kumar oynadı. Ama daha sonra ikisine de tövbe etti.

Şair Yahya Kemal, içki masasında en küçük bir münasebetsizliği bile hoş karşılamazdı. Yakın arkadaşı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan öğrendiği Bektaşilerin, "Masaya nasıl oturdunuz ise öyle kalkınız" sözünü pek severdi.

İslami temelde gelenekten kopmayan Batılı bir yaşamı savunan şair Namık Kemal, rakıya pek düşkündü. Babası, II. Abdülhamid’in Müneccimbaşısı Mustafa Asım her mektubunda adeta oğluna yalvarırdı: "N’olur şu içkiyi biraz azalt!"

Bülent Ecevit içki sevmezdi. Turgut Özal, Semra Hanım’ın ısrarıyla sadece bir kadeh konyağa hayır demezdi. Süleyman Demirel ise keyifli olduğunda bir iki kadeh içerdi.
Yazının Devamını Oku