Soner Yalçın

Türk soykırımı için özür dileyen Fransız solcu lider öldürüldü

21 Aralık 2008
Bir grup liberal aydının peşine takıldık ve neredeyse üç-beş ayda bir onların topladıkları imza metinlerini tartışmaktan yorulduk. Bu kez gündemde 1915 tehciri nedeniyle Ermenilerden özür dileme kampanyası var. Ben de bu fırsattan yararlanıp Balkanlar’da Türklere yapılan soykırımı anlatmak için Fransa’ya giden Osmanlı heyetinin yaşadıklarını anlatayım. Heyet hangi ünlü siyasi isimlerden oluşuyordu? Paris’te kimlerle görüştüler? Neler anlattılar? Ve heyetin anlattıkları karşısında şaşkınlığa uğrayan Fransa solunun efsanevi ismi Jean Jaures, Türk heyetine ne önerdi? YIL 1913. Osmanlı Devleti 1910’da başlayan Balkan Savaşı faciasını atlatamamıştı.Hálá camilerinde, dergáhlarında, vakıf binalarında, okullarında binlerce Rumelili muhacir kalmaktaydı. Yoksulluk yetmezmiş gibi salgın hastalıklara karşı bir şey yapılamıyordu. Özellikle küçük çocuklar, ölüme karşı koyamıyordu.

İstanbul’a kaçıp sığınan Balkan göçmenleri yine de kendilerini şanslı sayıyordu.

Yüzlerce yıldır yaşadıkları topraklardan hiç de iyi haberler gelmiyordu; kaçamayan Türkler katlediliyordu.

Son yıllarda Balkanlar’da Osmanlı’ya karşı sistemli bir oyun oynanıyordu:

Terör eylemi yapanlar, katliam gerçekleştiren Sırp, Bulgar, Yunan gibi bağımsızlıkçı milliyetçiler, Avrupa basınını etkileme konusunda da çok başarılıydılar. "Türkler barbar, Türkler bizi katlediyor" propagandasıyla Avrupa kamuoyunu yanlarına çekmişlerdi.

Avrupa basını, araştırma zahmetine katlanmadan ayrılıkçı terör örgütlerinin verdiği her yalan bilgiyi gazete manşetlerine taşıyordu.

Ayrılıkçı teröristlerin baltayla başını kopardıkları Türk köylülerinin fotoğrafları bile Osmanlı’nın vahşeti olarak gösteriliyordu.

1913 başında Babıáli darbesiyle tekrar iktidara gelen İttihat ve Terakki, hem kendi meşruiyetini hem de Balkanlar’daki gerçekleri anlatmak için bir heyet oluşturup Fransa’ya gönderdi.

Üç kişilik heyet

Osmanlı heyeti üç kişiydi:

Şûra-yı Devlet Reisi Halil Bey, İzmir Valisi Rahmi Bey ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen ismi Dr. Nazım.

Dr. Nazım, Selanik 1912’de Yunanlılara geçtiğinde esir düşmüş ve daha yeni esaretten kurtulmuştu. Heyete dahil edilmesinin nedeni, İttihatçıların kaçak Paris döneminde çok fazla Fransız aydını ve gazeteciyi tanımasıydı.

Keza Halil Bey ve Rahmi Bey de 1908 Temmuz Devrimi (II. Meşrutiyet) öncesi Paris’te bulunmuşlardı. Ve samimi oldukları Fransız politikacılar vardı.

Üç kişilik Osmanlı heyeti, daha birkaç yıl önce kaçak yaşadıkları Paris’e bu kez devlet görevlisi olarak gittiler.

Heyeti Paris Büyükelçisi Mehmed Rifat Paşa karşıladı. Elçilikte kimlerle görüşüleceği planlandı. Gerekli randevular alındı.

İlk görüşme, Fransız sosyalistlerinin yayın organı L’Humanite’nin kurucusu ve yazarı sosyalist Jean Jaures olacaktı.

Jean Jaures’in tavsiyesi

55 yaşındaki Jean Jaures, Fransız sosyalistlerinin önde gelen ismiydi. Paris Komünü bastırıldıktan sonra dağınık durumdaki solun toparlanmasında ve eski gücüne gelmesinde büyük rolü vardı.

Dr. Nazım ile yıllar önce Paris’te tanışıp dost olmuşlardı. Bu nedenle eski dostuna hemen randevu vermişti.

Jean Jaures, misafirlerini Paris banliyösündeki ufak köşkünün büyük kütüphanesinde kabul etti.

Hal hatır sorulduktan, konyaklar yudumlandıktan sonra Dr. Nazım önce Babıáli Baskını’na neden mecbur bırakıldıklarını, bundan sonra nasıl bir politika izleyeceklerini anlatıp sözü Balkan Savaşı’na getirdi. Avrupa basınındaki haberlerin aksine Rumeli’de Türklere soykırım yapıldığını; topraklarını bırakıp kaçan Türk köylülerinin yollarda katliamlara uğradığını belgelerle/fotoğraflarla göstererek anlattı.

Jean Jaures söylenenlerden etkilendi; fotoğraflardan ve katliama uğramış binlerce Türk’ten ilk kez haberdar olduğunu söyledi. Daha önce yazdığı makaleler için özür diledi. Türklere yapılan soykırımın duyurulması için bundan sonra elinden gelen tüm çabayı göstereceğini söyledi.

Ve bu arada şunu ekledi:

"Bu gibi felaketler her millet için mukadderdir. Umutsuz olmayınız. Yalnız sizin için daha büyük bir tehlike belirmektedir. Ermenistan’da ıslahat propagandası başladı. Korkarım ki Ruslar son darbeyi vurmak için bunu ele almış olmasınlar. Kendiliğinizden oralarda esaslı ıslahatlara başlayın, belki tehlikeyi bu suretle önlemiş olursunuz."

Burada araya girip bir not eklemeliyim:
Paris’ten dönen Halil (Menteşe) Bey, Jean Jaures’in Ermeni meselesine ilişkin sözlerini başta Sadrazam Mahmud Şevket Paşa ve Dahiliye Nazırı Talat Paşa ile paylaştı. Ve İttihatçılar reform yapmak için hemen adım atmak istediler. Bu konudan İngiltere’yi haberdar etmek için Londra Sefiri Tevfik Paşa’yı devreye soktular. Ancak ne oldu dersiniz: Rusya’nın (ve müttefikini kızdırmak istemeyen İngiltere’nin) muhalefetiyle karşılaştılar! Yılmadılar. Ermeni Cemaati’nin önde gelen isimleriyle ev toplantıları yaptılar; yıllardır birlikte siyaset yaptıkları Ermenilere Rusya’nın oyununa gelmemelerini rica ettiler. "Geliniz ıslahatı elbirliğiyle yapalım" dediler.

Ermenilerin bazıları ikna olacakken bu kez ne oldu dersiniz; 1914 Mart ayında Kürtler ayaklanıp Ermenileri keserek Bitlis’in yarısını ele geçirdiler. Neyse, bu haftanın konusu bunlar değil. Merak edenler, "Halil Menteşe’nin Anıları" adlı kitaba bakabilir. Ancak sahaflarda bulabilirsiniz; artık bu tür kitapların yeni baskıları yapılmıyor!

Başbakan Edouard Herriot

Üç kişilik Osmanlı heyeti, gelecekte Fransa’nın başbakanı olacak Edouard Herriot gibi dönemin önde gelen solcu politikacılarıyla da görüştüler. Ancak kimse Balkanlar’daki Türk soykırımıyla ilgilenmiyordu. Gündemde artık sadece Ermeni meselesi vardı.

Yunanlılar, Sırplar, Bulgarlar dün nasıl Avrupa kamuoyunu etkilediyse bugün de Ermeniler benzerini yapıyordu. Propaganda malzemeleri ve metotları birebir aynıydı. Yani, Türkler zalim ve barbar; Ermeniler ise alabildiğine masumdu!

Avrupa’daki Ermeniler, çalışmaları sırasında bulundukları devletlerin sonsuz maddi ve manevi desteğini alıyorlardı. Bir başka ifadeyle Avrupa devletlerinin tamamına yakını Ermenileri, Osmanlı Devleti aleyhine desteklemekte ve hatta teşvik etmekteydi.

Osmanlı Paris Büyükelçisi Mehmed Rifat Paşa, İstanbul’a çektiği telgrafı konuğu Dr. Nazım’a gösterdi.

Telgrafta; Paris’te bulunan Ermenilerin hükümete yakın çevrelerin yönlendirmeleriyle hareket ettikleri ve yine bunların teşvikleriyle Fransız gazetelerinde Osmanlı Ermenilerinin her türlü zulme uğradıklarını iddia eden makaleler yayınlattıkları ve Fransız hükümetinden zulmün durdurulması için gerekli girişimlerde bulunmasını istediklerini belirtmekteydi.

Jaures’in son sözü

Halil Bey, Rahmi Bey ve Dr. Nazım Bey Paris’e, Balkan katliamını anlatmak için gitmişlerdi, ama Ermeni meselesiyle karşılaşmışlardı. Lobi faaliyetlerinde yine geç kalınmıştı. Çaresiz yurda döndüler.

Bu arada Osmanlı heyetinin anlattıklarından etkilenen ve Türklere yönelik insan hakları ihlalleriyle ilgili makale yazan barışsever-solcu lider Jean Jaures, aşırı milliyetçi Raove Villain tarafından 31 Temmuz 1914 tarihinde akşam yemeğini yediği Croissant adlı kahvede vurularak öldürüldü.

Ve bir gün sonra Fransa’da seferberlik ilan edildi; sebebi Jean Jaures’in suikasta uğraması değildi; Fransa Birinci Dünya Savaşı’na girmişti.

Jean Jaures’in öldürüldüğü haberini alan Dr. Nazım, sosyalist dostunun şu ünlü sözünü anımsamış mıydı acaba:

"Yurtseverliğin azı, enternasyonalizmi zayıflatır, yurtseverliğin çoğu enternasyonalizmi güçlendirir; enternasyonalizmin azlığı yurtseverliği zayıflatır, enternasyonalizmin çoğu yurtseverliği güçlendirir."

Türk solunun efsanevi ismi Mihri Belli, bu sözü çok sever ve her fırsatta söyler. Peki, bizim enternasyonalist imzacılar, sosyalist lider Jean Jaures’in bu sözünü anımsıyorlar mı acaba? Hiç sanmam.

93 Harbi: On günde 80 bin göçmen

Savaş nedeniyle, sadece 15-24 Ocak 1878 tarihleri arasında, yani on günde Rumeli’deki katliamdan kaçıp İstanbul’a gelen Türk muhacir sayısı 80 bindi. Bu savaş, Ermeniler için neden milat oldu?

RUMELİ’den sadece 20’nci yüzyılın başındaki Balkan Savaşları sonucu göçmen gelmedi. İlk büyük göç "93 Harbi" diye bilinen Osmanlı-Rus Savaşı’nda (Mayıs 1877-Mart 1878) oldu.

Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi, "Tarihçe-i Vak’a-i Zağra- Hercümerc-i Kıt’a-i Rumeli" adlı eserinde Balkanlar’dan İstanbul’a akın akın gelen göçmenlerle ilgili şunları yazdı:

"Rumeli’den boşanan yüz binlerce ahali araba ve hayvanlarla, trenle yahut yaya, gece veya gündüz demeyip İstanbul’a döküldüler. Son nefesteki canlarını, Payitaht-ı Saltanat’a ve İstanbulluların merhametine attılar.

Sirkeci mevkii, Ayasofya, Sultanahmet, Yenicami, Nuruosmaniye ve diğer camilerle birçok mektep ve binaların avluları ve bütün meydanlar mahşere döndü.

Trenler tasavvur olunmaz bir halde geliyordu. Vagonların içi ve üstü, erkek kadın, kucak kucağa istif olmuş, yanları hatta ön ve arkadaki zincirlerin üstleri insanla örülmüş idi. Soğuktan donarak düşenler, istasyonlarda hasta kalanlar hesapsızdı. Bunların çoğu hastalıktan ve soğuktan kırıldı. Allah’ın hikmeti, o günlerde şiddetli fırtınalar, kar ve yağmurlar durmayıp bu biçarelerin üstünden geçti.

Vagonlardaki sıkışıklık ve ıstırap içinde lohusalar ve nice anneler yavrularıyla telef olup gittiler."

Araştırmalara göre sadece 15-24 Ocak 1878 tarihi arasında, yani on günde İstanbul’a 80 bin muhacir gelmişti. 93 Harbi sonucu Balkanlar’dan yaklaşık 200 bini aşkın Türk muhacirin geldiği tahmin ediliyor.

1910-1914 arasında Balkanlar’dan kovulan, katliamdan kaçan Türk göçmen sayısının ise 645 bin olduğu söyleniyor.

Peki ya kaçamayıp öldürülen Türkler? Sayının kaç olduğunu bilen yok!

Bilinen, Ermeniler 93 Harbi’nden sonra tarih sahnesine çıkıp, "Madem bazı milletler isyan edip bağımsız devlet oluyor, biz neden olmayalım" diyerek silaha sarılıp ayaklanmışlardır.

Yani, 1915 Ermeni tehcirine bir günde gelinmemiştir.

Türk aşuresinden Ermeni anuşuna

GELECEK hafta muharrem ayı başlıyor.

Muharremin 10. günü aşure günü.

Aşure gününün her dine ve mezhebe göre anlamı var:

1-Allah, Hz. Musa’ya aşure gününde bir mucize verip, denizi yararak Firavun ile ordusunu sulara gömdü.

2-Hz. Nuh’un gemisi aşure günü karaya çıktı.

3-Hz. Yunus, balığın karnından aşure günü kurtuldu.

4- Hz. Ádem’in tövbesi aşure günü kabul edildi.

5- Hz. Yusuf, kardeşlerinin atmış olduğu kuyudan aşure günü çıkarıldı.

6- Hz. İsa, o gün dünyaya geldi ve o gün semaya yükseldi.

7-Hz. Davud’un tövbesi o gün kabul edildi.

8-Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail o gün doğdu.

9-Hz. Yakub’un, oğlu Hz. Yusuf’un hasretinden dolayı kapanan gözleri o gün görmeye başladı.

10- Hz. Eyyub, hastalığından o gün şifaya kavuştu.

Oruç günü

Hz. Peygamber, Medine’ye hicret ettiğinde orada yaşayan Yahudilerin oruçlu olduklarını öğrendi. "Bu ne orucudur?" diye sordu. Yahudiler, "Bugün Allah’ın Hz. Musa’yı düşmanlarından kurtardığı, Firavun’u boğdurduğu gündür. Hz. Musa, şükür olarak bugün oruç tutmuştur" dediler.

Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Biz, Musa’nın sünnetini ihyaya sizden daha çok yakın ve hak sahibiyiz" buyurdu ve o gün oruç tuttu, tutulmasını da emretti.

Yani, muharremin onuncu günü, Yahudilerin Yom Kipur, kefaret/günahlardan arınma gününe denk gelmektedir ve Yahudiler o gün oruç tutarlar.

Aşure, İslam öncesi cahiliye dönemi Arapları arasında kutsal bir gün olarak biliniyor ve oruç tutuluyordu. Hz. Ayşe şöyle demektedir:

"Aşure, Kureyş kabilesinin cahiliye döneminde oruç tuttuğu bir gündü. Resulullah da buna uygun hareket ediyordu. Medine’ye hicret edince bu orucu devam ettirdi ve başkalarına da emretti. Fakat ramazan orucu farz kılınınca kendisi aşure gününde oruç tutmayı bıraktı. Bundan sonra Müslümanlardan isteyen bugünde oruç tuttu, isteyen tutmadı."

Türkiye’de muharrem ayında oruç tutanlar genellikle Alevilerdir.

Bunun nedeni, Hz. Hüseyin’in muharremin onuncu gününde Kerbela’da şehit edilmesidir. Şiiler ve Aleviler için muharrem ayı, yas ayıdır. Muharrem ayının biri ile onu arasında oruç tutarlar. Et yemezler, yeni giysi giymezler, su içmezler, gülmezler, onuncu günü ağlayıp dövünürler. Yas bittikten sonra Hz. Hüseyin’in Kerbela’da yoldaşlarının getirdiği yiyeceklerin karışımıyla yaptığı aşureyi yapıp komşularına dağıtırlar.

Yahudiler ve Müslümanlar için kutsal olan aşure günü, Ermeniler için de önemlidir.

Ermeniler, 25 Aralık ile 6 Ocak arasında yaptıkları tatlı çorbaya "anuş" derler. Hz. İsa’nın doğumunu müjdelemek için yaparlar. Bu tatlı çorbanın malzemeleri, Hz. Nuh’un gemisinin karaya oturduğunda hayvanları kesmemek için bütün gıda artıklarından yaptığı gibi, her yiyecek karıştırılarak yapılır.

Yani anuşun içindeki malzemeler ve hazırlanışı, aynen Müslümanların aşuresi gibidir. Ermeniler de komşularına ikram ederler. Rumların "koliva"sının hazırlanışı ve tadı farklı olmakla birlikte o da dinsel ritüelin bir parçasıdır.

Ortak payda

Demem odur ki; Anadolu’da farklı dinden olmalarına rağmen kültürleri bu kadar birbirine benzeyen halkların ayrılıklarını değil de birlikteliklerini ön plana çıkarmamız daha barışçıl olmaz mı?

Neden hep geçmişteki kötü günler/olaylar anımsanıyor da, dostluklar-kardeşlikler yazılıp konuşulmuyor?

93 Harbi’nde Osmanlı’nın bir karış toprağının yitip gitmemesi için koşa koşa ölüme giden Ermeni taburundan neden kimse bahsetmez? Ortak paydalarımız yerine iki halkı birbirine düşman edecek meselelerin üzeri neden hep kaşınmaktadır?

Türkiye’yi sürekli geren bir avuç liberal aydının amacı nedir?
Yazının Devamını Oku

Ekonomik krizden zengin çıkan bir padişah: II. Abdülhamid

14 Aralık 2008
Dünya finans kriziyle yatıp kalkıyoruz. Bayram tatili bitince borsa ve dövizin ne olacağının merakı içindeyiz.
Bu topraklar benzer mali krizi 19’uncu yüzyılın son çeyreğinde de yaşadı. Ve o mali krizi, borsada akıllı oynayarak lehine çeviren bir Osmanlı hanedanı vardı: II. Abdülhamid! Akıl hocası kimdi? Dudak uçuklatacak serveti sadece borsada oynayarak mı kazandı? İşte farklı bir padişah portresi.

’ŞEHZADELİĞİMDE üç-dört ayda bir maaş çıkar, onu da kaime veya metelik para olarak verirlerdi. Ben de koyun ticareti yapardım. Maslak çiftliğinde ekin de ektirirdim, lakin ondan fayda olmazdı. Asıl fayda koyun ticaretindeydi. Senede beş-altı yüz merinos koyun getirirdim. Bunların yavrularını, sütünü, yapağını değerlendirir; kısır olanları kasaplara satardım. Ertesi sene başka sütlü koyunlar satın alırdım. Senede koyun başına bir mecidiye kár bırakırdı. Bu iş çok kárlıdır. (Boya maddesi) Üstübeç de Venedik’ten gelir, boyacılar kullanır, ben daha ucuza satardım. Herkes benden alırdı. Ondan da istifade ederdim. Diğer şehzadeler borç içindeydiler. Çünkü ticaret bilmezler, çalışıp kazanmazlardı. Kazanmak, iş yapmak da bir hünerdir.’

Şehzadeliği döneminde ticarete başlayıp Osmanlı’nın en zenginlerinden biri olan Sultan II. Abdülhamid’in servetinin kaynağı sadece buğday-koyun-boya ticareti miydi?

Bilinir ki, ticaret ve ekonomiyle yakından ilgilenen ilk Osmanlı padişahıydı. İlgisi sadece ticaretin pratiğiyle de sınırlı değildi. -19. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurmasına rağmen adı gölgede kalmış aydınlardan- Münif Paşa’dan iktisat dersleri aldı.

Ve bir gün...

Danışmanı Rum banker Zarifi

Şehzadeliği dönemiydi.

Osmanlı Devleti yayınladığı "irade-i seniye"yle borçlarını erteleme kararı almıştı. Çünkü hazinesi tamtakırdı.

Bu kötü ekonomiden Dolmabahçe Sarayı da etkilendi.

Şehzade Abdülhamid, zamanında alamadığı maaşını kırdırmak için saraya rahatlıkla girip çıkan, Osmanlı hanedanına borç para bulan Rum banker Yorgo Zarifi (1807-1884) ile tanıştı.

Yorgo Zarifi, kayınpederi Çelebi Dimitraki ile ortak "Zafiropulos&Zarifi" işletmesinin sahibiydi. Galata Borsası’nın en tanınmış isimlerinden biriydi.

Bankerler, Osmanlı Devleti’nin dış ticaret açıklarının kapatılması için gerekli olan yabancı kredileri bulan kişilerdi.

Bir yanda Galata bankerlerinden; G. Tubini, Mihran Düz Bey, Köşeoğlu Agop, J. Lorando, Mısırlı Andon Bey "Credit General Otoman" ile; diğer yanda Zarifi, Baltazzi, Boğos Mısırlıoğlu, Zafiripolos, Oppenheim, S. Sulabch, Kristaki, J. Kamondo "Societe Generale Ottomane" ile Osmanlı Devleti’nin iki kasası durumundaydılar.

Bankerler aynı zamanda Osmanlı hanedanı mensuplarının kişisel ihtiyaçları için de kredi/borç veriyorlardı!

Banker Yorgo Zarifi, sadece Şehzade Abdülhamid ile değil, veliaht Murad ve Padişah Abdülaziz’le de görüşüyordu.

Abdülhamid, kardeşleri arasında en çok Murad’ı seviyordu; onunla sıkça görüşüyordu. Banker Zarifi’yi onun aracılığıyla mı tanımıştı acaba? Bilinmiyor.

Bilindiği gibi Murad, amcası Sultan Abdülaziz’i tahttan indirmek için Midhat Paşa gibi siyasiler, Harp Okulu Komutanı Süleyman Paşa gibi askerler ve yukarıda isimlerini yazdığımız Yorgo Zarifi gibi bankerlerle işbirliği yaptı. Amacına ulaştı ama ruh sağlığı bozulduğu için tahttan indirildi.

Abdülhamid padişah olup fırsatını yakalayınca, amcası Abdülaziz ve çok sevdiği kardeşi Murad’ın başına gelenlerin tüm sorumlularını, -ayak işlerine bakanları bile- cezalandırdı. Ancak nedense Banker Zarifi’ye dokunmadı. Rum banker, Yıldız Mahkemesi’ne bile çıkarılmadı.

Niye acaba? İşin ucunda para vardı:

Abdülhamid’in şehzadeliği döneminde o kadar parası vardı ki cülus bahşişi olarak dağıtılan 60 bin altını kendi cebinden verdi. Servetinin kaynağı 1864 yılında Havyar Han’da faaliyete başlayan kambiyo ve menkul kıymetler borsasında Banker Zarifi aracılığıyla esham (hisse-borç senedi) alıp satmasıydı.

Zarifi, padişahın mali danışmanıydı; zenginleşmesinin aracıydı.

Bu nedenle Abdülhamid, Banker Yorgo Zarifi’ye dokunmadı.

Hatta...

Meclis-i Mebusan’ın 22 Ocak 1878 tarihli oturumunda, Aydın mebusu Hacı Ahmed Efendi bölgesindeki köylülerin palamut gelirlerine -devletten alacaklarına karşılık- el koyan Banker Zarifi’yi şikáyet etti.

Saray bu sözleri hiç duymak istemedi.

Borsa spekülatörü bir padişah

Rum tüccarlarına genellikle "çorbacı" deniyordu.

II. Abdülhamid de bu nedenle Banker Zarifi’ye hep "çorbacı" diye hitap etti.

Ve, "çorbacıdan" sadece finansal kurumların işleyişi hakkında özel bilgiler almakla kalmadı, parasını borsada nasıl değerlendireceği konusunda akıl da danıştı.

O dönemde de sıkça yapılan borsa spekülasyonlarından Banker Zarifi aracılığıyla yararlandı. Örneğin; 1873’ten başlayarak Avrupa’yı etkileyen mali krizden tutun da, Güney Afrika’da bulunan altın madenlerine kadar çeşitli spekülasyonlardan haberdar oldu.

Mabeyn başkátibi Tahsin Paşa "hatıratı"nda ilişkilerini şöyle yazdı:

"Mösyö Zarifi, Abdülhamid Efendi’nin iskonto ettiği maaşlarını gene kendi nezdindeki hesab-ı carisine kaydeder ve bunlara bir faiz yürüterek, gerek bunun hasılını ve gerek çiftliğinden ve diğer bazı emlak ve akarından aldığı gelirleri kárlı işlerde kullanırdı. Abdülhamid Efendi’nin, Mösyö Zarifi’yi sık sık kabul ederek her ziyarette kendisiyle para işleri hakkında görüştüğünü ve servetinin idaresini teftiş ve takip ettiğini saray emektarlarından işittiğim gibi bizzat kendisi de bunu anlatır dururdu."

Banker Yorgo Zarifi’nin adını taşıyan torunu Yorgo L. Zarifi’nin "Hatıralarım" adlı kitabında yazdığına göre ailece görüşürlerdi. Örneğin L. Zarifi doğduğunda II. Abdülhamid, Zarifiler’e hediye göndermiş; annesi Froso Zarifi de teşekkür için padişahın analığı Perestu Kadın’ı ziyaret etmişti.

Yine kitaptan öğrendiğimize göre Banker Yorgo Zarifi 27 Mart 1884’te vefat ettiğinde II. Abdülhamid ile arası bozuktu.

Banker Zarifi, 1877-78 savaşı sırasında devlete açtığı kredilerle savaşın finansmanına önemli katkıda bulunmuş fakat açtığı avansların yüksek faizleri ve ağır şartları padişahı bile rahatsız eder boyuta ulaşmıştı. Dargınlığın sebebi bu olabilir miydi? Ya da daha kişisel miydi? Neyse.

Banker Zarifi’nin ölümü aradaki soğukluğu giderdi, II. Abdülhamid banker Zarifi’nin başta eşi Eleni olmak üzere ailesini yemeğe davet etti. İlişkiler düzeldi.

"Bir sabah, Sultan’ın bir emir eri atıyla Galata’ya gelerek acilen babamla konuşmak ister. Babama saraydan beklendiğini iletir. Babam acilen Yıldız Sarayı’na gider. Sultan Hamid onu hemen kabul eder. ’12 sene önce’ der Sultan, ’Baban beni alacaklılarımın pençesinden kurtardı, borçlarımı ödedi ve mali durumumu düzeltti. Şimdi kardeşim Reşad aynı durumda. Onu bulunduğu çıkmazdan kurtarmanı rica ediyorum.’ Babam elinden gelen her şeyi yapacağına söz verir."

Banker Leonida Zarifi elinden geleni yapar, bir iki kez veliaht Reşad ile görüşmeye gider. Son gidişinden bir gün sonra Yıldız Sarayı’na davet edilir. II. Abdülhamid bu kez kızgındır. Sertçe, "Sen benim düşmanlarımla bir olup bana komplo mu kurmaya çalışıyorsun" der! Ardından artık kardeşinin hesaplarıyla ilgilenmemesini emreder.

II. Abdülhamid, bankerlerin amcası Abdülaziz’e ne yaptıklarını iyi biliyordu; banker Yorgo Zarifi’ye güveniyordu ama oğlu Leonida Zarifi’den emin olamamıştı.

Ancak zamanla güvenip onunla da işbirliği yapmayı sürdürdü.

Ve servetine servet katmaya devam etti...

II. Abdülhamid tutumluydu ancak saray harcamaları fazlaydı

II. Abdülhamid’in hep çok tutumlu olduğu yazıldı. Bireysel hayatında padişah belki tutumluydu ancak Yıldız Sarayı’nın harcamaları, diğer imparatorluk saraylarıyla karşılaştırıldığında sonuç şaşırtıcıydı. Rusya’nın harcamaları 34 milyon frank, İngiltere’nin 13.5 milyon frank, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ise 19.5 milyon franktı. Yıldız Sarayı’nın gideri ise 21 milyon franktı.

II. Abdülhamid’in mirası ne oldu

1908 Temmuz Devrimi olunca II. Abdülhamid, yeni gelen iktidara hoş gözükmek ya da İttihatçıların baskısıyla, 8 Eylül 1908’de bir kısım mal ve gelirlerini devlet hazinesine devretti.

31 Mart (1909) Ayaklanması’nı takiben tahttan indirilen II. Abdülhamid’in tapuya kayıtlı mallarının çok büyük bir kısmı devlet hazinesine geçirildi. Ancak Vahideddin 8 Mart 1920’de çıkardığı bir kararnameyle bu malları (işgalci ülkelerden kaçırmak için mi acaba?) tekrar Hazine-i Hassa’ya iade etti. Böylece II. Abdülhamid’in ailesine miras hakkı doğdu. Ancak işgal güçleri, Sevr Antlaşması’yla (madde 240) bu mallara el koydu.

II. Abdülhamid’in mirası Lozan Antlaşması’nın da gündemine geldi. Tam manasıyla çözülemedi. Öncelikli mesele, gayrimenkullerin bir bölümü Türkiye sınırları içinde değildi; artık o topraklar işgal edilip koparılmıştı. II. Abdülhamid’in ailesi yurtdışında bu topraklar, çiftlikler, petrol kuyuları vs. için dava açsalar da hiçbirini kazanamadılar. Almanya İmparatoru Wilhelm’in şahsi servetini iade edenler, nedense aynı hukuki hakkı II. Abdülhamid’in várislerine göstermediler!

3 Mart 1924’te Osmanlı hanedanı yurtdışına çıkarılınca padişahların tapuya kayıtlı tüm mal varlığına el konuldu. II. Abdülhamid’in várislerinden Bedri Felek, Müşfika Hanım ve daha sonra Müşfika Kayasoy ile Emsalinur Hanım çeşitli girişimlerde bulunsalar da istediklerini alamadılar.

Bu arada meseleyi çözeceğini belirtip devreye giren diş hekimi Sami Günzberg gibi hanedana yakın bazı "iş bitiriciler", mirasçılardan hayli para kopardılar.

Daha sonraki yıllarda hanedan mensuplarının yurda girişleriyle ilgili yasalar değiştikçe buna paralel miras davaları açıldı ama bunlardan da bir sonuç çıkmadı.

Son olarak üç yıl önce, II. Abdülhamid’in Fransa’da yaşayan torunu Cemil Adra dava açtı. Hukukçular, "Bugünkü yasalarımıza göre zor" deyip torun Adra’ya AİHM’ye gitmesini salık verdiler.

Yani sizin anlayacağınız, ölümünün 90’ıncı yılında II. Abdülhamid’in mirası hálá tartışma konusuydu.

Liberal ekonomiden yanaydı

ABDÜLHAMİD iktidara geldiğinde Banker Yorgo Zarifi artık 70 yaşına gelmişti. Ancak dinçti. Padişah’ın en çok huzura kabul ettiği banker olmakla kalmamış, en çok görüştüğü kişi olmuştu.

Abdülhamid tüm mali bilgisini bu ünlü bankere borçluydu.

Ve banker Yorgo Zarifi sayesinde Galata liberalizminden etkilendi; ekonomik liberalizmden yana oldu.

II. Abdülhamid ekonomide öyle bir liberalizmden yanaydı ki, Mekteb-i Mülkiye’de iktisat derslerinin programını bizzat kendisi belirliyordu. Osmanlı’da liberalizmin öncüleri; Sakızlı Ohannes Paşa’nın "İlm-i Servet" ve idadilerde okutulan Mehmet Cavit’in "İlm-i İktisat" favori kitaplarıydı.

Öğrencilerin ticaretle ilgilenmelerini çok arzuluyordu.

Osmanlı insanının ticaretle ilgilenmemesine kızıyordu:

"Avarelik her sınıf halkımızda öyle kökleşmiş, öyle bir tabiat haline gelmiştir ki, haklı olarak bütün felaketlerimizin sebebi olduğu ifade edilebilir" diyordu.

Ama kendisinin kişisel kuruntuları-kuşkuları gelişmenin önündeki en büyük engeldi. Döneminde elektrik, telefon, uçak gibi teknolojik gelişmelere; anonim şirket, ticaret borsası gibi kapitalist gelişme potansiyellerine soğuk baktı. Anonim şirketleri, ülke gelişmesinin değil padişaha karşı menfi düşüncelerin geliştirileceği yerler olarak gördü.

Özelleştirme taraftarı

Liberal II. Abdülhamid döneminde kamu yatırımları çok sınırlı düzeyde kaldı. Padişah "özelleştirme" taraftarıydı:

İlginçtir, 1843’te açılan ve ipekli dokuma üretimi yapan -halı desenleriyle bizzat ilgilendiği- Hereke Fabrikası’nı "özelleştirdi" ve kendi satın aldı!

Keza, Musul’daki petrol yataklarını da "özelleştirdi" ve servetine kattı.

Örnekler epey artırılabilir; peki bunlar II. Abdülhamid’in özel girişimci olduğuyla açıklanabilir miydi?

Bu konuda çeşitli görüşler var:

Devletin önemli gelirlerine el koyan Düyun-ı Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi karşısına, padişahların şahsi gelirleri ve mallarıyla ilgilenen Hazine-i Hassa’yı çıkarmak istediği gibi romantik yaklaşımlar olduğu kadar; II. Abdülhamid’in psikolojik olarak "özel biriktirici" bir ruh haline sahip olduğunu söyleyenler de var.

Bu ikinci görüşü ileri sürenler, II. Abdülhamid’in (sadece Türkiye sınırlarında 10.200 parça) gayrimenkul varlığının başka türlü açıklanamayacağını belirtiyorlar.

Ayrıca, II. Abdülhamid’in "özel girişimci" olmayacağını söyleyenler, aldığı petrol kuyuları, fabrikalar ve çiftliklerin üretim tekniklerini hiç yenilemediğini, bu nedenle üretimin yıldan yıla düşmesini örnek gösteriyorlar.

II. Abdülhamid, banker Zarifi’den kötü huylar kapmış mıydı?

Servetini ülke ekonomisinde değerlendirmek yerine, büyük ölçüde Avrupa bankalarında ve yabancı sermaye piyasa spekülasyonlarında değerlendirmesi şaşırtıcıydı.

Şaşırtıcı olmasının bir nedeni de, ekonomi dersleri aldığı Münif Paşa’ya yazdığı bir mektubunda dile getirdikleriydi. Mektubunda amcası Abdülaziz döneminde zenginleşen bürokratların, paralarını yurtdışı bankalarına yatırmalarını ağır dille eleştiriyordu!

Parası Deutsche Bank’taydı

Oysa kendisinin Deutsche Bank, Barclay Bank, Credit-Lyonnaise gibi Avrupa bankalarında hesabı vardı!

Vasfi Şenözen, II. Abdülhamid’in zenginliğinin haksız ve gayrimeşru olduğunu "Osmanoğulları’nın Varlıkları ve II. Abdülhamid’in Emlaki" kitabında uzun uzun anlatıyor.

"Paran var mı derdin var" sözünü doğrular gibi II. Abdülhamid’in serveti uzun yıllar Türkiye gündeminden düşmedi.

II. Abdülhamid tahtan indirildi; vefat etti; ailesi yurtdışına sürüldü; ama onun miras davası uzun yıllar sürdü gitti.

Mallarının bir bölümü

II. Abdülhamid’in mirasçılarının Türkiye’de dava ettikleri gayrimenkullerden bazıları şunlardır:

İstanbul Sultanhamamı’ndaki İzmirli Hanı.

İstanbul Direklerarası’nda Letafet Apartmanı.

İstanbul Gedikpaşa’daki tiyatro arsası.

Eyüp Kopçageçidi’ndeki 21 dönüm tarla.

Eyüp’te 18 dönümlük Bahariye Kışlası.

Káğıthane’de 20 dönüm arazi.

Káğıthane’de Silahtarağa çiftliği.

Bakırköy’de 70 dönüm arazi.

Bakırköy Veliefendi çayırı.

Dolmabahçe’de 30 dönüm bostan.

Küçükçekmece’de Burunsuz Mandıra Çiftliği, mera ve çayırları.

Nişantaşı’nda A Celalettin Paşa Konağı, Kamil Paşa Konağı.

Teşvikiye’de bir dönüm arsa.

Beşiktaş Serencebey’de 2 dönüm bağ, Ihlamur’da 3 dönüm arsa.

İstanbul Horhor’da konak ve 5 dönüm arsası.

Arnavutköy Akıntı Burnu’nda gazino ve müştemilatı.

Ortaköy’de Dalyan Mahallesi ve Ali Saip Paşa Yalısı ile müştemilatı.

Kuruçeşme önündeki (Galatasaray) ada.

Kartal Soğanlık Köyü’nde köşk ve 3 dönüm arazisi.

Kartal’da Alemdağı Çiftliği, Çakmak Çiftliği ve 21 parça tarla.

Paşabahçe İrcirli Köyü’nde 40 dönüm arazi ve şişe fabrikası.

Beykoz’da 40 dönüm bostan, üç bahçe, 6 tarla, 2 çayır, 3 arsa, 1 bağ, 1 dükkán ve yalısıyla Tokat Çiftliği, Yalnız Servi Çiftliği.

Beykoz’da Abraham Paşa’dan alınan 38 dönüm arazi ve üzerindeki müştemilat ve teferruatıyla çiftlikler.

Fenerbahçe’de tarla, çayır, kahvehane.

İzmit’te 3 dönüm bahçe, İzmit Çiftliği.

Geyve’de 26 dönüm Balabal Çiftliği.

Şişli’de İzzet Paşa Çiftliği.

Çatalca ve Çekmece’de; Filifos Çiftliği, Kaparya Çiftliği, Safra Çiftliği, Kılıçali Sagır Çiftliği, Silivri Çiftliği, Bosna Çiftliği, Sazlı Bosna Çiftliği, Haraççı Çiftliği, Papas Bergos Çiftliği, İzzettin Çiftliği, Tozalak Çiftliği ve Yahya Bey Kışlası.

Yalova 11 odalı han, hamam, 17 odalı otel, 7 odalı misafirhane, dükkán, fırın, 2500 dönüm orman.

Mihalıç’ta; Çeribaşı Çiftliği, Melda Çiftliği, Cambaz Çiftliği, Ekmekçibaşı Çiftliği, Kayseri Çiftliği, Orta Çiftliği, Keçifdere Çiftliği, İskele Çiftliği, Kızıllar Köyü’nde 24 parça gayrimenkul, Akköprü Köyü’nde 280 dönümlük Paris Bey arazisi, yine aynı köyde 308 dönümlük Hızır Bey arazisi.

Burdur Ağlasun’da Çeltikçi Çiftliği.

İzmir’de Hayrettin Çiftliği.

Tire’de Meşhet Çiftliği.

Akhisar’da Rahime Çiftliği.

Nazilli’de 7 bin dönüm arazisiyle Bilare çiftliği.

Keşan’da Türkmen Çiftliği.

Babaeski’de Keçili merası.

Havza’da Pavli Köyü arazisi vs. vs. vs.
Yazının Devamını Oku

Oğullarını kaybeden edebiyatçıların sönmeyen acıları

7 Aralık 2008
Sanatçı Burhan Şeşen’in gencecik oğlu müzisyen Serhan, yanlış teşhis sonucu ölüme yenik düştü.

AH NİJAD

Hasret beni cayır cayır yakarken Bedenimde buzdan bir el yürüyor. Hayalin çılgın çılgın bakarken Kapanası gözümü kan bürüyor.

Dağda kırda rast getirsem bir dere Gözyaşlarımı akıtarak çağlarım. Yollardaki ufak ufak izlere
Yenin sanıp bakar bakar ağlarım.

Yazının Devamını Oku

Baykal’a haksızlık yapılıyor, CHP çarşafı ilk kez tartışmıyor

30 Kasım 2008
Çarşaflı kadınların CHP’ye katılımı hálá konuşulup tartışılıyor. Konu, daha da gündemde kalacağa benziyor. CHP, çarşafı ilk kez hangi kongresinde gündemine alıp konuştu? Hangi milletvekili neyi savundu? Atatürk’ün tavrı ne oldu? Gelin, bugünün tartışmalarını daha iyi anlayabilmek için yıllar öncesine gidelim.

İlk imam hatibi ve dergáhı CHP açtı
Eğer varsa -ki sanmıyorum- CHP’nin niye çarşaf kompleksi olsun? İlkokullara ilk din dersini CHP koymadı mı? İlk imam hatip okullarını, ilk ilahiyat fakültesini CHP açmadı mı? İlk Kuran kurslarına CHP izin vermedi mi? İlk dergáhları halka CHP açmadı mı?

Atatürk, CHP Kurultayı'nda konuşuyor

9 Mayıs 1935... Cumhurbaşkanı Atatürk, CHP'nin Dördüncü Büyük Kurultayı'nın açılış konuşmasını yaparken.

İnönü de annesi gibi namaz kılardı"CHP, kadınların başörtüsünü jandarma zoruyla açtı" diyen gerici çevreler, İsmet İnönü’nün annesi Cevriye Hanım’ın beş vakit namaz kılan başörtülü bir mümin olduğunu bilmezler mi? Ayrıca İsmet İnönü de namaz kılıyordu ve bir gün bile bunu istismar etmedi; dinin siyasete alet edilmesine hep karşı çıktı.

Yazının Devamını Oku

Kürtlerin temel sorunu ’çakma seyit’ düzeni

23 Kasım 2008
Hz. Muhammed’in soyundan gelenlere "seyit" deniliyor. Dikkat ediyor musunuz; özellikle Doğu ve Güneydoğu’da ne çok seyit olduğunu söyleyen aile var! Bunlar gerçekten Hz. Muhammed’in soyundan mı geliyor, yoksa çoğu "çakma seyit" (müteseyit) mi? Türkiye’de kutsal soy aristokrasisi oluşturan "seyit enflasyonu" ne zaman, nasıl doğdu? Peki, tüm bunların Kürt sorunuyla ne ilgisi var? SEYİT olmanın tek temel ölçütü vardır; Hz. Muhammed’in ailesi, yani "ehlibeyt"e mensubiyettir.

Ehlibeytin kimleri içerdiği bugün dahi tartışılan bir konudur.

Şiiler "Ál-i Aba"dan, yani Hz. Muhammed’in kendisi, kızı Hz. Fatma, damadı Hz. Ali ve iki torunu Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’den ibaret olduğunu ileri sürerler.

Sünniler ise bu konuda iki gruba bölünmüştür; bir grup Hz. Muhammed’in tüm eşlerini de ehlibeyte dahil ederken, diğer grup amcalar, torunlar, yeğenler gibi tüm akrabayı yani Haşimiler’i ehlibeyt sayarlar.

Bazı küçük mezhepler ise Abdullah Mesud, Selman-ı Farisi gibi sahabileri de ehlibeyte dahil ederler.

Türkiye’deki -ki hemen hepsi Kürt- seyitler, ehlibeyte mensup mudur?

Evet, konuyu artık yaşadığımız topraklara, Anadolu’ya getirebiliriz...

’Çakma seyit’ hep vardı

Seyitlerin Anadolu’daki tarihinin ne zaman, nasıl başladığı, boyutlarının ve mekánlarının ne olduğu tam olarak bilinmemektedir. Bilinen, seyitlerin büyük ölçüde kabul gördüğü bölgelerin başında Anadolu’nun geldiğidir.

Anadolu’daki seyit tarihi, Selçuklular dönemine kadar götürülebiliyor. Öncesine ait yazılı metin yok.

Selçuklular döneminde seyit olduğunu iddia eden o kadar çok kişi/aile var ki, seyitlerin nesebi konusunda ilk çalışma başlatıldı. Bu iş Sadreddin Yusuf’a verildi.

Ancak gerçek seyitler ile "çakma seyitleri" (müteseyitleri) birbirinden ayıran ilk çalışma, Abbasiler döneminde başladı. Yani sorun sadece bize özgü değildi. Sahte seyitler tüm İslam ülkelerinin sorunuydu.

Benzer çalışmalar Osmanlı döneminde de sürdü; Yıldırım Bayezid 1400 yılında konuyla ilgili olarak "nakibü’l eşraf" kurumu oluşturdu.

Seyit belgesi: Hüccet

Seyit olduğunu iddia eden kişi iddiasını "nakibü’l eşraf" kurumu önünde ispat etmek zorundaydı. Bunu ispatlamanın iki şartı vardı; elindeki belgeler ve (yıllar içinde sayıları sürekli artan) şahitler.

Seyit olduğunu kanıtlayanların hüccetleri/unvanları ibraz edilir ve defterlere kaydedilirdi. Bu defterlerden günümüze sadece 38 adedi ulaşmıştır ve bunlar da İstanbul Müftülüğü Şeriye Sicilleri Arşivi’nde saklanmaktadır.

Kurul sadece seyitliği onaylamaz, aynı zamanda "çakma seyitlerin" önüne geçmek için sık sık Anadolu’daki kaymakamları aracılığıyla teftişler yaptırırdı.

Peki, bu sıkı incelemeye rağmen "çakma seyitler"in önüne neden geçilememişti? Bu işlerde rüşvetler dönüyor muydu?

Meseleyi tam kavrayabilmek için, seyit olmanın ne gibi avantajları vardı, önce ona bakmak gerekiyor...

Vergi muafiyeti

Seyitlik salt yüksek sosyal statü meselesi değildi.

İşin ekonomik ayrıcalığı vardı; seyitler vergiden muaftılar! Sadece kendileri değil birinci-ikinci dereceden tüm akrabaları da vergi vermiyordu.

Vergi vermedikleri gibi vakıflardan da belli gelir payları alıyorlardı.

Seyitlerin ayrıcalıkları çoktu. Örneğin, seyitleri normal mahkemeler/kadılar yargılayamıyordu, sadece nakibü’l eşraf kurumu yargılayabiliyordu.

Yani seyit olmak çok avantajlıydı. Bu durum Osmanlı’nın gerilemeye başladığı dönemde sosyal ve iktisadi ayrıcalığa kavuşmak isteyen insanlara çok cazip gelmeye başladı.

Seyit olmanın sağladığı ayrıcalıkların kısa sürede fark edilmesiyle Anadolu’da özellikle 16. yüzyıldan başlayarak bir "seyit enflasyonu" yaşandı!

Yani, Osmanlı siyasal ve iktisadi olarak geriledikçe "çakma seyit" sayısı buna paralel olarak arttı.

Seyitliğin maddi ve manevi kazançları insanları o kadar yoldan çıkardı ki alınan sıkı tedbirlere rağmen "çakma seyitlerin" önüne geçilemedi.

Rüşvetle seyit oldular!

"Çakma seyit" olmak o kadar zor değildi. Bunun çeşitli yöntemleri vardı.

En masumu olan iltimas/hatır için verilen hüccet belgesiydi. Gerçi bu durum öyle bir hal aldı ki; Osmanlı Medine’de hatır için sürekli hüccet veren nakibü’l eşraf Seyit Ahmed’i 1576’da uyarmak zorunda kaldı. Bu uyarılar ne kadar işe yaradı bilinmez ama "çakma seyitler" hep bir yol buldular.

Vilayet kátiplerine birkaç akçe rüşvet vererek Defter-i Hakani’ye kendilerini "seyit" olarak yazdırmaları da bu yollardan biriydi.

Devlette tanıdığı olmayanlar, rüşvetten korkanlar ise düzmece şecerelerin peşine düşüyorlardı. Veriyorsun parayı, alıyorsun soylu bir geçmişi! Yeter ki paran olsun; yoksul seyit öldüğünde ailesi şecereyi iyi para verene satabiliyordu.

Ya parası olmayanlar ne yapıyordu? Evlere girip şecere çalıyorlardı!

Bitmedi. Yoksul, bilgisiz halkı kandırmak isteyen kimi uyanıklar, belgeye, şecereye ihtiyaç duymadan seyitlik alameti olan yeşil sarığı başına sarıp köy köy dolaşıyordu. Gelsin etler, sütler, akçeler...

Uzatmayalım; görüldüğü gibi Osmanlı’da seyit olmak o kadar da zor değildi! Yeter ki yakalanmasınlar.

Aslında Osmanlı kiminin seyit olduğuyla pek ilgili değildi ama işin içinde para vardı. "Çakma seyitler" yüzünden devletin vergi gelirleri o kadar düştü ki Osmanlı önlemlerini sıklaştırdı. Kapsamlı teftişler sayesinde "çakma seyitler" ortaya çıkarıldı. Toplanan yeşil sarıklar İstanbul’a gönderiliyordu. En çok yeşil sarık toplanan şehir ise Diyarbakır’dı!

Cumhuriyet ve seyitlik

Cumhuriyet, nakibü’l eşraf kurumunu kaldırdı.

Doğal olarak seyitlerin vergiden muaf tutulmaları gibi benzeri imtiyazlara son verildi. Seyitlik sadece sosyal statü için gerekli bir kimlik olarak kaldı.

Kuşkusuz bu dinsel statü, bölgedeki tüm asalet ve şeref rütbelerinin üstündeydi. Kendilerini hep bir asil nesebe bağlama ihtiyacı içinde olan Türkiye’nin gelişmemiş bölgelerindeki aşiretler, "seyit" unvanı için her yolu denediler.

Biliyorlar ki seyit olmak, diğer aşiretler nezdinde onlara prestij kazandırıyordu.

Ve dolayısıyla bölgede her aşiret şeyhi şeceresini ehlibeyte dayandırmak için her yola başvurdu. Zaten denetleyen bir kurum da yoktu ortada! Böylece elinde sahte-gerçek şecere bulunduran her şeyh soyunu Hz. Muhammed’e dayandırdı. Ve bu nedenle bugün bölgede "seyit enflasyonu" yaşanmaktadır.

Bunun büyük çoğunluğunun "çakma seyit" olduğunu belirtmeye gerek var mı?

Bu bilgilerden sonra gelelim meselenin özüne:

Terörden kaçan Kürt aydınlar, hızla feodal "çakma seyitlerin" hegemonyasına girmektedir. Bu birliktelikten çok memnun olanlar ise yandaş medyayı sonuna kadar "çakma seyitlere" açan dinci-liberal kalemlerdir.

Kürt aydınlar bu büyük oyunun figüranı yapıldıklarının farkında değil midirler?

Bir solcu adam: Gündüz Aktan

MEHMET Ali Birand ile "Özallı Yıllar" belgeselini yaparken tanıştım Gündüz Aktan’la...

Bu belgesel çekimleri sırasında kimin anlattığını anımsamadığım bir olayı sizinle paylaşmak istiyorum:

Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu yıllar.

Gündüz Aktan, Çankaya Köşkü’ne rahat girip çıkan isimlerden biri. Cumhurbaşkanı Özal dışında kimseyle de pek konuşmuyor. Zaten soğuk bir tipi var; kimse de ona yanaşmıyor. Ama Özal’la yakın ilişkisi kıskanılmaya başlanıyor, dedikodu çarkı işliyor: "Gündüz Aktan, Dışişleri Bakanlığı’nın en sıkı solcularından biridir."

Bu sözler Turgut Özal’ın kulağına da fısıldanıyor. Özal gülüp geçiyor.

ANAP ve Köşk’teki muhafazakár kadro işin peşini bırakmıyor. Özal dayanamıyor, gelenleri tersliyor: "Adam gibi adam, işini çok iyi yapıyor, gerisi kimseyi ilgilendirmez."

Gündüz Aktan emekli olduktan sonra Radikal Gazetesi’nde köşe yazmaya başladı. Makaleleri, dinci-liberal ittifakının tepkileriyle karşılaştı.

Ulusalcı, bağımsızlıkçı tezleri savunması üzerine bu kez yine, "Bu adam nasıl solcu" sözleri duyulmaya başlandı.

Ve o, hep belgelerle yazdı, belgelerle konuştu.

Solcu olduğunu hiç saklamadı. Omurgalı bir aydının nasıl olması gerektiğinin ispatıydı.

Sonra Devlet Bahçeli kendisini MHP’ye davet etti. Bir dönem Çankaya Köşkü’nde dillendirilen dedikodu bu kez MHP’de de fısıldanmaya başlandı: "Bu solcu adamın ülkücülerin arasında ne işi var!"

Devlet Bahçeli, tıpkı Turgut Özal gibi yanıt verdi: "Gündüz Bey adam gibi adamdır!"

Evet, Türkiye adam gibi bir adamı kaybetti. Allah rahmet eylesin.

Kürt aydınının travmatik dönüşümü

SON dönemde ülkemizdeki iki gelişme çok dikkat çekici hale geldi:

Birincisi; Kürt aydınları dünün ve bugünün şeyhlerini, aşiret reislerini -ki bunların hepsi seyit olduğunu iddia etmektedir- övgüler düzüp yüceltmeye başladı.

İkincisi; Kürtler sorunlarının çözümü için bu "çakma seyitlerin" ağızlarından çıkacak iki cümleye büyük önem verip, bunlara "kurtarıcı misyonu" vermeye başladı!

Aşiret düzenini yıkmayı hedeflemeyen, yüzlerce yıllık gerici gelenekler arasında boğulmakta olan Kürtleri özgürleştiremeyen Kürt münevverleri, bölgedeki aydınlanmayı "çakma seyitler" ile mi gerçekleştireceğini düşünüyor?

Sahi, tıpkı müritler gibi körü körüne bağlanmaya başladıkları bu "çakma seyitlerin" olağanüstü yetenekleri haiz olduklarını sanıp bunların geleceği görerek mucizeler yaratabileceğine mi inanıyor?

Çocuk mu bunlar. Bu, bu toprakların 150 yıllık aydınlanma mücadelesine savaş açmaktır. Terörden daha tehlikelidir.

Bilmezler mi; bunlar, sadece "çakma seyit" değil, çoğu -Barzani gibi- kökeni bilinmeyen, kılıç zoruyla "beylik" almış şeyh figürleridir.

Son günlerde ardı ardına aşiret reislerine övgüler düzen kitapları yazanların hedefi nedir? Kendi kültürüne sahip çıkmak, gericiliği yücelterek olmaz. Çağ dışı kalmış şeyhleri tıpkı bir müridin yaptığı gibi uçurmaya çalışmak trajikomiktir!

Kürt aydınları kendilerini kandırmamalıdır; geleneksel hiyerarşiye boyun eğerek, şeyhlerin mutlak otoritesi altına girerek gericileştiklerini görmelidirler.

Cumhuriyet ile birlikte okuma olanağına kavuşmuş yoksul Kürt ailelerin aydın çocukları, dinsel özellikleri ağır basan şeyhlerin bugün nasıl müridi olur? Bu kendi tarihlerine bile hakarettir. Osmanlı’daki Kürt hareketlerinin bile gerisine düşmüşlerdir.

Kürt aydınlarına ne oldu böyle? Gerçek hayattan nasıl koptular?

Türkiye’deki yozlaşmanın/avamlaşmanın Kürt aydınlarını da etkilediğini söyleyebilir miyiz?

Sadece bu mu?

Osmanlı’nın son döneminde, İngilizlerin Kürt sorununun çözümünü "çakma seyitlere" havale etmesiyle, bugün Amerikalıların aynı aşiretlerle kol kola olması arasında hiç mi bağ kurmuyorlar?

"Çakma seyitlerin" nasıl rol çaldıklarını düşünüyorlar?

"Turuncu Devrim" peşinde koşanların Kürt aydınlarını bu oyunun taşeronu yapmak istediklerinin farkında değil midirler? Karşı koyanlara neden "Ergenekoncu" yaftası vurulduğunu sanıyorlar?

ABD ve İsrail’in Ortadoğu politikalarına karşı çıkan Kürtler bir bir tasfiye edilirken "çakma seyitlerin" önü neden açılıyor, anlamıyorlar mı?

Türkiye’ye "emperyalist" diyecek kadar küçülen bazı Kürt aydınların, dün İngilizleri bugün Amerikalıları "kurtarıcı" olarak görmeleri hangi büyük oyunun sonucudur?

Kürt aydınları, ABD’nin Irak’ta Sünni, Şii ve Kürtlerin en gerici kanatlarıyla işbirliği yaptığından hiç mi ders çıkarmıyor?

200 yıldır çözümü şeyhlere havale edenler bugün hálá TV’lere çıkıp "Şeyhler baba gibidir" diye nasıl konuşabiliyor?

İnanmak zor ama birileri -üstelik ABD hegemonyası krize girmişken- hálá bu güçlerin ipiyle kuyuya inmeye çalışıyor!

Kürt sorunu, Türk ve Kürtlerin el ele vererek kardeşlik temelindeki politikalarla çözülür; uluslararası güçlerin ve onların işbirlikçisi "çakma seyitlere" himmet duyarak değil.

Diyarbakır neden bir Eskişehir olamadı

TARTIŞMA, Başbakan Erdoğan’ın Diyarbakır gezisiyle başladı: Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi başarılı mı?

Taraflar yerel seçim öncesi karşılıklı söz düellosunu sürdürüyor.

"Kimin haklı olduğuna seçmen karar verecek" gibi yüzeysel bir cümle kurmak istemiyorum. Çünkü Diyarbakır’daki seçimin yerel hizmetlerle hiçbir ilgisi olmadığını artık hepimiz biliyoruz.

Ama gelin gözlerden kaçan bir meseleyi masaya yatıralım:

DTP bölgede birçok belediye başkanlığını kazandı.

Peki, DTP bu kazandığı yerlerde yeni bir "belediye modeli" oluşturabildi mi? Hayır. Başarılı oldu mu? Hayır.

Peki, ne yaptılar; hep büyük politikalar, iri laflar peşinde koştular.

Yeni bir belediyecilik anlayışının Türkiye’ye getirilmesinde öncü olamadılar.

Hiç kimse "hükümetten yardım alınamadı" gibi gerekçeler öne sürmesin.

Çünkü Türkiye’nin bugün beğenerek izlediği DSP’nin Eskişehir örneği var. Prof. Yılmaz Büyükerşen’in hükümet tarafından desteklendiğini söylemeyeceksiniz herhalde.

Diğer yanda Diyarbakır, AB fonlarından Eskişehir’in aldığının üç katı para almıştır.

Diyarbakır’ın bırakın bir Eskişehir yapılmasını, DTP kabul etmelidir ki, 1970’li yıllarda Dev-Yolcu Terzi Fikri’nin gerçekleştirdiği bir "Fatsa ekolü" bile gerçekleştirilememiştir!

Bir yerel yönetim modelleri yoktur. Kusura bakmasınlar, sadece laf üretiyorlar.

Bunca yıllık siyasal birikimin bir şey üretememesi hazindir.

Salt kimlik siyasetiyle nereye kadar gidilebilir?

DTP özeleştiri yapmak zorundadır.

Alternatif toplumcu belediye modellerini hayata geçirerek diğer siyasal partilere de örnek olmalıdırlar.

Ve bu belediyecilik anlayışıyla Türkiye’nin her yerinden oy talep etmelidir; salt Kürt kimliğiyle değil.
Yazının Devamını Oku

Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı ’Hüseyin Üzmez’i tartıştı

16 Kasım 2008
"Zampara", "Puşt"... Meclis Başkanı Ahmed Rıza Efendi, mebusları her ne kadar edeb-i lisanla konuşmaya davet etse de genel kurulun tansiyonu hiç düşmedi. Milletvekillerinin birbirlerini sözlerle taciz ettiği genel kurulun gündeminde "zina yasası" vardı! Hepsi zinanın suç olduğunu kabul ediyordu. Tek farkları, erkeğin
zinası mı daha ağır suçtu, kadının mı? Gelin 100 yıl önceye gidelim; bakalım bugünle farkı var mı görelim?..

1908 Temmuz Devrimi (II. Meşrutiyet) sonucu yapılan seçimlerin ardından Meclis-i Mebusan, 27 Aralık 1908’de açıldı.

Üç yıl görev yapacak Meclis-i Mebusan, hukuk alanında da devrim niteliğinde düzenlemeler yapmak için çalışmalara başladı.

Ceza Kanunu’nun bazı maddelerini değiştiren yasa tasarısı, Meclis Adliye Encümeni’nden geçip Meclis Genel Kurulu’na geldi.

Değiştirilmesi istenen maddelerden biri de zinaya ilişkin olan 201’inci maddeydi. Zina maddesi, dört fıkradan ibaretti.

Zina maddeleri

Zina yapan kadın hakkında soruşturma açılması; eğer evliyse eşi; evli değilse velisinin şikáyetine bağlıydı. Zina sabit görülürse kadın 3 aydan 2 yıla kadar hapsedilecekti.

Şikáyetçi olan koca veya veli davadan vazgeçer ya da mahkeme sırasında vefat ederse dava düşecekti. Kocası kadınla evlenirse dava yine düşerdi.

Kadının zina yaptığı erkek evliyse, 3 aydan 2 yıla kadar; evli değilse 1 aydan 1 seneye kadar hapis cezasına çaptırılacaktı. Ayrıca her iki durumda da 5 Osmanlı altınından 100 Osmanlı altınına kadar para cezası verecekti. Ancak bu durumun kanıtlanması için suçüstü veya bir Müslüman’ın evinde yakalanması ya da erkeğin kendi tarafından yazılmış mektuplarının bulunması şart koşuluyordu.

Erkek, karısıyla birlikte oturduğu evde zina yapmayı alışkanlık edinmişse 3 aydan 2 yıla kadar hapis ve 5 Osmanlı altınından 100 Osmanlı altınına kadar para cezası öngörülüyordu.

’Allah göstermesin’

Zina yasa tasarısının görüşülmesine 18 Nisan 1911 günü, Ahmed Rıza Bey’in başkanlığında Meclis-i Mebusan’da başlandı.

İlk sözü alan Halep Mebusu Artin Boşgezenyan, Hüseyin Üzmez vakasında da ortaya çıkan bir gerçeğin altını çizdi: Bu ceza erkekleri koruyor!

Sözleri sürekli laf atmalarla kesilen Artin Efendi şöyle konuştu:

"Kanun aslında erkeğe diyor ki, ’Ey birader, biz senin kıymetini biliyoruz. Her ne kadar biz sana ceza verir gibi gözüksek de sen bundan korkma. Ama dikkatli ol sakın kendi evinde yapma. Ama ola ki bir kere yaptın ziyanı yok, fakat bunu ádet edinme. Yani metres tutma, çiçekten çiçeğe kon’."

Artin Efendi’nin, erkeğin kollandığını belirttikten sonra, "Farz ediniz ki Meclis-i Mebusan, kadınlardan teşekkül etse" demesiyle salondan bir kahkaha yükseldi. Kütahya Mebusu Cemal Bey, "Allah o günleri göstermesin" diye laf attı.

Artin Bey yine sözlerini sürdürdü:

"Bu gök kubbenin altında her şey olur efendim. Kadınlar Meclis’e gelseler ve bu yasadaki kadınların yerlerine erkekleri, erkeklerin yerlerine kadınları yazsalar; siz buna ne dersiniz? Zannederim ki ’Bu gayet haksızdır’ dersiniz. Bu nedenle kadınların hukukunu korumalıyız efendim."

Daha sonra kürsüye gelen Şebinkarahisar Mebusu Mustafa Hayri Efendi, kadınların ve erkeklerin eşit ceza almalarına karşı çıktı, "Kadınlar daha ağır ceza almalıdır" dedi. Ayrıca, zina kovuşturmasının sadece eş ve veli şikáyetine bağlı olmasının, kocasız ve velisiz kadınları yasa kapsamı dışına bırakacağını söyledi.

Bingazi Mebusu Mansur Paşa, ayetlerden alıntılar yaparak başladığı konuşmasında, iffetin korunmasının sorumluluğunun erkekten çok kadında olduğunu belirterek, "Bu nedenle kadınlara daha çok ceza verilmesi gerekir" dedi.

İpek mebusu Hafız İbrahim’in kadınlardan yana çıkan konuşması yine genel kurulu karıştırdı.

"Kadınları baştan çıkaran erkeklerdir. Bugün bir kadının aklı başında bir erkeği olursa, hiçbir vakitte fenalığa bulaşmaz. Fakat namussuz, alçak bir erkek, kendi zevcesini evinden bırakıp Beyoğlu’nda sabaha kadar sürterse, kadıncağız da bir zamparayı evine almaya mecbur kalabilir. Bir erkek bütün gün Beyoğlu’nda zamparalıkta bulunursa ona ceza yok. O kadın ne yapsın?"

Bu sözü duyan mebusların büyük çoğunluğu hep bir ağızdan bağırıp çağırarak itiraz ettiler. Kimi mebuslar kürsüye yürümek istedi.

Meclis Başkanı Ahmed Rıza Bey, mebusları sakin olmaya çağırdı. Hafız İbrahim Efendi’yi de daha dikkatli konuşması için uyardı: "Lütfen edeb-i lisanla konuşunuz. Bu kürsüye, Meclis’e yakışmayacak sözler sarf etmeyiniz."

Konya Mebusu Mehmed Vehbi Efendi, Artin Efendi ve İbrahim Efendi’nin sözlerini eleştirerek, kadınların dışarıda erkeklerini kontrol etmesi gibi bir durumun asla mümkün olamayacağını söyledi.

Erkek iktidarı

İstanbul Mebusu Kirkor Zohrab da genel kurulu hareketlendiren bir konuşma yaptı. "Bu cürümde en büyük kabahat erkeklerindir" deyince salon yine ayaklandı. Sataşmalar üzerine Kirkor Zohrab, "Bu tahammülsüzlüğünüzün nedeni, erkeklerin zorla kadınlar üzerinde egemenliğini muhafaza etmesinden kaynaklanıyor" dedi.

En çok laf atan Kengiri Mebusu Mehmed Tevfik söz alarak kürsüye çıktı. Hiçbir Osmanlı ferdinin Zohrab Efendi’nin bakış açısına ve düşüncelerine iştirak etmeyeceğini söyleyerek, konuyu "dinsel farklılıklar" meselesine getirmek istedi. Müslümanların Ermeni ve Rum gibi Hıristiyanlarla bu konuda ayrı olduğunu belirtti. "Müslüman erkekler mümtaz bir mevkidedir ve bu mevkii hiçbir vakit terk etmeyeceklerdir."

Serfice Mebusu Yorgo Boşo Efendi, soruşturma açılması hakkının sadece erkeklere tanınmasını eleştirdi. Ayrıca, erkeklerin rezil olmamak için şikáyette bulunamayacağını da belirtti.

Son olarak söz alan Sinop Mebusu Hasan Fehmi Efendi, konuşmasına zinanın İslam şeriatındaki yeri hakkında geniş açıklamalar yaparak başladı. Bırakın kadının zina hakkındaki şikáyetçi olup olmamasını, kadının böyle bir davada tanık olarak bile dinlenmemesi gerektiğini söyledi.

Tartışmalar uzayınca Meclis Başkanı yeterlilik önergesini oylamaya sundu. Kabul edildi. Yasa tasarısı da yapılan oylamada hiçbir fıkrası değiştirilmeden kabul edildi.

Sonuçta; aradan 100 yıl geçse de, yasaları erkekler yaptığı sürece, adına ister zina davası, ister taciz, ister tecavüz davası deyin korunan hep "Hüseyin Üzmezler" olacaktır!

Halkın elindeki tüfek, Osmanlı padişahlarının korkulu rüyasıydı

Başbakan Erdoğan’ın, gösteri yapan DTP’lilere elindeki tüfekle karşı koymaya çalışan bir vatandaş için, "Vatandaşlarıma sabır tavsiye ederim. Fakat bu sabır nereye kadar olacak. Bunun endişesi içindeyim" demesi geçen haftanın en önemli gündem maddesiydi. Peki, Osmanlı sultanları, vatandaşın elindeki tüfek için ne yaptı, sabır mı diledi?

OSMANLI Ordusu tüfekle ne zaman tanıştı; tam bilenemiyor.

Prof. Halil İnalcık’a göre, Osmanlılar tüfeği (tüfenk) ilk kez II. Murad döneminde 1440’ta Belgrad kuşatmasında kullandı. Şans getirmemiş olacak ki bu kuşatmada Belgrad alınamadı!

Sonra 1453’te İstanbul’un kuşatmasında bir grup yeniçerinin elinde tüfek görüldü. Fakat yeniçeriler tüfeği pek sevemediler; oktan vazgeçemediler.

Öyle ki Zigetvar kuşatmasında ölü ele geçirilen Kont Zerini’nin vücudunda iki kurşun, bir ok vardı!

16’ncı yüzyılda Osmanlı Ordusu’nda tüfek hákim olmaya başladı. Örneğin; III. Murad hemen hemen tüm yeniçerileri tüfekle donattı.

Tüfekler Ayasofya Camii’nin arkasında Darphane’nin karşısında bulunan Cebehane’de üretiliyordu. Bunlar genellikle sekiz köşeli veya kaval namlulu ağır fitilli tüfeklerdi.

"Metris Tüfeği" olarak da bilinen bu siper tüfeklerinin namlu uzunluğu 130160 cm, namlu çapı ise 2029 mm idi.

Bu tüfeklerin kalitesiyle ilgili çelişkili bilgiler vardır. Genellikle Venedik ve İspanyol tüfeklerinin kopya edildiği de rivayet edilir.

Tüfeğin yaygınlaşması, Osmanlı padişahları için bir tehlikeye de işaretti: "Ya halkın da eline geçerse?"

Ve başlangıçtan itibaren reayanın eline geçmemesi için sıkı önlemler aldırdılar. Vilayet ve sancak beyliklerine gönderilen fermanlarla, halkın elinde, evinde tüfek bulundurması kesinlikle yasaklandı.

Eh tabii halk ferman filan dinlemedi. Bu kez sıkı kontroller yapılmaya başlandı. Hangi askerde hangi tüfeğin olduğu itinayla kayıtlara geçirildi; tamir işlerinin bile dışarıda yapılması yasaklandı.

Ne yapılsa önlenemedi. Hatta Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Şehzade Bayezid’in isyanında eli silahlı halk ayaklanmaya destek verdi. Tüfekli bu ilk isyan, Şehzade’ye pek uğurlu gelmedi. Kanuni de eli tüfeklilere hiç öyle sabır filan dilemedi!

Osmanlı yönetimi, "kürek cezası" gibi sert önlemler alsa da halkın "tüfek aşkı" hiç bitmedi. Balkan topraklarından Anadolu’ya ilk silah kaçakçılığı da bu aşkla başladı! Üstelik fiyatları da ucuzdu; 300 ile 600 akçe arasında değişiyordu. Yani normal bir atın fiyatının yarısından ucuzdu.

Vezirler bile halkın elindeki tüfeğin peşine düşseler de halkın silahlanmasının önüne kimse geçemedi.

Diyeceksiniz ki, Osmanlı yönetimi neden bu kadar tüfekten çekiniyordu?

Eli tüfekli isyancılar karşısında kim çekinmez? Haklı olarak asayişi temin edemeyeceklerinden çekiniyorlardı. Zaten küçük de olsa bazı eşkıyalar tüfek edinmeye başlamışlardı bile.

Bütün önlemlerine rağmen Osmanlı yine de halkın tüfek edinmesinin önüne geçemedi. Öyle ki 17’nci yüzyılın ortalarında yapılan baskınlar sonucu ele geçirilen tüfek adedi herkesi şaşırttı: 80 bin!

İlginçtir; Osmanlı’nın devlet otoritesi ne zaman güçlü ise halkın elindeki tüfek adedi azalıyor; otorite ne zaman zayıflarsa halkın elindeki tüfek sayısı artıyordu!

Ve sonuçta Osmanlı, halkın tüfek sahibi olmasının önüne geçemediği için Balkanlar’da başlayan ayaklanmaları önleyemedi.

Osmanlı padişahları, halkın elindeki tüfekten hep korktular; biliyorlardı ki o namlu bir gün kendilerine dönebilirdi!..

Vahideddin’e göre Atatürk hangi millete mensuptu

Mustafa Kemal’i Anadolu’ya Sultan Vahideddin’in gönderdiği tezi yine medyada yer almaya başladı. Bu sözleri sadece saltanat ve hilafet özlemi çeken medya dile getirmiyor. Peki, gerçek böyle mi? Gerçeği bulmanın tek yolu var; belgeler! Gelin İngiltere Dışişleri Bakanlığı Arşivleri’ndeki bir belgeye göz atalım. Bakalım Vahideddin, ulusal mücadele için ne diyor; Atatürk’ün hangi milletten olduğunu söylüyor?

PUBLIC Record Office, Foreign Office Archives (Devlet Arşiv İdaresi, İngiltere Dışişleri Bakanlığı Arşivleri) 406/45’te kayıtlı; İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’dan İngiltere Dışişleri Bakanı Lord George Curzon’a gönderilen; 23 Mart 1921 tarih ve 300 numaralı belge:

"Efendim,

22 Mart tarih ve 199 numaralı telgrafıma atfen, 21 Mart’ta, Fransız ve İtalyan meslektaşım ve bendenizin, Sultan Vahideddin tarafından sırayla huzura kabul edildiğimizi bildirme şerefine nailim.

Sultan’ın benimle, daha ayrıntılı olarak görüşmeyi arzuladığını anladım. Ayağıma kadar gelen bu fırsatı, Londra Konferansı’nın sonucunu meslektaşlarımıza arz etmek suretiyle değerlendirdim ki; teklif edilen antlaşmanın (Sevr) Türkiye tarafından kabulü, bizim almamız için beklememiz gereken Sultan’ın desteğine bağlıdır.

Sultan beni iki saat on beş dakika tuttu. Mr. Ryan bana eşlik ediyordu. Sultan yine, bir başka kişinin huzurda hazır bulunmamasını tercih etti. Maiyetinde çalışan memura kabulden önce yol verdi ve Mr. Ryan’dan tercümanlık yapmasını rica etti.

Sultan başlıca fikirlerini açıklarken umumiyetle olduğundan bile daha açık ve kesin ifadeliydi. Fakat söylediklerini tekrar ediyor ve sık sık duraksıyordu. Bu yüzden elinizdeki belge, görüşmenin tam sırasını gayretinde bulunmadan, konuşulanları her boyutuyla izlemenizi sağlayacaktır.

Sultan kendisine ve mevkiine gösterilen hürmetten ötürü minnettarlığını ifade etti. Mamafih, Anadolu’da durumun malum olduğunu söyledi: ’Bir avuç çeteci tam bir nüfuz kurmuşlar. Sayıları azdır fakat genellikle boynu bükük, mahcup ve fakir oluşlarından istifade ederek, bu zavallı millet üzerinde hákimiyet kurmuşlardır. Bunların gücü, sayıları 16 bine varan asker ve gelecekteki kişisel çıkarları için onlara omuz veren subaylardan ibarettir.’

Sultan, Bekir Sami Bey gibi bir adamın makul olduğunu ancak onu Londra’ya gönderenlerin büsbütün aşırı milliyetçi olduklarını belirtti.

Ben Londra görüşmelerinin ülkedeki iyi niyetli tüm unsurları, Sultan’ın rehberliği altında birleştirip canlandırılabilecek yeni bir yapı oluşturduğu ümidimi ifade ettim.

Sultan temelde aynı fikirde olduğunu, ancak ayrıntılar konusunda hemfikir olmadığını söyledi: Ankara liderleri, bu memlekette hiçbir dikili kazığı olmayan adamlardır; bu memleketle ne kan ne de bir başka bağları vardır. Mustafa Kemal, kökeni belli olmayan Makedonyalı bir devrimcidir. Kanı herhangi bir şey, örneğin, Bulgar, Yunan veya Sırp olabilir. O daha çok bir Sırp’a benziyor.

Bekir Sami Çerkez’dir. Onların hepsi aynı; Arnavutlar, Çerkezler, Türk hariç her şey. Aralarında gerçek Türk yoktur. Gerçek Türkler özüne sadıktır ancak, kendi esirliğinin hikáyesi gibi hayali yalanlarla Türkler sindirildi, aldatıldı..."
Yazının Devamını Oku

Obama, Tayyibiyye’den haberdar mıdır acaba?

9 Kasım 2008
ABD Başkanı Barack Hüseyin Obama’nın, aynı adı taşıyan babası Hüseyin Obama’nın Müslüman bir Kenyalı olduğunu biliyorsunuz.
Peki, Kenyalılar ne zaman Müslüman oldu? Ülkede hangi İslami tarikatlar güçlüydü? Obama ailesi hangi tarikattandı; Aleviyye olabilir mi? Tayyibiyye nedir? Gelin Amerikan Başkanı Obama’nın atalarının Müslüman geçmişine ilişkin tarihsel bir yolculuğa çıkalım.

KARA Afrika’nın en çok bilinen Müslüman’ı kimdir?

Sanırım büyük çoğunluk biliyordur; Bilal-i Habeşi.

Hz. Peygamber’in müezziniydi. Aynı zamanda Müslümanlığı kabul eden ilk yedi sahabeden biriydi.

Bilal-i Habeşi, bugün de kara Afrika İslam’ını temsil eden güçlü bir simge. Bu nedenle, ABD’deki Müslüman siyah hareketine "Bilalian movement" denilmekte.

Bilal-i Habeşi’nin İslam dinine nasıl girdiğini, işkencelere rağmen Müslümanlıktan vazgeçmediğini hepimiz biliyoruz.

Peki, İslam mücahitleri, kara Afrika’yı, yüksek bir ideal olan "Bilalileştirmeye" ne zaman, nasıl başladı?

Habeşistan’a hicret

Türkiye’de pek üzerinde durulmaz ama İslam, Medine’den önce Afrika’ya ulaştı. Müslümanların Mekke’de ikamet etmeleri imkánsız hale gelince Hz. Peygamber, başta damadı Osman Affan olmak üzere, 11’i erkek 4’ü kadın 15 sahabesine Habeşistan’a (yeni adıyla Etiyopya’ya) göç etmesine izin verdi. Yıl: 615 idi.

Habeş Kralı Necaşi Eshame, hem gelen sahabelere hürmet gösterdi hem de kendisi Müslümanlığı seçti. Böylece İslam, Medine’den önce kara Afrika’ya ulaşmış oldu.

Bu nedenledir ki, Kenya, Sudan, Uganda vd. ülkelerde her yıl "Hicri Yılbaşı" kutlamaları yapılmaktadır.

İslam’ın kara Afrika’ya bu sembolik girişinden sonra, Müslüman Arap Ordusu’nun 639’da Mısır’ı almasıyla Afrika kıtası kuzeyden başlayarak Müslümanlaşmaya başladı.

Afrika sadece askeri fetihlerle İslam’a kazındırılmadı.

İkincil ve aslında daha önemlisi ticaretti.

İslam’dan önce, başta Hz. Peygamber olmak üzere Arap tüccarlar Kuzey ve Doğu Afrika liman-pazarlarına gidip geliyorlardı. İslam’ın Arap toplumunu geliştirmesiyle bu kıyı ticareti daha da gelişti. Sadece Arap tüccarlar da gelmedi.

İran körfezindeki ülkelerden ve Hindistan’dan gelen tüccar Müslümanlar da Afrika’ya yeni bir din ve kültürün getirilmesinde öncü oldular.

Kızıldeniz’in iki yakası arasındaki alışverişler ve Arapların yerli kadınlarla evlenmekten kaçınmamaları, İslam’ın özellikle Kuzey ve Doğu Afrika’da hızla ve çabuk yayılmasına neden oldu.

Sadece ABD Başkanı Obama değil, bugün bile Kenya’da Araplarla kaynaşan birçok aile neslinden hem siyah, hem beyaz, hem de melez bebekler dünyaya gelmektedir.

Yeni gelen dinle birlikte dil de değişti: Arapça "sahil" sözcüğü anlamına gelen ve yüzde kırkından fazlası Arapça olan "Svahili" denen dil ortaya çıktı.

Dünyanın en önde gelen dillerinden biri olan Afro-İslami Svahilice, Obama’nın baba tarafının kullandığı dildi.

Afrika’daki zaviyeler

Doğu Afrika denilen bölgeyi oluşturan Kenya, Uganda ve Tanzanya’da Müslümanlar bugün azınlıkta. Bunun nedeni Hıristiyan misyonerler.

Oysa bugün Hıristiyan misyonerlerin yaptığını, geçen yüzyıllarda Müslüman sufi tarikatlar yaptı. İslam’ın kıtada hákim din haline gelmesi bu tarikat mensubu sufiler eliyle sağlandı.

Kabile kavgalarının yaygın olduğu, kıta emniyetinin söz konusu olamadığı, deniz korsanları ya da karadaki silahlı eşkıyalar yüzünden yol güvenliğinin kalmadığı dönemde, toplumsal dayanışmayı, paylaşma kültürünü, birlikte yaşama tecrübesini, hak ve hukuka saygıyı öğütleyen İslam, Afrika yoksullarınca hemen kabul gördü.

Afrika’da tekke demek aynı zamanda ribat demekti.

Ribatlar; sınır boylarında kurulan ve gönüllü Müslüman mücahitlerin İslam topraklarına yönelik dışarıdan gelebilecek tehlikeleri önlemek gayesiyle nöbet tuttukları askeri kuleler, garnizonlardı.

Bu ribatlarda hem dış tehlikelere karşı askeri, hem de tasavvuf eğitimi verilirdi.

Sahra topraklarında, Afrika’nın kavurucu sıcağı altında yaşam mücadelesi veren yoksul kitlelerin yegáne sığınağı da zaviyeler oldu.

Müslümanlar Afrika’nın vahşi bölgelerinde bile kurdukları zaviyelerle sağlık hizmetlerini, dönemin ve şartların elverdiği oranda en işlevsel tarzda gerçekleştirdiler.

Ayrıca misyoner sufiler kendilerine özgü metot, zikir, süluk ve terbiye usullerini coğrafi ve kültürel şartlara da uygun hale getirerek Afrikalıların İslam’a geçmelerini kolaylaştırdılar.

Afrika toprakları farklı tarikatlar arasında adeta taksim edilmiş vaziyette idi. Senegal denince Müridiyye, Moritanya denince Ticaniye, Fas denince Darkaviyye, Tunus denince Arusiyye, Cezayir denince Medyeniyye, Mısır denince Şaziliyye, Libya denince Senusiyye, Nijerya denince Kadiriyye, Sudan denince Mirganiyye ve Eritre denince Salihiyye akla gelmekteydi.

Peki, Obama’nın memleketi Kenya’da hangi tarikatlar güçlüydü?

Obama Aleviyye mi?

Kenya’da en yaygın tarikat "Kadiriyye" idi.

Bugün dünyaya yayılmış 45 kolu olan Kadiriyye tarikatını, 12. yüzyılda Bağdat’ta Abdülkadir Geylani (ö. 1167) kurdu.

Başta Sudan olmak üzere bazı Afrika bölgelerinde Şeyh Geylani mehdi olarak tanınmaktaydı.

Kesin olmamakla birlikte bu tarikat 1550’lerde Hicaz’dan Doğu Afrika’ya geldi. O tarihe kadar İslam dünyasında pek de yaygın olmayan Kadiriyye tarikatı Afrika’da çok çabuk benimsendi ve hemen yayıldı. Bunun temel nedeni, tarikatın sık sık zikir meclisi düzenlemesiydi! Zikir Afrika kültürüne yakın bir dini ritüeldi.

Kenya’da bir diğer tarikat ise, 13. yüzyılda Tunus’ta Şeyh Abdullah Şazili (ö. 1258) tarafından kurulan "Şaziliyye" idi.

Sünni bir tarikat olan Şaziliyye’nin 15. yüzyılda Doğu Afrika’ya geldiği tahmin ediliyor. Tarikat 19. yüzyılda bölgenin en güçlü tarikatı haline geldi. Tarikatın Kenya’da hálá zaviyeleri var.

Burada bir parantez açacağım: Sultan II. Abdulhamid, Şaziliyye şeyhlerinden Hasan Zafir’i İstanbul’a çağırıp Yıldız Sarayı’nın bahçesindeki iki konağı ona tahsis etti. Böylece İstanbul’da yaşamasını sağlayarak Afrika’daki Sünusi ayaklanmasını bastırdı. Bu konak Beşiktaş Barbaros Caddesi üzerindedir ve harap halde durmaktadır. Acaba bu tarihsel bina "tasavvuf müzesi" haline getirilemez mi?

Devam edelim:

"Rıfaiyye" tarikatının da Doğu Afrika’da belli bir tesiri vardı.

Keza, Muhammed Ali (1178-1255) tarafından Güney Arabistan’da kurulan "Aleviyye" tarikatı da bilhassa Kenya’da güçlüydü.

"Aleviyye" zamanla iki kola ayrıldı; Ebubekir Abdullah el-Ayderus’un kurduğu "Ayderusiyye" ile Abdullah Alevi Muhammed Ahmet el Haddad’ın kurduğu "Haddadiyye".

Kenya’nın yerli tarikatı ise Şeyh İdris Sa’ad tarafından 1930’da Daru’s Selam’da kurulan "Askeriye" idi. Ancak bu tarikat diğerlerine göre çok az rağbet gördü.

Obama Ailesi bu tarikatlardan birine bağlanmış mıydı acaba?

Bilinmiyor. Ancak bir tarikata bağlı olduklarından şüphe yok; çünkü hemen hemen tüm Afrikalı Müslümanlar bir tarikata mensuptu.

Bugüne kadar ABD Başkanı Obama ile ilgili her tür haberi yapanların bu durumu görmezlikten gelmeleri hayli ilginç.

Tayyibiyye tarikatı

18. yüzyılda İslam dünyasını etkileyen yenilik (tecdit) hareketi, başka yerlerde olduğu gibi Afrika’da da yeni tarikatların doğmasına neden oldu.

Bunlar, Fransız, İtalyan, İngiliz sömürgecilerine karşı bağımsızlık mücadelesi verdiler. Kısa zamanda bölgesel siyasetin de motor gücü haline geldiler.

"Neo-Sufizm hareketi" olarak tanımlanan bu tarikatlar, hurafe ve batıl inançlara karşı çıkıp, sünnetin yaygınlaşmasına öncelik etmeyi rehber edindiler. Yani tasavvufi uygulamalarda yer yer rastlanan kimi taşkınlıklara, aykırı yaklaşımlara karşı bayrak açtılar.

İşte bu tarikatlardan biri de 18. yüzyılda Abdulkerim es-Samman tarafından kurulan Hicaz merkezli "Samaniye" tarikatı idi.

Samaniye tarikatını geliştiren büyüten Ahmed el-Tayyip (ö. 1824) oldu. Bu nedenle bu tarikata daha sonraları "Tayyibiyye" denmeye başlandı. Tarikat merkezi Sudan olmak üzere Doğu Afrika’da hayli gelişti.

Uzatmayalım; "Tayyibiyye" gibi onlarca tarikat vardı Afrika’da.

Aynı soruyu sormak durumundayım: Obamalar hangi tarikata mensuptu?

Ailenin oturduğu Victoria Gölü çevresinde "Tayyibiyye" tarikatının ağırlıkta olduğu biliniyor.

Obamalar "Tayyibiyye" tarikatından diyebilir miyiz?

Bu konuda elimizde bilgi/belge yok.

Sadece "ihtimaldir" diyebiliriz.

Diğer yandan, ABD Başkanı Obama, "Tayyibiyye"yi bilmeyebilir ama Tayyip’i mutlaka tanıyacak.

Çünkü 13 Kasım’da ABD’ye gidecek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan aksilik olmazsa Obama ile görüşecek!

Kimbilir belki Başbakan Erdoğan ikili görüşmelerinde, Obama’nın atalarının nasıl Müslüman olduğu konusunda bilgi verir!

Freddie Mercury de Afrika’dan gelmişti

Doğu Afrika’nın dünyada en tanınmış popüler isimlerinden biri Queen grubunun efsanevi solisti Freddie Mercury idi. Ataları Zanzibarlı idi. Şiraziler olarak bilinen tüccarlar 12. yüzyılda İran körfezinden gelip Zanzibar’a yerleşmişlerdi. Yerel halk siyahlarla karışıp Afro-Sirazi adı verilen bir sınıfın doğmasına neden olmuşlardı. Freddie Mercury bunlara mensuptu.

Obama’nın kabilesi turuncu devrim peşinde

KENYA’nın yüzde 13’ünü Luolar, yüzde 22’sini Kikuyular oluşturuyor.

İki kabile arasında çatışma siyasi arenada da kendini gösteriyor.

27 Kasım 2007 seçimlerinde Kikuyuların adayı Mwai Kibaki, Luoların ise Raila Odinga idi.

Devlet Başkanlığını Kikuyular kazandı.

Ancak Sırbistan, Gürcistan, Ukrayna’da olanlar Kenya’da da tezgáhlandı. Luolar seçime hile karıştırıldığı gerekçesiyle ayaklandı.

Ayaklanmanın öncüsü "Turuncu Devrim" isteğiyle Luoları harekete geçiren, Turuncu Demokratik Hareketi lideri Raila Odinga idi.

Luolar ile Kikuyuların çatışması sonucu bin kişi öldü, 200 bin kişi yerinden yurdundan oldu.

BBC’den Mukoma Wa Ngugi, Luoların turuncu devrim yapmak için bu vahşete neden olduklarını söyledi.

Tahmin ettiğiniz gibi Luolar ile Kikuyuların çatışmasında büyük güçlerin desteği de vardı.

Luoların lideri Raila Odinga’nın arkasında ABD vardı.

Batı’nın "totaliter" olarak değerlendirdiği Kikuyular, bağımsızlıktan beri iktidardalar. Önceleri Sovyetler Birliği ile müttefiktiler.

Sonunda Kibaki Devlet Başkanı Odinga, Başbakan yapılarak çatışmalara son verildi.

Nerede bir renkli devrim girişimi olsa, adının mutlaka geçtiği "para sihirbazı" George Soros, ABD seçiminde Barack Obama’yı destekledi.

Soros’un Kenya’daki Turuncu Demokratik Hareketi’nin de finansörü olduğunu biliyor musunuz?

Obama’nın babasının, Odinga’nın dayısı olduğunu belirtmeliyim! Kuzenler yani. Soros’un vakıflarıyla ilgili tartışmalar bugün Kenya’da da medyanın gündeminde.

Bakalım Obama’nın ABD Başkanı olması Kenya’daki Luolar ile Kikuyular arasındaki çatışmayı nasıl etkileyecek?

Kuzenler; Obama ile Odinga bakalım el ele verip Kenya’ya Turuncu Devrim getirecekler mi?..

Kunte Kinte’yi kaçıranlara Obamalar yardım etti mi?

TEK kanallı televizyonun unutulmaz dizilerinden biriydi: Kökler.

Afrikalı Müslüman siyah genç Kunta Kinte, davul yapmak için kütük ararken köle peşinde koşan Amerikalılar tarafından yakalandı ve gemiyle ABD’ye götürülüp köle olarak satıldı.

Kuşkusuz Amerikalılara bu esir ticaretinde yardımcı olan Afrikalılar da vardı.

Bunlar arasında Obama’nın akrabaları var mıydı acaba?

Obama Ailesi, Afrika’nın en büyük tatlı su gölü olan Victoria Gölü çevresinde yaşayan Luo kabilesinden.

Luo kabilesi, bugün Sudan, Uganda, Kongo, Kenya, Tanzanya’ya yayılmış bulunan köklü bir kabile.

Kenya’nın yüzde 13’ü Luo kabilesinden. Luoların büyük çoğunluğu Hıristiyan, çok azı Müslüman. Buraya bir not eklemeliyim: Kenyalı Müslümanların ritüelleri, gelenekleri pek Anadolu Müslümanlığına benzememektedir, Örneğin reenkarnasyona inanıyorlar.

Luolar, Kenya’nın en büyük etnik grubu Kikuyular ile sürekli çatışıyorlar.

Kikuyular, Somali’nin güneyindeki Shungwaya’dan gelmişlerdi.

Luolar, Somali’den gelen içlerinde Müslümanlar da olan Kikuyulara düşmandılar ama nedense Somali’deki siyah renkli Yahudi kabilesi Yabirsler ile çok sıcak ilişkileri vardı.

Luolar ile Yabirsler dinsel farklılık olmasına rağmen kız alıp veriyorlardı!

Luo kabilesiyle Yabirsler’in ilişkisi eskiye dayanıyordu. Yabirsler, Hz. Davud döneminde Somali’ye gelip Luolar ile ilişkiye geçmişlerdi.

Bu ilişki konusunda Batı basınında son dönemde ilginç haber yorumlar çıktı.

İddialara göre, Luolar, Afrikalıları Yabirsler aracılığıyla köle olarak Amerikalılara satmışlardı! Beraber köle ticareti yapmışlar yani.

Ve bu yüzden Luolar, Batı ile oldukça iyi ilişkiler kurmuşlardı.

Afrikalı kabilelerin bu nedenle Obama’nın kabilesi Luoları pek sevmediği yazılıyor.

Bu iddiaları ortaya atanlar iki örnek olay gösteriyor:

Bunlardan birincisi, Obama’nın babasının Amerikalı misyonerin bursuyla ABD’ye gitmesi.

İkincisi ise, seçim çalışmaları sırasında Obama hakkında sürekli, "Obama hiç köle olmadı" denilmesi. Bu propaganda ilginçti; sanki Afrika’da yakalanıp Amerika’ya köle olarak getirilmek ayıptı!

Barack Hüseyin Obama’nın dünyanın en sevimli siyasal lideri haline gelmesinin nedeni Kunta Kinte’lerin bu çileli hayatı değil midir?
Yazının Devamını Oku

Atatürk yaşasaydı, Cumhuriyet karşıtlarına ne yanıt verirdi

2 Kasım 2008
85. yıl tablosu: Sadece ABD ve Avrupa’da değil Türkiye’deki bazı "akademik gettolarda" da Atatürk düşmanlığı yapmazsanız artık barındırılmıyorsunuz.
Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamayan bir gazete iseniz, özgürlükçü yayın organı ilan ediliyorsunuz. Kutlama yapanların duygularını hiçe sayıp 29 Ekim’de bile Cumhuriyet’e hakaretler yağdıran bir köşe yazarı iseniz hemen demokrat yazar unvanını alıyorsunuz. Belgesel filminizde, Atatürk’ü diktatör göstermezseniz övgü alamıyorsunuz. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Atatürk yaşasaydı tüm bu olupbitene bugün nasıl cevap verirdi?

BUGÜN bu sayfanın yazarı son dönemlerde ağır saldırılara uğrayan biri.

Bugün bu sayfanın yazarı Mustafa Kemal Atatürk.

O, bugünleri gördü. Söyleyeceğini yıllar önce söyledi.

Evet, bugün bu sayfanın yazarı Gazi Kemal Atatürk...

"Efendiler, Cumhuriyet’in ilanı, bütün milletçe sevinçle karşılandı. Her tarafta parlak sevinç gösterileri yapıldı. İstanbul’da iki-üç gazete ve yalnız İstanbul’da toplanan bazı kimseler, milletin genel ve samimi olan bu sevincine katılmaktan çekindiler. Endişeye düştüler. Cumhuriyet’in ilanına önayak olanları eleştirmeye başladılar.

Mesela, ’Yaşasın Cumhuriyet’ başlığı altındaki yazılar bile, Cumhuriyet’in kuruluş ve duyuruluş şeklinin ’sıkboğaza getirilmiş gibi bir durum’ bulunduğunu ilan ediyordu.

Deniliyordu ki, ’Cumhuriyet, alkış ile, dua ile, şenlik ve donanma ile yaşayamaz. Cumhuriyet, bir tılsım değildir.’

’Ben Cumhuriyetçiyim’ diyenlerin, Cumhuriyet’in ilanı günü kaleminden çıkacak sözler bunlar mı olmalıydı? En yüksek idare şeklinin Cumhuriyet’ten başka bir şey olmayacağına inandığını iddia edenlerin, Cumhuriyet kelimesine, ’bir put gibi tapmam’ demesindeki anlam ve kasıt nedir?

Bu yazıların amacının aslında, Cumhuriyet’i halka sevdirmek, bunun put gibi tapılacak bir şey olmadığını anlatmak olması gerekmiyor muydu?

Bir başka gazeteci de, ’Efendiler acele ediyorsunuz!’ diye bağırmaya başladı.

Tüm bu sözlerle itiraf edilmektedir ki, son günlerin gürültüleri, Cumhuriyet’in ilanına engel olmak içinmiş.

Çirkin, bayağı sözler

Gazetesini, ’Balonu uçurdular ama galiba ucunu kaçırıyorlar’ gibi çirkin bayağı sözlerle dolduran gazeteci efendi, sesleniş ve suçlamalarına şöyle devam ediyordu: ’Devletin adını taktınız, işleri de düzeltebilecek misiniz?’ Bu seslenişle başlayan yazıları, şu satırlarla son buluyordu: ’Tek dileğimiz vatan ve millete yararlı işlere başlanılmasından ibarettir. Eğer dün ilan edilen Cumhuriyet’in liderleri ve o liderleri destekleyenler bunu yapabileceklerinden eminseler, biz de kendilerine, -öyleyse Cumhuriyetiniz mübarek olsun Efendiler!- diyoruz.’

Bu son cümlesiyle bizi alay edercesine tebrik eden bu yazar, Cumhuriyet’i benimsemiyor, onunla ilgisi olmadığını bildiriyordu.

Başka bir gazeteci yazar
da, Cumhuriyet’in ilanı ve dolayısı ile yaptığı eleştiri ve değerlendirmede, ’Bizi üzen nokta, milli önderimizin kişiliği ile ilgilidir. En büyük ruhlu adamlar bile kişisel güç sahibi olmanın çekiciliğine karşı koyamamışlardır’ diyor.

Bu yazar ve benzerlerinin, Cumhuriyet’in ilan şeklinde, Cumhuriyet’in esasları ile ilgili kanunda gördükleri kusur ve eksiklikleri eleştirmelerini samimi sayabilmek için saf olmak lazımdır.

Eğer bu yazarlar, Cumhuriyet’in ilan günü yaygaralı hücumlara başlamayıp, önce Cumhuriyet’in ilanını iyi niyetle ve samimiyetle karşılamış olsalar, kamuoyunu kararsızlık ve karışıklığa düşürecek şekilde değil de, Cumhuriyet’in iyi yanlarını tanıtıcı ve onun ilanının pek yerinde olduğunu kamuoyuna telkin eden yazılar yazmış olsalardı, ondan sonra yapacakları her türlü eleştirinin samimiyetini iddiada haklı olabilirlerdi. Fakat gördüğümüz tutum ve davranış böyle olmamıştır.

Yollar ayrılıyor

Efendiler, Rauf (Orbay) Bey de bu münasebetle gazetecilere demeç vermiştir. Vatan ve Tevhid-i Efkár gazetelerinin sahipleri ve başyazarlarıyla baş başa vererek düzenledikleri sorularla bunların cevaplarından bazılarını birlikte gözden geçirelim:

Rauf Bey, ’Bence konuyu Cumhuriyet kelimesi bakımından ele almak doğru değildir’ sözleriyle Cumhuriyet’ten bile söz etmek istemiyor. Rauf Bey’in kendi görüşü, ’Milletimizin refah ve bağımsızlığının korunmasını ve aziz vatanımızın bütünlüğünü sağlayan rejimin en uygun rejim olacağı’ şeklindedir. Efendiler, bu sorunun yanıtı mıdır?

Rauf Bey’in düşündüğü rejimin adı yok mu? Cumhuriyet rejimi milletin refah ve bağımsızlığını, vatanın bütünlüğünü sağlayan en uygun rejim değil midir? Eğer öyle ise uzun sözleri bir tarafa bırakalım, ’Ben en uygun rejimin Cumhuriyet rejimi olduğu görüşündeyim’ deyiver de, demagojiden kurtulalım. Çünkü söz konusu olan Millet Meclisi’nce kanunla kabul edilen Cumhuriyet’tir. Maksadınız, dolaylı olarak, bu ilan olunandan daha uygun bir rejim bulunduğunu anlatmak ve buna işaret etmek ise, bunu da söyleyiniz. O tercih ettiğiniz rejim ne olabilir?

Rauf Bey, kendi görüşünü açıktan açığa söylemekten kaçınıyor. En doğru olduğunu iddia ettiği hükümet şeklinin, devlet başkanlığını Halife’nin kişiliğinde düşündüğüne şüphe yoktur.

İşte, Cumhuriyet’in ilanı üzerine Rauf Bey’i ve kendisi ile aynı düşüncede olanları telaş ve heyecana sürükleyen sebep, devlet başkanlığı makamına Cumhurbaşkanı’nın getirilmiş olmasıdır. Aslına bakılırsa, ’Cumhurbaşkanı devletin başıdır’ dedikten sonra, Halife’ye verilecek sıfat ve yetkiyi sağlamakla uğraşan ve böylece onun sevgi ve iltifatını Allah’ın lütfu sayarak memnun olanların hayal kırıklığına düşmekten duydukları üzüntü ve kaygıyı doğal görmek gerekir.

Rauf Bey, yapılan işin sadece bir isim değiştirmekten ve üst tabakada bir şekil değişikliği yapmaktan ibaret olduğunu söylüyor. Cumhuriyet’i ilan etmenin çocukça ve aceleye getirilmiş bir hareketin eseri olduğunu anlatmaya çalışırken, ’Cumhuriyet idaresiyle gerçek ihtiyaçların karşılanmış olacağını zannetmek affedilmez bir hata olur’ demekle, Cumhuriyet rejimine ne kadar ilgisiz ve ondan ne kadar uzak olduğunu ispat etmiyor mu?

Benim girişimlerimi ve yaptığım işleri, halkta endişe uyandırıcı nitelikte görmek ve sevinç gösterilerinde bulunan halk adına, gereksiz yere bunun tersini söylemek, yapay olarak halka bu endişeleri aşılamaya kalkışmaktır.

’Halkın, geçirdiği tecrübelerden ders aldığını ve uyanıklık kazandığını anlayarak sevinmelidir, ben şahsen memnunum’ diyen Rauf Bey’e bu münasebetle bir noktayı hatırlatayım:

Halkı uyarmak ve uyandırmak için ömrünü adamış bir adama karşı böyle konuşulmaz ve halkta bu duyarlılığı görmekle, kendisinin benden çok sevindiğini söylemeye ne hakkı ne yetkisi vardır.

Rauf Bey bütün vatanı düşmanlara işgal alanı yapabilecek Mondros Ateşkes Antlaşması’nı bir oldubitti şeklinde imzaladığı zaman, milletin nasıl kan ağlayıp acı çektiğini duyabildi mi?

Efendiler, çeşitli soy ve mesleklerden oluşan kimselerin meydana getirdiği bu topluluk, Rauf Bey’i maksatlarının açıklanıp savunulmasına en uygun bir kimse olarak görmüşlerdir."

Yenilikçi olduklarının zannedilmesini istiyorlar

"BİLİNDİĞİ üzere (muhalifler), Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası diye bir parti kurdular. ’Cumhuriyet’ kelimesini ağızlarına almaktan bile çekinenlerin, Cumhuriyet’i doğduğu gün boğmak isteyenlerin, kurdukları partiye ’Cumhuriyet’ ve hem de ’Terakkiperver" (ilerici) adını vermiş olmaları, nasıl ciddiye alınabilir ve ne dereceye kadar samimi sayılabilir.

Kurdukları bu parti ’muhafazakár’ adı altında ortaya çıkmış olsaydı belki bir anlamı olurdu. Fakat, bizden daha çok Cumhuriyetçi ve bizden daha çok ilerici olduklarını iddiaya kalkışmaları doğru değildi.

’Parti, dini düşünce ve inançlara saygılıdır’ ilkesini bayrak olarak eline alan kimselerden iyi niyet beklenebilir miydi? Bu bayrak, yüzyıllardan beri cahilleri, bağnazları ve hurafelere inananları kandırarak özel çıkarlar sağlamaya kalkmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk milleti, yüzyıllardan beri sonu gelmeyen felaketlere, içinden çıkabilmek için büyük fedakárlıkların gerekli olduğu pis bataklıklara hep bu bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi?

Cumhuriyetçi ve yenilikçi olduklarını zannettirmek isteyenlerin, yine bu bayrakla ortaya atılmaları dini bağnazlığı coşturarak, milleti Cumhuriyet’e, ilerlemeye ve yenileşmeye karşı kışkırtmak değil miydi?

Yeni parti, dini düşünce ve inançlara saygı perdesi altında, ’Biz hilafeti yeniden isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz; bize Mecelle yeterlidir; medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler biz sizi koruyacağız; bizimle birlikte olunuz. Çünkü Mustafa Kemal’in partisi hilafeti kaldırdı, İslamiyet’e zarar veriyor; sizi gávur yapacak, size şapka giydirecektir’ diye bağırmıyor muydu? Yeni partinin kullandığı sloganlar bu gerici haykırışlarla dolu değil miydi?" (20 Ekim 1927, kaynak Nutuk)

En insafsız saldırıları ’Cumhuriyetçiyim’ diyenler yapacaktır

"CUMHURİYET’in ilanı üzerine İstanbul’da bazı kimseler ve bazı gazeteciler Halife’ye de bir rol yaptırmak hevesine düştüler.

Gazetelerde, Halife’nin istifa ettiği veya edebileceği yolunda önce söylentiler çıkarılıp sonra tekzipler yayınlandılar. Sonra da dendi ki, ’Haber aldığımıza göre, mesele böyle bir rivayetten ibaret olmadığı gibi, bir tekzip ile çözülebilecek kadar basit de değildir. Gerçek olan bir nokta vardır ki, o da Cumhuriyet’in ilanının, yeniden bir Halifelik meselesi ortaya çıkarmış olmasıdır.’

Halife, ’yazı masasının başına oturup Vatan Gazetesi yazarına demeç vermiştir’ denilerek, Halife’nin bütün insanlar tarafından sevildiği, Asya’nın en ücra köşelerine varıncaya kadar İslam dünyasından binlerce mektup ve telgraf aldığı ve birçok yerden kurullar geldiği yolundaki sözlerle, hilafet konumunun kolay kolay sarsılır bir konum olmadığı anlatılmaya çalışıldı.

İslam dünyasınca istenmedikçe, Halife’nin istifa edip çekilmeyeceği ilan edildi. Aynı zamanda, ’Hükümet, birçok iç meseleleri yoluna koymakla meşgul olduğundan; şimdiye kadar hilafetin görevlerini tespitle uğraşma imkánını bulamamıştır; hükümetin iç meselelerle meşgul olduğunu elbette İslam dünyası da bilmektedir ve şimdiye kadar Halifelik görevleriyle uğraşmaya imkán bulamamasını doğal görür’ cümlesiyle bizi; hilafetin görevlerini tespite çağırırken, şimdiye kadar bunun yapılmamasını hoşgörü ile karşılayan İslam dünyasının, bundan sonra mazur göremeyeceğini de bildirerek bir bakıma tehdit edildik.

Vatan Gazetesi’nin 9 Kasım 1923 tarihli nüshasında okuduğumuz bu yazılardan sonra, 10 Kasım 1923 tarihli sayısında Tanin Gazetesi’nde Halife’ye yazılan bir açık mektup yayınlandı.

Lütfi Fikri Bey’in imzasını taşıyan bu mektupta, Halife’nin istifasıyla ilgili haberlerden, milletin ne kadar üzüldüğünü ve acı çektiğini ispat için bir vapur hikáyesi uydurulmuştu: ’Vapurda oturanlar Halife’nin istifa haberini öğrenince yüzlerine hüzün ve endişe çökmüş. Ortak endişe bunları bir dakikada dost etmiş.’ Lütfi Fikri Bey, ’Gönül istiyor ki, bu istifa sözü edebi olarak gömülsün kalsın’ diyor; çünkü ’dünya için felaket olur’muş.

Lütfi Fikri Bey, millete şunu da telkin ediyordu: ’Hayretle ve üzüntüyle görülmelidir ki, bugün şu manevi hazineye (yani hilafete) saldırmak isteyenler; dışarıdan kimseler, Müslüman milletler içinde Türk’ü çekemeyenler değildir. Doğrudan doğruya biz Türkler, kendi dinimizden sonsuza dek bu hazinenin çıkarılması sonucuna yol açabilecek girişimlerde bulunuyoruz.’

Efendiler, yabancılar hilafete saldırmıyorlardı. Fakat, Türk milleti saldırıdan kurtulamıyordu. Hilafete saldıranlar, Müslüman milletler içinde Türk’ü çekemeyenler değildi. Fakat Çanakkale’de, Suriye’de, Irak’ta İngiliz ve Fransız bayrakları altında Türklerle vuruşanlar bu Müslüman milletlerdi.

Lütfi Fikri Bey’in Tanin’de yayınlanan açık mektubundaki görüş ertesi gün Tanin başyazarı tarafından desteklendi. Tanin başyazarı, kendisinin Cumhuriyetçi olduğunu ilan etmişti. Fakat öyle bir Cumhuriyetçi ki, onun istediği Cumhuriyet idaresinin başında Halife olarak Osmanlı Hanedanı’ndan biri olacaktı. Yoksa, yapılan hareket akıl ve vatanseverlikle, milliyet duygusuyla zerre kadar bağdaştırılamazmış.

Efendiler, bu yazıların anlamı ve bu düşüncelerin nasıl bir maksada dayandığı bugün kolaylıkla anlaşılmaktadır. Yarın, daha açık olarak anlaşılacaktır. Gelecek kuşakların, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilan edildiği gün, ona en insafsızca saldıranların başında ’Cumhuriyetçiyim’ diyenlerin yer aldığını görerek asla şaşıracaklarını sanmayınız. Aksine, Türkiye’nin aydın ve Cumhuriyetçi çocukları, böyle Cumhuriyetçi geçinmiş olanların, gerçek düşüncelerini tahlil ve tespitte hiç de kararsızlığa düşmeyeceklerdir."
Yazının Devamını Oku