Soner Yalçın

Polisteki “cunta” nasıl yok edildi

19 Nisan 2009
“Ergenekon dalgası” bitmek bilmiyor. Polisler her taşın altında “cuntacı” arıyor.

Bir dönem aynı “cadı avının” Emniyet’te de yapıldığını biliyor muydunuz? Evet polis içinde de “cunta” vardı! Üstelik bu “cunta” TBMM’deki bir kavga sırasında tesadüfen ortaya çıktı. Kavganın nedeni Harp Akademileri Toplantısı’ydı!Peki kimdi bu “cuntacı polisler?” Liderleri kimdi? Başlarına neler geldi? Ergenekon’u anlamak isteyenler; tam 30 yıl önce emniyet teşkilatı için milat olan bu “büyük kırılmayı” bilmelidir. 
Tarih 27 kasım 1979
Yer Ankara TBMM
Meclisi genel kurulunda kürsüye çıkan bir MHP milletvekili, CHP senatörü Hasan Fehmi Güneş’in İçişleri Bakanlığı döneminde, makam otomobiline aranmakta olan bir solcuyu alarak Harp Akademileri Toplantısı’na götürdüğünü söyledi.
Bu sözler hemen CHP’li Güneş’e ulaştırıldı. Senatörler, ortak toplantı olmadığı sürece meclis genel kurulunda konuşamazlardı.
Senatör Güneş senato genel kurulunda gündem dışı konuşmak üzere söz aldı ve oldukça sert ifadelerle olayın yalan olduğunu söyledi.
Sözünü bitirip kürsüden inerken AP’li Senatör Ömer Naci Bozkurt, “ya doğruysa” diye laf attı. Ortalık karıştı.

Yazının Devamını Oku

Mesih Wilson kimdir?

12 Nisan 2009
Hep CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu mu soracak, biz de Başkan Obama’ya soralım dedik! Kim bu Wilson? Sizin için önemi nedir? Onun yolundan mı yürüyorsunuz? Avrupalılar, mazlum halklar onu niye "büyük kurtarıcı" olarak gördü? Aydınlar, İstanbul’da adına neden cemiyet kurdu? Mesih miydi? Hz. İsa olduğuna mı inandırıldı? Zapata’ya, Pancho Villa’ya ne yaptı? İnsanlar sonra niye hayal kırıklığına uğradı? Ve son soru: Ermeni ve Kürt meselesine yaklaşımıyla sizinki aynı mı?.. ADI: Thomas Woodrow Wilson.28 Aralık 1856’da doğdu, 3 Şubat 1924’te öldü. 1913-1921 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı yaptı.

Obama gibi Demokrat Parti’dendi.

Obama gibi hukukçuydu; sonra akademisyenlik yaptı; Princeton Üniversitesi rektörlüğünde bulundu.

Ardından politikaya girdi; başkan oldu.

Bu kısa bilgilerden sonra Başkan Wilson’ın siyasal duruşunu öğrenebilmek için ABD’nin ondan önceki politik doktrinine bakalım:
/images/100/0x0/55eb539cf018fbb8f8ba195a
ABD tarihine baktığınızda dış siyasetinin belirli dönemlere ayrıldığını görürsünüz. 1823 Monroe Doktrini, Amerika dış politikası için bir başlangıç sayılabilir. ABD’nin değişmez "anayasası" olan bu doktrin kabaca şunu içeriyordu:

- Avrupalılar artık topraklarımızda yeni bir koloni kuramaz.

- Kendi siyasal-dini sistemlerinin propagandasını bizim topraklarımızda yapamaz.

Yani diyorlardı ki; biz verimli zengin kıtamızda mutluyuz; ne Avrupa bize karışsın, ne de biz Avrupa’ya karışalım.

ABD bu doktrin sayesinde 19. yüzyıl boyunca Avrupa’nın çatışmalı dünyasından uzak durdu; kendi kıtasında büyüdü; ekonomik gelişme çizgisini kendi duvarları ardında tamamladı. Çok da zenginleşti.

Ve iç pazarını fethetmiş her düzenin/ülkenin dışarıya açılması bir "siyaset yasası"dır; ABD de öyle yaptı, sömürge edinme politikası gütmeye başladı.

İngiltere, Fransa ve ardından Almanya, İtalya, Rusya, Japonya dünyayı paylaşma mücadelesine girmişlerdi. Amerika bu rekabetinin gerisinde kalamazdı.

ABD’de emperyal güç haline gelme politikasını uygulayan dört başkan çıktı:

1897’de İspanya’ya savaş açan gözü kara William McKinley.

1901’de "büyük sopa" politikasını uygulayan popüler Teodore Roosevelt.

1908’de Çin’e ve Latin Amerika’ya "dolar diplomasisi" yürüterek baskı yapan William Taft.

1913’te Birinci Dünya Savaşı’na katılan -bizim Obama’ya sorduğumuz- Thomas Wilson.

ABD bu dört başkan döneminde Monroe Doktrini’ni çöpe attı, "dışarıya açıldı". O tarihten bugüne 100 yıldır süren "globalizm" dönemi başladı. Bunun en önde gelen temsilcisi Wilson’du. Oysa...

Wilson seçimlere sömürgecilik politikasını eleştirerek girdi. Dışa yönelik askeri harcamaların önemli ölçüde kesilmesini, çiftçilere, sanayicilere krediler verilmesini savundu.

"Yeni özgürlük" adıyla bilinen bir ekonomik ve siyasal program açıkladı. Banka ve para sisteminde köklü değişiklikler yapacağını vaat etti. Gümrük tarifelerini düşürecekti.

Uzatmayayım, yıllar sonra seçimi kazanan Demokratlar, Wilson sayesinde Beyaz Saray’a yerleşti.

Gençlerin ve kentli orta sınıfın oylarını alan Wilson, seçim meydanlarında söylediklerini unuttu.

Çünkü reel politika farklıydı.

Büyük kurtarıcı başkan

Başkan Wilson, ABD’nin 100 yıllık politikalarını değiştiren karizmatik siyasi bir lider ve kimilerine göre ise "mesih" olarak dünya siyaset sahnesine çıktı.

Wilson’a göre, Amerikan mallarının gittiği her yere Amerikan -siyasi, iktisadi ve kültürel- düzeninin gitmesi şarttı.

Yıllardır dikensiz gül bahçesinde ekonomisini büyüten ABD’nin ilk hedefinde, Latin Amerika, Pasifik ve savaşlar nedeniyle bitkin düşmüş Avrupa ile Ön Asya vardı.

1917’de Rusya’da Çarlığın devrilmesi; Almanya’nın gittikçe çökmesi; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu’nun her an yıkılıp dağılacak olması, ABD’nin iştahını kabarttı.

Ve Birinci Dünya Savaşı’nın son yılında "büyük adım" atıp savaşa girdi.

Ancak harbe girişini, "Aman gideyim şu ganimetlerden biraz da ben kapayım" havasında yapmadı. Avrupa topraklarına ateşli silahlarından önce psikolojik silahlarını soktu. Örneğin; Wilson, "savaş kararını aldığı zaman kabinesi önünde hüngür hüngür ağlayan bir devlet adamı" imajıyla tanıtılmaya başlandı.

O kadar barışçıldı yani!

Wilson hemen "büyük kurtarıcı" rolünü üstlendi. İşsiz-evsiz-aç kalan milyonlarca çaresiz insanın umudu olarak gösterildi. Bolşevikler’in Rusya’da iktidara gelmesinden korkanların da güvencesiydi o.

"Kurtarıcılıkta" Lenin’in rakibiydi!

Wilson Prensipleri çalıntı

Tarih: 8 Ocak 1918.

Harbe girme kararı alan ABD Başkanı, kendi adaylı bilinen "Wilson Prensipleri"ni açıkladı.

Sömürge topraklardaki uluslara kendi kaderini tayin hakkı verilmeli; uluslararası bütün ekonomik engeller kaldırılmalı; Avrupa, Ön Asya sınırları yeniden çizilmeli; milletlerarası barış teşkilatı kurulmalı gibi 14 maddeyi kapsıyordu Wilson Prensipleri.

Wilson Prensipleri, başta Avrupa olmak üzere dünyada heyecan dalgası yarattı.

Savaştan çıkmış acılı insanların umudu oldu; dünyaya yeni bir düzen getireceğine inanıldı. Dünyanın ezilenlerinin gözünde Başkan Wilson, yeni dünyadan gelmiş barışçıl bir kahramandı. Wilson ilkeleri sanki ezilen halkların kurtuluş programı idi. Wilson Prensipleri, Lenin’in "ulusların kendi kaderini tayin hakkı" ilkesiyle karşılaştırıldı.

Not eklemeliyim: Aslında Wilson Prensipleri; Bolşevikler’in savaştan çekildiklerini açıklayan 22 Aralık 1917’deki Brest-Litosk Konferansı’ndaki barış programı maddelerinin neredeyse tıpatıp benzeriydi.

Ama bunu kim bilirdi ki...

Sonuçta Wilson, Bolşevikler’in etkisini silmede başarılı oldu ve Rusya Devrimi’ni alkışlayan Avrupa Sosyal Demokratları o günlerden sonra Lenin’den çok Wilson’a yakın oldu. Herkes Wilson’da kendini buldu; sosyal demokratlar Wilson’u "sosyalist"; muhafazakárlar yeni "mesih-peygamber"; ulusal kurtuluş savaşı verenler ise "halkların ağabeyi" olarak gördü. Batı’nın liderliği artık yavaş yavaş Washington’a geçiyordu.

Bu arada bu maddelerin çoğuna da uyulmadığını, Wilson Prensipleri’nin káğıt üzerinde kaldığını yazmalıyım. Fakat buna rağmen Birinci Dünya Savaşı’ndan kazançlı çıkan tek ülke ABD oldu.

Aziz mertebesine çıkarılan başkan

Birinci Dünya Savaşı sonrası Başkan Wilson, milyonlarca kişinin öldüğü, eskimiş ve yıkılmış Avrupa’yı ziyaret etti.

Avrupalılar ellerinde ABD bayraklarıyla Başkan Wilson’u sokaklarda coşkuyla karşıladılar.

Gazeteler, Wilson için "büyük kurtarıcı" manşetleri attı.

Çizilen karikatürlerde; Wilson, Bolşevizm tehdidinden korkan, eskimiş Avrupa’ya güneşi getiren adam olarak tasvir edildi.

Ve sıkı durun...

Wilson pek çok ülkede İsa’ya benzetildi.

Kimi ise ona "Mesih" dedi!

"Aziz" Wilson’un fotoğraflarının altında mumlar yakıldı. Önünde diz çökülüp dualar edildi.

Parantez açayım: Wilson başkanlığının son yılında ağır hastalıklarla mücadele etti ve o dönemde kendini "Tanrı’nın resulü; İsa" zannetti! Propagandaya kendisi de inanmıştı.

Neyse... Biz Wilson’un Avrupa’da estirdiği rüzgára geri dönelim.

Çünkü bu oluşturulan hava İstanbul’u da çok etkiledi...

İstanbul’da bir cemiyet

Tarih: 4 Ocak 1919.

Robert Koleji’ndeki toplantılar sonucu İstanbul’daki münevverler "Wilson Prensipleri Cemiyeti"ni kurdu. Bu sivil toplum kuruluşunun merkezi, Nuruosmaniye’deki Zaman Gazetesi bürosuydu.

Kurucuları; Halide Edip, Celaleddin Muhtar, Ali Kemal, Hüseyin Avni, Refik Halit gibi Osmanlı’nın tanınmış münevverleriydi.

Derneğin üyelerinin çoğunluğu gazeteciydi:

Sabah başyazarı Ali Kemal, İkdam başyazarı Celal Nuri, Akşam başyazarı Necmettin Sadak, Yeni Gazete başyazarı Mahmud Sadık, Vatan başyazarı Ahmet Emin, Yeni Gün başyazarı Yunus Nadi, Zaman yazarı Cevat.

Osmanlı münevverleri, Başkan Wilson’u "kurtarıcı" olarak görüp methiyeler yazdılar. O zor koşullar altından kurtuluşun ancak ABD’nin desteğiyle olacağına inandılar.

Bu nedenle bir tür kolonileştirme amacı taşıyan "manda isteriz" taleplerini yazıya döktüler.

Bu düşünceye sahip olmalarının nedeni, Avrupa gazetelerinde okudukları Wilson’u göklere çıkaran makalelerdi.

Doğrusu Başkan Wilson da güzel laflar etmeyi biliyordu. "Barbar ülkelere uygarlık götüreceğini" söylüyordu. Sihirli sözcüğü "özgürlük" ve karizmatik oluşu, Osmanlı münevverlerini mest ediyordu.

Oysa Wilson, Batı’nın iktisadi ve siyasal egemenliğine özünde karşı çıkmıyor, sadece biçimini değiştiriyordu. Manda/kolonileştirme aslında sadece sömürünün biçim değiştirmiş haliydi.

Kuşkusuz insanlık tarihinin böylesine büyük altüstler yaşadığı bir dönemeç noktasında Wilson’un "kurtarıcı" olarak görülmesi anlaşılabilir.

Ancak pek çok mazlum ülke insanı, aydını, burjuva demokratı aldatıldıklarını sonra anladı.

Avrupa’da barışsever gözüken Wilson, Amerika kıtasında diktatördü. Meksika’ya, Dominik Cumhuriyeti’ne, Haiti’ye, Küba’ya, Panama’ya, Nikaragua’ya ve Honduras’a Amerikan askerlerini göndermekten hiç çekinmemişti.

Mazlum halkların lider olarak örnek aldığı Emiliano Zapata’ya, Pancho Villa’ya neler yaptığı; o köylü isyanlarını nasıl bastırdığı Avrupa’da ve Doğu’da ancak zamanla duyulacaktı.

Nobel Barış Ödülü sahibi Wilson’un yumuşak tavırlarının, güler yüzünün altında ne sakladığı sonra görülecekti. "Mesih" Wilson aslında dünyayı ülkesinin çıkarına göre düzenlemek isteyen "Büyük Patron"du, hepsi bu!

21’inci yüzyılın başında birileri (Örn. Amerika’daki İslam ulusu lideri Louis Farrakhan) Obama’nın "mesih" olduğunu iddia ediyor!

Bakalım bu süreç nerelere varacak...

Başkan Obama General Harbord adını hiç duydunuz mu

TARİH: 1 Ağustos 1919. /images/100/0x0/55eb539cf018fbb8f8ba195c

ABD Başkanı Wilson, General James G. Harbord (1866-1947) başkanlığındaki bir heyeti, Ermeni katliamı ve "Ermenistan" mandası konusunda inceleme yapması için görevlendirdi.

General Harbord başkanlığındaki heyet, Washington gemisiyle İstanbul’a geldi.

Ardından Batum üzerinden Ermenistan’a geçti.

Ermenistan’da Katolikos’u ve 5. Kevork’u ziyaret etti. Buradan Anadolu’ya geçti; Van’ı, Bitlis’i gördü. Burada 1915 katliamına tanıklık etmiş kişilerle görüştü.

General Harbord 16 Ekim dönüş yolunda gemide raporunu kaleme aldı.

Rapora göre:

Türkler; vakur.

Kürtler; pejmürde kılıklı.

Gürcüler; makul.

Azeriler; kuşkucu.

Ermeniler; yetenekli. /images/100/0x0/55eb539cf018fbb8f8ba195e

Araplar; vahşi idi.

General Harbord’un raporu Türkler hakkında beklenmedik olumlu nitelemelerle doluydu.

Örneğin; bölgedeki Amerikan misyonerleri Ermenileri değil; sempatik, tembel ama zevk düşkünü Türkleri sevdiklerini söylemişlerdi.

Rapor ırk temelinde akraba olmalarına rağmen Ermeni ve Kürtlerin birbirlerinden nefret ettiklerini belirtiyordu.

Harbord’u etkileyen; ister Türk, ister Ermeni, ister Kürt olsun bölgede yaşayan insanların tümünün yoksulluğu, perişanlığı, açlığı oldu. Her milletten ortada kalan yetim çocukların durumları yürek parçalayıcıydı.

Doktor ve ilaç bulunmayan bölgede sadece tifüsten ölen Türk askerlerinin sayısının 600 bin civarında olduğunu bildiren Harbord raporuna; ölüm oranındaki çokluğa, açlık ve yetersiz sağlık koşullarının büyük etkisi olduğunu yazdı.

Kuşkusuz General Harbord raporunda Ermenilere yapılan büyük kıyımlara da değindi. Ancak bunun yanında Ermenilerin yaptığı katliamlardan da bahsetti. Raporunda, Ermenilerin yaptıklarını anlatan gözü yaşlı Kürtlerin sözlerine yer verdi.

Heyet incelemeleri sonunda, Türkler ile Ermenilerin yüzyıllarca bir arada, barış ve güvenlik içinde yaşamış oldukları görüşüne yer verdi. Ayrıca, Türklerin Ermenilere karşı herhangi bir şekilde soykırım hazırlığında bulunmadıklarının altını çizdi. Rus sınırında yığınak yapılmış olduğu ve Erzurum civarında sivil halkın Ermenilere saldırıya hazırlanmakta olduklarına ilişkin en ufak bir kanıta rastlanmadığı da raporda belirtildi.

Tam tersine, sınır bölgesindeki Türklere sınırı aşmamaları için çok sıkı emirler verilmiş olup, buna karşılık, isteyen Ermenilerin, Türk Ermenisi olduklarını kanıtlamak şartıyla Türkiye’ye girişlerinin serbest bırakıldığını gözlemlerine dayanarak yazdılar.

Ermenilerin bir bölümünün evlerine döndüğü, mülklerini yeniden edinmeye başladıkları, hatta bir bölümünün geçmiş zaman için kira almaya başladıkları da raporun tespitleri arasındaydı.

Bölgedeki nüfus meselelerine de değinen General Harbord raporunda, bir iki yer dışında Ermenilerin çoğunluk oluşturmadıklarının altını çizdi.

Ermeni sorununun Ermenistan’da çözülemeyeceğini belirten rapor, Osmanlı ve Rusya’nın nasıl tepki göstereceklerinin önemli olduğunu vurguladıktan sonra; biri Ermenistan’da diğeri Anadolu’da "iki Ermeni mandası" kurulabileceğini ancak bunun da ekonomik olmayacağını öngörüyordu.

Sivas’ta Mustafa Kemal’le de görüşen General Harbord, raporunu ABD Senatosu’na ne zaman sundu dersiniz:

24 Nisan 1920’de!

Yani her yıl dünyayı ayağa kaldıran sözde "Ermeni Soykırımı" günü.

Başkan Obama bakalım, hangi 24 Nisan’ın gerçeğine inanacak?

Diasporanın politik söylemlerine mi, yoksa vatandaşı General Harbord’un raporuna mı?..

Obama’yı zor günler bekliyor

ABD’nin 28. Başkanı Thomas Woodrow Wilson da Barack Obama gibi dünyada olumlu rüzgárlar estirmişti. Ancak birçok insan daha sonra Wilson’un kendilerini aldattığını anladı. Bakalım Obama’nın akıbeti ne olacak?
Yazının Devamını Oku

Kürtler Viking çıktı!

5 Nisan 2009
"DTP, Ermenistan sınırına dayandı" diyen Bakan Cemil Çiçek’in korkup çekinmesine gerek yok. Çünkü Kürtler, Ermenilerin değil, Vikinglerin akrabası olabilir! Bunu ileri sürenler sıradan araştırmacılar değil. Bin yıl önce Kürtler ile Vikinglerin ilişki kurmaları; İsveç’te bulunan Kürtçe sikkeler ve Kürtlerin yaşam biçimi dayanak gösteriliyor. Diğer yanda Cemil Çiçek’i de anlamaya çalışmak gerekiyor. VİKİNGLERİN torunları bugün nerede yaşıyor biliyor musunuz?İsveç, Danimarka, Norveç’i kapsayan İskandinav ülkelerinde.Vikingler 800-1050 yılları arasında dünyanın birçok yerine defalarca sefer düzenledi.

Norveçli ve Danimarkalı Vikingler Avrupa ülkelerine; İsveçli Vikingler ise Doğu’ya gitti.

Bu seferler genel olarak saldırı ve yağmalama amacıyla yapıldı.

Ancak Doğu’da yaşayanlar şanslıydı; İsveçli Vikingler daha az talancı ve genellikle ticari amaçlı seferler düzenlediler. Rusya, İstanbul, Karadeniz çevresi, Hazar Denizi kıyıları ve Bağdat’a kadar gittiler. Bu bölgelerden daha ziyade baharat, süs eşyası, camdan yapılmış eşyalar, gümüş sikkeler ve şarap alıp ülkelerine götürdüler./images/100/0x0/55ea6b1bf018fbb8f87e9e7f

Bu konuda İsveççe’de zengin bir kaynakça vardı. Araştırmacı Rohat Alakom "Bin Yıl Boyunca İsveç-Kürt İlişkileri" adlı çalışmasında; İsveç misyonerlerinin Kürtlerin yaşayış bakımından Vikinglere benzediğini örnekler vererek anlatan yazılarına yer verdi. İsveç’teki kazılarda ortaya çıkarılan 100’ü aşkın Kürtçe yazılı sikkeden örnekler gösterdi.

Kürtçe sikkelerin büyük bir bölümü İsveç’in bir dönem ticaret merkezlerinden Gotland Adası’nda bulunmuştu.

Malazgirt Savaşı

Vikingler ile Kürtlerin ilk karşılaşmalarının, Vikinglerin Hazar Denizi kıyısında Azerbaycan bölgesindeki Berda’ya 943 yılında gerçekleştirdikleri sefer sırasında olduğu tahmin ediliyor.

Buradaki Kürtler "Şaddadiler" adında bir beylik etrafında toplanmıştı. Bölgedeki nehrin adı "Kürd Elem Suyu" idi. Şehrin kapılarından birinin ismi ise "Kürt Kapısı" idi.

Vikingler ile Kürtler arasında savaşla başlayan bu ilişki zamanla ticarete dönüşmüştü.

Vikingler ile Kürtler ikinci kez, 1000 yılında Diyarbakır ve Malazgirt bölgesinde bir araya gelmişti. Ticari ilişkileri burada da devam etmişti.

Üçüncü karşılaşma bir savaş nedeniyle oldu.

1071’deki Malazgirt Savaşı’nda Bizanslı Romen Diyojen’in askerleri arasında Vikingler de vardı. Bazı Vikingler, Bizans İmparatorluğu muhafız alayında paralı askerlik yapıyordu.

Savaşta Vikingler ile Müslüman Kürtler karşı cephedeydiler. 10 bin Kürt, Selçuklu Beyi Alparslan’ın yanındaydı.

Bu savaşta ölen Vikingler için memleketlerine dikilen taşlar üzerinde, "O Yunanistan’da öldü" yazılıydı ve bu taşlar da arkeolojik kazılarda ortaya çıktı.

Vikingler ile Kürtlerin ilişkileri konusunda çalışmalar yapan isimler arasında önemli araştırmacılar vardı: R. Nordenstreng, T.J. Arne, Mats G. Larsson ve Holger Arbman gibi...

Bu bilgileri okuyunca insan ister istemez düşünüyor:

Bu Vikingler aynı bizim Kürtler gibi sarışın, renkli gözlü; akrabalık ilişkileri de olabilir mi?

Dünyada hálá tartışma konusu değil midir, "Rusların ataları Viking’dir" diye.

Bir de yurtdışına giden bizim Kürtleri en çok İsveç, Norveç gibi İskandinav ülkeleri kabul ediyor; kan mı çekiyor acaba?

Şaka şaka...

Gelelim ciddi bir meseleye.

Cemil Çiçek’i de anlamak lazım

20’nci yüzyıl başında İstanbul’da herhangi birini çevirip şunu söyleseydiniz:

"Birkaç yıl sonra Selanik, Üsküp, Bağdat, Mekke-Medine, Şam’ı kaybedeceksiniz."

İnanmaz ve size gülerlerdi.

Oysa koskoca Osmanlı İmparatorluğu birkaç yıl içinde yok olup gitti.

Böylesine bir yok oluş; toplumlar-bireyler üzerinde travma yaratmaz mı?

Popülizmin etkin olduğu toplumlarda siyaset hep "açık yakalamak" ya da "esip gürlemek" gibi kaba yüzeyselliklerle yapılıyor.

DTP’yle ilgili Bakan Cemil Çiçek’in sarf ettiği sözler kuşkusuz yakışıksız. Ama, diğer yanda sarf ettiği bu sözler nedeniyle Bakan Çiçek’in de hemen "darağacına çekilmesi" haksızlık değil mi?

Bakınız...

Türkiye’de bazı çevrelerin Kıbrıs, AB, Kürt vb. meseleler konusunda hassas oldukları biliniyor.

Bu çevrelerin Kıbrıs deyince akıllarına diploması masasında kaybettiğimiz Girit geliyor.

AB deyince Osmanlı döneminde Balkanlar’da jandarma görevini üstlenip ayrılıkçı çetelere yardım yapan İngiliz, Fransız, İtalyan askerler geliyor!

Kürt reformu deyince, günün birinde isyan edip "büyük evden" kopup giden Sırp, Bulgar, Rum, Ermeni, Arnavut, Araplar geliyor.

Bu büyük bir travmadır.

Toplumsal yaşamdaki bu travmadan bireylerin etkilenmemesi söz konusu değildir.

Bu korkunun üzerine bağırıp çağırarak gidemezsiniz.

Tıpkı Kürtlerin üzerine gidemeyeceğiniz gibi.

Bu psikolojik vakanın "tedavisi" şarttır.

Bir büyük imparatorluk kaybetmiş toplumların kendilerine, başkalarına güvenmeleri için biraz zamana ve ikna edilmeye ihtiyaçları vardır.

Bu nedenle...

Sorunları bağırıp çağırmadan, kimseleri korkutmadan-öldürmeden çözmek gerekiyor.

20’nci yüzyıl başında toplumsal barışı bir türlü sağlayamadık. Koskoca imparatorluğu yok ettik.

21’inci yüzyıl başında benzerini yaparak Türkiye’nin bölünmesine neden olmayalım.

Dün uluslararası sermayeye ve büyük devletlere yanaşarak, onların himayelerinde sorunlarımızı çözeceğimizi sandık. Yanıldık. Paramparça olduk.

Bugün ne yapıyoruz; kendi Kürt’ümüzü dışlayarak; Barzani-Talabani ve onların hamileriyle masaya oturup çözüm bulmaya çalışıyoruz. Ne acı!

Bu gidişle...

İstanbullu birine yaklaşıp şu sözleri söyleseniz:

"Birkaç yıl içinde Diyarbakır, Van, Iğdır elinizden kopup gidecek."

Ne yapar? Tabii ki güler geçer!

Tıpkı 100 yıl önce hemşerisinin güldüğü gibi.

Bir seçimi doğru okuma kılavuzu
/images/100/0x0/55ea6b1bf018fbb8f87e9e81
BİZİM medyada yerleşmiş bir efsane var:

"İzmir iktidarı değil muhalefeti destekler!"

İddiayı ortaya atanlar hemen Ali Fethi Okyar liderliğindeki Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın 1930 yerel seçim başarısını örnek gösterirler.

Bu arada...

Mustafa Kemal düşmanları da, SCF’nin estirdiği bu siyasal rüzgárı olağanüstü göstermek için ellerinden geleni yaparlar.

Peki öyle mi?

Mustafa Kemal’in isteğiyle eski başbakanlardan Ali Fethi Okyar’a 12 Ağustos 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası kurduruldu.

Kuruluşun hemen ardından SCF kurucuları, 1 Ekim’de yapılacak yerel seçimin propagandasını yapmak için Ege’ye gittiler.

7 Eylül 1930 günü İzmir’de binlerce insanın katıldığı miting yaptılar. Bu arada olaylar çıktı, bir çocuk öldü.

SCF heyeti engellere rağmen Mustafa Kemal’in desteğiyle Batı Anadolu’da mitinglerine devam ettiler. Bu arada gittikleri Aydın’ın SCF İl Başkanı kimdi dersiniz; Adnan Menderes!

Sonuçta seçimler 1 Ekim’de başladı; 19 Ekim’de bitti.

İzmir’in oy dağılımı şöyleydi:

Kullanılan oy: 25.702

Cumhuriyet Halk Fırkası: 14.624

Serbest Cumhuriyet Fırkası: 9.960

Bağımsızlar: 20

İptal edilen oylar: 1.090

Bu arada İzmir’in 73 bin seçmeni vardı! Ne kadarının çöpe gittiği bilinmiyor.

Ali Fethi Bey, iddia edilen usulsüzlüklerle ilgili olarak TBMM’nin 6 Kasım 1930 tarihli birleşiminde bir önerge verdi. Tartışmalar yaşandı. SCF kendini feshetti.

Bugün, liberaller ve dinciler 1930’da SCF olayını büyüterek Kemalist Cumhuriyet’e saldırıyor.

Hep yazıyorum; "ayağı aksak" bir tarih okumasıyla karşı karşıyayız.

Hatanın temel nedeni, "iktisat olgusunun" sürekli göz ardı edilmesidir.

Bakınız...

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyada eski güzel günlere dönme çabaları hızlandı. Tarımsal üretimlere ihtiyaç arttı.

Dünyada ve -tarım ülkesi- Türkiye’de tüm ekonomik göstergeler 1929 dünya krizine kadar iyi gitti. Büyük buhranda tarımsal ürünlerin fiyatlarında büyük düşüşler yaşandı.

Dünyanın bu büyük ekonomik krizi, Türkiye’nin sahil şeridini ve Trakya’yı çok kötü vurdu. Artan borçlar, hacizler, piyasanın durgunluğu toplumsal hayatta büyük bir hoşnutsuzluk ortaya çıkardı.

Mustafa Kemal’in güvenilir bir muhalefet amacıyla SCF’yi kurdurması ve bu fırkanın/partinin kıyı şeridinde oy patlaması yapması (Örn. Samsun’u kazanması) bu ekonomik krizin (dış etkinin) sonucuydu.

Birazdan da göreceğiniz gibi; Türkiye ekonomisinin büyüme hızı ne zaman düşse bir ticaret merkezi olan İzmir’de oylar parti değiştiriyor.

Örneğin, yeniden inşa döneminde (1924-1929) Türkiye’nin büyüme hızı 8.6 idi.

Dünya ekonomik kriziyle bu hız (1930-1939) 5.8’e düştü. SCF’nin başarısını bu olgularda aramak gerekiyor.

Devam edelim...

1939’da savaş çıktı. Türkiye’nin büyüme hızı eksi (-) 6.0’ya kadar indi.

Bunun sonucunda kim iktidar oldu: Demokrat Parti.

DP’nin ilk döneminde, dünyadaki olumlu ekonomik gelişmeye paralel olarak büyüme hızı 10.2 gibi rekor bir seviyeye ulaştı.

Demokrat Parti döneminde İzmir’in belediye başkanları bu partidendi.

1950’lerin ikinci yarısından sonra büyüme hızı 4.4’e kadar düştü.

İzmirlinin desteği azalsa da belediye başkanlığı el değiştirmedi.

Gelelim 1960’lı yıllara...

Adalet Partisi döneminde -içe dönük dışa bağımlı Türkiye ekonomisinin- büyüme hızı tekrar yükseldi: 6.5.

İzmirli seçmen bu dönemde AP’ye oy verdi.

Osman Kibar 1963-73 yılları arasında İzmir belediye başkanlığı yaptı.

1963’te 52.9 ve 1968’de 56.3 oy yüzdesiyle iki kez başkanlık yaptı. Aldığı oylar AP’nin Türkiye ortalamasının üstündeydi!

1970’lerin başında dünyadaki petrol krizi dışa bağlı Türkiye ekonomisini derinden etkiledi. Bu gelişme İzmirli seçmenin parti değiştirmesine neden oldu.

CHP’li İhsan Alyanak 1973 seçiminde yüze 44.0 ve 1977 seçiminde yüzde 52.7 oy alarak İzmir belediye başkanı oldu. Aldığı oylar CHP’nin Türkiye ortalamasının 10-12 puan üzerindeydi.

1970’li yıllarda İzmir’in muhalefete oy verdiği söylenemez; çünkü CHP üç kez hükümet oldu.

12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra iktidar olan neo liberal Turgut Özal’ın politikaları İzmir’de o kadar benimsendi ki, bir muhafazakár aday ilk kez İzmir belediye başkanı seçildi: Burhan Özfatura!

Aldığı oy yüzde 50’ye yakındı: 48.01.

80’li yılların sonunda ortaya çıkan ekonomik durgunluk ve dolayısıyla büyümenin 4.9’dan 3.3’e düşmesi Türkiye’de olduğu gibi İzmir’de de etkili oldu. 1989 yerel seçiminde SHP’li Yüksel Çakmur yüzde 52 ile İzmir belediye başkanı oldu.

90’lı yılların ilk yarısında Tansu Çiller’in estirdiği liberal rüzgárlar, 1994 seçimlerini -bu kez DYP’den aday olan- muhafazakár Burhan Özfatura’ya yine kazandırdı.

DSP iktidarında ise İzmir’in başında Ahmet Piriştina vardı.

Ahmet Piriştina’nın kişisel başarısı 2004 yerel seçiminde tekrar seçilmesine neden oldu.

Yani, istisnalar olsa da bilinenin aksine İzmir muhalefete oy vermiyor.

Başta İzmir olmak üzere Ege bölgesindeki seçmenin hangi partiye oy vereceğini belirleyen en önemli etken: Ekonomi!

Kuşkusuz...

2009 yerel seçiminde hayat tarzına müdahale korkusu, şehit cenazeleri, politik söylemlerdeki hırçınlık-kabalık gibi etkenler de rol oynamıştır.

Ancak İzmir’in yerel seçim tarihine bakıldığında asıl belirleyici olanın hep ekonomi olduğu görülüyor!..

1930’da da böyleydi, 2009’da da...

Cavid Bey’in mi, Musa Bey’in mi?

ELIOT Grinnell Mears, "Modern Türkiye" adlı çalışmasında şöyle yazıyor:/images/100/0x0/55ea6b1bf018fbb8f87e9e83

"Yabancı sermayenin etki alanının Osmanlı Devleti’nden daha geniş olduğu bağımsız bir devlet herhalde yoktur. Bu durum, sadece ekonomik girişimleri ilgilendirmekle kalmaz, devletin politik ve toplumsal hayatının tümünü etkiler. Siyasi denetim sağlamanın en güvenceli ve en basit yöntemlerinden biri, sermaye kaynakları üzerinde egemenlik sağlamaktır."

Bu yorumunu ne zaman yazıyor: 1924’te.

Dönelim bugüne...

2009 seçim sonuçlarını kuşkusuz her parti kendi kurmay heyetiyle analiz edecektir.

CHP Lideri Deniz Baykal seçimden sonra düzenlediği basın toplantısında yeni politik açılımlar yapacaklarını söyledi.

Bu açıklama önemli.

CHP son yıllarda -medyadaki neo-liberallerin de etkisiyle- ekonomik politikalar konusunda "çekingen" durdu.

"Çekingenlik" kafa karışıklığından da kaynaklanıyor olabilir.

Ama artık dünya ekonomisinin geldiği bu noktada suskunluğa yer yok.

Bu nedenle sormak durumundayız:

CHP’nin ekonomik açılımları hangi iktisadi çizgiyi takip edecek?

Neo-liberallerin son dönemlerinde ağızlarından düşürmedikleri "Ulus devletler sona erdi" sözünü görüldüğü gibi hayat yok etti; dünyanın gelişmiş ülkeleri kendi ekonomilerini kurtarma telaşındalar. Neo-liberal politikaları artık kimse ağzına almıyor.

O halde CHP...

Sakızlı Ohannes Paşaların, M.Cavid Beylerin, ekonomiye devlet müdahalesine karşı çıkan içte ve dışta liberal iktisat politikalarını mı takip edecek?..

Yoksa Ahmet Mithat’ların, Yusuf Akçura’ların, Musa Akyiğitzade’lerin korumacı milli iktisat yolunu mu takip edecek?

Yani; kayıtsız şartsız yabancı sermayeye mi boyun eğecek, yoksa yerli üreticinin mi yanında duracak?

CHP artık "utangaçlığı" üzerinden atmalıdır. Net olmalıdır.

Neo-liberal politikaların Türkiye’yi nereye sürüklediğini kamuoyuna çıkıp cesurca anlatmalıdır. 1970’lerde olduğu gibi topluma yeni bir umut aşılamalıdır.

Bunu yapacak nitelikli bir kadroya ve tecrübeye sahiptir.

Tek yapması gereken "utangaçlığına" son vermesidir.
Yazının Devamını Oku

Kim kiminle evlenmeli?

29 Mart 2009
Son yıllarda televizyon ekranlarına, insanları birbirleriyle tanıştırıp evlendiren programlar geliyor. Bugünlerde en çok izlenen kuşkusuz Star TV’deki "İzdivaç" programı. Genç yaşlı herkes "seviyeli bir ilişki" için bu programa çıkıp eş arıyor. Kuşkusuz bu programlar eleştiri de alıyor. Ancak, gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemi gazetelerinde benzer yarışmalar, yazı dizileri yapılırdı. Bunların arasında en ilginç olanı Vakit Gazetesi’nin yaptığı "Mesut Çiftler Müsabakası"ydı.

ÖNCE bir yanlış anlamaya sebep olmamak için bilgi verelim: 22 Ekim 1917’de yayın hayatına başlayan Vakit Gazetesi’nin sahipleri Mehmet Asım Us-Hakkı Tarık Us kardeşler idi. Günümüzde aynı isimle çıkan dinci gazete ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktu.

Gelelim yazımıza...

"Türk Harflerinin Kabul Tatbiki Hakkında Kanun" çıkıp, 1 Aralık 1928 tarihi itibarıyla hayata geçirileceğinin kesinleşmesi üzerine gazete sahipleri telaşlandı. Biliyorlardı ki, gazeteleri-dergileri çok zarara uğrayacaktı.

Bir şey yapmalıydılar...

Yazının Devamını Oku

CHP ’kravatlıların partisi’ değildir

22 Mart 2009
Seçim meydanları ve bazı köşe yazıları bir kez daha gösterdi ki, CHP hakkındaki bilgiler kulaktan duyma!
Eleştiri yapıyor gibi gözüküp karalama yapanlara en iyi yanıtı kuşkusuz belgeler verebilir. CHP dün neleri savundu, nelere karşı çıktı? Cumhuriyet devriminin ideolojisi olan Kemalizm’in önde gelen teorisyenlerinden birinin yazdıklarını okumanızı istiyorum. Tespitlerinin bugüne benzerliklerine çok şaşıracaksınız.

ADI; Mahmut Esat Bozkurt.1892 Kuşadası doğumlu.1923’te İzmir’de Menekşelizade Dr. Hüsnü Bey’in kızı Feheda ile evlendi. Gün, Ay ve Yüksel adlı üç çocukları oldu.

Siyasal görüşünün oluşmasında II. Abdülhamid’e muhalif dayısı Ubeydullah Efendi’nin büyük katkısı oldu.

İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.

İsviçre’de Fribourg Üniversitesi’nde "Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi Üzerine" çalışmasını yaparak doktora tezi verdi.

Lozan’da Türk Talebe Cemiyeti başkanlığına seçildi.

Yurdun işgali üzerine, Saracoğlu Şükrü ve Kazım Nuri gibi arkadaşlarıyla hemen memlekete döndü. Kuşadası’nda Kuvayı Milliye’yi kurarak dağa çıktı.

23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Büyük Millet Meclisi’ne İzmir milletvekili olarak girdi.

12 Temmuz 1922’de İktisat Bakanı oldu.

Ziraat Bankası reformu, çiftçi kredi kooperatiflerinin kurulması, esnaf teşkilatlarının reorganizasyonu, Emlak ve Eytam Bankası’nın kurulması gibi çalışmalarda bulundu. İzmir’de Birinci Milli İktisat Kongresi’nin toplanmasını sağladı.

23 Kasım 1924’te Adalet Bakanı oldu.

Medeni Kanun’la başlayan çalışmaları, Borçlar Kanunu, Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu, Deniz Ticaret Kanunu, İcra İflas Kanunu gibi onlarca yasanın çıkarılmasıyla devam etti.

1927’de Ege Denizi’nde Türk gemisi ile Fransız gemisi Lotus’un çarpışması ve sekiz Türk denizcisinin ölmesiyle sonuçlanan olayın ardından açılan davada Lahey Adalet Divanı’nda Türkiye’yi savundu. Başarılı savunması sonucu davayı kazandı. Bunun üzerine Atatürk tarafından "Bozkurt" soyadı verilerek onurlandırıldı.

27 Eylül 1930’da kendi isteğiyle bakanlıktan ayrıldı.

Ankara Hukuk Fakültesi’nde "Devletler Hukuku" ve Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde "Anayasa Hukuku" profesörü olarak ders verdi.

İstiklal madalyası sahibi Mahmut Esat Bozkurt, 16 yaşından, vefat ettiği 51 yaşına kadar gazetelere hep makaleler yazdı.

İşte; dili ve anlatımı her daim heyecanlı olan Bozkurt’un o makalelerinden bazı örnekler...

Parti prensipleri ve şahıslar

Cumhuriyet Halk Partisi’nin prensipleri unutulup gider. Bunların yerini şahısların düşünceleri, şahısların görüşleri, şahısların icraatı alacak gibi...

Ne yazık! (...)

Cumhuriyet Halk Partisi bir geçim çanağı değildir.

Cumhuriyet Halk Partisi, şunun bunun değil, prensiplerin, bu memleketin tarihinden, bu milletin varlığından akan, akıp sızan hakikatlerin dile gelmiş vicdanıdır. (...)

Cumhuriyet Halk Partisi’ni kendi keyiflerine göre bir izah maddesi sananlar, onu bir istibdat aleti gibi görenlerdir. Bunu böyle duymak için kör olmak, bütün bir Türk tarihini anlamamak lazımdır. Bu gibiler kör doğmuşlardır. Mahşerde bile kör olacaklardır. Cumhuriyet Halk Partisi’ni şunun bunun malı sanmak, yahut kendi malları imiş gibi onda tasarrufa kalkışmak, onu üç beş kişinin istismar vasıtası kabul etmektir. Acırım bu gibilerin sonuna...

Bütün bunlardan sonra kaydetmeliyiz ki, millet hesabına görülecek işlerimiz çoktur.

Fakat bugünkü halden memleketin ve ihtilalin düşmanları ve hasımları sevinmesinler.

Onlarla davamız bitmemiştir...

(Anadolu, 26 Eylül 1932)

Niçin Cumhuriyet Halk Partisi’ndenim

Çünkü...

Bu parti, vatanın kurtulma siyaseti mesuliyetini yüklenen, vatanı kurtaran partidir.

Bu parti, dünyanın en büyük inkılabını yapmış ve öldü zannedilen Türk milletini, bugün dünyanın en medeni milletler sırasına dizmiştir.

Bu parti, vatanın maddi manevi varlıklarını yabancıların elinden alarak Türk milletine vermiştir. (...)

Cumhuriyet Halk Partisi’nde olmamım nedeni demiryolu siyasetidir. Dışarıdan para almaksızın, eski idarelerin yedi asırda yaptığını Türk parasıyla, Türk işçisiyle yedi yılda yapmıştır.

Cumhuriyet Halk Partisi’ndenim; çünkü bu parti çiftçi ve köylü partisidir. Aşarı kaldırmıştır. Askerliği bir buçuk seneye indirmiştir. Yollar. Köprüler. Okullar yapmıştır. Köylünün sırtındaki yük Ziraat Bankası, İş Bankası kredileriyle indirilmiştir. Bugün Ödemiş’te beş banka vardır!

Hürriyet, medeniyet, bağımsızlık ucuz alınır şeyler değildir. Bunlar can mal pahasına elde edilir.

Cumhuriyet Halk Partisi üyesiyim; çünkü bu parti en büyük Türk’ün, Gazi’nin partisidir.

(Anadolu, 18 Eylül 1930)


Ellerimiz tefecilerin yakalarında

Tefecilik, en az yılda yüzde yüz faiz getiren bir ticarettir.

Tefeci, en az yüzde yüz faiz alan merhametsiz, ahlaksız bir adamdır

Bize göre:

Tefeci, milletin ve Cumhuriyet’in düşmanıdır.

Tefeci, halkın parasıyla yine halkı haraca bağlayan bir soyguncudur.

Tefeci bir hırsız, bir eşkıyadır.

Kollarını şehir caddelerinde sallaya sallaya gezen, şehir parklarında dolaşan hırsızdır.

Onun sırtlan pençesini andıran ayakları altında, yüz binlerce insan son soluklarını almaktadır. Sürüne sürüne can vermektedir.

Geçinme dünyasının ihtiyaçlarıdır ki, onu yılana sarıltıyor. (...)

Üstelik bu son kısım tefeciler, cumhuriyetçiliği, inkılapçılığı kimseye vermezler.

Sırasında "Yaşasın Millet! Yaşasın Cumhuriyet!" diye gırtlaklarını patlatırlar.

Fakat dikkat ediniz! Bunlar hiç duyurmadan başınızdan şapkanızı aşıracak kadar hüner sahibidirler.

Bu kadar da değil.

Milletin kursağına inecek bir lokma ekmeği çalacak kadar gaddar hırsızlardır.

Bunları nasıl yakalamalı?

Çok zor!

Çünkü, tefeci adını taşıyan setre pantolonlu, eli bastonlu bu eşkıya çok hünerlidir.

(Yeni Asır, 18 Ağustos 1938)

Serbestçilik trajedisi

Bu başlıktan gocunulmamasını rica ederim.

Serbest Fırka’dan bahsedecek değilim...

Onun hakkında söylenecek şeyler söylenmiştir. Üst tarafını tarihe bırakalım.

Benim burada belirtmek istediğim, iktisatta serbestçiliktir.

Milletlerarası tabiriyle bu, iktisadi liberalizmdir.

Önce bir noktayı tespit etmeliyim:

Bugün dünyanın hiçbir yerinde ilmin bize anlattığı "iktisadi liberalizm" kalmamıştır. Doğduğu yerlerde bile, yerini yeni müdahalelere bırakmıştır.

Amerika’da, İngiltere’de olduğu gibi...

Roosevelt, Llyod George bile müdahaleci oldular!

Geçenlerde Muzzey’in Amerika Tarihi’ni okuyordum. Yazar nefis eserinde, Amerika’da liberalizm izlerinin silinmekte olduğunu söylüyor ve pek güzel ispat ediyor.

Devlet, iktisat işlerine karışmaz davası; fizyokratların, liberallerin "Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler" prensibi, tarihe intikal etti. (...)

Amerika gibi, İngiltere gibi, Fransa gibi, Almanya gibi, İtalya gibi, Hollanda gibi devletlere benzer sermaye memleketlerinde, devletin iktisat işlerine karışması zaruret oldu.

Henüz sermayesi oluşma halinde bulunan Türkiye’mizi varın düşünün artık.

Devletçiliğin suiistimalleri yok mu? Müdahalecilik zararlar vermiyor mu?

Önce ben söyleyeyim: Bu hem suiistimallere hem de zararlara meydan veriyor.

Fakat serbestçiliğin açtığı, açmakta olduğu yaralar o kadar derin, o kadar dayanılmaz bir hal alıyor ve aldı ki, bütün bir insanlık inliyor.

(Anadolu, 6 Ekim 1933)

Haydutlar kovalanıyor

Bir milyon!

Bir milyon insanı...

Bütün bir ömür sefalet içinde bırakanlar, elbette haydutturlar!

Eli bıçaklı yalınayaklılar, hep bir ağızdan bağırıyorlar:

Elleri altın bastonlu haydutlar diyorlar.

Haydutların yedikleri, içtikleri, giydikleri ve bütün varlıkları; beşiklerde başında tüy bitmemiş yavrucaklarla, bir ayağı mezara değmiş ihtiyarlara varıncaya kadar, bütün çalışanların emeğidir, emekleridir.

Çalışkan Türklerin alın teridir.

Çalışkan Türklerin ahlarıdır, vahlarıdır.

Ah yerde kalmaz.

Türk çalışkanları!

Sevininiz.

Şunun için ki:

Büyük devrimi yapan parti, ona dayanan hükümet, gözyaşlarını silecektir.

Ahı yerde bırakmayacaktır.

Artık ticaret serbestisi, haydutların elinde bir korunma kalkanı gibi kullanılmayacaktır.

Hürriyet ve serbestlik namusluların, çalışkanların olacaktır.

Kemalist rejim budur.

(İzmir, 18 Eylül 1935)


Birlik bayrağı altında

Biz, birlik istiyoruz.

Tehlike olsun olmasın birlik istiyoruz. Birlik bayrağı altında tehlikelerin üstüne yürümek istiyoruz.

Hangi tehlikeler demeyiniz. Bu tehlikeler bir hayaldir demeyiniz.

Türk İnkılabı, Fransız İhtilali’nden daha müşkül, daha çetin şartlarla çevrilidir.

Fransa İhtilali, Batı’da Batı esaslarıyla Batı’yı yenileştirmek davasını müdafaa etti.

Türk İnkılabı Doğu’yu Batı’ya naklediyor.

Düşününüz ki, Türklük yüz asıra bakan, yüz asırla perçinlenmiş bir Doğu medeniyetinin içinden Batı’ya geçiyor. Bu sarsıntısız olmaz. (...)

Tehlikelerle çevrilmişiz...

Yabancı tehlikesi vardır, çalışıyorlar.

Şeriatçılar tehlikesi vardır, çalışıyorlar.

Hilafet, saltanat tehlikesi vardır, çalışıyorlar.

Şurada burada muhalefeti geçim vasıtası yapmak, hırslarını muhalefete doyurmak isteyenler vardır, çalışıyorlar.

Hırsızlar, çapulcular vardır, çalışıyorlar. (...)

Bazı noksanlarımız olabilir.

İdealist arzulara uymayan şeyler, yerinde olmayan bazı işler, bazı hareketler bulunabilir.

Türk milleti hesabına paylaşmayacağımız hiçbir şey yoktur. Her şey milletindir.

Eksiklikleri ayrılıkla değil, birbirimizi eleştire eleştire birlikte, elbirliğiyle yoluna koyabiliriz.

Mutlaka birleşeceğiz.

İktidar yanlısı, muhalif ayrımını tanımıyoruz bile. Biz tarihin kaydedebildiği en büyük bir davanın bayrağı altında toplanmış Türk ihtilalcileriyiz, o kadar...

(Anadolu, 13 Ağustos 1931)


Kravatlı eşkıyalar

Çocuktum.

Babamla çiftliğimize giderdik.

Bindiğimiz faytonun önünde, ardında bir iki silah bulunurdu.

Faytonu süren bile silahlıydı!

Babama sorardım, derdim ki;

ÆÊBu adamlar neden silahlıdır? Ne yaparlar?

- Bizi muhafaza ediyorlar.

ÆKime karşı?

- Eşkıyaya!

ÆÊEşkıya ne yapar?

- İnsanları dağa kaldırır! Soyar! Paralarını alır!

ÆBaşka? İnsan öldürürler mi?

- Hayır! Para verilirse öldürmezler.

ÆÊBu eşkıyalar kimlerdir?

Babam anlatırdı:

- Çakırcalı, Gökdeli, Kamalı...

Daha bir sürü isimler!

Gene şurada burada işitirdim, duyardım.

Derlerdi ki:

- Çakırcalı para almış. Köprü yaptırmış. Fukara kızları evlendirmiş. Çeşmelere su akıtmış!..

Şimdi...

Yüzüm avuçlarımın içinde düşünüyorum.

Yüzümü avuçlarımın içinden çıkaramıyorum.

O kadar utanıyorum.

Bugün.

Beş yüz bin Türk üreticiyi soyanlar var!

Beş yüz bin Türk üreticiyi soyan kravatlı eşkıya var!

Bunların enine boyuna, ellerini sallaya sallaya yemiş çarşısında, çarşı-pazarda dolaştıklarını, hürmet itibar gördüklerini düşündükçe...

Bunların hálá söz sahibi olduklarını görüp duydukça...

Utanıyorum! (...)

Bunların eşkıyadan farkı nedir?

Başlarının melonlu, boyunlarının kravatlı olması mıdır?

Evet, Harmandalılı Mehmet kasketli idi.

Lakin Harmandalılı iki kişi, üç kişi soydu.

Yaptıklarının cezasını darağacında çekti.

Fakat kravatlı eşkıya...

Bütün bir ömür beş yüz bin üreticiyi haraca bağlayan, üç beş kravatlı eşkıyaya ne olacak?

İkram, izzet mi görecek?

(Anadolu Gazetesi, 9 Ekim 1933)
Yazının Devamını Oku

Bu aileyi tanımayan bu ülkeyi anlayamaz

15 Mart 2009
Baba, Musul doğumlu bir Kürt; Said-i Nursi’nin avukatı. Anne, Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’in torunu. Oğullarından biri ateist-solcu, diğeri İslamcı münevver.
Kızların biri Kadıköy Kız Koleji Müdürü, diğeri avukat. Damat ses sanatçısı. Gelinleri ise, Türk basınının en köklü ailesi Talu’ların -şarkı sözü yazarı- kızı. Peki, bu aile bize neyi anlatıyor?

TARİH 9 Şubat 2000.Sahrayıcedit Camii musalla taşında bir tabut.Yeşil örtülü tabutun başında sessizce ağlayan 72 yaşındaki ateist bir ağabey; Selahattin Hilav...Felsefeci, çevirmen ve denemeci Selahattin Hilav’ın adını duymayan solcu herhalde yoktur. Çünkü, Türkiye’de aydınlanma felsefesi ve sosyalizmin anlaşılmasında büyük katkıları oldu. Marx, Sartre, Diderot, Schopenhauer, Garaudy, Foucault öğrenmek isteyip de Selahattin Hilav’ın çevirilerini eline almayan yoktur.

Cami avlusunu dolduran 40-50 kişinin çoğu; 66 yaşında hayata gözlerini kapayan Necmettin Hilav’ın, kitaba-okumaya meraklı, temiz beyaz sakallı İslamcı arkadaşları.

Hepsi büyük bir nezaketle ve üzüntüyle Selahattin Hilav’a başsağlığı diledi.

Cemaat sonra hep birlikte cenaze namazı için saf tuttu.

Selahattin Hilav imamın hemen arkasındaydı...

Solcu aydın Selahattin Hilav

Ateist bilim adamının, imamın arkasında saf tutması ne anlama geliyordu!

Hem Doğulu hem Batılı olabilmenin inceliğiydi aslında bu.

Marksizm’in "yabancılaşma" kavramını Türkçe’ye ilk onun sokmasının nedeniydi bu.

Nesimi Divanı’nı, İbn Haldun’u, Platon’u, Eşari’yi, Hegel’i, Marx’ı, Nietzsche’yi, Lefebvre’i, Freud’u harmanlamaktı bu.

Aydınlanmacı Batı felsefesinin zihni eğitiminden geçmiş bir Doğulunun zarafetiydi bu. Onu yoğuran kültürüne saygıydı bu.

Selahattin Hilav’ın "yerli Marksizm" arayışlarına girip, Asya Tipi Üretim Tarzı konusunda çalışmalar yapmasının sebebiydi bu.

Onu, Paris Sorbonne’a gönderip Marksist olmasına vesile olan kimdi biliyor musunuz; İstanbul Erkek Lisesi’ndeki felsefe öğretmeni, sosyalist-İslamcı Nurettin Topçu!

Necmettin Hilav ’nihrir’ idi

Sahrayıcedit Camii avlusunda bulunanların hemen hepsi, Necmettin Hilav gibi Nurettin Topçu’nun "rahle-i tedrisatı"ndan geçti.

Ne yazık ki, baş davası ahlak olan o nesil bugün artık kaybolmak üzere. Onların yerini kimlerin aldığını yandaş medyada görüyorsunuz sanırım!

Necmettin Hilav, yaşam biçimi ve kişilik olarak ağabeyinin zıddıydı.

İTÜ mezunu, yüksek mimar idi. Uzun yıllar Merkez Bankası’nda çalıştı.

Hiç evlenmedi.

İngilizce, Fransızca, Almanca ve Latince’yi rahatlıkla anlıyordu; Arapça, Farsça ve Osmanlıca’ya çok hákimdi.

Evliya Çelebi’yi, Naima’yı, İbn-i Sina’yı, Farabi’yi özgün metinlerinden okudu.

İslami bir hayat tarzı benimsedi; örneğin ağabeyinin tersine ağzına içki koymadı.

Ama sanmayınız ki yobazdı. Münevverdi.

Beyazıt, Tünel ve Kadıköy’deki sahaflara gitmek dışında pek evden çıkmazdı. Sürekli okurdu.

Tek kusuru -yine ağabeyinin tersine- yazmayı sevmemesiydi. Yani "nihrir" idi; çok okuyan, çok bilen, ama yazmayan kişi!

Sadece küçük defterlerine notlar aldı. Bunların yayınlanmasını istemedi.

Birçok merakı vardı; bunların başında keman çalmak ve sahaflardan kitap toplamak geliyordu. Hat sanatıyla ilgiliydi. Eski cilt sanatıyla uğraşıyordu. İslam paraları uzmanıydı. Yelkenli kullanmayı seviyordu.

Necmettin Hilav, Başıbüyük Mezarlığı’nda toprağa verildikten sonra, Selahattin Hilav kardeşinin Suadiye’deki evine taşındı.

Ve, o da ölene kadar 5 yıl o evde yaşadı.

Baba, Said-i Nursi’nin avukatı

Farklı görüşe mensup iki erkek evlada sahip baba kimdi?

Baba ne solcuydu ne sağcı!

Baba, Kürt siyasal hareketinin tanınmış isimlerinden biriydi...

Mihri Bey, 1885 Musul Dise Köyü doğumluydu. Babası, "Küçük Molla" diye bilinen Mela Mahmud bir din adamıydı.

Babasının annesi üzerine kuma getirmesine kızıp 17 yaşında İstanbul’a geldi. Fatih Medresesi’nde Dağıstanlı Hoca Hüseyin Hüsnü Efendi’nin öğrencisi oldu.

Birkaç yıl sonra aynı medresede dersiam/müderris olarak görev yaptı.

Hocasının kızı, Şeyh Şamil’in torunlarından Şaziye Hanım ile evlendi.

Genç yaşından itibaren Osmanlı’daki Kürt siyasal hareketlere sempati duydu. 1912’de kurulan Kürt öğrenci derneği Hevi’nin kurucuları arasında yer aldı. Şeyh Said davasında yargılandı.

Irak’taki Jin Dergisi’ne de, Musa Anter’in çıkardığı Dicle’nin Kaynağı Dergisi’ne de makaleler yazıp gönderdi. Ağabeyi Mehmed Miftizade, 1959’da Tahran’da yayına başlayan Kürdistan Gazetesi’nin başyazarıydı.

Fransızca, Arapça ve Farsça’yı çok iyi bilen Mihri Bey, Kürtçe’nin tüm lehçe ve şivelerine hákimdi. İlk Kürtçe gramerin yazarıydı.

"Bir Fuzuli’nin Divanı" ve "Ahlak Yükseliş Kaynağı ve Mutluluk Ocağı" adlı kitaplar yazdı.

Cumhuriyet ile medreseler kapanınca Mihri Bey önce edebiyat öğretmenliği yaptı. Sonra hukuk fakültesini bitirerek avukat oldu. Müvekkillerinden biri Said-i Nursi (Kürdi) idi.

Gerek kitaplarında gerekse sohbetlerinde herkese -ve dolayısıyla çocuklarına- Doğu kültürünü aşıladı; divan edebiyatını sevdirdi; İslam felsefesini öğretmeye çalıştı.

Mihri Bey, spora çok meraklıydı. Yüzmeyi seviyor, ata binmekten zevk alıyor ve ava çıkıyordu.

1956 yılında vefat eden Mihri Bey, yaşamının sonuna kadar Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüne inandı. Çocuklarını öyle yetiştirdi.

O bu ülkenin namuslu, aydın bir Kürt’üydü...

Gelin, Çiğdem Talu

Kürt siyasal hareketlerine sempati duyan bir babanın iki oğlu dışında üç kızı daha vardı.

Hilav Ailesi’nin en büyük çocuğu Lamia Hilav’dı. Coğrafya öğretmenliği ve Kadıköy Kız Koleji müdireliği yaptı.

Hilav Ailesi’nin her perşembe günü yaptığı toplantılar onun evinde oluyordu. Kızı Suğra Öncü, dayısı Selahattin Hilav gibi çeviriler yaptı. Virginia Woolf’un "Kendine Ait Bir Odası" eserini çevirdi.

Lamia’nın bir küçüğü, "iki numara" Süheyla Hilav’dı.

Ailenin en hassas ve özverili olanıydı. Babasının isteği üzerine avukat oldu. Kızı Üzra Nural, dayısı Selahattin Hilav ile birlikte Germain Bazin’in "Sanat Tarihi" eserini çevirdi.

Selahattin ve Necmettin’den sonra en küçük kardeş Leyla Sönmezocak’tı. Eşi radyo sanatçısı, tasavvuf musikisine vakıf Rahmi Sönmezocak’tı.

Aileye gelinleri sadece çapkınlığıyla ünlü Selahattin Hilav getirdi.

İlk eşi (gazeteci, politikacı İsmail Cem’in kardeşi) Alev İpekçi’ydi.

İkinci eşi ise (Recaizade Mahmud Ekrem’in torununun kızı), Türk pop müziğinin en iyi şarkı sözü yazarlarından Çiğdem Talu (Gazeteci Umur Talu’nun ablası) idi. Bu evlilikten doğan Zeynep Talu da şarkı sözü yazarı olarak annesinin yolunda başarıyla ilerliyor.

Uzatmayalım...

Hilav Ailesi’ne ait bilgileri alt alta yazınca karşınıza ne çıkıyor:

Türkiye mozaiği!

O halde...

Ajda Pekkan ile Aynur’un birlikte Kürtçe şarkı söylemesine korkmadan eşlik edelim.

Bunun, kültürel hayatı "tek tip"e dönüştürmek isteyen küreselleşmeye karşı direnç olduğunun farkında olalım.

Charles Darwin Türkler hakkında ne düşünüyordu

TÜBİTAK’ın Charles Darwin’e sansürü çok eleştiri aldı. Yasağı savunanlar da çıktı; ne yazdılar biliyor musunuz: "Darwin zaten Türk düşmanıydı!" Kuşkusuz bunun olan bitenle hiçbir ilgisi yoktu. Ama biz yine de -madem konu açıldı-, Darwin’in Türklere bakışını yazalım.

TARİH 6 Ekim 1876.

"Bulgar Dehşetleri ve Doğu Sorunu" adlı kitap çıktı.

Yazarı eski İngiltere Başbakanı William Gladstone idi.

Kitabın adından da anlaşılacağı gibi Gladstone, "Barbar Türklerin" bağımsızlık isteyen Bulgarlara neler yaptığını yazmıştı.

Liberal Parti genel başkanlığını da yapmış olan 67 yaşındaki Gladstone’a göre, Bulgaristan’da yaşananlar, "insanoğlunun bütün tarihi boyunca değilse bile, en azından bu yüzyılda kaydedilen en alçakça ve en karanlık zulümdü!"

Kitap bir ay içinde 200 bin adet sattı.

Gladstone, İngilizlere bir çağrıda bulunarak, "ıstırap içindeki Hıristiyan Bulgarlara yardım etmek" için para toplayacak yardım komiteleri kurulmasını istedi. Liberal Parti taraftarları toplantılar düzenlediler.

Liberal Parti, Charles Darwin’in baba ve anne tarafının üç kuşaktır sadakatle bağlı oldukları bir partiydi.

Darwin, okuduğu Gladstone’un kitabından ve bu toplantılardaki söylevlerden çok etkilendi. 19 Eylül 1876’da "Bulgaristan Yardım Sandığı"na 15 sterlin bağışladı. Daha sonra, 10 ve 15 sterlin olmak üzere iki kez daha bağışta bulundu.

8 Aralık 1876’da Londra’da düzenlenen ve dönemin birçok aydınını bir araya getiren Doğu sorunu toplantısının gönüllü destekçisi oldu.

Toplantının sonuç bildirgesine göre, Balkanlar’da insan hakları ihlalleri hemen son bulmalı; Osmanlı’da hemen acilen reformlar yapılmalı ve İngiltere, Rusya ile ittifak kurmalıydı.

Charles Darwin de bu görüşteydi.../images/100/0x0/55eb6108f018fbb8f8bd4c1b

Bir parantez açmak istiyorum: Madem Darwin’in bilimsel eserlerini değil Türkleri sevip sevmediğini tartışıyoruz, o halde bu notu eklemeliyim.

Londra’daki Doğu sorunu toplantısının yapılışına, konuşmalarına ve sonuç bildirgesine kim karşı çıktı biliyor musunuz: Karl Marx.

Marx, Rus Çarlığı’nı hep bir tehlike olarak gördü. Gladstone’un Bulgaristan ve Rusya taraftarı tavırlarını eleştiren üç makale yazdı. Rusya’nın Polonya’daki zulmünü görmeyip, Osmanlı’nın Bulgaristan’da yaptıklarını protesto etmenin riyakárlık olduğunu belirtti.

Marx, Balkanlar’da sırf Hıristiyan oldukları için yüceltilen köylülere karşın, "Muhammed’in çocuklarının bütün Hıristiyan sahtekárlara ve ikiyüzlü gaddarlık tacirlerine karşı aldıkları sağlam, şerefli tutumu" yüceltti.

Ve Marx, Türkler aleyhindeki bu toplantılara destek verdiği için Darwin’i eleştirdi.

(Doğu sorunu -Asya Tipi Üretim Tarzı- gibi birçok Marksist kavramı Türkçe’ye kazandıran kimdi; Selahattin Hilav.)

Charles Darwin, Balkanlar’da ne olduğunu kuşkusuz bilmiyordu; sadece derin saygınlığı ve hayranlığı olduğu lideri William Gladstone’un yazdıklarından etkilenmişti.

Gladstone ikinci bir kitap daha çıkardı: "Katliam Dersleri."

Bu kitap daha çıkmadan önce Gladstone, yakın dostlarına bu eserini okudu. Bunlar arasında Darwin de vardı.

Bu kitaplar Darwin’in Türkler hakkında edindiği tek bilgilerdi.

Ancak...

Bir yıl sonra Rusya’nın, boğazları ve Avrupa’yı tehdit edecek hale gelmesi üzerine Darwin, Çarlık’a sempatisini bir kenara bıraktı. İngilizlerin Rusya’yı durdurmak için İstanbul’a gönderdiği Maurice adlı gemiye destek için 10 sterlin bağışta bulundu.

Yine de Darwin ölene kadar okuduğu iki kitabın etkisinden kurtulamadı. Avrupa’daki birçok aydın gibi o da "Türklerin barbar" olduğunu düşündü.

Keşke Darwin bu yazıyı da okusaydı!/images/100/0x0/55eb6108f018fbb8f8bd4c1d

Bizim topraklarda kardeşlik öyküsü çok. Bu hafta Çanakkale Savaşı yıldönümü olduğu için hikáyemize buradan başlayalım.

ADI Hafız Kemal idi.

Çanakkale Savaşı’nda taburun imamıydı.

Savaşın başladığı ilk gün, tarih 18 Mart 1915.

Dört arkadaşıyla tarlada yüzükoyun yatıp hücum emrini bekledi.

Emir gelince...

Elindeki Kuran-ı Kerim ile ilk o fırladı.

Yanında "Allah Allah" diye bağıran İstanbullu bir arkadaşı vardı.

Tertibi Yahudi’ydi. (Adı bilinmiyor; belki Yuda Hekim, belki Aram Salamon.)

Şarapnel yanlarına düştü.

Yahudi arkadaşıyla birlikte yaralandı. Hemen sağlık çadırına götürüldüler.

Doktorları, Hafız Kemal’in kardeşi çıktı: Dr. Vasıf.

Hafız Kemal kolundan yaralıydı. Yahudi arkadaşının durumu ağırdı.

Doktor Vasıf önce Yahudi Mehmetçik ile ilgilendi. Ama kurtaramadı.

Hafız Kemal derme çatma o sağlık çadırından gazi olarak çıktı.

Ve istisnasız her 18 Mart’ta, başta İstanbullu Yahudi arkadaşı olmak üzere Çanakkale’de şehit düşenler için, Mehmet Çavuş Abidesi önünde mevlit okudu.

Hafız Kemal din adamıydı; Tophane Camii, Süleymaniye Camii’nde görev yaptı; başmüezzin oldu.

Güreş, yüzme, okçuluk gibi sporlara meraklıydı. İstanbul Ok Spor Kulübü’nü kurdu.

Musikiye áşıktı.

İlk müzik öğretmeni Kasımpaşa Küçük Piyale Camii İmamı Cemal Hoca’ydı.

İstanbul Radyosu’nun kuruluşunda yer aldı ve yayınlara katıldı.

Türkiye’nin en iyi mevlithanı olarak ünlendi; ezan, kaside okuması çok tutuldu.

Plak doldurdu.

Sadece mevlit kaydı yapmadı. Geleneksel fasıl icrası anlayışıyla şarkılar, gazeller okudu.

Türkiye’yi temsil için Paris ve Atina’da konser verdi.

Hafız Kemal’in gerek yurtdışı çalışmalarında, gerekse plak kayıtlarında kendisine uduyla eşlik eden bir müzisyen dostu vardı:

Rum Yorgo Bacanos!

Rum Yorgo Bacanos çaldı, Hafız Kemal söyledi yıllarca...

Musevi arkadaşıyla omuz omuza ölüme koşmak; Hıristiyan arkadaşıyla ortak kaderi paylaşmak bu topraklara özgü değil miydi?

Aradan yıllar geçti...

Soyadını Atatürk’ün verdiği Hafız Kemal Güzelses, 1939’da vefat etti.

Ve seneler içinde Hafız Kemal’in ismi de, üzerinde "Memleketimizin Medar-ı İftarı Mevlithan-ı Şehir" yazan plakları da unutuldu gitti.

Bir gün...

İki solcu müzik adamı; Üsküdarlı Sünni Cemal Ünlü ve Tuncelili Alevi Hasan Saltık el ele verip, Hafız Kemal Bey’in o kayıp plaklarını tek tek bulup "Hafız Kemal Bey" CD’si çıkardılar!

Charles Darwin, bizim buna benzer hikáyelerimizi hiç duymadı, görmedi ve okuyamadı. Bu toprakların kardeşliğinden haberi olmadı.

Niye biliyor musunuz?

Bugün Darwin’e yasak getiren bu kafa, yıllarca matbaaya karşı çıktı; ardından iki elin parmağı kadar çıkarılan kitaplara sansür uyguladı da ondan!
Yazının Devamını Oku

’Son Osmanlı Padişahı’nın dedesi Bakatalı Tayyip

8 Mart 2009
Başbakan Erdoğan, metrobüs hattının açılışında bir pankartla karşılandı: "Son Osmanlı Padişahı I. Recep Tayyip Erdoğan!" Başbakan Erdoğan’ın ailesinin Osmanlı Sarayı ile bir ilgisi var mıydı? Dede Bakatalı Tayyip, Rize’de İttihatçıların fedaisi miydi? Karadeniz’deki Ermeni ve Rum tehcirinde görev aldı mı? Savaşta nasıl ortadan kayboldu?Bakatalı Tayyip’in bilinmeyen hikáyesi.

TARİH, 8 Mart 1916.Ruslar, Rize’yi işgal etti.Yöre halkı evini, bahçesini, hayvanını bırakıp Trabzon’a doğru kaçmaya başladı.

Ruslara en büyük yardımı Karadeniz’deki Rum ve Ermeni çeteler yaptı.

İki yıl önce İstanbul’dan Rize’ye gelen ve buradaki yerli halkın katılımıyla gücünü artıran Teşkilat-ı Mahsusa fedaileri, bu kez işgalci güçlere karşı çete savaşı vermeye başladı.

Bu İttihatçı fedailerin arasında yörede "Bakatalılar" olarak bilinen aileden kimseler var mıydı?

Teşkilat-ı Mahsusa

Tarih, 17 Kasım 1913.

Ayrılıkçı çetelerle, onların yöntemlerini kullanarak gayri nizami harp yapmak amacıyla paramiliter Teşkilat-ı Mahsusa kuruldu.

Teşkilat, Harbiye Nezareti’ne bağlıydı. Beş kişilik çelik çekirdek yönetim kadrosu vardı: Dr. Nazım, Dr. Bahaeddin Şakir, Yüzbaşı Atıf (Kamçıl), Binbaşı Süleyman Askeri, Emniyet Müdür Muavini Cemal Azmi.

Başkan, Süleyman Askeri idi.

Teşkilatın iki birimi vardı: Harici ve Dahili.

Harici bölüm, düşman topraklarına gerilla tipi akınlar yapmak, cephe gerisinden sızarak sabotaj eylemleri düzenlemek, düşman hakkında istihbarat toplamak, propaganda yapmak.

Dahili bölüm ise, yurtiçinde asayişi sağlamak, mahalli güçleri örgütlemek, propaganda yapmak.

Sadece askerler değil siviller de -Mehmet Akif’ten (Ersoy) Said-i Nursi’ye, İzmir’de ilk kurşunu atan Hasan Tahsin’den şair Mehmet Emin’e (Yurdakul) kadar- gönüllü olarak teşkilata katıldı.

Her kesimden ve görüşten insanı tek yüksek hedef birleştirmişti: Vatanı savunmak! Bu nedenle Kafkasya’dan Hindistan’a, Avrupa’dan Arabistan çöllerine kadar; sonuçta ömrünü çoktan tamamlamış bir imparatorluğu yeniden diriltmek için öldürdüler, öldüler, esir düştüler.

Tarih, 1 Kasım 1914.

Ruslar, karadan ve denizden Karadeniz’e harekáta başladı.

Rus donanması Karadeniz kıyılarını bombalarken, kara ordusu Artvin’i işgal etti.

Aynı günlerde Teşkilat-ı Mahsusa fedaileri İstanbul’dan Karadeniz’e geldi ve merkezi Trabzon’da bulunan Lazistan Müfrezesi Komutanlığı kuruldu. Bölgedeki neredeyse tüm erkekler silah altına alındı.

Kimler yoktu ki gönüllüler arasında; Tuzcuoğlu Memiş Grubu, Basaoğulları, Alemdaroğulları, Sipahioğulları, Mataracılar vs.

Bakatalı Tayyip bunlar arasında mıydı? Bilinmiyor!

Ermeniler kurmayı düşündükleri Büyük Ermenistan sınırları içine Doğu Karadeniz’i katmak istiyorlardı. Rumlar da Ermenilerle ittifak halindeydi.

Savaş sırasında Rus ordusuna destek veriyor, cephe gerisinde ayaklanma çıkarıyorlardı.

Trabzon vilayeti salnamesinde merkez, Canik, Rize ve Gümüşhane’de 50 bin 233 Ermeni vardı. Hepsi değil ama önemli bir bölümü iç bölgelere tehcir edildi. Ancak göç yollarında saldırılar, hastalıklar ve nakliye araçlarının olmaması yüzünden binlerce Ermeni öldü.

Bu arada sadece Ermenilere tehcir yapılmadı. 16 Haziran 1916’da eli silah tutan 15-50 yaş arasındaki Rumlar da Karadeniz’den uzaklaştırıldı.

Bu tehcir sırasında Bakatalı Tayyip görev yaptı mı? Bilinmiyor!..

Kahraman Laz uşakları

Ermeni ve Rum tehcirlerine rağmen, Sarıkamış’ta büyük kayıp veren Osmanlı Ordusu, Rusların Karadeniz harekátını durduramadı. Rus Ordusu, Trabzon’a kadar yaklaştı.

Teşkilat-ı Mahsusa müfrezelerinin mevcudu bin kişiye kadar düştü. Bu fedailerin de tek yapabildikleri; Rus askerlerinin kıyafetlerini giymek ve içlerine sızıp eylem yaparak Rusları durdurmaktı.

Rizeli Pekmezli Köyü’nden Serdümen Recep, Çakıroğullu İsmail Ağa, İkizdereli Süleyman Sırrı, Mataracı Mehmet, Pazarlı Talatorzade Fevzi, Rizeli Lazoğlu Mustafa, kahramanlıklarıyla örnek oldular.

Rusya’daki Bolşevik devrimi sonucu Ruslar çekilmeye başladı.

Fakat Ermenilerin Karadeniz’i bırakmaya hiç niyeti yoktu. Teşkilat-ı Mahsusa ile aralarında kanlı çarpışmalar oldu. Rize, 2 Mart 1918’de kurtarıldı.

Bakatalı Tayyip kayıptı...

Bakatalı Tayyip kayıp

Potamya; Rize’nin Güneysu İlçesi’nin Osmanlı dönemindeki adıydı.

İlçeye bağlı Tepebaşı (Singaz) ile Dumankaya (Pilihoz) köylerini birbirinden ayıran ve "Ayane Dağı" olarak bilinen tepede, Rus işgalinden kalma çadır direkleri bugün hálá mevcuttur.

Başbakan Erdoğan’ın baba tarafı Pilihozludur.

Babası bu köy doğumlu; Ahmet Erdoğan.

Dedesi Bakatalı Tayyip.

Kafkasya’dan geldikleri söyleniyor. Başbakan Erdoğan’a göre Gürcüler.

Yöre halkına göre Bakatalılar, Çeçen ya da Çerkez.

(Dr. Turgut Günay’ın "Rize İli Ağızları" kitabına baktım, "Bakata" sözcüğünü bulamadım.)

Bakatalı Tayyip hakkında hemen hemen hiç bilgi yok.

Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nda kayboldu.

Bir iddiaya göre köylülerle girdiği cami kavgasında köylüler tarafından öldürüldü.

Rize’deki çarpışmalar sırasında şehit düştüğü de söyleniyor. Düzenli orduda mı görev aldı; yoksa Teşkilat-ı Mahsusa müfrezelerinde mi yer aldı, pek bilinmiyor.

İttihatçı fedailere katıldığı yorumları da yapılıyor.

Dedesi konusunda Başbakan Erdoğan da -belki de sorulmadığı için- bugüne kadar hiç konuşmadı.

Başbakan’ın biyografisini anlatan kitaplarda da Bakatalı Tayyip’in adı yok.

Pilihoz Köyü’ndeki sarp kayaların olduğu tepenin en üstü, Ruslarla çarpışarak ölenlerin anısına "Şehitlik" adıyla bilinmektedir.

Kim bilir Bakatalı Tayyip de isimsiz kahramanlardan biridir.

Kayıp Bakatalı Tayyip, arkasında dul bir eş ve bir oğul bıraktı; Ahmet.

Küçük yaşta babasız kalan Ahmet’i, bir iddiaya göre amcası, bir diğer iddiaya göre üvey babası Molla Yunus büyüttü.

Molla Yunus seferberlikte askere alınmadı; anlatılanlara göre, bunun sebebi çevrede eli kalem tutan eğitimli tek kişinin o alması.

Bakatalı Tayyip pek anımsanmasa da Molla Yunus ilçede tanınmış biri. İlginç bir karakter:

Gerek Osmanlı döneminde İttihatçılara ve gerekse milli mücadele döneminde Kuvayı Milliye’ye destek veren Molla Yunus’un, Cumhuriyet devrimlerinin halk tarafından anlaşılması ve benimsenmesinde de önemli katkıları olduğu dile getiriliyor. Keza Rize’de Latin harflerini ilk öğrenen ve halka öğreten kişi olarak anılıyor. Rize’deki şapka devrimine karşı çıkan yobazlara karşı duruşuyla hatırlanıyor.

Ahmet Erdoğan genç yaşında aynı köyden Fatma Hanım ile evlendi. 1929’da oğlu Hasan, bir yıl sonra da ikinci oğlu Muhammed dünyaya geldi.

Ahmet Erdoğan, ailesini köyde bırakıp İstanbul’a göçtü. Bütün göçmen Rizeliler gibi denizcilik yaparak hayatını kazandı. İstanbul’da Tenzile Hanım’la ikinci evliliğini yaptı. Bu evlilikten de iki oğlu, bir kızı oldu; Mustafa, Vesile ve "Son Osmanlı Padişahı I. Recep Tayyip Erdoğan!"

Berlin’de unutulan iki mezarı kim getirecek

TALAT Paşa’nın Berlin’de öldürülmesinin üzerinden 13 ay geçmişti...

Said Halim Paşa’nın Roma’da vurulmasının ardından ise 4 ay...

Tarih, 17 Nisan 1922.

Yer Berlin...

İttihatçı Dr. Bahaeddin Şakir, eşi Cenan Hanım, Talat Paşa’nın dul eşi Hayriye Hanım, eski Trabzon Valisi Cemal Azmi, eşi Müzeyyen Hanım, oğlu Kemal Ekmel’in nişanlısı, annesi ve Resuhi Bey gece misafirlikten dönerken Ermeni teröristlerin saldırısına uğradılar.

Dr. Bahaeddin Şakir ve Cemal Azmi şehit oldu.

Tıpkı Talat Paşa gibi onların naaşı da İstanbul’daki İngilizci hükümet tarafından istenmedi.

Yıllar sonra Adolf Hitler, Türk-Alman ilişkilerini kuvvetlendirmek için özel bir jest yapıp Talat Paşa’nın naaşını 25 Şubat 1943’te Türkiye’ye gönderdi.

Bahaeddin Şakir ile Cemal Azmi’nin mezarı ise bunca yıla rağmen Berlin’de unutuldu gitti.

Tıpkı Ömer Naci’nin mezarının Kerkük’te unutulduğu gibi.

Tıpkı ilk Türk hava şehitlerinin mezarlarının Şam’da unutulduğu gibi.

Tarih, 27 Haziran 1926.

"Ermeni Suikast Komiteleri Tarafından Şehit Edilenlerin Ailelerine Verilecek Emlak ve Arazi" hakkında yasa çıktı.

Talat Paşa’nın eşi Hayriye Hanım; Dr. Bahaeddin Şakir’in eşi Cenan ve oğulları Alp ile Celasin; Cemal Azmi’nin eşi Müzeyyen Hanım ve oğlu Yüzbaşı Kemal Ekmel ve diğer şehitler yasadan yararlandırıldı.

İsimlerini Ziya Gökalp’in, soyadlarını Atatürk’ün verdiği Alp Erk ve Celasin Erk ile anneleri Cenan Hanım’a İstanbul Osmanbey’de dört katlı bir ev verildi.

Cenan Hanım bu dört katlı evinin alt katlarını kiraya vererek çocuklarını büyüttü. 1937’de Cenan Hanım vefat edince bu bina Emniyet Sandığı’na olan bir ipotekten dolayı satıldı.

Ve bu bina sonra ne oldu dersiniz; Ermeni Okulu!

Ermeni teröristlerin Dr. Bahaeddin Şakir ve Cemal Azmi’yi öldürmelerinin nedeni belliydi.

Ermeni tehciri sırasında Cemal Azmi, Trabzon Valisi’ydi.

Dr. Bahaeddin Şakir ise Teşkilat-ı Mahsusa’nın Doğu Bölgesi sorumlusuydu.

Her ikisi de binlerce Ermeni’nin ölümünden sorumlu muydu? Bu konuda tek belge yoktur.

Sadece 8 Mart 1919’da kurulan Divan-ı Harbi Örfi’nin verdiği gıyabi tutuklama kararı vardır. Yargılanmamışlardır. Mahkeme, Almanya’ya kaçmış olan Dr. Bahaeddin-Cemal Azmi gibi İttihatçıları Almanya’dan resmen istedi. Fakat Alman hükümeti, mahkeme kararının siyasi olduğunu öne sürerek bu isteği reddetti.

Suçlu-suçsuz tartışmaları-polemikleri günümüzde hálá sürüyor. Sürmelidir de.

Ancak bu tartışmalar sürerken, Dr. Bahaeddin Şakir’in iki kimsesiz Ermeni çocuğunu evlatlık alıp İstanbul’a getirdiği de gözden kaçmamalıdır. Bu çocuklardan biri İstanbul Filarmoni Orkestrası’nda yıllarca görev yapmıştır.

Her şeyi tartışalım. Sorulardan korkmayalım.

Ama bu arada Ermeni teröristler tarafından şehit edilen Dr. Bahaeddin Şakir ve Cemal Azmi’nin Berlin’deki mezarını getirelim.

Kızsak da, sövsek de, sevsek de onlar bizim tarihimiz.

ANALİZ

Cumhuriyet mitinglerine niye düşmanlar

ÜZERİNE basa basa yazıyorum:

Ermeni tehciri sırasında yapılan katliamlar bizim tarihimizin yüz karasıdır. Bunun hesabı görülmelidir. Böylece Temmuz Devrimi (II. Meşrutiyet) üzerindeki gölge kalkmalıdır.

Bazı liberal aydınlar, son dönemde konuyu İttihatçılar ve Kemalistlerle hesaplaşma noktasına getirmek istemektedir.

Oysa bilinir ki, İttihatçılar ve Kemalistlerin ayrı yönleri çoktur.

Ama ısrarla, sistematik bir şekilde aynı/benzer gösterilmeye çalışmaktadırlar. Neden?

Aslında mesele salt bizim topraklara özgü değildir. Küreselleşmeyle ilgilidir.

Ülkemizde her yeni gibi görünen "düşünce", ne hikmetse önce Batı’da doğar, sonra bizim "tercüme yazarlarımız" tarafından ülkemize ulaştırılır.

Bugün fikir hayatımızda estirilen "düşünce terörü"nün benzerini Fransızlar da yaşadı.

20 yıl önce Fransa’da 1789 İhtilali’nin 200. yılı nedeniyle sert tartışmalar oldu. Sözde tartışmanın özü, "despotizme karşı demokrasi"ydi!

"Demokrasi"den ne kastedildiği muğlak olsa da, "despotizmin" ne olduğu belliydi: Jakobenizm!

Bir siyasal hareket hangi koşullarda doğmuş, nasıl örgütlenmiş ve neyi hedeflemiş gibi soruların tartışılması gerekirken, aynı Türkiye’de olduğu gibi Fransa’da da, devrimlere karşı toptan bir karalama kampanyası başlatıldı.

Bunun öncüleri ABD’li neo-conlar ve onların takipçileri Avrupalı liberaller ile yeni solculardı.

Bugün bizde Enver Paşa’lar, Mustafa Kemal’ler nasıl yerin dibine batırılmak isteniyorsa; dün Fransa’da Robespierre, Danton, Marat da, tarihi referanslar aranmadan, sadece ideolojik sloganlara indirgenerek karalamalara maruz bırakıldılar.

20 yıl önce Fransız medyasında ne varsa bugün Türkiye medyasında o tartışma var! Maksat aynı; "demokrasi" sözcüğüne sığınarak, tarihsel birikimler konusunda sürekli demagoji yapmak. Kafaları karıştırarak devrimci ruhu öldürmek. Başkaldırma düşüncesini yok etmek. Tarihte gelinen son noktanın, neo-liberalizm olduğunu beyinlere şırınga etmek!

Bu nedenle neo-liberaller, Jakobenliği şiddet kullanarak kurulmuş tüm keyfi diktatörlüklerin adı haline getiriveriyor. "Saddam da cumhuriyetçiydi" sözünün nereden çıktığını sanıyorsunuz?

Amaç belli; aydınlanma idealleri unutturulmak isteniyor. Jakobenlerin baş sloganı "cumhuriyetçilik" bu nedenle hedef alınıyor. Türkiye’deki Cumhuriyet mitinglerinin suç haline getirilmesi çabası bunun sonucudur.

Muhalefet edenlerin "darbeci" gösterilmeleri bunun sonucudur.

Ve bu nedenledir ki, bugün Jakoben/devrimci/Cumhuriyetçi olduğunu söylemek hayli cesur olmayı gerektirmektedir.
Yazının Devamını Oku

Hitler’in hedefindeki ilk gazete Almanya’nın ’Hürriyet’i oldu

1 Mart 2009
İngiltere’de The Times, ABD’de New York Times, Fransa’da Le Monde neyse Almanya’da da Vossische Zeitung oydu.
1704 yılında kurulmuştu. Sahibi Almanya’nın en büyük yayıncı ailesi Ullstein idi. Liberaldi. Köşe yazarları içinde her siyasal görüşten yazar vardı. Hitler, sivil diktatörlüğüne ilk adımını basını susturarak attı. Öncelikle hedefinde Vossische Zeitung Gazetesi ve onun Genel Yayın Yönetmeni Georg Bernhard vardı.

TARİH, 15 Mart 1933.Demokratik seçimle iktidara gelen Adolf Hitler, III. Reich’ı ilan etti.

Yedi ay sonra...

Tarih 4 Ekim 1933.

Alman basın kanunu çıktı.

Gazetecilik "kamu mesleği" sayıldı. Bu yasayla basın, devlet (dolayısıyla Nazi) propagandası yapmak zorundaydı. Anlayacağınız, gazeteciler "devlet görevlisi" haline dönüştürüldü.

Ve o günden sonra günlük gazetelerin yazı işleri müdürleri her sabah, Halkı Bilgilendirme ve Propaganda Bakanlığı’ndaki Gözetim ve Talimat Merkezi’nde Bakan Joseph Goebbels (ya da yardımcısı) başkanlığında toplandı. Bu toplantıda hangi haberin yayımlanacağı, haberin nasıl yazılacağı, nasıl başlıklar atılacağı ve başyazının ne üzerinde olacağı bildirilirdi.

Şehir dışındaki küçük gazetelere ve dergilere de bu emirler yazılı olarak geçilirdi.

Yazı işleri müdürü olmak için Naziler’e yakın "ari/temiz ırktan" olmak gerektiğini yazmama gerek yok herhalde. /images/100/0x0/55eb5409f018fbb8f8ba34ba

Daha sonra gazetecileri "disipline etmek" amacıyla özel profesyonel kurullar oluşturuldu. Bunlar, gazetelere/gazetecilere para cezası kesmeye, basın birliğinden atmaya kadar pek çok yetkiye sahipti. Basın odasından/loncadan atılma cezası almak, gazeteciliği bırakmak anlamına geliyordu.

Bu arada "Alman Basın Führeri" (Basın Odası Başkanı) kimdi biliyor musunuz; Hitler’in Birinci Dünya Savaşı’ndaki başçavuşu Max Amann! Gazete ve dergilerin kapatılması, onun iki dudağı arasındaydı.

Bu genel bilgilerden sonra gelelim hikáyemize...

Her görüşten yazar vardı

Vossische Zeitung, Almanya’nın en eski gazetesiydi.

1704 yılında yayın hayatına başladı.

Sahibi, Almanya’nın önde gelen yayın kuruluşlarının sahibi Ullstein Ailesi’ydi.

Bu köklü gazetenin yayın çizgisi liberaldi. Her görüşten köşe yazarı vardı.

Örneğin, 1751 ile 1755 yıllarında aydınlanma çağının büyük ismi Gotthold Ephraim Lessing, gazetede aylık bir ek çıkarırdı.

Prusya Kralı Büyük Frederick ve AEG’nin sahibi sanayici W. Rathenau gibi tarihi isimler de bu gazetede yazılar kaleme aldılar.

Keza, romantik romanın öncülerinden Theodor Fontane, gazetede tiyatro eleştirileri yazdı.

Evet, gazete tarihi boyunca yazarları arasında her görüşten yazarı barındırdı. Örneğin, edebiyatçı Willibald Alexis 1848 devrimini destekledi.

Uzatmayayım, ilginç bir bilgi ekleyeyim:

Yunanca "photos" (ışık) ve "graphien" (çizmek) sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelen "fotoğraf" sözcüğü ilk kez Vossische Zeitung Gazetesi’nin sayfasında yer aldı. Sonra evrensel bir sözcük oldu.

Gazete sadece Almanya tarihi için değil dünya basın tarihi için de önemli bir yayın organıydı.

Her şey Hitler’in iktidara gelmesiyle başladı.

Yayın Yönetmeni Georg Bernhard

1930’lu yılların başında Almanya’da üç büyük yayın kuruluşu vardı:

Mosse, Sherl ve Ullstein.

Hitler’in ilk hedefi Ullstein oldu.

Almanya’nın en büyük yayıncı kuruluşu Ullstein Ailesi; Vossische Zeitung, Berliner Illustrirte, BZ am Mittag, Berliner Morgenpost, Berliner Zeitung, Vossiche Zeitung, Deutsche Allgemenie Zeitung, Dame, Baumwelt, Verkehrstechnik, Herteren Fridolin, Grune Post isimli yayın organlarına sahipti.

Hitler öncelikle Vossische Zeitung’dan rahatsızdı. Etkisinin farkındaydı. Bu gazetenin, basının "amiral gemisi" olduğunu biliyordu. Gazetenin liberal yayın çizgisinden de, aralarında bulunan solcu yazarlardan da memnun değildi. Önce gözdağı vererek korkutmaya çalıştı. Olmadı.

Çünkü gazetenin tarihsel bir geçmişi vardı. Böylesine bir birikim öyle bir iki günde ters düz edilemiyordu.

Hitler bu kez hedefini gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Georg Bernhard’a çevirdi. Almanya’nın önde gelen gazetecilerinden Bernhard’ı tasfiye etmesi halinde basın üzerinde korku yaratacağını hesap ediyordu.

Bernhard’ın gazetenin başından ayrılması da yetmeyecekti; ülkeden ayrılmasını istiyordu.

Bernhard da korkuyordu; meslektaşları Carl von Ossietzky ve Walter Kreiser, sıradan haberleri bahane gösterilerek, gizli askeri bilgileri ifşa etme yoluyla vatan hainliği suçlamasıyla hüküm giyip Papenburg-Esterwegen toplama kampına atılmışlardı.

Benzer oyunun kendisine de oynanacağını anladı. Bernhard yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.

Ardından Vossische Zeitung’da büyük bir kıyım yapıldı, onlarca gazetecinin-yazarın işine son verildi.

Mesele sadece gazetecinin-yazarın, mesleğinden olması değildi.

Örneğin:

Lothar Erdmann (1888-1939): Vossische Zeitung muhabiriydi; Sachsenhausen toplama kampında 1939’da katledildi.

Else Ury (1877-1943): Vossische Zeitung’da müstear isimle yazılar yayımlıyordu. 1943’te Auschwitz toplama kampında katledildi.

Heilig Bruno (1888-1968): Vossische Zeitung muhabiriydi; 1933’te Viyana’ya sığındı, Almanlar işgal edilince 1938’de siyasal tutuklu olarak Dachau toplama kampına hapsedildi.

Fritz Heymann (1897-1943): Yazardı; Auschwitz toplama kampında 1943’te katledildi.

Jakob Cahnmann (1893-1942): Gazeteciydi; 1942’de Auschwitz toplama kampında katledildi.

Acı örnekler çok...

Ne ilginç değil mi, bugün Türkiye’de yandaş medyadaki bazı köşe yazarları, solcuların köşe yazarı olmasından rahatsızlık duyup, gazete patronuna "Bunların işine son verirseniz AKP ile ilişkileriniz düzelir" diye yazıyorlar! Yetmiyor. Kimi sözde köşe yazarları da solcu yazarları Ergenekon savcılarına hedef gösteriyor, "Bunları da sorgulayın" diye yazmaktan utanmıyorlar. Ne günlere kaldık değil mi? Neyse...

Biz yine dönelim Vossische Zeitung’un kapatılış öyküsüne.

Yandaş basın yaratıldı

Genel Yayın Yönetmeni Bernhard yurtdışına kaçtı ama Vossische Zeitung’un Propaganda Bakanlığı’yla sorunları giderilemedi.

Propaganda Bakanlığı’nın 5 Mart 1934 tarihli kararı: Amerikan ordusundaki yolsuzluk skandalları haberleri verilmeyecek.

7 Mart 1934 tarihli kararı: Dr. Goebbels’in New York Times’a verdiği mülakat olduğu gibi yayınlanmayacak; resmi Alman basın bürosunun verdiği kopya yayınlanacak.

9 Mart 1934 tarihli kararı: Dr. Goebbels söz konusu toplantının sözünü etmeye değer olup olmadığına ilişkin görüş bildirinceye kadar New York’ta düzenlenen "Hitler’e Karşı Uygarlık" mitingi haber yapılmayacak.

Bu ve benzeri haberler konusunda Vossische Zeitung ile Propaganda Bakanlığı hiç anlaşamadı. Tarihi gazete, yeni döneme uyum sağlamakta zorlandı.

Ve sonuçta...

Tarih, 1 Nisan 1934.

Faşist baskılara dayanamayan Almanya’nın en etkili liberal gazetesi Vossische Zeitung, 230 yıldır devam eden yayınına son vermek zorunda kaldığını açıkladı: "Vossische Zeitung adlı gazetemizin yayınına son verdik. Acı da olsa, gönüllü ama mantıksal olarak gazetemizin bu ayın sonunda kapatılması kararı aldık."

Resmi açıklamada pek açık verilmese de herkes Hitler rejiminin baskısı sonucu bu kararın alındığını biliyordu.

Böylece Alman tarihinin en eski yayın kuruluşu kapandı. Gazete kapandığında yazarları arasında (Fosforlu Cevriye’nin yaratıcısı) Suat Derviş de vardı. Gazetenin sanat dergisi Querscnitte’e yazıyordu. Vossische Zeitung kapanınca Türkiye’ye döndü...

Peki, Ullstein Ailesi’nin hisselerini kim aldı dersiniz?

Hitler’in başçavuşu Max Amann; Alman Basın Führeri! Max Amann, baskılar sonucu kapanmak zorunda kalan yayın organlarını çok düşük fiyatla satın alıp "yandaş medya" oluşturuyordu!

Gazeteleri, dergileri kim için alıyordu dersiniz? Naziler’in yayın kuruluşu Eher Verlag için!

Demek o tarihte "ahbap-çavuş" ilişkileri apaçıktı. Örtüye gerek duymuyorlardı.

Sıra diğer ailede

Her diktatör gibi Hitler de, basını ele geçirmeden amacına ulaşamayacağını iyi biliyordu. Sivil faşist rejiminin baskısı sonucu ilk kapanan gazete Vossische Zeitung oldu.

Hitler, Ullstein Ailesi’ni basın dışına attıktan sonra sıra bir diğer basın imparatoru aileye gelmişti: Mosse Ailesi.

Bu ailenin dünyaca tanınmış, 1872 doğumlu liberal gazetesi Berliner Tage- Blatt, Naziler’in hedefine girdi.

Önce Genel Yayın Yönetmeni Theodor Wolff’u tasfiye ettiler. Wolff yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. Eğer kaçmasaydı; Hitler’in provokasyon amacıyla yaktırdığı Alman Parlamentosu (Reichstag) davasının sanığı olacaktı.

Berliner Tage-Blatt’ın genel yayın yönetmenliğine, 1 Nisan 1934’te gazetenin dış haberler bürosundan Paul Scheffer getirildi.

Liberal Scheffer’in yurtdışı bağlantıları çok sağlamdı ve Hitler’in şimdilik bu bağlantılara ihtiyacı vardı.

Ve Hitler ne zaman bu dış desteğe ihtiyaç duymadı; 1939’da bu gazeteyi de kapattırdı.

Bakınız, tarihte örnekleri çoktur ve acıdır:

Gazetenin sahibi Hans Lackman-Mosse, Hitler’in iktidara gelmesi için büyük destek vermişti. Yayın kuruluşları; Berliner Morgenzeitung, Berliner Tageblatt, Berliner Volk-Zeitung, 8-Uhr Abendolatt, Annocen-Expedition, Rudolf-Mosse-Code, Hitler’in propaganda araçları gibi çalışmıştı.

Sonuçta Hitler, ihtiyacı kalmayınca Mosse Ailesi’nin de üzerini çiziverdi!

Nazi diktatörlüğü iktidarını güçlendirdikçe, gazeteler bir bir kapanır ya da el değiştirirken basın piyasası "kraldan fazla kralcı" gazetelere/gazetecilere kaldı.

Almanya’nın üçüncü büyük gazetesi Frankfurter Zeitung, genel yayın yönetmenliğine Londra muhabiri Rudolf Kircher’i; Almanya’nın tutucu gazetesi Deutsche Allgemaine Zeitung ise genel yayın yönetmenliğine yine Londra’da muhabirlik yapmış Karl Zilex’i getirdi.

Meydan artık koltuk hırsına kapılmış, bilgisi, birikimi olmayan gazetecilere kaldı.

Almanya’da basın, hem sermaye hem de yönetici/yazı işleri olarak hızla el değiştirdi.

Sonra neler olduğunu biliyorsunuz.

Mustafa Kemal, 30 Kasım 1929’da Almanya’nın "Hürriyet"i Vossische Zeitung muhabirine şu demeci verdi: "Korku üzerine bir iktidar inşa edilemez."
230 yıllık gazete, Hitler’in faşist baskısıyla kapandı

Vossische Zeitung, Almanya’nın en etkili liberal gazetelerindendi. Her görüşten köşe yazarı, gazetede düşüncelerini serbestçe açıklayabiliyordu. 1704 yılında yayın hayatına atılan Almanya’nın bu en eski gazetesi, Hitler’in iktidara gelmesiyle faşist baskılara dayanamayarak 1934’te kapanmak zorunda kaldı.

Almanya’nın ’Bekir Coşkun’u/images/100/0x0/55eb5409f018fbb8f8ba34bc

Kurt Tucholsky

KURT Tucholsky (1890-1935) devrin en önemli Alman gazetecilerinden biriydi.

Gazeteciliğe öğrencilik yıllarında başladı.

Üslubu, taşlama (hiciv) idi.

Aynı zamanda, kabare yazarı, şarkı sözü yazarı, romancı ve şairdi.

Toplumcu gerçekçiydi.

Kendisini demokrat, barışsever ve anti-militarist olarak tanımlıyordu.

Toplumu eleştirmekten de geri durmuyordu.

Özellikle Yahudilere, "Hitler’e karşı mücadele etmiyorlar" diye sitem ediyordu.

Yahudilikten çıkıp Protestan oldu.

Yazılarında "göbeğini kaşıyan adama" değil ama "kesesi kabarık zenginlere", Hitler’i destekliyorlar diye çok yüklendi.

Hitler’in yoluna kırmızı halı döşeyen işadamlarına, eski kurt politikacılara ateş püskürdü.

Hitler iktidara gelmeden önce halkı uyaran yazıları en çok o kaleme aldı.

Makalelerinde sürekli gelmekte olan tehlikeye işaret etti.

Yargı ve polis içindeki Naziler’e dikkat çekti.

Hitler’in başbakanlığının ülkeyi nereye götüreceğini hayal etmek bile istemiyordu.

Tucholsky yırtınıyordu. Gelmekte olan fırtınaya dikkat çekiyor ama kimse görmek istemiyordu.

1930’lu yılların başında, tüm uyarılarının duymazlıktan gelinmesi ve cumhuriyet, demokrasi ve insan hakları için yapmış olduğu girişimlerinin etkisiz olduğunu anlaması Tucholsky’yi derinden yaraladı.

Almanya’yı terk etti. İsveç’e yerleşti.

1933 yılında Naziler, kitabı Weltbühne’yi yasakladı. Ayrıca, Tucholsky’nin kitaplarını yaktılar ve onu vatandaşlıktan çıkardılar.

Gönüllü sürgünlük yaşadığı İsveç onun bir yerde mezarı oldu. Çenesini tuttu, "Okyanusa karşı ıslık çalınmaz" diyordu. Çok yazamadı.

Önceleri saygı duyduğu fakat daha sonra Hitler rejimini destekleyen Norveçli şair Knut Hamsun’la hesaplaşmak için sert bir yazı yazmayı planladı, ama buna yetecek enerjiyi bulamadı.

Tek yapabildiği, ölüm kampında bulunan gazeteci arkadaşı Carl von Ossietzky’ye 1935’te Nobel Barış Ödülü’nün verilmesi için çalışmak oldu..

20 Aralık 1935 tarihinde evinde çok sayıda uyku hapı aldı. Bir gün sonra komaya girmiş halde bulundu ve Götebourg’daki Sahlgrensche Hastanesi’ne götürüldü. 21 Aralık akşamı orada yaşamını yitirdi.

Yıllarca Tucholsky’nin intihar ettiği söylendi.

Son zamanlarda, Tucholsky biyografisini yazanlardan Michael Hepp, bu tezle ilgili şüphelerinin olduğunu ve dikkatsizlik sonucu ölmüş olabileceğini ileri sürdü. Hitler rejiminin öldürdüğü de söylentiler arasındadır.

Tucholsky’yi gerçekte öldüren, ülkesinde olanlara karşı bir şey yapamama umutsuzluğuydu.
Yazının Devamını Oku