Soner Yalçın

Tarihi gazete

14 Haziran 2009
Mesleğim gereği eski gazete ve dergileri karıştırmayı severim. Haberlerinden, mizanpajlarına, fotoğraflarından bulmacalarına kadar her sayfası ilgimi çeker. Ve bu yayın organları arasında dolaşırken hep şaşırıp kalırım. Bazı haberleri "not defterine" yazarım. Bugün sizi eski gazetelerin sayfalarına götüreceğim. Bakalım yaptığımız bu "tarihi gazeteyi" beğenecek misiniz?..

MANŞET

/images/100/0x0/55ead6cff018fbb8f89a03deGAZİ PAŞA ÖNERGESİNİ GERİ ÇEKMEK ZORUNDA KALDI

Dün, Meclis’teki en mühim hadise, Gazi Paşa’nın parti grubundaki teklifiydi. İsmet Paşa gruba, Osmanlı hanedanına mensup kadınların memleketten çıkarılmamasının Meclis ve Cumhuriyet için bir şefkat eseri olacağı hakkındaki Gazi Paşa’nın bu teklifini bildirdi. O anda grup odasının içinde kasırgalar koptu.

Mebuslar masaların üzerine çıkarak, "Olamaz!" diye bağırışıyorlar, bu teklife isyan ediyorlardı. Mebuslara hákim olan psikoloji, merhamete ve şefkate yer bırakmıyordu. İtirazlar gittikçe yükseldi. "Yalnız sağ olanları değil ölenlerin kemiklerini bile memleketten atmalı" sesleri duyuluyordu. Bu durum karşısında Gazi Paşa teklifini geri almıştır.

(Akşam, 7 Mart 1924)

BAŞYAZAR

Türkiye’nin borcu

Garp sermayedarlarına 100 milyon altın yani şimdiki kağıt parayla takriben 1 milyar borcumuz var. Bu rakamı söylemek kolay. Fakat hiçbirimiz 1 milyar liranın dehşeti hakkında hakiki bir fikre sahip değiliz. Bazı misaller gösterip 1 milyar liranın ne demek olduğunu anlatalım:

Şayet kağıt paraları uc uca tek Türk lirası olarak eklerseniz küre-i arzı tam 4 kere kuşatacak bir kuşak elde edersiniz.

Bir misal daha: 100 kağıt liranın ağırlığı 137 gram olduğuna göre 1 milyar liranın ağırlığı 1370 ton eder. Bunun Türkiye’den garbe sevki için transatlantikler lazımdır.

Ey ümmet-i İsa! Ey Şefik rahim peygamberin ümmeti... Bu kadar parayı biz nasıl verebiliriz, hiç düşündünüz mü?

(Akşam, 12 Mart 1930)

BİRİNCİ SAYFA HABERLERİ

Abdülhamid’in torunu kendini öldürdü

Abdülhamid’in 30 yaşındaki torunu Abdülkerim, New York otellerinden birinde kendini öldürmüştür. Polis direktörüne yazdığı bir mektupta Abdülkerim zengin bir Amerikalı kadınla evlenmediği için intihar etmiş olduğunu söylemektedir. Abdülkerim bu kadının parasıyla Çinli serserilerden mürekkep bir ordu toplayarak Türkiye tahtını ele geçirmek fikrinde imiş.

(Akşam, 4 Ağustos 1935)

İsmet Paşa Hazretleri yüzmeyi öğrendi/images/100/0x0/55ead6d0f018fbb8f89a03e0

Başvekil İsmet Paşa hazretleri dün sabah denizde banyo yapmışlardır. Müşarünileyh Hazretleri denizde yüzmeyi az zamanda çok iyi öğrenmişlerdir. Artık mantara lüzum olmadan denizde yüze yüze açılmaktadır.

(Cumhuriyet, 18 Ağustos 1929)

İstanbul-Ankara hava seferleri başladı

İstanbul-Ankara tayyare servisi dün başlamıştır. Ankara’dan kalkan ilk tayyare saat 11.40’ta Yeşilköy’e gelmiş ve 15.30’ta Yeşilköy’den havalanan diğer bir tayyare de 17.10’da Ankara’ya vasıl olmuştur. Tayyare 1 saat 50 dakika olarak kabul edilen müddeti daha da kısaltmış ve 1 saat 40 dakikada gelmiştir.

İlk gelen tayyare ile Ankara’dan şehrimize üç yolcu gelmiştir. Müteahhit Hamdi, İnhisarlar Müfettişi Şadan ve İş Bankası memurlarından Berrin’dir. Tayyareyi Pilot Tahir getirmiştir. Geçen sene Gazi Hazretleri "Havadan seyahat edenlerin sayısı artsın" diye yanına aldığı gazetecilerle birlikte "De Havilland" adlı yolcu uçağıyla İstanbul üzerinde kısa bir gezintiye çıkmıştı.

(Tan, 26 Mayıs 1936)

KÖŞE YAZARI

Taksitle burun

BİR yerde okudum. Amerika’da ameliyatla insanlara burun takan bir müessese işin kolayını bulmuş. Takma burun epey pahalıya mal oluyormuş. Herkes yaptıramıyormuş. Bunun için burun yapan müessese bu işi taksitle yapmaya karar vermiş. Lakin siz şu taksit denilen şeyin yeryüzüne ne kadar kök budak saldığını görüyorsunuz. Taksitle elbise, taksitle kundura, taksitle otomobil, taksitle palto, taksitle muşamba. Taksit. Taksit. Taksit... Nerede ise içtiğimiz bir bardak suyu bile sekiz taksitle beşer para ödeyerek içeceğiz. Ne korkunç şey şu haşmetlu taksit hazretleri.

(Hikmet Feridun Es

11 Ocak 1935)

ÜÇÜNCÜ SAYFA HABERLERİ

İstanbul’da kartopu oynamak yasaklandı

Yasağa kulak asmayanlardan ceza alınacak. Kartopu oynamak yasak olduğu halde bu sefer yalnız çocuklar değil, büyükler de buna heves ettiler. Atılan kartoplarından müteessir olanlar pek çoktur. Bu yüzden şikayetler başlamıştır. Bu nedenle bundan sonra kartopu atanlar hakkında hemen polisçe zabıt yapılacak ve küçüklerin de velileri tahkik edilerek para cezası alınacaktır.

(Vakit, 17 Şubat 1935)

İstanbul’da ilk defa meydana gelen hadise

Bir öldürme meselesinden dolayı idama mahkum edilip idam hükmü temyiz mahkemesince tasdik edilerek Büyük Millet Meclisi’ne gönderilen iki mahkum hapishanede açlık grevi yapmaya başlamışlardır. İdam mahkumlarının isimleri Hamdi ve Niyazi’dir. Mahkumlar hücrelerinde yüzükoyun yatmakta ve verilen ekmeği yememektedir. Bu durumda mahkumlara zorla ekmek verilmeye çalışılacaktır.

(Cumhuriyet 5 Ağustos 1931)

Mektep görmüş bir köpek polise alındı

Polis hizmetlerinde kullanılmak üzere Almanya’dan bir polis köpeği celbedilmiştir. ’Dolf Funt Grehend’ ismindeki bu köpek, Almanya’da köpek mektebinde tahsis etmiş ve arkadaşları arasında, aliyülala derecede şehadetname almaya muvaffak olmuştur.

Bu köpek altı aylıkken mektebe başlamış ve bir sene tahsil etmiştir. ’Dolf Funt Grehend’ iki metre yüksekliğindeki irtifaı kolayca atlamakta, Almanca lisanından anlamakta ve bu lisanla verilen bütün emirleri harfiyen ifa etmektedir.

(Cumhuriyet, 7 Eylül 1930)

Kaçak rakı çekerken yakalandılar

Arnavut Köyü’nde "Mısırlı Hanım" adıyla bilinen köşkte oturan bakkal Toma’nın orada gizlice rakı çektiği haber alınmış ve köşkte yapılan araştırma sonunda büyücek bir kaşar, üç kilo cibre ve üç buçuk kilo rakı bulunarak müsadere edilmiştir.

(Milliyet, 22 Mayıs 1928)

Şehremaneti müdürlerinden Nazım Bey’in evi soyuldu

Evvelki gece Türbe’de, Evkaf Müdüriyeti karşısında kain Şehremaneti Umuru Meyahiye Müdürü (Sular İşleri Müdürü) Nazım Bey’in evine hırsız girmiştir. Nazım Bey’in Erenköy’de ikamet etmesinden istifade eden hırsız evi boş bulmuş ve ele geçirdiği eşyayı kamilen alıp götürmüştür.

Alınan eşya arasında Nazım Bey’in redingotu, şapkası, dikiş makinesi, ve sofra takımları bulunmaktadır. Caddeye nazır bir evin bu surette soyulması şayanı dikkattir.

(Yeni Ses, 28 Haziran 1926)

DIŞ HABERLER

Olacak şey değil

Londra- Gandi’nin çıkardığı haftalık ’Yung India’ gazetesi başyazıcısı Bayan Beansali, hem tariki dünya olmuş manastıra girmiş hem de bununla iktifa etmeyerek bir daha konuşmamak için demir iplikle dudaklarını diktirmiş. Ağzına sulu yiyecek girecek kadar ince bir yer bırakmıştır. (Vakit, 20 Aralık 1933)

Televizyon tecrübesi yapıldı

Radyonun düğmesini çevirdiğiniz anda, dünyanın öbür ucunda verilen konseri dinliyorsunuz. Şimdi de düğmeyi çevirdiniz mi, hem konser dinleyeceksiniz hem de konseri verenleri göreceksiniz. İşte buna televizyon diyoruz.

Londra’da bir TV tecrübesi yapıldı. Fakat tam resimleri aksettirmeye başlayınca herkes şaşaladı. Ve akisleri kestiler. Çünkü resimde çırılçıplak kadınlar görüldü. Bunun sebebi incelendi ve bulundu. Infra Rouge şuaları her türlü kumaştan geçiyor, ancak suni ipekten geçemiyormuş. Bundan böyle televizyonla aksettirileceklerin içine suni ipekten mayo giymeleri şart oluyor.

(Akşam, 20 Ocak 1936)

Mussolini’nin cesedinin yarısı kaçırıldı

Mussolini’nin cesedi mezarından çıkarılarak kaçırılmıştır. Cesedi kaçıranların çok acele ettikleri anlaşılmaktadır. Zira eski İtalyan diktatörünün bir bacağı tabutun içinde kalmıştır. Polis, üniversite talebelerinden şüphe etmektedir.

United Pres Ajansı’nın muhabirinin bildirdiğine göre tabutun içinde şu kağıt bulunmuştur: "Aziz Duçe, seni nihayet tekrar aramıza aldık. Seni güllerle sarıp sarmalayacağız. İmza: Faşist Demokratlar."

(Tasvir, 24 Nisan 1946)

EKONOMİ HABERLERİ

Filozof Hidayet denize tel çekiyor

İzmir’de satılan balıkların bayat olduklarını iddia eden filozof Hidayet Keşfi, canlı ve çok taze balık yetiştirip satmak için teşebbüste bulunmuştur. Vilayet ve belediyeye müracaat eden bu zat İzmir Karşıyaka yolunda sahilde bir kısmı ayırarak burada tel kafesler içinde balıkları canlı olarak muhafaza edeceğini ve satacağını bildirerek sahile tel kafesler çekmek için müracaat etmiştir."

(Vakit, 6 Aralık 1936)

Japonya kedi derisi istiyor

Bazı Japon tacirleri, İstanbul Ticaret Odası’na Osaka’dan gönderdikleri bir mektupla Türkiye’den kedi derisi ve boynuz almak istediklerini bildirmişlerdir. Türkiye’deki kedilerin semiz, tüylü ve derileri terbiyeye müsait cinslerden olduğunu öğrenerek müracaatta bulunan bu firmalar, derileri alınacak kedilerle, derilerin ne zaman ve ne şekilde yüzüleceği hakkında da uzun boylu malumat vermişlerdir.

(Cumhuriyet4 Nisan 1934)

MAGAZİN

Kongorilla/images/100/0x0/55ead6d0f018fbb8f89a03e2

Vahşi hayvanların can sıkıcı mırıltılarını, yabani şarkılarını, ulumalarını, samiahıraş bağırışlarını ve haykırışlarını "Kongorilla" filminde dinleyeceksiniz. Bu meçhul safhayı tanıtmak için tam iki sene sarfı mesai edilmiştir. Yakında sinemalarda.

(Son Posta, 22 Ekim 1932)

Sulukule’deki kavga hastanede nihayetlendi

Sulukule’de para karşılığında kavga gösterisi yapan Çingene kadınları, dün yine böyle bir gösteri kavgasına başlamışlar, birbirlerine yakası açılmamış küfürler, iftiralar ederek, çirkin el ve kol hareketleri yaparak seyredenleri gülmekten kırıp geçirmişlerdir. Ancak kavgadaki üstünlüklerini seyirci beylere daha da beğendirmek için işi giderek azıtmışlar, sonuç olarak işi gerçekten ağır ve kanlı bir şekle dönüştürmüşlerdir. Çingene kadınlardan dördünün tedavisi ayakta yapılmış, beş tanesi ise Cerrahpaşa Hastanesi’ne kaldırılmışlardır.

(Memleket Gazetesi 8 Mayıs 1919)

Gençlik Tılsımı: SEKSÜLİN

İktidarsızlıktan şikayetci iseniz, birçok ilaçları alıp da hiçbirinden fayda görmemişseniz size son bir tecrübe tavsiye edeceğiz. Seksülin kullanınız.

(Akşam, 8 Haziran 1933)

SPOR HABERLERİ

Galatasaray-Fenerbahçe maçı yarıda kaldı/images/100/0x0/55ead6d0f018fbb8f89a03e4

Dün senenin en mühim maçlarından biri olan Galatasaray Fenerbahçe maçı Taksim Stadyumu’nda oynandı. Yalnız maça gelen ahali ancak 32 dakika oyun ve 12 dakika da münakaşa, rica ve sövme seyretti. Fenerbahçe daha 6’ncı dakikada bir gol atınca Galatasaraylılar yedikleri bu golle kuvve-i maneviyelerinin kırıldığı görülüyordu. Maçın 32’nci dakikasında Şaban’ın attığı gole Mithat itiraz etti.

Oyunu yöneten hakem İstanbulspor’dan Emin Bey bu itirazı maçtan sonra tetkik edeceğini söyleyip oyunu başlattı. Bunun üzerine sol tribünden hakeme hakaretamiz elfaz sarfedildi. Hadisenin en tuhaf kısmı bundan sonra başladı. Hakem düdük öttürerek bu şekilde maçı oynatamayacağını ve oyunu tatil ettiğini söyledi. Her iki taraf oyuncularının rica ve ısrarlarına rağmen hakem sözünde ısrar etti ve çekildi, gitti.

(Milliyet, 9 Temmuz 1933)
Yazının Devamını Oku

15 yıllık bir faili meçhul cinayetin tanıklığı

7 Haziran 2009
Üç kişiydiler. İstanbul’da Çınar Oteli’nin önünden kaçırıldılar. Kaçıranlar yedi-sekiz kişiydi; ellerinde silah vardı ve tek tip yelek giymişlerdi. Üç kişinin cesetleri bir gün sonra Bolu Yığılca’da bulundu. Geçen gün bir gazetede kaçırılıp öldürülen bu üç kişinin ölüm yıldönümü ilanını görünce eski yıllara gittim. Neler yaşamışız o kábus dolu günlerde. MAYIS 1996...Daha meşhur Mercedes, kamyonla çarpışmamış, Susurluk Çetesi ortaya çıkmamıştı.

"Behçet Cantürk’ün Anıları" kitabımı bitirmiş, okuması için Hasan Yalçın’a vermiştim.

Hasan Yalçın gazetecilikte benim ilk öğretmenimdi. Okuduktan sonra, "Çetenin işlediği cinayetleri niye kitabın arka sayfalarına sakladın, bence kitaba bu faili meçhul cinayetlerle giriş yap" dedi.

Hiç unutmuyorum, "Korkuyorum" dedim./images/100/0x0/55ea1fb6f018fbb8f86caff5

Devleti çıplak görmüştüm...

Hasan Yalçın ısrar etmedi; çünkü "Binbaşı Ersever’in İtirafları" kitabının öncesi ve sonrasıyla neler yaşadığımın birincil tanığıydı.

Evet, takvim yaprakları daha 3 Kasım 1996 tarihini göstermemiş, Susurluk’taki kaza olmamıştı.

Ama bir çetenin işlediği cinayetler biliniyordu.

Görgü tanıklarının ifadeleri sonucu çizilmiş robot resimlere bakarak bile kimlerin cinayetleri işlediği ortadaydı. Ancak herkes korkuyordu. Kimse yazmıyordu/yazamıyordu. Biliniyordu ki kaçırılıp, kafanıza bir kurşun sıkılarak kör kuyulara atılma tehlikesi vardı.

O kábus gibi olayların üzerinden yıllar geçti.

Geçen hafta bir gazetede "faili meçhul" cinayete kurban giden üç kişinin ölüm yıldönümü ilanına rastladım. Cinayetin üzerinden 15 yıl geçmiş.

Katilleri hálá belli değil!..

Susurluk soruşturmalarında adımlar atılmış, ancak sonuç alınamamıştı.

Kaçırılıp öldürüldüler

Gazetedeki ölüm yıldönümü ilanını görünce yıllar öncesine gittim.

Tarih 4 Kasım 1993.

Başbakan Tansu Çiller, İstanbul Holiday Inn Oteli’nde açıklamayı yaptı:

"Türkiye, milis hareketi niteliğine dönüşmüş ve yaygınlaşmış bir terör hareketiyle karşı karşıyadır. /images/100/0x0/55ea1fb6f018fbb8f86caff7PKK’nın haraç aldığı işadamları ve sanatçılarının isimlerini biliyoruz, hesap soracağız."

Hesap soruldu mu; bilmiyorum!

Bildiğim, o tarihlerde ardı ardına cinayetlerin işlendiği:

14 Ocak 1994; İstanbul’da Liceli Behçet Cantürk, şoförü Recep Kuzu’yla birlikte kaçırılıp öldürüldü.

25 Ocak 1994; Ankara’da Liceli Sefa Erciyes kaçırılıp öldürüldü.

25 Şubat 1994; Ankara’da Liceli Yusuf Ekinci kaçırılıp öldürüldü.

28 Mart 1994; İstanbul’da Liceli Fevzi Aslan ve yeğeni Salih Aslan birlikte kaçırılarak öldürüldü.

20 Mayıs 1994; Ankara’da Hakkárili Namık Erdoğan kaçırılıp öldürüldü.

3 Haziran 1994; İstanbul’da Liceli Adnan Yıldırım ve Yüksekovalı Savaş Buldan, Hacı Karay ile birlikte kaçırılarak öldürüldü.

Liste; Medet Serhat, Faik Candan, Recep Yaşar diye uzayıp gidiyor.

Bir de kaçırılıp cesedi hálá bulunamayan Liceli Fehmi Tosun gibi kayıplar var.

’Biz polisiz’ dediler

3 Haziran 2009 tarihli gazetede Adnan Yıldırım, Savaş Buldan ve Hacı Karay’ın ölüm yıldönümü ilanını görünce soruşturma dosyalarını bir kez daha okudum.

Bakın tanıklar olayı nasıl anlatmışlardı:

Sabahattin Uz: "Çınar Oteli’nin kapısında 2 Haziran 1994 günü saat 23.00’ten 3 Haziran 1994 günü saat 07.00’ye kadar dormen olarak görev yaptım. Otelin müşterisi olan ve ismen bildiğim Adnan, Savaş ve Hacı adlı şahısların saat 24.00 sıralarında otelden çıkarak casino kısmına geçtiklerini gördüm. Saat 04.30 ile 05.00 sırasında casinodan çıktılar. Otelin kapısına doğru geldikleri bir sırada, nereden geldiklerini görmediğim altı-yedi kişi, iki ayrı otodan indiler. Adnan Yıldırım, Hacı Karay ve Savaş Buldan’ı otelin duvarına dayayıp aradıklarını gördüm. Arama yaptıkları bir sırada içlerinden bir şahsın ’Biz polisiz’ dediğini duydum. Hemen akabinde Adnan ve Savaş isimli şahısları hızlı bir şekilde hatırlayabildiğim kadarıyla 34 CK 420 plakalı koyu renkli Mercedes’e zorla bindirdiler. Üçüncü sahsın otoya bindirildiğini görmedim. Bu arada Mercedes’in kapısını kapatan şahsın, ’İfadelerinizi alıp bırakacağız’ dediğini duydum. Mercedes hızla olay yerinden uzaklaştı. Mercedes’in kapısını kapatan şahıs, spor bir arabaya binip Mercedes’i takip etti."

’Tek tip yelek giymişlerdi’

Hüseyin Kılıç: "Çınar Oteli’nde güvenlik görevlisi olarak çalışırım. Olay günü saat 04.30 sıralarında, dışarıda bulunduğum bir sırada, casinodan müşteriler dağılmak üzereydi. Bu sırada devamlı müşterilerimiz olan Savaş Buldan, Hacı Karay ve Adnan Yıldırım ile yanlarında bulunan bir şahıs casinodan çıktılar. Tahminen 25 metre gittiler. Bu sırada tahminen yedi-sekiz kişi tarafından duvara dayatılarak üzerlerinin arandığını gördüm. Bu üzerlerini arayan kişilerin hepsi tek tip yelek giymişlerdi. Hepsinin elinde silah bulunuyordu."

Serdar Özdemir: "Çınar Oteli’nde taksi durağında çalışıyorum. Ticari taksimle müşteri beklediğim sırada üç kişi casinodan çıkıp otele geldiği bir sırada, yine otelin park yerinde bulunan iki otodan çıkan tahminen yedi-sekiz kişi, bu şahısların üzerine yürüdü. Bu şahısları duvara dayayıp üzerlerini aradılar. Ardından otoya bindirip hareket ettiler. Aramızda mesafe 10 metre kadardı. Ancak sırtları bana dönük olduğu için yüzlerini göremedim. Bu otolar siyah renkli 300 SEL Mercedes ile vişne çürüğü Hyundai markaydı. Plakalarını göremedim. Ayrıca bu iki otonun dışında bir spor araba daha vardı. O da iki otoyu takip etti. Ben bu şahısları ilk önce polis sandım; üzerlerinde hepsinin yelek vardı."

’Silah sesi duydum, korktum’

Ayşe Uzun: "Bolu İli Yığılca İlçesi Hoşafoğlu Köyü’nde oturuyorum. Evimin balkonundan okula gönderdiğim kızımın arkasından bakarken saat 07.30 sıralarında önce kırmızı renkli Mazda, arkasından açık yeşil renkli Mazda ile onun arkasından bej renkli tahminen Mazda olan araçların ilçe içerisinden Hacılar Köyü Taşlıkmelen istikametine gittiğini gördüm. Hatta üç aracın arka arkaya gitmesinden şüphelendim ancak plakasını alamadım. Ben, köylerin birinde cenaze vardır, ona gidiyorlardır diye kendi kendime söylendim."

Ayşe Araç: "Bolu İli Yığılca İlçesi Hacılar Köyü’nde oturmaktayım. Evimden saat 08.30-09.00 sırasında köyümüzün doğu tarafına düşen Hatip Değirmeni mevkiinde bulunan bahçemdeki biberleri sulamak üzere tek başıma bahçeye gittim. Köyümüzün Taşlıkmelen mevkiinden iki el silah sesi duydum. Yanımda kimse yoktu, silah sesini duyunca korktum, köye döndüm."

’Konuşması efendi, moderndi’

Şevki Öztürk: "Bolu İli Yığılca İlçesi Yaylatepe Köyü’nde oturuyorum. Saat tahminen 09.30 sıralarında Yığılca istikametinde iki adet otomobil köye girdi. Benim bulunduğum yere gelince yavaşladı. Sonra Yedigöller istikametine hızla uzaklaştılar. Araçlardan önde olanı koyu kırmızı, bordoya benziyordu. İçinde iki şahıs vardı. Şahıslardan biri şoför mahallinde oturuyordu. Şahısların yüzünü tam olarak hatırlamıyorum. Aracın tüm camları kapalı ve renkliydi. Bu aracın hemen arkasında bulunan araç krem, toprak rengindeydi. Bu aracın da camları kapalı ve renkliydi. Ancak araçta kaç kişi oldukları görülebiliyordu. İkinci aracın içinde üç kişi vardı. Şahıslardan biri arkaya ikisi öne oturmuştu. Her iki aracın da plakası 34 ile başlıyordu. Bu iki araç bizim köyü geçtikten sonra üçüncü bir otomobil köye girdi. Bu aracın rengi açık mavi, gök mavisiydi. Aracın içinde üç kişi vardı. İkisi önde biri arkada oturuyordu. Bu araç bizi görünce hafif yavaşladı, aracı kullanan camı yarım şekilde açarak ’Yedigöller bu tarafta mı’ diye sordu. Ben de evet dedim. Bu araç da Yedigöller istikametine gitti. Üçüncü şahsın kullandığı aracın plakası 06 ile başlıyordu. Bana Yedigöller’i soran şahıs kısa saçlı, alnı hafif açıktı. Sakalsız, ince bıyıklıydı, yüzü hafif uzundu. Konuşması efendi, moderndi."

’Burada birkaç ölü yatıyor’

İrfan Kurşuncu: "Bolu İli Yığılca İlçesi Hacılar Köyü’nde oturuyorum. Aynı köyde oturduğum amcam İsmail Taşcan’ın yanına balık tutmak için motorumla gittim. Saat 19.45 sıralarında amcam İsmail’le birlikte ağlarımızı alarak devamlı balık tuttuğumuz Melen Deresi’nin Taşlıkmelen mevkiine gittik. Oraya vardığımızda saat 20.15 filandı. Motoru stop edeceğim sırada, hemen arkamda oturan amcam, ’Bak şurada çukurda adam yatıyor, sarhoş olabilir’ dedi. Motordan inip çukurdaki şahsa baktığında, ’Bunlar ölü, burada birkaç kişi daha yatıyor, buradan gidelim’ dedi. Bunun üzerine motoru çalıştırarak Yığılca jandarmasına haber verdik."

Zanlı bir gazeteci

Savaş Buldan’ın vücuduna iki, başına bir; Adnan Yıldırım’ın başına bir; Hacı Karay’ın vücuduna ve kafasına birer kurşun sıkılmıştı.

9 mm Parabellum tipi, dört adet SB Luger marka, bir adet WCC marka; beş adet boş kovan, üç ayrı tabancadan atılmıştı.

Balistik incelemelere göre, olayda kullanılan tabancalar daha önce meydana gelen faili meçhul olaylarda kullanılmamıştı.

Aradan 15 yıl geçti.

Katiller hálá bilinmiyor.

Diyeceksiniz ki, "İşte Ergenekon Soruşturması’yla ortaya çıkacak".

Evet, iddianamenin ekler bölümünde bu cinayet de geçiyor.

Nasıl geçiyor biliyor musunuz; Ergenekon tutuklusu Hikmet Çiçek’te, "Susurluk timi"nden "Cavit" adlı birinin gönderdiği bir mektup bulunmuştu.

"Cavit"in kim olduğu bilinmiyor. Hikmet Çiçek ise, "Binbaşı Ersever’in İtirafları" ve "Behçet Cantürk Anıları" kitaplarını yazdığımda bana en büyük yardımı yapan, yedi yıl birlikte çalıştığım gazeteci.

Ne diyebiliriz ki:

Ey suçlu Gazeteci Hikmet Çiçek!

Kalk ve kendini savun şimdi; bu üç adamı nasıl öldürdün?..

Öyle ya... Kimse kılını bile kıpırdatmazken faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması için yıllarını harcarsan, işte böyle kodesi boylarsın. Hak ettin!

Sana ne kontrgerilladan, Susurluk Çetesi’nden, Gladio’dan.

Yoksa böyle yatarsın Ergenekon’dan...

Bu acı şaka bir yana...

Katillerden birinin bile ortaya çıkarılmaması ilginç değil mi?

Sahi hiçbirinin adı niye Ergenekon’da geçmiyor?..

Pervin Buldan’ı tanıyor musunuz?
/images/100/0x0/55ea1fb6f018fbb8f86caff9
ADI Pervin Buldan.

Kaçırılıp öldürülen Savaş Buldan’ın eşiydi.

O da Yüksekovalıydı. Teyze çocuklarıydılar.

Savaş 1961, Pervin 1967 doğumluydu.

Öldürüldüğünde Savaş 33, Pervin 27 yaşındaydı.

Bir çocukları vardı: Neçirvan.

Savaş Buldan öldürüldüğünde Pervin Buldan ikinci çocuğu Zelay’a hamileydi.

Ölüm haberini alınca bayıldı. Erken doğum yaptı.

Dünyaya küstü.

Bir yıl sonra kendi başına gelenin başkasının başına gelmemesi için Cumartesi Anneleri’ne katıldı; her cumartesi kayıpların bulunması ve faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması amacıyla Taksim’deki Galatasaray Lisesi önünde eylem yaptı.

"Mağdur Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği"nin kuruluşunda yer aldı.

Polis, derneği kapatınca bu kez, "Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği"ni kurdu.

HADEP’te görev aldı; iki dönem Parti Meclisi üyesi oldu.

"Çetelere Karşı Halk İnisiyatifi" içinde yer aldı.

1999’da HADEP’ten milletvekili adayı oldu. Seçildiği halde partisi barajı aşamadığı için milletvekili olamadı.

Son seçimde Iğdır’dan milletvekili seçildi.

Halen DTP’nin milletvekili olarak TBMM’de görev yapıyor.

Bu bilgileri niye verdim?

Şimdi sizden bir talebim olacak: Unutun, tüm kimliklerinizi, bildiklerinizi, önyargılarınızı.

Sadece düşünün. Kucağınızda beş yaşında bir oğlunuz ve karnınızda bebeğinizle öğreniyorsunuz ki eşiniz kaçırılıp öldürülmüş.

Kim neden öldürmüş? 15 yıldır yanıtı yok bu sorunun.

Ne yaparsınız? Bırakınız şimdi "ama" ile başlayan cümleler kurmayı. Ya da kim haklı kim haksız tartışmalarını.

Sadece düşününüz. Ne yaparsınız?

15 yaşındaki kızınız Zelay’ın yıllardır bitip tükenmeyen sorularına ne yanıt verirsiniz?

Iğdır Milletvekili Pervin Buldan, son yerel seçim sonuçları için "Kürdistan sınırlarını belirledik!" dedi.

Doğal olarak medyada yer yerinden oynadı.

Benim ise ilk aklıma gelen şu oldu:

"Ne kadar canı yanmış!"

Bakınız...

Biz empati kurmayı unuttuk. İçimizi, beynimizi kinle doldurduk.

Gelin yüzleşelim bu acı gerçeğimizle; Pervin Buldan kin duymakta haklı mı değil mi?

Hani nerede eşinin; çocuklarının babasının katilleri?

Bunları sorduğum için çoğunuz kızacaksınız.

Biliyorum bunları yazdığım için neyle karşılaşacağımı; içten olmanın tehlikeli olduğunu bilecek yaştayım.

Ama yazmak zorundayım. Bu topraklara olan borcumdur bu.

Yoksa...

Görmüyor musunuz?

Herkes aklını yitirmiş gibi; herkes bir düşman belirlemiş, savaşıyor!

Toplumlar için bundan daha büyük bir yıkım olabilir mi?

Kaba güce katlanılır; kaba akla değil.

Gerçekle yüzleşmek zorundayız.

Kendini devlet sanan birileri, Savaş Buldan’ı öldürdü.

Savaş Buldan’ın işi/mesleği, siyasal düşüncesi ve hangi nedenle olursa olsun öldürülmesi bağışlanamaz.

Bunu yapanların yakasına yapışmak zorundasınız.

Bunu yapmayacaksınız...

Ne yapacaksınız?

Pervin Buldan’ın milletvekili olarak dokunulmazlığını kaldıracaksınız.

Sözlerinden ötürü cezaevine tıkacaksınız.

Peki...

Bunlar sorunu çözebilecek mi?

Bugüne kadar çözemediği ortada.

Bunca yıldır hamasetle bir yere varılamadığı görüldü.

O halde çözümsüzlükte ısrar niye?

Bakınız...

Mehmetçik dağdaki teröristin hakkından gelir; bundan hiç kuşkum yok.

Asıl tehlike; Pervin Buldan’ın içindeki kardeşlik duygusunun; ülkeye olan inancının körelmesidir.

Ne pahasına olursa olsun kardeşlikte ısrar edeceğiz...
Yazının Devamını Oku

Çarşı niye gericiliğe karşı

31 Mayıs 2009
Türkiye’de "Ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu" klişesini yıkan, toplumsal konulara duyarlı bir taraftar grubu var: Beşiktaşlı Çarşı Grubu. Tribüne ünlü devrimci Che posteri de asıyorlar; 1 Mayıs’ta Taksim’e de yürüyorlar. Nükleer santrallara da, ırkçılığa da karşılar. Son Galatasaray maçında açtıkları "Türkan Saylan onurumuzdur" pankartı ise polis engeline takıldı. Peki Çarşı niye devrimci? Bu tavırları hangi siyasal hareketten miras kaldı? YIL: 1902.Yer: İstanbul-Beşiktaş Serencebey Mahallesi’nde bir konak.Konağın bahçesinde devrin ileri gelenlerinin genç çocukları spor yapıyorlardı.

Kimi jimnastik hareketleri yapıyor, kimi güreşiyor, kimi de halter kaldırıyordu.

Devir, Sultan II. Abdülhamid devri; bırakın idman yapmayı-sporu; iki kişiden fazla insanın yan yana gelmesine kuşkuyla bakılan bir dönemdi.

Her yanda hafiyeler dolaşıyordu. Saraya jurnal mektupları yağıyordu.

Böylesine bir ortamda, Yıldız Sarayı’nın hemen yanındaki Serencebey’deki bir konakta gençlerin bir araya gelmesi kuşkusuz hemen ihbar edilmişti./images/100/0x0/55eb1030f018fbb8f8a8a59a

Sporcu gençler; Nazım Nazif (Ander), Ahmed Fetgeri (Aşeni), Mehmed Ali Fetgeri (Aşeni), Hüseyin (Bereket) Cemil, (Tayyareci) Fehmi, Mehmed Şamil, Haydar, Şevket gibi gençler gözaltına alınıp Yedi-Sekiz Hasan Paşa komutasında ünlenmiş Beşiktaş Karakolu’na götürüldüler.

Gençler karakolda bir köşede korkudan titriyorlardı.

İçlerinde bahriyeli Ahmed Fetgeri gibi askeri öğrenciler de vardı.

Karakol görevlileri ise şaşkındı. İhbar edilen gençlerin hemen hepsi eski saraya yakın ailelerin çocuklarıydı.

Örneğin, basılan konağın sahibi Medine Muhafız Komutanı Ferik Osman Paşa’ydı. Oğlu Mehmed Şamil ve yeğeni Hüseyin (Bereket) gözaltına alınanlar arasındaydı.

Keza Fetgeriler, Gürcistan tahtına kadar yükselmiş, daha sonra İstanbul’a göç etmiş, saraya yakın durmuş bir ailenin çocuklarıydı.

Neyse ki iş sonunda anlaşıldı. Gençler sadece beden hareketleri yapıyorlardı; o dönem kötü gözle bakılan futbol bile oynamıyorlardı! Seryaver Mehmed Paşa’nın çabalarıyla gençler sürgüne gitmekten kurtuldular. Padişah affetmişti. Üstelik...

Saray, gençlerin beden hareketleri yapmasına izin vermişti. Korktukları olmamıştı.

Hatta o günden sonra, Sultan Abdülmecid’in oğlu Abdulhalim Efendi ve Sultan Mehmed Reşad’ın oğlu Ömer Hilmi Efendi de gençleri destekledi; sık sık onları ziyaret etti.

Sarayın desteğini alan gençler, 1903 Mart’ında Bereket Jimnastik Kulübü’nü kurdular.

İlk başkan da konağın sahibi Ferik Osman Paşa’nın oğlu Osman Şamil oldu.

O yıllar; Recaizade Mahmud Ekrem’in ölümsüz eseri "Araba Sevdası" romanında yazdığı gibi Batı özentili davranışların moda olduğu dönemdi. Bu dönemin gösteriş sembolü ise atlı arabalardı.

Bereket Jimnastik Kulübü’ne gençler arabayla gidip geldikleri için halk bunlara "arabalılar takımı" adını verdi.

Bereket Jimnastik Kulübü’nün kuruluş öyküsü böyleydi.

Takımın kaderini 31 Mart 1909 gerici ayaklanması değiştirecekti.

İlerici Hareket Ordusu’nun takımı

1908 Temmuz Devrimi’ne (II. Meşrutiyet) karşı çıkan yobazlar, İstanbul’da ayaklandı.

İsyanı bastırmak için (aralarında Mustafa Kemal’in de bulunduğu) Hareket Ordusu, Selanik’ten yola çıktı.

Osmanlı aydınlanmasının simgesi Hareket Ordusu’na Edirne’de de subaylar katıldı.

Bunlardan ikisi, Fuat (Balkan) ve Mazhar (Kazancı) adlı subaylardı.

İkisi de sporcuydu.

Fuat (Balkan) eskrim yapıyordu; Mazhar (Kazancı) ise güreş ve halterle ilgileniyordu.

İstanbul’daki gerici ayaklanma bastırıldıktan sonra bu ilerici subaylar, Bereket Jimnastik Kulübü’ndeki gençlerle tanıştılar. Onlara birlikte spor yapma fikrini götürdüler.

Sarayın "arabalılar takımı" teklifi kabul etti.

Ancak...

Devrimci subayların teklifiyle Bereket Jimnastik Kulübü’nün adı Beşiktaş Jimnastik Kulübü olarak değiştirildi.

Fuat’ın (Balkan) Beşiktaş Ihlamur’daki evinin altındaki yer, yeni kulüp binası oldu.

Zamanla sporcu sayısı arttı; Ihlamur’dan Akaretler’deki 49 numaraya gelindi. Bir müddet sonra da 84 numaraya taşınıldı. Gençler bu binaların arkalarındaki bahçelerde jimnastik, eskrim, güreş, halter, boks yaptılar. (Bu bahçelerin bazıları günümüzde İstanbul’un en gözde lokantalarına ev sahipliği yapıyor.)

Fuat’ın (Balkan) kulübe getirdiği ilerici subaylar arasında Dolmabahçe güvenliğinden sorumlu, eskrimci Yüzbaşı Şeref de vardı. BJK’nın eskrim takımının kaptanıydı.

Kardelenlerin manevi annesi Türkan Saylan için "onurumuzdur" pankartını açan Çarşı Grubu, kuşkusuz Yüzbaşı Şeref’i iyi tanıyordu.

Çarşı, duyarlı duruşunu/tavrını Yüzbaşı Şeref’ten/Şerefler’den miras almıştı. Nasıl mı?

Kurtuluşun simgesi Kardelen

Savaş kaybedilmiş ve İstanbul işgal edilmişti.

Yüzbaşı Şeref, Mondros Ateşkes Antlaşması gereği Dolmabahçe önünde 120 askeriyle birlikte silahlarını teslim etti.

Silahını teslim etmek Yüzbaşı Şeref’e çok ağır geldi. Ne yapacağını bilememenin çaresizliğiyle birkaç gün İstanbul sokaklarında dolaşıp durdu.

Bir gün...

Beşiktaş’ta balıkçı kahvesinde otururken yanına bir balıkçı geldi, okuma yazması olup olmadığını sordu. Teknesinin adını yazdırmak istiyordu.

Yüzbaşı Şeref, balıkçının elindeki boyayı aldı ve sordu: Teknenin adını ne?

Balıkçı gülen gözleriyle, "Kardelen" dedi!

Yüzbaşı Şeref’in, Harp Okulu’nda öğrendiği "hat" ile yazdığı "Kardelen" ismi, balıkçının çok hoşuna gitti. "Ağam sana bir borcum var" dedi.

Yüzbaşı Şeref işini bitirince divan kurulu üyesi olduğu Beşiktaş Jimnastik Kulübü’ne gitti.

Morali düzelmemişti; işe yaramaz olduğuna karar verip intihar etmeye karar verdi; kulübün tavan arasına sakladığı baba yadigárı tabancasına sahibi olduğu tek mermiyi sürdü.

Tabancayı şakağına dayadı. Tam sıkacakken Bahriye Subayı Ahmed Fetgeri (Aşeni) odaya daldı.

Hemen silahı Yüzbaşı Şeref’in elinden kaptı. Arkadaşının koltuğunun altına girip alt kata indirdi; çay ikram etti.

Arkadaşının bu çaresizliğini yok edecek bilgiyi verdi: Mustafa Kemal ve arkadaşları Samsun’a gitmişlerdi. Umut Anadolu’dan doğuyordu.

Yüzbaşı Şeref bu sözlerle kendine geldi. Ahmed Fetgeri Bey’e sarıldı; son mermisini düşmana karşı kullanacağına dair söz verdi. Anadolu’ya gidecekti.

Aklına Kardelen adlı tekne geldi. Balıkçı İneboluluydu, Rum meyhanelerine balık getirmişti ve ertesi sabah memleketine dönecekti.

Yüzbaşı Şeref hemen hazırlanmaya başladı. Tabancasını beline sokup tam kulüpten çıkacakken Ahmed Fetgeri elinde küçük bir torbayla karşısına çıktı. "Bunu da al" dedi. "Ama söz ver, Anadolu’ya gidinceye kadar içine bakmayacaksın..."

Yüzbaşı Şeref, küçük Kardelen Teknesi’ne binip yüzlerce subay gibi gizlice Anadolu’ya gitti; Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Gazi oldu.

Torbada ne mi vardı?

İstanbul’da azınlıkların futbol takımları Pazar Ligi maçları oynardı. Beşiktaş futbol takımı bu lige kabul edilmek için ısrarla başvurmuş ama hep reddedilmişti. Sonunda Beşiktaş, "Türk İdman Birliği" adı altında Türk takımlarının mücadele ettiği bir lig kurdu. 1919’da bu ligin ilk şampiyonu oldu. Ödülü ise "Ertolhd" marka bir futbol topuydu.

Yüzbaşı Şeref’in torbasında işte bu futbol topu vardı!..

Ahmed Fetgeri, Beşiktaş’ın ilk kupa ödülünü Anadolu’ya göndermişti.

Bitmedi; olayın diğer kahramanı Ahmed Fetgeri iki dönem BJK başkanlığı yaptı. Ve; 19 Mayıs’ın "Gençlik ve Spor Bayramı" olarak kutlanılmasını ilk öneren isim oldu.

Tüm bunlar rastlantı mı?

Beşiktaş taraftarı, bu devrimci tarihinden koparılıp toplumsal sorunlara sırtını dönen bir seyirci haline getirilebilir mi?

İşte Çarşı, bu mirasa sahip çıkmaktadır...

19 Mayıs Bayramı yalanı

BUGÜNLERDE sıkça söylenir-yazılır oldu; "19 Mayıs Bayramı’na ne gerek varmış; çocuklar çile çekiyormuş; zaten Atatürk’ün yaşamının son yılında biraz da zorlamayla bayram ilan edilmiş" vs. vs.

Bunları iddia edenler, kendi yaşadıkları toprağın ne kültürünü ne de tarihini biliyor.

Bir anımı anlatmalıyım:

Yıllar önce CNN TÜRK haber toplantısında, lise öğrencilerinin 19 Mayıs’ta çile çektikleri ve bu nedenle bu ulusal bayrama gerek olup olmadığı tartışıldı.

Bayrama karşı çıkanlar, İstanbul’un iyi okullarında okuyan öğrencilerdi. Ve ne yazık ki CNN TÜRK editörleri arasında aynı görüşü paylaşan meslektaşlarımız vardı.

Hiç unutmam dedim ki: "19 Mayıs’ın bırakın ülkemiz tarihini, sömürgelikten kurtulmaya çalışan milletler için ne kadar önemli olduğu konusuna yabancılaşmış olabilirsiniz. Ancak: Erzurum’da, Trabzon’da, Yozgat’ta, Van’da ve nice bölgelerde bir genç kızın yaşamı boyunca ilk kez renkli-canlı giysiler giyip, arkadaşının elini tutarak, dans ederek şölen havasında kutlama yaptığını biliyor musunuz?"

Hayır, hiç böyle düşünmemişlerdi. Onların kafasındaki Türkiye, Nişantaşı-Bebek vs. idi.

Yoksa böylesine anlamlı bir ulusal bayrama insan neden karşı çıkar? Yobazları, Cumhuriyet devrimleri karşıtlarını anlayabiliyorsunuz. Ya bunları?

Zaten bunlar değil midir; mahalle baskısının olmadığını söyleyenler!

Neyse, asıl yazmak istediğim bunlar değil, 19 Mayıs’ın bayram ilan edilmesiyle ilgili yalan yanlış bilgiler verenlerdir; bunlara sorgusuz sualsiz inananlardır.

Ve görünen o ki, bu çevrelerin hiçbiri tarihimizi bilmiyor.

En azından 19 Mayıs Bayramı törenlerinde gençlerin neden beden eğitimiyle ilgili gösteriler yaptıklarını bile düşünmüyorlar!

Tarih, 12 Mayıs 1916.

Kadıköy İttihatspor (bugünkü Fenerbahçe) sahasında Darülmuallimin (Erkek Öğretmen Okulu) öğrencileri, öğretmenleri Selim Sırrı (Tarcan) nezaretinde Osmanlı tarihinde ilk kez toplu halde beden terbiyesi gösterisi yaptı.

"Jimnastik Şenlikleri" adı verilen bu tören öğrencilerin yürüyüşüyle başladı. En önde bayrağı taşıyan öğrenci Ruşen Eşref (Ünaydın) idi.

Gösterilere katılan öğrenciler arasında, Münir Hayri Egeli, Hıfzırrahman Raşid Öymen, Nizameddin Kırşan, Aziz Berker, İsmail Hakkı Tonguç, Hayri Ardıç, Hamid Koşay gibi ileriki yılların ünlü isimleri vardı.

Bu tarihten sonra Selim Sırrı Bey’in yurda tanıttığı "İsveç Jimnastiği" hızla diğer okullara da yayıldı. Ve her yıl bu gösteriler mayıs ayının üçüncü cuma günü, "Jimnastik Şenlikleri", "Mektepliler Bayramı", "İdman Bayramı", "Jimnastik Bayramı" adı altında düzenlendi.

Gösteriler Cumhuriyet’in ilanından sonra da sürdü.

Günü değişmekle birlikte hep mayıs ayı içinde yapıldı.

1936 yılında "İdman Bayramı" şenlikleri ilk kez 19 Mayıs gününe denk geldi.

20 Haziran 1938 tarihli "ulusal bayram ve genel tatiller hakkında 2739 sayılı kanuna ek kanun"la, Gazi Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 19 Mayıs (1919) günü Gençlik ve Spor Bayramı olarak ilan edildi.

Yani... 19 Mayıs Bayramı değişik isimlerle 22 yıldır yapılıyordu.

Yazdım: 19 Mayıs şenliklerinin gençliğe mal edilmesi için, spor kongresinde "Gençlik ve Spor Bayramı" teklifini ilk kez Beşiktaşlı Ahmed Fetgeri Aşeni verdi.

Çarşı, 19 Mayıs Bayramı’nı da her yıl büyük bir coşkuyla kutlamalıdır.

Çünkü onun bayramıdır...

İki büyük saptırma

BUGÜN sayfayı düzeltmelere ayırdık gibi...

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesinin üzerinden 49 yıl geçti.

Bu yıl da her siyasal çevre kendi ideolojik safına göre tavır takındı; ona göre yazdı; ona göre konuştu.

Fakat bu arada yine tarihsel maddi hatalar yapıldı./images/100/0x0/55eb1030f018fbb8f8a8a59c

Son dönemde özellikle TV ekranlarında sık sık, "Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir uygulama yok" genellemesiyle karşılaşıyorum.

Örneğin; deniyor ki, "Hiçbir demokratik ülkede başbakan idam edilmedi.".

Halbuki demokrasinin beşiği sayılan Fransa’da bile başbakan idam edildi.

15 Ekim 1945’te Başbakan Pierre Laval iki haftalık jet bir yargılamayla kurşuna dizildi.

Suçu?

Vichy Hükümeti’nin Başbakanı Laval, II. Dünya Savaşı’nda Almanya’yla işbirliği yapmıştı.

Savaş bitince Laval, vatan hainliği iddiasıyla 4 Ekim’de Yüce Divan önüne çıkarıldı.

Yani Yüce Divan kararıyla sadece Başbakan Adnan Menderes idam edilmemişti.

Hatta ne yazık ki Menderes ile Laval arasında benzerlikler de vardı.

Mesela, Türkiye’de Menderes’in idamı sırasında askerler iktidarda olduğu gibi Fransa’da da General De Gaulle’nin iktidarı vardı.

Örneğin, her iki mahkeme de yıllar sonra önyargılı olmakla suçlandı.

Keza... Laval, idamdan az önce hap içerek intihara kalkışmış; doktorlar eski başbakanı kurtardıktan sonra bir manga askerin karşısına çıkarmışlardı.

Bu durum rahmetli Adnan Menderes’in son günlerine benzemekteydi. Menderes de bilindiği gibi idamdan az önce hap içip intihara kalkışmış; kurtarıldıktan sonra idam sehpasına çıkarılmıştı.

Tıpkı Yassıada mahkemesi kararları gibi, Laval davası da Fransa’da haksız yargılama olduğu gerekçesiyle hálá tartışılmaktadır.

Yani ne yazık ki uygarlığın beşiği sayılan Avrupa ülkelerinde bile başbakanlar idam edilmişti.

Bu nedenle genelleme yaparken dikkatli olmak gerekir; tabii bilinçli olarak kamuoyunu yanıltılmak, yönlendirilmek istenmiyorsa...

Gelelim ikinci saptırmaya...

Türkiye’de ilköğretim öğrencilerine her sabah hep bir ağızdan "Andımız"ı okutma uygulaması yine gündeme getirildi. Bu kez Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, katıldığı televizyon programında bir üniversite öğrencisinin sorusu üzerine, "Toplum tartışabilir, herkes tartışabilir" dedi.

Bu söz üzerine bazı yandaş medya yazarları hemen tartışmaya atladılar.

"İstemezük" dediler. "Andımız çocuklara işkence gibi geliyor, söylenmesin."

Ve eklediler: "Zaten dünyanın neresinde böyle bir uygulama var?"

Oysa vardı...

Üstelik "demokrasi kıblesi" ABD’de.

Amerika’da ilköğretim öğrencileri ant içiyordu:

"I pledge allegiance to the flag of the United States of America, and to the Republic for which it stands: one Nation under God, indivisible, with Liberty and Justice for all."

Yani mealen diyorlar ki:

"Amerika Birleşik Devletleri’nin bayrağına ve o bayrağın simgelediği cumhuriyete; bağlılık için ant içiyorum. Herkes için özgürlük ve adalete, Allah’ın gözetiminde, bölünmez tek vatana inanıyorum."

Peki yandaş medya bu ABD andını bilmiyor mu?

Umut ederiz bilmiyorlardır!

Bilip de yazıyorlarsa, asıl ıstırap duymamız gereken bu yalancı halleridir.
Yazının Devamını Oku

Türkan Saylan’ın annesi şeyhülislam geliniydi

24 Mayıs 2009
Dinci yobazlar, Türkan Saylan’ın annesinin inancıyla ilgili hep iftira attılar. Hiç önemsemedim. Ancak cenaze töreninde emekli müftü İhsan Özkes, Türkan Saylan’ın annesiyle ilgili sözlerden hep büyük üzüntü duyduğunu ve kendisine yakındığını açıklayınca canım yandı. Bilmesini isterdim, annesi Hz. Ebu Talib’in, Hz. Ali’nin ailesine gelin gitmişti. Annesi, Sultan II. Abdülhamid’e 17 yıl şeyhülislamlık yapmış Cemaleddin Efendi’nin torunuyla evlenmişti. Hepsi annesini bağırlarına basmıştı. ÖNCE Osmanlı tarihinde iki ismi tanıyalım:Birincisi; Şeyhülislam Mehmed Cemaleddin Efendi:

Rumeli Kazaskeri Şeyh Ahmed Halid Efendi ile Hz. Ebu Talib ve Hz. Ali’nin 51’inci kuşaktan torunu Vezir Said İbni Abdülbaki’nin kızı Seyyide Mevhibe Hanım’ın oğluydu.

Büyükannesi, ünlü Türk matematikçi Gelenbevizade İsmail Efendi’nin kızı Naile Hanım idi.

4 Eylül 1891’de şeyhülislam oldu ve bu görevi kesintisiz 16 yıl 11 ay sürdürdü.
/images/100/0x0/55eaff01f018fbb8f8a4337e
Bu makamdan istifa ettikten sonra 3 defa daha meşihat makamına layık görüldü.

İkinci görevi (1908) 6 ay 10 gün; üçüncü görevi (1912) 3 ay 8 gün ve dördüncüsü (1912) 2 ay 25 gün sürdü. Toplam 17 yıl 11 ay görev yaptı.

İttihatçılar 1913 Babıáli Baskını’yla iktidarı ele geçirince Şeyhülislam Cemaleddin Efendi Mısır’a sürüldü.

Ölene kadar Mısır’da kaldı.

Üç çocuğu vardı.

Anadolu Kazaskeri Mahmud Kemaleddin. ("Boş Beşik", "Barbaros Hayrettin Paşa" gibi filmlerin yönetmeni Baha Gelenbevi’nin babasıdır.)

Şûray-ı Devlet (Danıştay) Üyesi Ahmed Muhtar.

Ve Ayşe Aliye.

Şimdi gelelim ikinci ismi tanımaya, Cemil Topuzlu:

Eyüp’teki Mihrişah Valide Sultan Türbesi’ne gömülü İskeçeli Topuzlu Hacı Mustafa’nın torunu Kaymakam Yusuf Ziya Paşa ile Kazasker Siruzizade Tahir Efendi’nin kızından dünyaya geldi.

Babası Kudüs’teki Mescid-i Aksa Camii’ni restore ettirdi. Başarısı karşısında rütbe, nişan aldı.

Cemil Topuzlu hekimdi.

İlk sivil tıp fakültesi olan "İstanbul Tıp Fakültesi"ni kurdu. Bunu dişçilik ve eczacılık okulları takip etti. 1912 ve 1919’da iki kez İstanbul Belediye Başkanlığı görevini yürüttü. Gülhane Parkı gibi birçok park, şehir tiyatroları, merkez hali vs yaptı.

Yabancı gelin

Hekim Cemil Topuzlu, Şeyhülislam Cemaleddin Efendi’nin kızı Ayşe Aliye ile 1891’de evlendi.

Bu evlilikten üç çocuk dünyaya geldi: Muhiddin, Mehmet Ziya ve Selma.

Cemil Topuzlu çocuklarına çok ilgili bir babaydı. Çocukları bulaşıcı bir hastalığa yakalanınca hepsini alıp 1914’te İsviçre/Cenevre’ye gitti. 2 yıl bu ülkede kaldı. Çocuklar iyileşince İstanbul’a döndü.

Fakat fazla kalamadı; Fransız hükümetinin sulh teklifini Sadrazam Talat Paşa’ya iletmesi Enver Paşa’nın tepkisiyle karşılandı. Çiftehavuzlar’daki köşkü gözlem altına alınınca 1917’de ailesiyle birlikte bir kez daha İsviçre’ye gitti.

Bu kez aralarında Muhiddin yoktu. Dört lisanı anadili gibi konuştuğu için, "küçük dáhi" dediği 13 yaşındaki oğlu Muhiddin’i yakalandığı hastalıktan kurtaramamıştı.

Topuzlu Ailesi, Cenevre’de iki yıl kaldı. Cemil Topuzlu İstanbul Belediye Başkanlığı teklifiyle tekrar yurda döndü. Belediye Başkanlığı ve Nafia Nazırlığı yaptı. Ancak Sadrazam Damat Ferit Paşa’yla geçinemedi; istifa etti. İstifasına kızan Damad Ferit’in kendisini Divan-ı Harbe vereceğini öğrenince yine yurtdışına, Fransa/Nice’e gitmek zorunda kaldı.

Bu arada Ankara Hükümeti de "İngiliz Muhipler Cemiyeti" kurucusu olduğu için Cemil Topuzlu’yu kara listeye aldı.

İstanbul ve Ankara hükümetinin tepkisini alan Cemil Paşa’nın Fransa’daki bu "gönüllü sürgünlüğü" 4 yıl sürdü. 1924’te İstanbul’a döndü.

Fakat memleketinde yine uzun süre kalamadı. Bu kez gidiş sebebi oğlu Mehmet Ziya idi.

Mehmet Ziya 1925’te Galatasaray’dan mezun oldu.

Cemil Topuzlu, çocuklarını Avrupa’da okutmak istedi.

Mehmet Ziya Topuzlu, Belçika Leuven Üniversitesi’nde ekonomi okudu.

Oğulları üniversiteyi bitince Topuzlu Ailesi 1929 yılında İstanbul’a döndüler.

Yanlarında bir de gelinleri vardı: Lilimina Reimann...

Lilimina Reimann


Lilimina Reimann, İsviçre kökenli bir ailenin kızıydı.

1900’lerin başında İsviçre’de ekonomik bir kriz yaşanınca, Zürih yakınlarındaki Melingen kasabasından İngiltere Birmingham’a göç etmişlerdi.

Babası Robert Reimann fabrikalarda teknisyen olarak çalışıyordu. Mina adlı bir İngiliz ile evlenmişti.

Ve Lilimina -aile içindeki adıyla Lili- Birmingham’da 1908’de dünyaya gelmişti.

Reinmannlar’ın ekonomik düzeyi giderek iyileşmiş ve Lili dönemine göre iyi okullarda öğrenim görmüştü. Ticaret Lisesi’nden mezunuydu.

18-19 yaşlarında iken Mehmet Ziya Topuzlu ile tanışmıştı.

(Bu yazıyı hazırlarken, Mehmet Ziya Topuzlu’nun oğlu Prof. Cemalettin Topuzlu ile, torunu Prof. Gonca Topuzlu Tekant ile görüştüm. Her ikisi de Lili ile Mehmet Ziya’nın ne zaman, nerede tanıştıklarını bilmediklerini belirttiler.)

Mehmet Topuzlu ve Lili, İngiltere’de 1929’da evlendiler.

Tüm aile o yıl İstanbul’a gelip Caddebostan’daki Topuzlu Köşkü’ne yerleşti.

Lilimina’nın güzelliği İstanbul’da dillere destan oldu. Hatta karı-koca bir gün tekneyle gezi yaparken Atatürk ile tanıştılar. Atatürk, Lili Topuzlu’ya "Tıpkı bir Limoges vazosu gibi güzelsiniz" diye iltifat etti.

Mehmet Ziya ile Lili Topuzlu mutluydular, ancak bir sorun vardı. Lili hamile kalamıyordu. Bu durum sekiz yıl sürdü. Lili Topuzlu giderek içine kapandı. Eski neşeli, sıcak halinden eser kalmamıştı. Gezmeye bile gitmiyordu.

Ve bir gün karşısına Fasih Galip adlı bir genç çıktı...

Galiçya gazisi Fasih Galip

Fasih Galip 1900 doğumluydu.

Ailesinde "Paşalar", "Beyler" yoktu. Balkan göçmeni annesi Nadide Hanım yetimhanede büyümüştü. Babası Galip yoksuldu ve zaten genç yaşında ölmüştü.

Fasih Galip daha lise öğrencisi iken askere alındı. Galiçya Cephesi’nde bulundu, yaralandı, Almanya’da tedavi oldu. Bu ülkede okudu. Mühendis oldu. Türkiye’ye dönüp ülkenin inşasında görev yaptı.

Xenya adında bir balerine áşık oldu. Her ikisinin de ülkelerinde yaşama istekleri evlenmelerine engel oldu.

Bir de Fasih Galip’in yeni aşkı...

Lili ile Fasih Galip’in nerede-nasıl tanıştıkları bilinmiyor.

Bilinen, bu tanışmanın evlilikle sonuçlandığı.

Fakat Fasih Galip’in Lili’yi ikna etmesi hiç de kolay olmadı. Öyle ki, zorlu bir yolculukla Birmingham’a gidip, Lili’nin anne-babası Robert-Mina Reimann’ı alıp İstanbul’a getirdi.

Ailesinin desteğiyle Lili, çocuk veremediği Mehmet Ziya Topuzlu’dan boşandı.

Bu dostça bir ayrılıktı. Mehmet Ziya Topuzlu yine bir İngiliz Daisy ile evlendi. Daisy Müslüman olmadı ve bir Hıristiyan olarak bugün eşiyle Zincirlikuyu Mezarlığı’nda beraber yatmaktadır.

Fasih Galip ile Lili 1934 yılında evlendiler.

Lili 5 aylık hamile iken 28 Haziran 1935 tarihinde Beyoğlu Müftülüğü’ne giderek (sayı 9/154) Müslüman oldu. Adını "Leyla" olarak değiştirdi.

Ve 13 Aralık 1935’te Türkan doğdu.

Yeni çıkan soyadı yasasına göre "Türkan Saylan"...

Bundan sonraki hikáyeyi hepiniz biliyorsunuz.

Yiğit bir Cumhuriyet kadınının neleri gerçekleştirdiğinden haberdarsınız.

Peki...

Gelelim sonuca...

Lili Topuzlu, şeyhülislam gelini olmasına rağmen dinini değiştirmesi için hiçbir baskıyla karşılaşmadı.

Zaten dinini de değiştirmedi.

İkinci evliliğinde de bir zorlamayla karşılaşmadı.

Ne zaman kızı Türkan’a hamile kaldı, o zaman gidip kendi isteğiyle Müslüman oldu.

Yani hiçbir zorlama olmadan.

Bundan gurur duymamız gerekmiyor mu? Bu hoşgörüyü dünyaya anlatmamız, "İşte İslam budur" dememiz gerekmiyor mu?

Samimi olarak inanmış, kimse ona bir zorlama getirmemişken kendi rızasıyla Müslüman olmuş; oruç tutup namaz kılmış Leyla Saylan’a dinci gazeteler neden hálá iftira atmaktadır?

Vicdanları bu kadar mı keçeleşti?

Deniz Gezmiş, ’pavyondaki kadın’ için üniversite işgal etmişti!

YAZAR Oya Baydar, Ahmet Altan tarafından "liberallerin arasına düşen Türkan Şoray filmlerini andıran pavyondaki namuslu kadın" benzetmesine muhatap kalınca Taraf Gazetesi’nden istifa ederek medyanın gündemine girmişti.

Romanlar yazıp ödül almış Oya Baydar, bu olayla birdenbire popüler kültür dünyasının tanınmış isimleri arasında yerini alıverdi. Tv ve gazetelere röportajlar verdi. Ünlendi!

Geçtiğimiz hafta.../images/100/0x0/55eaff01f018fbb8f8a43380

Bu sayfada Oya Baydar ile ilgili bir yazı kaleme alacaktım.

Diyecektim ki, "Oya Baydar’ı solcular çok eskiden tanır".

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde 4 yıldır asistanlık yapan Oya Baydar (o dönemdeki adıyla Oya Sencer), "Türkiye’de İşçi Sınıfı’nın Doğuşu ve Yapısı" konulu doktora tezi yazdı. Tezi, hocaları Prof. Nurettin Şazı Kösemihal ve Prof. Macit Gökberk tarafından onaylandı. Ancak Profesörler Kurulu tezi iki defa reddetti.

Oya Sencer/Baydar, 26 Aralık 1968’de istifa etti.

Olayı öğrenen İstanbul Üniversitesi öğrencileri, Oya Sencer’e destek verip Profesörler Kurulu’nu protesto etmek için derslere girmeyip topluca merkez binaya/rektörlüğe gittiler.

Oya Sencer burada gözyaşlarını güçlükle tutarak, "Onlar zannediyor ki her istifaya zorlanan öğretim üyesi mücadeleden vazgeçecek" diye konuştu.

Bu sözler üzerine başını Deniz Gezmiş’in çektiği öğrenciler, rektörlüğü işgal etti. "Demokratik Üniversite" diye slogan atan öğrenciler Edebiyat Fakültesi dekanını da istifa çağırdılar.

Üniversite senatosu, rektörlüğün işgalini öğrenince okulu süresiz tatil etti.

Bu eylem nedeniyle Bozkurt Nuhoğlu, Celal Doğan, Masis Kürkçügil gibi yedi öğrenci tutuklandı. Deniz Gezmiş, polis tarafından aranmaya başlandı.

Geçen hafta işte bunları yazmayı planlıyordum...

Olaylı biçimde köşe yazarlığından istifa ederek medyanın gündemine gelen Oya Baydar’ın, 1968’de üniversiteden istifasıyla da rektörlük işgaline neden olduğunu yazacaktım.

O döneme ve Oya Baydar’ın ilk eşi ("Osmanlı Toplum Yapısı", "Toplumbilimlerinde Yöntem", "Dinin Türk Toplumuna Etkileri", "Türkiye’de Sınıfsal Yapı ve Siyasal Davranışlar", "Türkiye’nin Yönetim Yapısı" gibi hayli okunan ve tartışılan kitapları yazan) Doç. Dr. Muzaffer Sencer’e ait okuma yapıyordum.

Sonra... Gündem değişti.

Geçen hafta başka bir şey yazdım.

Bu hafta Teşvikiye Camii’nde Türkan Saylan’ın, annesi hakkında yazılanlardan dolayı üzüntü duyduğunu öğrenince ne yazacağım belli oldu.

Konuyla ilgili okumalar yaparken karşıma kim çıktı dersiniz; Muzaffer Sencer Hoca!

Türkan Hoca, arkadaşlarıyla Sovyetler Birliği’ne düzenledikleri "Beyaz Geceler" gezisinde tanımıştı Muzaffer Sencer’i.

"Muzaffer Sencer’i Rusya gezisinde, genç, çok yakışıklı, durmadan Ece Ayhan şiirleri okuyan, tartışmalara giren, çok yönlü ve ilginç, durmadan sigara içen, iğneleyici espriler yapan bir insan olarak tanıdım. Döndükten sonra birkaç yıl dostluğumuz sürdü. Uzun telefon konuşmaları, ayda bir İstanbul’a gelişler, benim Ankara’ya gidişlerimde görüşmeler. (...) Sanırım bir öğrencisiyle yeni bir evlilik yapmıştı. Koleksiyon, eski eşya, takı toplama-yapma gibi özgün merakları vardı. Gümüş paralardan, boncuklarla süslü kolyeler yapıp armağan ediyordu etrafındakilere. Ankara’daki son evi tıkış tıkış antika doluydu.

Bu ilginç adam içtiği sigaralar sonucunda akciğer kanseri oldu. Eşi, arkadaşları ona baktılar. Çoluk çocuğu yoktu; babasından kalan miras bazı mal mülkü bir şeyleri vardı herhalde. Aklına koymuştu, mirasını bizim derneğe bırakacaktı ve adına bir okul yapılacaktı.

Durmadan bana haber gönderiyor, telefon ediyor, ’Türkan gel, noter çağıracağım, bunları sana vereceğim. Biliyorum sen isteğimi yaparsın’ diyordu.(...)

Sonunda hiç unutmuyorum, bir cuma Ankara programı yaptım ve bir gün öncesinin akşamı evine telefon edip, ’Yarın geliyorum’ demeye karar verdim. Telefona eşi çıktı, ’Ne yazık ki bugün yitirdik’ dedi.

İşte Muzaffer’in bendeki öyküsü. Ne yazık ki onun adına, onca olanak varken, cıvıl cıvıl çocukların koşuşturduğu bir köy okulu bile yapamadık. Bu acıyı, bu yitikliği belki de bu başarısızlığı hep içimde taşırım." ("Güneş Umuttan Şimdi Doğar" kitabından.)

Oya Baydar’ı yazacakken nerelere gittik...

İyi de ettik; bilmeyenlere Muzaffer Sencer Hoca’nın adını duyurduk.

Cemil Topuzlu Köşkü’nün hazin hikáyesi

ÇİFTEHAVUZLAR’daki Cemil Topuzlu Paşa Köşkü 1901 yılında yapıldı.

Köşk, Büyük Kulüp olarak kullanılan binanın bahçesine bitişiktir./images/100/0x0/55eaff01f018fbb8f8a43382

Bugün harap halindeki bu köşkü Cemil Topuzlu, Fransa’da mimarlık tahsili görmüş Alexandre Vallury’ye inşa ettirdi. (Vallury aynı zamanda Arkeoloji Müzesi, Tokatlıyan Oteli, Büyük Kulüp gibi nice binanın mimarıdır.)

Köşk o yıllarda çok moda olan art nouveau tarzında yapıldı. Köşkün içindeki parkeler Fransa’dan getirtildi. Bahçesine nadide ağaçlar-çiçekler dikildi; heykeller kondu.

Sadrazam Gazi Ahmed Muhtar Paşa, köşkü görünce Cemil Topuzlu’ya İstanbul Şehremini makamını teklif etti! "Evinin içinde ve dışında küçük bir Avrupa yaratan adamı şehremini yaparsam İstanbul’u imar eder" diye düşünmüştü.

Cemil Topuzlu bu köşkte 30 yıl oturdu.

Kızı Selma’nın eşi Albay Şahap Gürsel ile geçinemedi. Köşkü "Şeker Kralı" Hayri İpar’a sattı.

Hayri İpar’ın ölümüyle mirasçıları davalık oldu.

Dönemin gazete sayfalarından inmeyen (Uğur Mumcu ve Ayhan Songar arasında büyük polemikler çıkaran) bu davalar sonucu köşkü Banker Kastelli (Cevher Özden) satın aldı. Ve 1986 yılında Kadıköy Belediyesi’nden imar kanunu çıkararak bahçesindeki ıhlamur, kestane, çınar, çam gibi nice ağaçları kesip apartmanlar yaptı.

Köşk tarihi eser olduğu için yıkımdan kurtulmuştu.

Köşkü ve artık çok küçülmüş arazisini 1997 yılında Şadan Kalkavan satın aldı.

Bu bilgilerden sonra gelelim sonuca:

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay mı, yoksa Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk mü el atar bilemem. Belki de Şadan Kalkavan öncülük eder.

Kim yaparsa yapsın; Cemil Topuzlu Köşkü hayata döndürülmelidir.

Köşk "Cemil Topuzlu Tıp Müzesi" yapılmalıdır.

Osmanlı’dan günümüze dönemin ameliyathaneleri, hastane odaları, tıpta kullanılan araç gereçler, fotoğraflar, nice sağlık belgeleri bu müzede toplanabilir.

Cemil Topuzlu’nun icat ettiği ve adını taşıyan aletler sergilenebilir.

Tıbbın nereden nereye geldiği bu müzeyle çocuklara gösterilebilir.

Bunun için yapılacak tek bir adım vardır: Kararlılık.

Topuzlu Ailesi bu konuda elinden geleni yapmaya hazırdır.
Yazının Devamını Oku

Haldun Dormen Ergenekon’a neden seyirci kalmıyor

17 Mayıs 2009
Yargının siyasallaşmasına, bilim ışığının karartılmasına, çağdaş eğitime darbe vurulmasına, laik cumhuriyetin tehlikeye girmesine duyarsız kalınmaması için, sanatçılar yarın Galatasaray’da buluşup Taksim’e yürüyecek. Başlarında 81 yaşında bir "sanat çınarı" var: Haldun Dormen. Haldun Dormen’in bu sezon Moliere’in "Kibarlık Budalası" oyununu sahneye koyması ile "seyirci kalmayın" protestosunu organize etmesi arasında nasıl bir bağ var?

TİYATRO eserleri dünyada en çok tercüme edilmiş sanatçıların başında Moliere gelir.

Osmanlıca’ya ilk çevrilen tiyatro eserleri arasında da Moliere’nin oyunları vardır.

Diğer yanda...
/images/100/0x0/55eafd68f018fbb8f8a3caaa
Oyunları dünyanın dört bir yanında sahnelenen Moliere’nin mezarı kayıptır!

Bunun çeşitli sebepleri vardır.

Ama en önemlisi...

Kilisenin Moliere’nin cenazesinin şehir mezarlığına gömülmesine izin vermemesidir.

Papazlar, cenazede bulunmayı, Moliere için dua etmeyi reddederler.

Bu nedenle Moliere’in nereye gömüleceği dört gün boyunca bilinemez.

Tabuttaki ceset kokmaya başlayınca, Kral 14. Louis araya girer ve Moliere bir gece yarısı defnedilir.

Peki, 17. yüzyılın en büyük oyun yazarı Moliere, kiliseyi bu derece öfkelendirecek ne yapmıştır?

Moliere adını aldı

15 Ocak 1622’de Fransa’da dünyaya geldi.

Gerçek adı Jean Baptiste Poquelin idi.

Babası sarayın mobilyacısıydı.

On bir yaşında annesini kaybetti.

Babasının kariyer planına boyun eğdi. Önce Paris’te Cizvit papazların sıkı disiplin uyguladıkları "College de Clermont"a gitti. Ardından hukuk fakültesinde okudu. Babasının hayali, oğlunun "avukat bir işadamı" olmasıydı.

Yirmi bir yaşında babasına karşı çıktı; ailesinin zenginliğini reddetti; o dönemde hiç de makbul olmayan bir mesleği seçti; tiyatrocu olmaya karar verdi.

Çocukken büyükbabasıyla gittiği oyunlar hiç aklından çıkmamıştı. Bir de bu kararında, oyuncu Madeleine Bejart’a duyduğu ilginin etkisi vardı.

1643’te "Illustre-Theatre" adlı tiyatro topluğunu kurdu.

Dönemin koşullarına uygun olarak kendine sahne adı olarak "Moliere"i seçti.

"Tiyatro tozu yuttuktan" iki yıl sonra borçları nedeniyle cezaevine girdi. İki hafta sonra kefaletle serbest kaldı.

Grand Chatelet Cezaevi’nden çıkar çıkmaz, on iki yıl sürecek gezici tiyatro yolculuğuna çıktı. Fransa ve İtalya’yı dolaştı.

24 Ekim 1658 tarihi hayatının akışını değiştirdi.

Paris Louvre Sarayı’nda Kral 14. Louis’in önünde gösteriye çıktı. Kral, Moliere’nin oyununu çok beğendi; Petit Bourbon’da bulunan kraliyet tiyatrosundan yararlanmalarına olanak verdi.

Babasının döşemecilik için girdiği saraya Moliere oyuncu olarak girdi.

Kilise, oyunu yasakladı

Moliere yazdığı ve oynadığı oyunlarla Paris aristokratlarını hep şaşırttı. Aristokrat kuralların gerektirdiği yüzeysel-aşırı kibarlıkları alttan alta hep hicvetti. Eleştiriler karşısında hep aynı yanıtı verdi. Amacının gerçek kibarlarla değil bunların taklitleriyle alay etmek olduğunu söyledi.

Bu sözler, alıngan aristokratları-burjuvaları teselli etmedi. Kibarlık budalaları yasaklandı. Halkın büyük isteğiyle on beş gün sonra oyun tekrar sahneye kondu.

Fakat iktidar sahipleri, Moliere’in oyunlarından hep rahatsızlık duydu. Fakat Moliere toplumsal taşlamalarından hiç vazgeçmedi.

Keza...

1662’de sahneye koyduğu "Kadınlar Mektebi" de sert eleştiriler aldı. Oyun, kadınlardan çekinen ve bu yüzden bakire bir genç kızla evlenmek isteyen bir burjuva erkeğin gülünçlüklerini anlatıyordu.

Moliere "hiçbir değere saygısı kalmadığı" iddiasıyla Kral’a şikáyet edildi. Moliere yılmadı; eleştirilere, "Kadınlar Mektebi’nin Tenkidi" ve "Versailles Tuluatı" adlı tek perdelik oyunları yazıp oynayarak yanıt verdi.

Tartışmalar şimdilik sona ermişti. Sanat kazanmıştı.

Ancak...

Moliere’in 1664’te yazıp sahneye koyduğu "Tartuffe" fırtınalar kopardı.

Bu kez Moliere’in karşısında aristokrasi değil kilise vardı!

Oyunda, dindar görünüşlü sahtekár Tartuffe’nin serüvenleri anlatılıyordu.

Sahtekár, yobaz Tartuffe karakteri kiliseyi ayağa kaldırdı.

Saray, kiliseyi karşısına alamadı; oyunu yasakladı. Gerekçesi şuydu: "Oyundaki sahte dindarlarla gerçek dindarlar arasında öyle bir benzerlik var ki gerçek dindarlar bundan alınabilirler. Bu nedenle kral, o sayın uyruklarını düşünerek, kendini oyundan duyacağı hazdan yoksun bırakmaya karar vermiştir!"

Dinci bağnazlık Moliere’i yıldıramadı


Bir parantez açmalıyım:

Názım Hikmet 1959 yılında "Tartüf 59" adıyla bu oyunu günün koşullarına uygun olarak yeniden yorumladı. Oyun Türkiye’de defalarca sahnelendi. Oyunu son olarak Mask-Kara adlı tiyatro grubu bu yılın başında "Velev ki Tartüf" adıyla sahneye koydu.

Dinsel bağnazlığın hedefindeki Moliere hiç yılmadı.

Yine içinde sert aristokrasi eleştirisi olan "Don Juan"ı sahneledi.

Şımarık aristokrat Don Juan’ın hiçbir toplumsal değere saygısı yoktu. Tek düşündüğü kişisel çıkarıydı. Dini inancı bile pek yokken çıkarı için dindar görünüyordu.

Moliere aslında ikiyüzlülüğü anlattığı bu oyunuyla, Tartuffe’ü yasaklayan kiliseye yanıt vermişti. Fakat Don Juan oyunu da kilisenin tepkisi üzerine sahneden kaldırıldı.

Moliere kilisenin baskısına, hatta kralın ansızın desteğini çekmesine rağmen sosyal taşlamalarına hiç son vermedi.

Gördüğü "budalalıkları" yazmaya devam etti.

İnsan Kaçan, Cimri, Kıskanç Herif ve Kibarlık Budalası’nı sahneye koydu.

"Kibarlık Budalası" orta sınıf içindeki yükselme ve sınıf atlama çabalarının insanları ne derece küçülttüğünü konu almaktaydı. Oyunun kahramanı Jourdain, süslü ama içi boş laflar-gereksiz lakırdılar yapan biriydi.

Jourdain, bizim "Araba Sevdası" peşinde koşan Tanzimat aydınına benziyordu!

Moliere’in toplumsal eleştirilerini ne kilise ne de saray sonlandırabildi.

Akciğerlerinden rahatsızdı.

Son oyunu "Hastalık Hastası" oldu.

1673’te hayata gözlerini kapadı.

Ve iktidardaki bağnazlar, Moliere’i hiç affetmedi.

Moliere’i sadece halk sahiplendi.

Haldun Dormen niye yürüyor

Moliere’in yaşam öyküsünü okuyunca, 81 yaşındaki sanat emekçisi Haldun Dormen’in "seyirci kalmayın" protestosunu niye organize ettiğini sanıyorum anlamışsınızdır.

Sanatçı, tarihi boyunca her türlü bağnazlıkla mücadele etmiştir.

Bu muhalif mücadele geleneği sanatçının iliklerine işlemiştir.

Tarih gösteriyor ki sanatçılar bunu bir görev kabul etmişlerdir.

Salt "icracılık" tek başına sanatı tanımlamaz.

Haldun Dormen bunun örneğidir.

Sanmayınız ki, bu yürüyüş Haldun Dormen’in ilk eylemidir. Hayır.

Haldun Dormen, Moliere’in "Kibarlık Budalası" oyununu sahneye koyarak tavrını göstermiş ve bu yürüyüşü çoktan başlatmıştır. Niye sekiz yıl sonra sahneye döndüğünü sanıyorsunuz?

Evet, Haldun Dormen ve sanatçı arkadaşları; ne dinci bağnazların ne de aristokrasinin-burjuvazinin yok edebildiği Moliere’in bu aydınlık muhalif yolundan yürümektedir.

Yarın Galatasaray’dan Taksim’e yürüyenler Haldun Dormen’ler, Gülriz Sururi’ler, Genco Erkal’lar, Ferhan Şensoy’lar, Müjdat Gezen’ler değildir; yarın Taksim’e yürüyenler birer Moliere’dir.

Oyunları yasaklanıp vatanından kovulan Bertolt Brecht’tir.

Kitapları yakılan James Joyce’dir.

Vatandaşlıktan çıkarılan Thomas Mann’dır.

Cenazesini kilisenin kabul etmediği Gabrielle Colette’tir.

Papa’nın aforoz ettiği Umberto Eco’dur.

Eserlerini kilisenin yasakladığı Andre Gide’dir; François Rabelas’tır; Kazancakis’tir.

Goethe’nin dediği gibi, "Ölümsüzlük herkesin harcı değildir".

Cumhuriyet mitingine katılan profesörler neyi temsil ediyor

BİLİM adamının toplumsal sorumluluğu ciddi olarak ilk kez 1930’lar Avrupası’nda tartışıldı.

O tarihe kadar genel kabul görmüş tavır şuydu: "Bizim işimiz araştırmaktır, öğrenmektir, öğretmektir. Araştırma sonuçlarımızın ne amaçla kullanılacağı bizi ilgilendirmemelidir. Bazı keşiflerimizin kötüye kullanıldığını görmek bizi üzebilir ama bu bizim işimizi yapmamıza engel olmamalıdır."

Bu teknokrat görüş özellikle II. Dünya Savaşı’nda yerle bir oldu.

Görüldü ki, bilimin bağımsız, özgür yapılabilmesi "solunan siyasi hava"yla çok ilgiliydi.

Bilim, siyasetten bağımsız olamazdı.

(TÜBİTAK’ta yaşananlar aslında bunun somut örneğidir.)

Peki ne yapılmalıydı?

Üniversite duvarlarını yükseltip siyasal-toplumsal olayları görmemek mi gerekiyordu?

II. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’da birçok üniversite öyle yapmıştı.

Sonunda hepsi "Nazi bilimi" veya "Faşist bilim" adı altında yozlaştırılan bilime boyun eğmek zorunda kaldılar.

Kimi bilim adamları toplama kamplarına gönderildi.

Kimisi vatanını terk etti.

Diğer yanda...

Faşizm tehlikesine karşı direnç oluşturmak amacıyla "Faşizm Karşıtı Aydınlar Dayanışma Komitesi"ni kuran Paul Langevin, Frederic Joliot-Curie, Paul Rivet, Georges Politzer gibi bilim adamları da vardı.

(Bu arada: Ulusalcılıkla solu-sosyalizmi bağdaştıramayanlar, -sanıyorum gençken okudukları için unuttular- çok basit anlatımı olduğu için Georges Politzer’in "Felsefenin Temel İlkeleri" adlı kitabını tekrar okuyabilirler. İlginçtir 12 Eylül 1980 darbecileri ilk bu kitabı yasaklamıştı.)

Uzatmayayım, bu girişi yapmamım nedeni bugün Ankara’da yapılan Cumhuriyet mitingleri.

Mitinge davet bildirisinin altında imzaları olan isimlerin doksan yedisi profesördü. Diğer doçent, doktor gibi akademisyenler değil sadece profesörleri saydım.

Sayı az mı çok mu karar veremedim.

Doksan yedi profesörün kaleme aldığı mitinge çağrı bildirisini okuyunca aklıma Hitler faşizmine direnen profesörler geldi.

Bakın önde

kimler yürüyor


Aslında...

Bilim adamlarının isimlerinin, ülkelerinin adlarının ya da bağnazlığın hangisinin olduğunun hiçbir önemi yoktu.

İnsanlık mağaradan başladığı yürüyüşünü her türlü gericiliğe rağmen inatla sürdürüyor.

Bugün yapılan "Cumhuriyet mitingi" çağrı bildirgesini sizinle paylaşmak istiyorum.

Diyorlar ki:

"19 Mayıs 2009’a doğru yol alıyoruz. Sıradan bir günden öte anlamlar taşıyan büyük bir tarihsel olgunun eşiğindeyiz.

Bu olgu, İstanbul Boğazı’nı kara, uğursuz, demir yığını gemileriyle işgal eden donanmaların arasından geçip, ’Geldikleri gibi giderler’ diyen iradenin ortaya çıkardığı gerçektir.

İşgalciliğe karşı bağımsız bir ülkede yaşamanın, kulluğa ve müritliğe karşı özgür yurttaşlar olmanın, ortaçağ gericiliğine karşı aydınlanmanın safında yer almanın adıdır. Kökleri halkımızın bağımsız yaşama iradesine ve büyük aydınlanma hareketlerine dayanan 19 Mayıs, Kurtuluş Savaşı’yla millet haline gelme yolunda büyük bir adım atmış olan Türkiye halkının, mazlum uluslara kendi eylemiyle gösterdiği büyük bir özgürlük eyleminin tarihidir.

19 Mayıs’ın başarılı olmasının sonunda hasta adam diye küçümsenen ülkemiz, ’Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanmış’, büyük bir uyanışla 20. yüzyılın en önde koşan bilim ve uyanış coğrafyası haline gelmiştir. Bu başarının altında demokrasi pratiğinin dinamiği olan halkçılık ve aydınlanma düşüncesi yatmaktadır.

1950’lerden sonra ise bu nitelikleri budanmış ve tamamen yok edilmek istenmiştir. Buna rağmen ülkemizin bilimsel aydınlığı ve yurtsever birikimi azımsanmayacak ölçüde ayaktadır.

19 Mayıs’ı bugün en az 1919 yılı kadar önemsiyoruz. Abdülhamit istibdatının sansürlerine ve ’padişah korkularına’ isyan ederek ’hürriyet’ diye haykıran Jön Türkler’den, işgalci çizmelerin çiğneyemediği bağımsız bir ülke kurulmasına önderlik eden Mustafa Kemal’lere uzanan geleneğe bugün daha fazla dikkatleri çekiyoruz.

Bu özgürlük eylemi ülkemizi, bilimi ve aydınlanmayı bugün her zamankinden daha fazla savunmak için irade göstermektir.

Tıpkı 19 Mayıs 1919’da olduğu gibi...

Biz aşağıda imzası bulunanlar; Atatürkçü ve yurtsever aydınların, bilim insanlarının ’demokrasi’ kavramı kullanılarak baskılara maruz kaldığı ve hapse atıldığı bugünlerde verilecek en önemli demokrasi ve özgürlük mesajının, 19 Mayıs’ta anlam bulan eylem olduğunu ilan ediyoruz."

Fazla söze gerek var mı?..

Görmüyor musunuz; en önde Paul Langevin, Frederic Joliot-Curie, Paul Rivet, Georges Politzer yürüyor.
Yazının Devamını Oku

Eşkıyanın kumandanı Marx denen pehlivan

10 Mayıs 2009
Son dönemde medyada sol terminoloji sık yazılır ve konuşulur oldu. Osmanlı döneminde "sosyalizmin ceddi" Marx ve "Mösyö" Lenin adı ilk ne zaman duyuldu, yazıldı? Sosyalizm ilk nasıl tanımlandı? Komünist Manifesto, Osmanlı’ya neden gizlice sokuldu? İlk sosyalist kimdi ve neden ilk dönek oldu? Hangi yazarlar-şairler-askerler sosyalizme sempatiyle baktı? Anti- sosyalist yayınlar ne zaman başladı? İşte sosyalizmin Türkiye serüveni. YIL: 1868.Jöntürk Namık Kemal, gönüllü sürgündedir ve Londra’da Hürriyet Gazetesi’ni çıkarmaktadır.Londra’da Namık Kemal gibi gönüllü sürgün hayatı yaşayan biri daha vardır: Karl Marx.

Marx, Kapital’i bir yıl önce çıkarmıştır. Yazdıkları Avrupa’daki entelektüel tartışmaların gündemidir.

Namık Kemal ile Karl Marx aynı mahallede yaşamaktadır.

Ve Namık Kemal, Karl Marx’ın adını bile duymamıştır...

Yıl: 1905./images/100/0x0/55eade9df018fbb8f89bec03

Lenin, Cenevre’de sürgün hayatı yaşamaktadır.

Cenevre, İttihatçıların Avrupa’daki Paris’ten sonra en önemli merkezidir. Yayın organları (Meşveret) bile vardır.

İttihatçılar kafelerde, bahçelerde her yerde yan yana gelip hararetle Kanun-i Esasi’nin nasıl hayata geçirileceğini tartışır.

Ancak kendilerini izleyen ve elindeki kitaba sürekli not alan Lenin’in farkında bile değillerdir.

Rusya 1905’te büyük bir ayaklanmaya sahne olmuştur. Bırakın Lenin’i, İttihatçılar komşu ülkede ne olduğunu bile merak etmemektedir.

Osmanlı münevverleri Osmanlı’yı değiştirmek-dönüştürmek istemektedir.

Ama bırakın dünyayı, yanı başlarında neler olduğuna ilgisizdirler.

İlk sosyalist, ilk dönek

"Sosyalizm" ve "Komünizm" sözcüklerini ilk yazan, İstanbul’da Ceride-i Havadis Gazetesi’ni çıkaran İngiliz vatandaşı William Churchill oldu.

Bu iki siyasal sözcüğün Osmanlı topraklarına gelişinin nedeni, Avrupa’daki 1848 devrimleriydi.

Ceride-i Havadis, Avrupa basınından aldığı haberleri tercüme edip sayfasına koyuyordu.

Özgürlük hareketlerini ilk yorumlayan-analiz eden münevver ise Cevdet Paşa oldu. Ona göre, devrim hareketlerini "azıtan halk" yapıyordu ve bu olayların Avrupa dışına taşmasından endişe duyulmalıydı!

1871 Paris Komünü, Osmanlı basınında daha geniş işlendi. "Kırmızı Cumhuriyet" denen bu devrime ilgi gösterilmesinin nedeni, Yeni Osmanlılara mensup Mehmed, Reşad ve Nuri beylerin komün için savaşmalarıydı.

Ancak üç Jöntürk’ün sosyalist olduklarını söyleyemeyiz. Özgürlükçüydüler.

Osmanlı İmparatorluğu’nda sosyalizme ilgi duyan kişi, bu devrim sürecini Avrupa’da yaşamış olan bir devlet görevlisiydi. Edhem Pertev Paşa, 1853-55 yılları arasında Berlin Elçiliği’nde başkátip iken sosyalist düşünceyle tanışmıştı.

Ancak, İstanbul’a dönünce "yanıldığını" hemen kavrayıp, "Kızıl Bayrak" adlı eserini yazarak sosyalizmin ne kadar yanlış olduğunu belirtti.

İlk sosyalist, ilk dönek olmuştu!..

Sosyalizm, sosyete sözcüğünden doğdu!

Tarih: 22 Haziran 1871.

Osmanlı basını, Karl Marx ile tanıştı.

Hakayık-ul Vekayi, Paris Komünü’nün başında kimin olduğunu açıkladı:

"Paris’teki eşkıyanın kumandanı, Karl Marx denilen ve hálá Londra’daki Enternasyonal nam cemiyetin reisi bulunan pehlivandır."

Gazete yorumu da ekledi: Rahat yaşamasına rağmen kışkırtıcılık yapıyordu.

"Sosyalizmin ceddi" Marx’ın Osmanlıca ilk makalesini de bu gazete yayınladı. Daily News’ten tercüme edilen makale, Alman-Fransız savaşının siyasal durumunu ele alıyordu.

Peki Osmanlı basını-münevverleri Avrupa’daki devrimci hareketlere nasıl bakıyordu? Kafası karışıktı.

Takvim-i Vekayi’ye göre enternasyonal "fesat cemiyeti"ydi. Ameleler fabrikatörlere karşı kışkırtılıyordu. Yani "servet düşmanlığı" nitelemesi o yıllardan günümüze gelmişti.

Ahmed Midhat Efendi gibi bazı münevverler ise, enternasyonalin anlaşılır olması için makalelerinde örnekler verdiler:

"Cemiyet (enternasyonal) diyor ki; ben kunduracıyım. Size bir çift potin yapacağım. Siz o potini giyip ve baloya gidip raks edeceksiniz ki orada bir gecelik zevkiniz için beş-on altın sarf etmeyi çok görmüyorsunuz. Halbuki bir çift potin için bana yirmi frankı zor veriyorsunuz. Ne olur bana yirmi yerine yirmi beş frank verseniz? Sizin yüzünüzden eti haftada bir görüyorum. Siz ise has ekmeği bile beğenmiyorsunuz da zimiçka yiyorsunuz. Reva mıdır bu?"

Osmanlı basını enternasyonali tartışıyordu ama daha henüz kavramların tanımı konusunda bile bilgi sahibi değildi. Şemseddin Sami "sosyalizm"i bakın nasıl tanımladı:

"Sosyalizm, iştirak-i emvalin (ortak malların) büsbütün zıddıdır. İştirak-i emval ne kadar menfur (iğrenç) ise sosyalizm o kadar makbuldür. Sosyalizm Fransızca bir kelimedir ki, cemiyeti beşer manasına olan sosyete kelimesinden müştaktır (türemiştir)."

Komşusu Karl Marx’ın adını bile duymamıştı ama Namık Kemal, Şemseddin Sami’den bu konuda daha bilgiliydi. Damadı Menemenli Rıfat Bey’e yazdığı mektupta şöyle diyordu: "Sosyalizm, Sami Bey’in dediği derecede hafif bir şey değildir."

Ne olduğunu yazmıyordu. Yazdığı, baldırı çıplakların Avrupa’daki intizamı yok etmesinden duyduğu endişeydi.

Görünen, Osmanlı basınının, münevverlerinin kafası karışıktı.

Peki üniversitelerin?

Komünist Manifesto’yu bir Osmanlı yazdı

Mülkiye Mektebi’nde "hocaların hocası", ekonomist Sakızlı Ohannes Paşa, "Mebadi-i İlm-i Sedvet-i Milel" adlı ders kitabında "sosyalizm" ve "komünizm" kavramlarına açıklık getirdi. Nasıl mı? Örnek vererek:

"Mesela bir saati bir adam güzel kullanıp vaktini bilir iken bu saati yirmi kişiye taksim etmek lazım gelse, o saatin her bir parçasını bir adama verilse saat harap olur gider. İşte fabrikaların taksimi de budur."

Sakızlı Ohannes Paşa, "sosyalist eşitlikten" fabrika parçalarının işçilere dağıtılacağını anlıyor! Şaka gibi.

Osmanlı basını ve münevverleri, sosyalizmin ne olduğu anlamaya çalışırken araya Sultan II. Abdülhamid sansürü girdi.

Dönemi en iyi, Marx ve Engels’in yazdığı Komünist Manifesto’nun Osmanlı’ya geliş hikáyesi anlatır.

Komünist Manifesto, matbaacının yazar olarak kendi adını yazmasını şart koşmasıyla, 1894 yılında Ermenice basılarak Osmanlı topraklarına sokuldu!

Bolşevik devrim nasıl karşılandı

1908 Temmuz Devrimi, Osmanlı düşünce hayatında köklü değişime yol açtı.

Sosyalist partiler, dernekler, sendikalar kuruldu; yayın organları çıktı.

Buna rağmen...

İçe dönük tartışmalar devam etti. Ne zaman çarlık yıkıldı, Osmanlı basını kafasını komşusuna çevirdi.

Bolşevik devrimin barış getirecek olması, Osmanlı basınındaki "ezeli düşman Moskof gávuru" anlayışını yıktı.

Üstelik beklenti Bolşevikler’in sadece barışı değil, Müslüman ve Türk halkına da özgürlük verecek olmasıydı.

Diğer yanda...

İkdam, Tanin, Vakay-ı Hayriye gibi gazetelerin kafası da karışıktı. İyi güzel hoştu da, "bu nasıl bir ihtilaldi?"

Osmanlı basını tekrar "Sosyalizm nedir" sorusuna yanıt arama peşine düştü.

Örneğin, Tasvir-i Efkár üç günlük bir yazı dizisi verdi: "Fransız inkılabı zengin bir inkılaptır; Rus inkılabı ise tabirimizi mazur buyurunuz züğürt bir inkılaptır."

Meselenin sınıfsal özü hiç kavranamadı.

Ya Osmanlı Mebusan Meclisi?

Rusya’daki olağanüstü gelişmelerle ilgili hiçbir görüşme yapılmadı. Şaşılacak bir durum yoktu, zaten mecliste dış politikayla ilgili görüşme yapılmazdı! Sadece İstanbul mebusu Salah Cimcoz kürsüye çıktı ve "kurtuluş güneşinin yine Şark’tan doğduğunu" müjdeleyip, "Rusya’da işbaşına geçen demokrat hükümeti selamlıyorum" diye konuşma yaptı.

Mösyö Lenin kimdi?

Tarih: 17 Nisan 1917.

"Lenin" adı Osmanlı basınında ilk kez İkdam Gazetesi’nde yer aldı.

Sebebi ise Lenin ve 17 arkadaşının Almanya üzerinden Rusya’ya gittiği haberiydi.

Osmanlı basını ilk başta Lenin’e sempatiyle baktı.

Vakit, Ekim Devrimi liderinden "Mösyö Lenin" diye bahsediyordu. Tasvir-i Efkár ise Osmanlı kamuoyunun merak ettiği Lenin’i şöyle tasvir etti: "Lenin; orta boyda, küçük yapılı, parlak, güzel bir adam olup kıyafetiyle gösterişsiz olan, inatçı olmayan bir adamdır."

Lenin’
e öğrenciler arasında da büyük sempati vardı. Osmanlı Darülfünunu’nda bir grup öğrenci, Nobel Barış Ödülü’nün Lenin’e verilmesini önerdiler. Darülfünun binasına Lenin posteri astılar.

Sempatinin nedeni, Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan bir an önce çekilme beklentisiydi. Rusya ateşkes ilan edince gazetelerin manşeti belli oldu: Aferin Bolşeviklere!

Barış görüşmeleri yapıldıktan sonra Osmanlı basınının bir bölümünün tavrı değişmeye başladı.

Vakit’e göre sosyalist devrimi yapanlar, "Karl Marx gibi azgın nazariyecilerin kitaplarını okumuş, hatta ezberlemiş, yeraltı meyhanelerinde votka kadehi elinden düşmemiş mikroplar" idi!

Osmanlı basınının bu tür yayınları giderek kabalaşacaktı...

İngiliz propagandası

1848 ve 1871 ayaklanmalarını zorlukla bastıran Avrupa, 1917 Ekim Devrimi rüzgárının topraklarında esmesinden rahatsızdı.

Bu nedenle Avrupa basını, tarihinin en büyük karalama kampanyasını başlattı. Bunun en tipik olanı ise "kadınların millileştirilmesi" yalanıydı.

Osmanlı basını bu yayınları olduğu gibi tercüme edip sayfalarına taşıdı. "(Komünizm) fikirleri fiile çıkacak olsa, insanı hayvandan ayırmaya yarayan ırz ve namus sıfatları büsbütün kaldırılmış olur."

İngilizler, Osmanlı topraklarında sosyalist hareketlerin oluşmasına da karşıydı. Hele hele "İslam ile sosyalizm arasında fark yoktur" görüşünü yok etmek için "Kadınları ortak kullanıyorlar" yalanını yaydı.

Bu arada, ulusal Kurtuluş Savaşı da Osmanlı basınını ikiye böldü.

Anadolu basını, Ankara Hükümeti’nin Sovyetler ile yakınlaşmasından yana olurken, İstanbul basını bu yakınlaşma nedeniyle de anti-sosyalist yayınlara hız verdi.

Marx’ı, Lenin’i, sosyalizmi, emperyalizmi anlama-kavrama süreci bundan sonra hep iç politik oyunların kurbanı oldu.

Bu büyük oyun hálá sürdürülmektedir.

KİM SOSYALİZMİ DESTEKLEDİ KİM KARŞI ÇIKTI

1917-22 yılları arasında Türk münevverleri ve askerleri Bolşevik devrimi konusunda bakın neler düşünüyorlardı:

Ziya Gökalp: Bu mübarek ülkeye daima yabancı milletlerden büyük zarar gelmiştir. İngilizlerin muzır propagandalarla alt alta desteklediği kara tehlike ile birincisinden hiç de aşağı olmayan kızıl tehlikedir.

Refik Halid Karay: Lenin! Lenin! Senin bize bir zararın da bu oldu! Anadolu’yu dostluğunla, İstanbul’u ise düşmanlığınla perişan ettin. Anadolu’ya "yoldaş" İstanbul’a "Haraşo" kelimelerini öğrenmek pek pahalıya mal oldu.

Celal Nuri İleri: Sosyalizme de, ehl-i İslam’a da düşman olan Avrupa emperyalizmi, kolonyalizmi, kapitalizmi idi. Sosyalizm gerek álem-i İslam’a gerek doğrudan doruya bize yardımcı oluyor. Bu büyük ve kutlu bir olaydır.

Yunus Nadi: Bazı kimseler vardır ki Bolşevikliği zenginlerin malını yağma etme farz eder. Bolşeviklikte yağmaya katiyen yer yoktur. Emperyalist ve kapitalist álem yıkılacak, bütün dünyada yeni bir tarih akımı başlayacaktır.

Hakkı Behiç: Avrupa’yı bozguna uğratacak muazzam bir Asya Federasyonu kurulacaktır.

Hamdullah Suphi Tanrıöver: Bugünkü medeniyetin debdebeli, şatafatlı, altın içinde yüzen saraylarının arkasında açlık ve sefalet vardır. Rus İhtilali, Fransız İhtilali’ne göre daha samimidir.

Cenap Şahabeddin: Bolşevik miyim? Ben öyle ise yalnızca iki şeye önem verebilirim: İçmek için bir kadeh votka ve sevmek için sevimli bir kadın.

Mehmed Akif:
Müslümanlık başka, Bolşeviklik başkadır. Müslümanların Bolşevik olmasına asla lüzum yoktur.

Albay Bekir Sami: Karl Marx prensiplerinin uygulanması yalnız Rus sınırları içinde yapılırsa az zaman zarfında hükümet düşebilir; dünya çapında bir devrimin gerçekleştirilmesine çalışmak gerekir.

Ali Fuad Paşa: Tüm bildiklerimiz Sovyetlerin paralı ajanlarının ya da bu ihtilale karşı kesinlikle önyargılı olanların anlattıklarıdır. Marx’ı okumuş pek az insanımız var.

Kázım Özalp: Şahsen Bolşevik programına ilgi duyuyorum ama fikirleri bizim için mümkün değil.

Kázım Karabekir:
Memleketimiz içinden açıktan açığa Bolşevik propagandasına daha başlanmaması ve Bolşevik kurulların bilinmemesinin kabahati daha çok Moskova’nındır.

Çerkez Ethem: Bolşevizm dünyayı zaptedecektir. Bolşeviklik, istikbalimiz için çok yararlı ve verimli olacaktır.

Ali Kemal: Bolşeviklik, doğanın insanın başına bela ettiği bir tabii afettir. Anadolu’daki zorbalarımız o girdaba yuvarlanmış, dört elle Bolşevikliğe sarılmışlardır.

Neyzen Tevfik:

Bolşevik kuvvetinin bence beyannamesidir

Şark’ı Garbı şaşıran banknotun esrarı

Pişdarı (öncüsü) sayılır servet-i azadenin

Sahne-i hürriyete ihzar (hazırlıyor) ediyor efkarı (yoksulu)
Yazının Devamını Oku

Gündemde silah ve mühimmat var

3 Mayıs 2009
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ’un basın toplantısında en çok üzerinde durulan konu Ergenekon oldu. Bu konuya girmeyeceğim! Çünkü daha önce defalarca yazdım. Ergenekon, Susurluk soruşturmasının siyasallaştırılmış halidir. Soruşturma "amaç" değil sivil bir darbenin/siyasal baskının "aracı" haline getirilmiştir. Benim üzerinde duracağım konu, silah ve mühimmat meselesi. Ama o da sandığınız gibi değil. 1980’lerde "Bilgi Toplumu" kampanyası vardı! Bilgi fetişizmi yaşanıyordu. ANAP’lı bakanların dillerinden "Bilgi toplumu olmalıyız" sözü eksik olmuyordu.

Ben o yıllar ANAP’ı takip eden muhabirim.

"Bilgi toplumu" meselesini tartışıp dururduk.

Benim tezim şuydu:

Salt bilgi; içine her şeyin doldurulduğu çuval gibidir./images/100/0x0/55eaae40f018fbb8f88fe724

Önemli olan bilgiyi analiz edebilmektir. Yorumlayabilmektir. Yani halk deyimiyle "entel" değil, eleştirel bakış açısına sahip entelektüel olmaktır.

Güzel günlerdi onlar; kimse kimseyi aşağılamıyor, küstahça bir kibirlilik içinde davranmıyordu. Neyse...

Bu girişi niye yaptım?

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Ergenekon konusunda açıklamalarda bulundu.

"Kafası karışık" çok kişi "aydınlandık" dedi.

Peki bu kişilerin kafası niye karışmıştı ki?

Verilen-sunulan her bilgi/haberi analiz edemedikleri için mi? Maalesef evet.

Orgeneral Başbuğ’un konuşmasında benim ilgimi çeken konu Ergenekon değildi.

Orgeneral Başbuğ’un bir sözü üzerinde düşündüm...

’Silah ordumuzun namusudur’

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, basın toplantısında "Silah ordumuzun namusudur" dedi.

Orgeneral Başbuğ’un hurdaya çıkmış mühimmatın kimler tarafından neden gömüldüğü sorusundan çok, "Silah namusumuzdur" sözü üzerinde durmayı daha faydalı ve gerekli görüyorum.

Niye Türk askeri için silahı namusudur?

Fransız, İngiliz, Japon, Rus askerleri için silahı namusu değil midir?

Polemik için yazmıyorum bunları. Bilmiyorum.

Bildik-hamasi sözlerle açıklamayı yeterli bulmuyorum.

Aslında konuyu başka bir yere taşımak istiyorum.

Bizde tarih yazımı niye hep sefer ve kuşatmayla sınırlıdır?

Bu salt ilköğretim kitaplarına özgü değildir; üniversitelere de yansımıştır.

Birtakım liberal-dinci çevrelerin basmakalıp-ezberci "Resmi tarih böyledir" gibi sözlerine de itibar etmemek gerekiyor. Bunu söyleyenlerin de farklı tarih yazımına pek rastlanmıyor aslında. Onlar da -ekranlarda gördüğünüz, gazetelerde okuduğunuz gibi- aslında "resmi tarih argümanlarıyla-terminolojisiyle" konuşup yazmaktadır.

Aradığım bunlar değil.

Meselenin başka bir yanıyla ilgiliyim...

Sorular ve yanıtlar

Bizde, askeri tarih yazımı yoktur.

Örneğin, Osmanlı silah sanayii ve askeri teknolojisi hakkında sadece iki doktora çalışması ve iki çeviri kitap mevcuttur.

Oysa, devletlerin-uygarlıkların yükselişinde ve çöküşünde silah-mühimmat teknolojisinin gelişiminin, üretiminin büyük rolü vardır.

Ne yazık ki bu önemli olgu bizim tarih yazımında görülmez. Fetih ve kuşatmalardaki askeri teknoloji ve silahların önemi göz ardı edilir.

Bunun temel nedeni, tarih yazımında iktisadi olguların/faktörlerin yok sayılmasıdır.

Oysa...

Ortaçağın en önemli keşfi olan ateşli silahlar, derebeyliklerin/feodalitenin yıkılıp merkezi devletlerin/rönesansın kurulmasını hızlandırdı.

Ateş gücü yüksek gemiler Avrupa’nın sömürgeci olmasını sağladı.

Benzeri örnekleri yığınla verebiliriz.

Bırakın Avrupa’yı; biz hangi silahı, hangi mühimmatı hangi savaşta kullandığımızı bile bilmiyoruz. Ne çalışma yapılıyor ne de öğretiliyor.

Bizim yerimize Batılı tarihçiler araştırıyor; "Osmanlılar ilk havan topunu İstanbul’un kuşatması sırasında Haliç’i kapatan düşman gemilerini vurmak için kullandı" gibi...

Hepsini Batılı tarihçilerden öğreniyoruz:

Osmanlı Ordusu ateşli silahlarla ilk ne zaman karşılaştı? Yeniçeri eline tüfenki ne zaman aldı? Ateşli silahları kullanmayı haysiyetine yediremeyen sipahiler oktan ateşli silaha hangi sancılı süreçle geçti?

Topçuluk alanındaki gelişmeler Osmanlı’ya hangi kapıları açtı? İlk tersanenin kurulmasıyla Aydın Menteşe beyliklerinin alınması arasında nasıl bir bağlantı vardı? Yuvarlak kıçlı gemiler yerine neden zamanla çektiri tipi uzun kadırgalar kullanılmaya başlandı?

Macarların "Wagenburg"u nasıl "tabur cengi" adını aldı?

Soru çok...

Osmanlı, Avrupa’da gördüğü yeni fikirlere, askeri savaş teknolojisine daima açık olmuşken, bunları hemen kavrayıp uygulama esnekliği gösterirken, 16. yüzyıl sonundan itibaren neden hantallaştı? Bunun dinsel gericileşmeyle ilgisi var mıydı?

İsim bilim açısından silah ve mühimmat adlarının Yunanca’dan ve Batı dillerinden gelmesi bile araştırma konusu olamaz mı?

Bu soruların üniversitelerde bile sorulmamasını akademik muhafazakárlaşmayla açıklayabilir miyiz?

Diğer yanda...

’Belge manyağı’

Yukarıdaki soruların yanıtlarını bize veren/"öğreten" Batı ne kadar gerçekçidir?

Çünkü biliyoruz ki Avrupa’nın geleneksel tarih yazımı; benmerkezci, yüzeysel/kaba oryantalist değerlendirmeleri barındırmaktadır.

Ama, maalesef karşı tezi ileri süreceğimiz çalışmamız pek yok.

Çünkü bu konuyla ilgili akademik çalışmalara başlayacak bakış açılarına sahip değiliz. Analitik/çözümleyici bakamıyoruz.

Türkiye’de sosyal bilimler araştırıcılarını/akademisyenlerini "belge manyağına" dönüştürdüler.

Belgeyi küçümsemiyorum ama belgeyi kullanacak-analiz edecek bakış açısını daha çok önemsiyorum.

Kuşkusuz askeri tarih yazımı konusunda teknolojik determinizm tuzağına düşmemek gerekir ama tarih yazımı için (ekonomi, diplomasi, coğrafya, siyaset, kültür vs. gibi) silah ve mühimmatın dönüştürücü özelliğini de göz ardı etmemek gerekir.

Avrupalı tarihçiler; savaşların gelişimini ilerlemeci bir bakış açısıyla değerlendiren; erken modern devletlerin oluşumuna ve devletler ile uygarlıklar arasındaki güç dengelerini ateşli silahların gelişimiyle açıklamaya çalışan "Askeri Devrim Teorisi" gibi tezler üzerinde yıllardır çalışıyor.

David Hume’nun, "Barut, feodal kaleleri ve sahiplerinin fikirlerini yok etti" sözlerini ya da Johan Huizinga’nın, "İnsan ruhunun yeniden doğması, ateşli silahların bulunmasıyla başlar" gibi hayli iddialı söylemlerini hararetle tartışıyor.

Biz ise zengin tarihsel kaynaklar/belgeler mevcut olmasına rağmen, askeri tarih literatürünü ihmal ediyoruz.

Ateşli silahların tayin ediciliği konusunda bir iki akademik çalışma dışında hiçbir şey söylenmiyor, yazılmıyor.

Tek bildiğimiz/yaptığımız beylik sözlerden ibaret.

’Bağımlılık teorisi’

Orgeneral Başbuğ’un açıklamasında konumuz açısından üzerinde durulması gereken iki bilgi daha vardı:

Birincisi; MKE’nin ürettiği el bombalarının bir kısmının yurtdışına satılması.

İkincisi; Lice’de şehit olan 9 Mehmetçiği taşıyan M-113 zırhlı personel taşıyıcının ABD’den ithal edilmesi.

Batı savaş tarihçiliğinde tartışılan bir konu da "bağımlılık teorisi"dir.

Bu bizde nedense hep 1974 Kıbrıs Savaşı’ndan sonra ABD’nin uyguladığı ambargo örneğiyle dile getirilir. Oysa bunun tarihsel kökü derindedir.

Osmanlı’nın gerileme döneminin önemli nedenlerinden biri de; yerli üretimini öldürüp, savaş teknolojisindeki gelişmeler konusunda Batı’ya bağlı hale gelmesidir.

Gemi yapımı, top dökümü, güherçile ve barut imalatı konusunda zengin kaynaklara sahip olan Osmanlı zamanla bakır, demir, kurşun ve barutu ithal etmeye başladı. Ve her geçen yıl bunun miktarı arttı.

Ayrıca teknolojiyi üretememesi üzerine, ordunun gereksinimini karşılayacak silah sanayiini kuramadı.

Örnek vermeliyim: 18. yüzyılda Osmanlı barut tedariki konusunda can alıcı sorunlar yaşıyordu. Sultan III. Selim barut üretiminin yeniden örgütlenmesi ve modernizasyonu için 1791’de Venedikli bir maceraperestin oyununa geldi. Topçu uzmanı olduğunu söyleyen bu uyanık Yeşilköy’de bir barut fabrikası inşa etmek için padişahtan yüklü bir para kopardı!

Sonuçta...

Orgeneral Başbuğ’un basın toplantısı Türkiye’deki büyük bir sorunu gözler önüne sermiştir: Askeri tarih yazımı konusunda çalışma yapılmamaktadır.

Aslında bu bakış açısı eksikliği gazetecilere de sirayet etmiştir. Silah ile mühimmat farkının bilinmemesinin nedeni, bu tarihsel olgunun hep göz ardı edilmesinde yatmaktadır.

’Silahlar TSK’ya ait değil’

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Ergenekon soruşturması kapsamında bugüne kadar bulunan 45 adet silahın Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait olmadığını söyledi. Başbuğ ayrıca, el bombalarına sadece TSK’nın değil Emniyet Genel Müdürlüğü’nün de sahip olduğunu belirtti.

Mozart-Beethoven yaşasaydı Fazıl Say gibi davranırdı

CUMHURİYET mitingleri yine gündemde./images/100/0x0/55eaae40f018fbb8f88fe726

Gündemde olmasının nedeni, 17 Mayıs’ta tekrarlanacak olması.

Bazı liberal yazarlar, Cumhuriyet mitinglerine katılan kentli-orta ve yukarı sınıfın evrensel değerleri yitirdiğini söylüyor. Bunlara göre mitinge katılanlar "ulusal cinnet" geçirenler!

Benzer küstah sözleri ünlü piyanist Fazıl Say için de yazdılar.

"Ulusal cinnet" sözünü edenlerin edepsizliği bir yana; asıl yapmak istedikleri sürekli kafa karışıklığı yaratmak.

Kasıtlı olarak ulusalcılığı şovenistlik anlamında kullanıyorlar.

Aslında biliyorlar ki, ulusal anlatımla evrensellik arasında bir karşıtlık yoktur.

Örneğin, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ya da 1789 Fransız Devrimi’nin İnsan Hakları Bildirgesi hem ulusal hem de evrenseldir.

Ulusalcılığın, hemen herkesin üzerinde kabul göreceği açıklaması şudur:

19’uncu yüzyılda Avrupa’da sanayileşmenin getirdiği yeni ekonomik sistem, feodal yapıya dayalı eski toplumsal düzeni yıkarak özgürlükçü bir anlayışı getirdi. Bunun doğal sonucu olarak ulusal bilinç uyandı. Bu siyasete olduğu gibi sanata da yansıdı.

Sanatı belirtmemin nedeni Fazıl Say gıyabında Cumhuriyet mitinglerine katılanlara destek çıkmak.

Klasik müzik nedir?

Klasik müzik uygarlıktır, Batılılık ölçütüdür.

Şimdi ulusalcılık ile klasik müzik ilişkisine bakalım.

Klasik müziğin dehaları; Haydn, Handel, Mozart, Beethoven ulusalcıydı.

Hepsi aydınlanma bilincine sahipti.

1789 Fransız Devrimi’ne yol açan toplumsal olayların tutuşturduğu bir dönemde yaşamışlardı.

Devrime inanıyorlardı, devrime bağlıydılar.

Ama bu onları ulusal duygularından yoksun bırakmadı.

Mozart 1783’te yazdığı mektupta şöyle yazıyordu: "Benim için daha fazla sıkıntı anlamına gelse de, Almanca operayı yeğliyorum. Her ulusun kendi operası var, Almanya’nın da niye olmasın?"

Peki Beethoven?

1806’da yazdığı mektubunda açıkça "Alman yurtseveri" olduğunu yazmaktan çekinmiyordu. Bunları yazan Mozart, Beethoven şovenist miydi?

"Ulusal cinnet" mi geçiriyordu?

Hayır.

Üstelik hiçbir şey onları insanlığın zorbalığı yendiği ateşli mücadeleye övgüler düzmekten alıkoymadı.

Evrensel değerler üretmesine engel olmadı.

Onlara göre sanatçı "ulusun öğretmeni"ydi. Önderiydi.

Yaşamlarında bunu gösterdiler.

Emredilen müziği bestelemek ve bunu ekselansları dışında kimseye çalmamak gibi "kölece sözleşmelere" karşı durdular.

Aristokrasiye karşı duygularını dile getirmekten çekinmediler.

Toplumsal yaşamdan, onun dertlerinden, üzüntülerinden ellerini çekmediler.

Mücadeleciydiler. Korkusuzdular.

Mozart 1781’de Başpiskopos’un hizmetinde olmadığını açıklayacak kadar cesurdu.

Beethoven, ulusal şair Goethe’ye hayrandı ama onun soylular önünde dalkavukluk yapmasını kıyasıya eleştirmekten de geri durmadı.

Halkın değerlerine saygılıydılar. Eserlerinde halk öğeleri kullanmaya özen gösterdiler. Seçkinler arasında yaşamış Mozart, dans salonlarında çalınan danslar bile besteledi. Sıradan (Zerlina, Susana, Despina gibi) köylü kadınları üstün nitelikli insanlar olarak yansıttı. Ulusalcıydılar; ama Türk ya da Çigan müziği motifleri kullanmaktan çekinmediler.

Uzatmayayım. Bugün yaşasalardı Mozart da, Beethoven da Fazıl Say gibi konuşur, yazardı, hiç kuşkunuz olmasın.

Makalemize Orgeneral Başbuğ’un sözleriyle başladık, emekli Orgeneral Aytaç Yalman’ın yazdıklarıyla son verelim:

"Atatürk çoksesli müziğin bir topluma nasıl dinamizm getirebileceğini, Balkan Savaşı’ndaki yenilgiyi, operanın olmayışına indirgeyecek ölçüde biliyor, bu yüzden de müzik devrimini, yaptığı bütün devrimlerin özü sayıyordu."

Bugün böylesine büyük bir devrimciyi her fırsatta karalamaya çalışıyorlar.

Savunucularını ise "ulusal cinnet" geçirmekle itham ediyorlar.
Yazının Devamını Oku

Endişe verici nüfuza sahip bir ’cemaat’in hikáyesi

26 Nisan 2009
Türkiye’de hep bir "cemaat" konuşulup tartışılıyor. Kimi eğitim çalışmalarını alkışlıyor, kimi açılan okulların gizli ajandasından bahsediyor.

Kimi "cemaatin" toplumsal uzlaşma için çaba sarf ettiğini iddia ediyor, kimi "cemaatin" emniyetten adalete, milli eğitimden TSK’ya kadar gizli örgütlenmeler içinde olduğunu ileri sürüyor. Biz aynı şekilde tartışılan başka bir "cemaati" tanıyalım: Opus Dei. Okullar, üniversiteler açıp medyada büyük bir güç haline gelen ve kiminin "kutsal mafya" diye tanımladığı bu "cemaatin" adını hiç duymuş muydunuz?

BEŞ kıtada 475 üniversite ve yüksekokulu, 200 koleji vardı...604 gazete ve dergiye sahipti...52 radyo ve televizyon kanalı aralıksız yayındaydı...

Bu bilgiler 30 yıl önce Opus Dei üyesi Alvaro del Portillo’nun 1979’da ağzından kaçırdığı bilgilerdi.

Bugün ne kadar bir güce hükmettiği bilinmiyor.

Yazının Devamını Oku