Soner Yalçın

Ev tutup birlikte oturabilir miyiz

22 Şubat 2009
Siyasal görüşleri taban tabana zıt olmasına rağmen dün birlikte oturma düşü kuranların yerlerini bugün kimler aldı? Bugün siyaset ve medya dünyasındaki bu seviyesiz üslup nereden çıktı? Siyasal İslamcıların tümünü küfürbaz görmek ne kadar doğru? Temel sorun 1980’den sonra siyasete ve medyaya hákim olan cahillik olamaz mı? Çünkü biliyoruz ki dün öyle değildi. "Öteki"ni tanımanız için gelin sizi 1950’li yılların sonu Kahramanmaraş Lisesi’nin bir sınıfına götüreyim. Ahlak abidesi o "güzel yedi insanı" tanıtmaya çalışayım.

MEHMET Yılmaz Hürriyet’teki köşesinde, "Türkiye’nin ağzı en bozuk kesimini siyasal İslamcılar oluşturuyor" diye yazdı.

Okuyunca hak verdim. Sonra üzüldüm.

Kuşkusuz Mehmet Yılmaz sürekli sokak ağzıyla konuşan Başbakan Erdoğan’a ve yandaş medyadaki küfürbaz-yalancı yazarlara bakarak hüküm vermişti.

Evet, hak vermiştim ama yine de bir yanım buruktu.

Gözümün önüne tıpkı soyadı gibi yaşamış olan şair Cahit Zarifoğlu geldi. "İşaret Çocukları" şiirini mırıldandım.

Düşündüm, "bizim cenah" aslında "öteki"ni pek tanımıyor.

Gördüğü Başbakan Erdoğan, bildiği bazı yandaş gazetelerin köşelerini tutmuş sözde gazeteciler.

Bu çevrelerin sesi çok çıktığı için ister istemez tüm siyasal İslamcıların öyle olduğu düşünülmektedir.

Ve ister istemez biraz haksızlık yapılmaktadır.

Edebiyata áşık kuşak

Yıl; 1950’li yılların ikinci yarısı.

Yer; Kahramanmaraş Lisesi.

Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt, Ali Kutlay, Hasan Seyithanoğlu, Rasim-Alaaddin Özdenören kardeşler ve sonradan aralarına katılan Mehmet Akif İnan...

Yani; "İşaret Çocukları"...

Ya da...

Cahit Zarifoğlu’na göre "Yedi Güzel İnsan!"

Sınıf arkadaşıydılar.

Hepsi resme, müziğe ve özellikle edebiyata vurgundu.

Yine bir K.Maraş doğumlu olan Nuri Pakdil’in çıkardığı "Hamle" Dergisi ellerinden düşmezdi. (O zamanlar sağcılık-solculuk pek yoktu; "Hamle" Dergisi "Sait Faik’e Saygı" sayısı bile çıkarabiliyordu.)

Anadolu’nun 60 bin nüfuslu bu yoksul şehrinin çocukları, kimlerin çıkardığına bakmadan "Varlık", "Yeditepe", "Yenilik" gibi edebiyat dergilerini takip ederlerdi. Dergilere ulaşabilmek için yırtınırlardı.

Bir yanda soluksuz okuyup diğer yanda hikáyeler, şiirler yazmaya çalışırlardı.

Yaşar Kemal’in "İnce Memed" romanına; Attila İlhan’ın "Sisler Bulvarı" şiirine hayrandılar.

İletişimin zorlu olduğu o yıllarda Necip Fazıl, Peyami Safa, Názım Hikmet, Fethi Gemuhoğlu hakkında bilgi sahibi olmak için çırpınırlardı.

Hz. Ali’nin "Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum" sözünü şiar edinmişlerdi.

Dostoyevski’nin "Suç ve Ceza" romanını okuyup, Dostoyevski’nin Batılı mı Doğulu mu olduğunu tartışırlardı günlerce.

Cahit Zarifoğlu’nun yoksul evinde şiir günleri düzenlediler.

"İkinci Yeni" şiir akımını benimsediler.

Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar’ın şiirlerini gece gündüz demeden, bıkmadan usanmadan birbirlerine yüksek sesle okudular.

Zarifoğlu’nun kırık penayla çaldığı gitarı soluksuz dinlediler.

Cumhuriyet Gazetesi muhabiri Doğan Keçecioğlu’nun K.Maraş’ta çıkardığı "Gençlik" Gazetesi’nin kültür-sanat sayfasını yaptılar.

Çalışkandılar. Hiç yorulmadılar. Daha yolun başındaydılar.

Sonuçta:

Kahramanmaraş Lisesi o dönem; Akif İnan, Erdem Beyazıt, Rasim ve Alaaddin Özdenören ve Cahit Zarifoğlu gibi, bugün İslami çevrelerin büyük saygı duyduğu şairleri-yazarları çıkardı.

Onlar sadece ürettikleriyle değil, o genç yaşlarında toplumsal hayat içindeki duruşları, üslupları ve zarafetleriyle de örnek oldular.

Hepsi üniversiteye gittiler...

İstanbul’da ’Abi’ler dönemi

Cahit Zarifoğlu, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Filolojisi’ne yazıldı. Vefa Öğrenci Yurdu’nda kaldı.

"Abi kültürüyle" İstanbul’da tanıştı...

1962 Mart ayının bir cumartesi günü Özdenören kardeşlerle birlikte hayranı oldukları bir şairin kapısını çaldılar: Sezai Karakoç.

Belki bugün herkese şaşırtıcı gelebilir:

Onlar, o güne kadar "Sartre, Camus gibi büyük düşünürlerin fikirleri okunur, öğrenilir ve benimsenir" diye düşünüyorlardı.

O günden sonra Sezai Karakoç’tan öğrendiler ki, her fikir üzerine yorumlar getirilebilir; filozoflar, düşünürler, edebiyatçılar sorgulanabilirdi!

Ve yine ilk olarak o gün duydular...

Sezai Karakoç bir dergiyle ilgili düşüncesini şöyle açıklamıştı:

"O derginin kendine göre bir kimliği var, biz Müslümanız."

Kafaları karıştı. Çünkü kendisi (Mehmet Barlas’ın babası) Cemil Sait Barlas’ın "Pazar Postası"nda yazıyordu.

Solcu Cemal Süreya da en yakın arkadaşıydı.

Nasıl oluyordu; bir "onlar" vardı, bir de kendileri Müslümanlar!

Sonra yerli yerine oturdu düşünceleri:

Hayata bir pencereden bakabilirsiniz; ama bu, karşı pencereden bakanlara düşman olacağınız anlamına gelmezdi.

"Öteki" kavramını henüz bilmiyorlardı.

İstanbul’la daha yeni yeni tanışıyorlardı...

Üvercinka’ya hayranlık

"Yedi Güzel İnsan" karşı görüşe doğru koşmaya başlasalar da Cemal Süreya’yı hep sevdiler; "Üvercinka"yı ellerinden düşürmediler.

İçlerinden Cahit Zarifoğlu, Cemal Süreya’ya daha bir yakınlık duydu. Sezai Karakoç’un şiirlerinden çok Cemal Süreya’nın şiirlerini beğeniyordu. Ayrıca, öğrendiğine göre kişilikleri de benzerdi zaten.

Ve bu nedenle:

1962’de hiç tanımadığı -o yıllar Paris’te bulunan- Cemal Süreya’ya mektup yazdı:

"İstanbul’a döndüğünüzde sizinle ev tutup birlikte oturabilir miyiz?"

Zarifoğlu
bu toprakların yoğurduğu temiz kalpli Anadolulu şairlerdendi; şiirlerine hayran olduğu bir büyük şairle aynı çatı altında yaşamanın düşünü kurabiliyordu.

"Yabancılaşma" henüz bu topraklara uğramamıştı.

Üstelik...

Bu mektubu yazan kişi sıradan biri değildi. Siyasal meselelerden uzak durmuyordu.

Nuri Pakdil, Sezai Karakoç, Necip Fazıl gibi "Abiler"in etrafında bir okul/ocak görevi gören dergiler etrafındaki duygusal beraberliği ve düşünsel birlikteliği yaşıyordu.

"Allah, Peygamber sevgisi ihmal edilmeden, dünya meseleleri ön plana çıkarılmalıdır" görüşünün ilk savunucularından biriydi.

Müslümanların öncü kuşağındandı.

Buna rağmen solcu Cemal Süreya ile aynı evde oturmaktan çekinmiyordu.

Çünkü, ortak payda edebiyattı. Öğrenme aşkıydı. Dostluktu.

Zarifoğlu’nun mirası

O yıllar...

Henüz ideolojik kamplaşma yoktu.

Solcular Müslümanların, Müslümanlar solcuların dergilerinde yazılar kaleme almakta bir sakınca görmüyordu.

Ece Ayhan’ın, İlhan Berk’in derviş titizliğiyle çalışan Müslüman şairlere önyargısız yaklaşımları, övücü eleştirileri saygıyla karşılanıyordu.

Aslında...

Aynı mahallenin yoksul "İşaret Çocukları"ydı hepsi.

Yer sofralarındaki bir tas çorbaya kaşık sallayarak, mumlu gecelerde kahramanlık hikáyeleri dinleyerek, cami avlularında futbol oynayarak ve yaramazlık yapınca yüzü kızararak büyüyen bir kuşaktı onlar.

Hepsi Anadolu kültürünün bir parçasıydılar.

Hedefleri hep yüksek kültür oldu.

Erdeme inandılar.

Seviyeyi hep yukarı çıkarmaya çalıştılar.

Ayıp etmekten, yanlış yapmaktan korktular.

Bir gün sözlerinden ya da yaptıklarından dolayı utanacaklarından çekindiler.

Bu nedenle küfrü hiç bilmediler.

Sonra...

Sonra iktidar ve para geldi.

Bin yıllık kültür, birkaç yıl içinde varoş muhafazakárlığına, sonradan görme liberalliğe teslim ediliverdi.

Soruyorum:

Cahit Zarifoğlu’nun mirasına sahip çıkan temiz Müslümanlar bugün nerededir?

Neden susmaktadırlar?

İŞARET ÇOCUKLARI

Yasin okunan tütsü tüten çarşılardan

Geçerdi babam

Başında yağmur halkaları



Anam yeşil hırkalar görürdü düşünde

Daha ilk güzelliğinde

Alnını iki dağın arasına germiş

Bir devin göğsüne benzer

Göğsünden dualar geçermiş



Çarşılar ellerinde ekmek iğneleri

Cami avlularına açılan

Havuz sularına kapılan çocuklar

Görmeden güneşin bütün renklerini

Götürmezlerdi dükkándaki babalarına

Ocaktan akan kaynar yemekleri

Nenelerinin koyduğu avuç taslarına



Başı ve yüreği şahbaz

Kaleleri ağırlayan kadınların

Süslerini kemerlerini

Başlarını ağırlaştıran

Ağır siyah şelále saçlarını

Tutunca gençleşirdi erkekler



Sonra insan o ki denizde

Küçük ve büyük nehirde

Bedeni ıslatan afsunlu suda

Önce niyet sonra yıkanırdı



Zaman dert getirdi sulara

İçinde eski balıkların yattığı kayalar

Savaşan insanların elinde

İnce yontulup taşındı balta mızrak şekline



Anam kanları kuruyan

Kavga ayıran bir kargı elinde

Kara ocağın taşlarına

İşaret koydu çocuklarını

Belinde gezdiren babamın

Beyaz yazılarla kazandığı adları



Yüreği korkuyla kuvvetlendi babamın

Unutup genç gelen günleri

Zamanın sürerken çektiği günleri

Çetin bilmecelerle

Sürdü atını şehirlere



Yün gören at güden kadınlar

Ormanlara tepeden eğilen toprak evlerde

Küçük pencereli karanlık dar odalarda

Uzaktan uzayıp gelen kurt seslerinin

Uzağa çekilip giden

Ayazda donan gülmeler içinde

Ormanlarda süt emziren anne

Unuttu gittikçe uzayan çocuğunu



Hep kaçarmış şehirlerin

Demir dağlarına

Uyuyunca toprak beşiğimde

Sahipsiz kalan

Ellerimden kayan aydınlık günlerim

Cahit Zarifoğlu

Mektubu alan Cemal Süreya ne yaptı

Cahit Zarifoğlu’nun Paris’e gönderdiği mektubu alan Cemal Süreya ne hissedip ne düşünmüştü? Rahmetli Cemal Süreya’nın günlüğünden okuyalım:

760. Gün

Cahit Zarifoğlu ölmüş. Bugünün adı bu olacakmış. Bir ay kadar önce öğrenmiştim onulmaz sayrılığa tutulduğunu. Bazı kanserler mutlaka çok büyük bir çocukluk mutsuzluğuna bağlıymış gibi gelir bana. Hiçbir bilimsel tutanağı olmayan bu kanıya tanıdıklarımda bir şeyler göre göre vardığımı sanıyorum. Bir izlenim işte. Zarifoğlu’nu tanıdığım yılları düşünüyorum. Sevinçlerle büyümüştü sanki.

İyi şairdi. İlk şiirleri de iyiydi. (Sezai) Karakoç çevresinden. Daha yüz yüze gelmeden, 1962’de bana, Paris’e bir mektup yollamıştı. Adresimi Sezai (Karakoç)’tan almış. Saklamamışım o mektubu.

Zarifoğlu, o sıra, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğrenci. Yurtlardan sıkılmış herhal, İstanbul’a dönüşümde, birlikte ev tutup oturmayı öneriyordu mektubunda. Ben de bir tuhafım o günler. Bir ölçüsüzlük görmüştüm bu öneride. O ara otuz yaşı dönmüşüm. İyi sayılan bir aylığım var. Ne yani, bu çocuk öğrenci hayat koşuluna mı indirmek istiyor beni.

Dönüşte yeniden tanıştık. Zaman zaman vapurda, yolda, Sezo’nun (Sezai Karakoç) evinde-bürosunda rastlaştıkça konuşurduk, (ama her şeyden)...

Daha çok 1964-1966 yılları. Söylenmemiş güzel sözler de vardı aramızda. Ama bir arkadaşlığımız olmadı. Serüvenlerinden söz ederdi. Bunları, tuhaf yanlarını öne getirerek anlattığını anımsıyorum. Şiirine de yansımıştır. Sezai ile onun bu tavrı ve öyküleri üzerine çok konuşmuşumdur.

O yıllarda mukaddesatçı genç sanatçılarla, aramızda büyük kopukluk yoktu. Kopukluğu onlar yarattı.

Zaman nasıl da akıp gitmiş? Tam yirmi yıl oluyor Cahit Zarifoğlu ile görüşmeyeli. Bir gün de bin yıl olacak." (Gösteri Dergisi, Temmuz 1987)

Bir Müslüman’ın yakarışı

HECE, aylık edebiyat dergisi.

"Bizim cenahtan" değil "öteki"nden!

Názım Hikmet’ten Necip Fazıl’a özel sayılar çıkarıyorlar.

Geçtiğimiz yıl e-mail attım, eksik bazı sayıları temin edip edemeyeceğimi sordum.

Sağolsunlar, ilgilendiler, hemen eksik sayıları tamamladılar.

Bu arada aramızda küçük bir sorun çıktı. Para almak istemediler. Ben de epey direttim. Ve ödemeyi yaptım.

Sonra özür dileyerek bunun nedeni açıkladım: "Lütfen inanınız; bu durumun sizle hiçbir ilgisi yok; öyle günlerden geçiriyoruz ki kimseye pek güvenim kalmadı. Yarın hediye dergilerin karşıma bir başka şekilde çıkarılmasından endişe ederim."

Ne kadar ayıp değil mi bu sözlerim.

Hálá utanıyorum.

Ne hale getirildik?

Neyse...

Hece (Haziran-Ağustos 2007) özel sayısını "Cahit Zarifoğlu"na ayırdı.

Bu sayıda Ahmet Fethi’nin (müstear isme benziyor), "Daralan Vakitler" adlı yazısını özetleyerek sizinle paylaşmak istiyorum:

"Çok tuhaf günlerden geçiyoruz.

O yüzden de şaşkınlığımız anlama güçlüğümüzü besliyor.

Maalesef renksizliğin ve yönsüzlüğün hákim olduğu bir siyasal atmosferi soluyoruz. Öyle ki, çok kaba bir biçimde siyasal bir belirleme olan sağ ve sol, doğu ve batı artık coğrafi konumumuzu bile imlemiyor.

Kaderin cilvesine bakın ki, ne için hayıflanıyoruz? Niçin solcularımız solcu, milliyetçilerimiz milliyetçi ve İslamcılarımız İslamcı değil diye!

Elbette ideolojilerin de kimi ortak paydaları vardır.

Lakin ortak payda, kendini silen bir inkárcılıkla kurul(a)maz.

İnsan, değişip dönüşebilir. Bu makuldür.

Ama ne hikmettir ki, her yönden her ret ya da her değişip dönüşme aynı mecraya akmaktadır. Bu tuhaftır. Hayrete şayandır. Dikkate değerdir. İrdelenmelidir.

Lakin makul değildir.

Bahse konu ettiğimiz ideolojilerdeki bu belirsiz dönüşüm, aynı mecraya kişiliksiz akış, her ideoloji için olduğu kadar, bir öteki ideoloji için de kayıptır.

İslamcıların hal-i pür melali ise trajiktir. Bin keder birden getirmektedir.

Artık İslamsız İslamcılarımız vardır.

Artık İslamcılar milli mitleri, simgeleri, metaforları ve sınırları sanki dinden bir cüzmüş gibi anıyorlar. Amentülerine ek yapıyor, akidelerini yeniden kuruyorlar.

Ve bunları hep din adına yapıyorlar..."
Yazının Devamını Oku

Araştırmalarına, Tanrı’nın tahtını güçlendirmek amacıyla başladı

15 Şubat 2009
İngiliz Kraliyet Ailesi’ne ait Beagle adlı gemi, 4 yıl 9 ay sürecek seyrine başladığında tarihin en tanınmış gemilerinden biri olacağı bilinmiyordu kuşkusuz. Güney Amerika’nın haritasını çizmek, ticaret olanaklarını araştırmak için yola çıkan geminin konukları arasında bir din adamı vardı: Bugün dünyada 200’üncü doğum yılı kutlanan Charles Darwin! Bu yolculuk aynı zamanda doğa bilimci olan Charles Darwin’in hayatını kökten değiştirecekti.

TARİH, 27 Aralık 1832.

Beagle inceleme gemisi, 40 bin deniz mili yol yapacak gezi için demir aldı.

Kaptan Fitzroy, Charles Darwin’e "filozof" diye seslendiği için gemi personeli için onun adı "Filos" kaldı! "Filos", Tanrı’nın tahtını sağlamlaştıracak veriler bulmak için bu gemideydi.

Ancak yolculuk onun için zorluklarla başladı; deniz tutmasına zor dayandı. Hassas bir yapısı vardı; Arjantin ve Şili’de ağır hastalıklarla boğuştu.

Fırtınalara, depremlere de tanık oldu.

Yine de geziden büyük keyif aldı.

Önemli jeolojik keşifler yaptı; yüksek tepelerde deniz dibi katmanlarını görüp heyecanlandı. Soyu tükenmiş memeli hayvanların fosillerini buldu.

Sürekli dua ediyor

Darwin yolculuğu sırasında hocası Peder John Henslow’a sürekli mektuplar, fosil örnekleri ve doldurulmuş canlılar gönderdi. Bunlar öğretmeni aracılığıyla İngiliz doğa bilimcilerine aktarıldı. Örnekler İngiltere’de şaşkınlıkla karşılandı.

Kuşkusuz bu belgeler, gözlemler henüz kiliseyi rahatsız etmeyecek türdendi.

Ancak İngiltere’den binlerce kilometre uzaklıktaki Charles Darwin’in içinde fırtınalar kopmaya başladı:

Galapagos Adası’ndaki hayvan türleri, başka gezegenlerin sakini gibiydi! Kuşlar insanlardan korkup kaçmıyorlardı! Ayrıca bu kuşlar, yaşadıkları adalara göre ufak fizyolojik farklılıklar gösteriyordu. Keza kaplumbağalar da öyleydi.

Darwin’in düşünce ve inanç dünyası parçalanıyordu. Biliyordu ki düşünceleri Kutsal Kitap’ın "Yaradılış" bölümüne tamamen aykırıydı.

"Milyonlarca yıl önce başka türler mi yaşıyordu? Evet ise, bu canlılar Tanrı’nın ilk yarattığı gibi değiller mi?"

Geceler boyu Tanrı düşüncesinin yanlış çıkmaması için dua ediyordu.

Diğer yanda kafasındaki sorulara engel olamıyordu:

"Dünyada yaşayan canlılar ilk yaratıldıkları gibi değil mi; bunlar noksansız ve değişmez olarak yaratılmadılar mı; yoksa kalıtım ve çevre koşullarıyla değişime mi uğradılar?"

Böyle anlarda hemen, biyolojik türlerin dağılımını "yaradılış merkezleri" fikriyle açıklayan Charles Lyell’in kitabına sarıldı.

Doğaya yaklaştıkça Tanrı’dan uzaklaştığını hissediyordu.

"Dünya canlılarının iki ayrı yaratıcı tarafından yaratılmış olduğu" gibi ara formüller üretmeye çalışıyordu.

Charles Darwin "doğum sancıları" çekiyordu.

Rahip Malthus hayranlığı

Beagle, İngiltere’ye döndüğünde binlerce insan gemiyi görmeye geldi.

Darwin artık ünlüydü. 1700 sayfa zooloji ve jeoloji notu tutmuş; 4 bin etiketli kemik, post, deri vs. örnekleri toplamış ve 800 sayfa günlük yazmıştı. (Gezi notlarını yıllar içinde üç cilt olarak yayınlayacaktı.)

Cambridge Üniversitesi’ne giderek yolculuğu boyunca topladığı örneklerin tanımlanıp sınıflandırılması üzerinde çalışmaya başladı. Peder Henslow, bitki örneklerini tasnif edip isimlendirmede Darwin’e yardımcı oldu. Hayvan örnekleri için Richard Owen adında bir biyologla tanıştı. Owen, Darwin’in getirdiği fosilleri inceleyerek o güne kadar bilinmeyen pek çok soyu "tükenmiş hayvan türü" diye tanımladı.

Darwin’in korktuğu başına geliyordu.

Sapkınlıkla ve toplumsal düzeni bozmaya çalışmakla suçlanmaktan korkuyordu.

Bu gerilime ve yüksek çalışma temposuna dayanamadı; hastalandı.

Doktorların tavsiyesiyle dinlenmeye çekildi.

Bu dinlenme sırasında oyalanmak için okuduğu hemşerisi Rahip Thomas Malthus’un nüfus üzerine yazdığı kitabı onun yerinden fırlattı. Canlılar ayakta kalabilmek için değişen çevre koşullarına uyum sağlamak zorundaydılar. Başarısız olanlar yok olmaya mahkûmdu.

Darwin düşündü; demek türler maddesel koşullar nedeniyle evrim geçiriyordu!

Artık teorisinden emindi.

Ama kuram tek başına bir şey ifade etmezdi, bunu destekleyecek verilere ihtiyacı vardı. Bunun için hayvan yetiştiricileriyle görüşmeye ve bitkiler üzerinde deneyler yapmaya devam etti.

Bilime inandığını düşündüğü adaşı Lyell’a fikirlerini açıklayan mektup yazdı. Ancak beklediğini bulamadı; Lyell, canlı türlerinin değişimini kabul etmedi. Üstelik yaradılış fikrine karşı çıktığı için Darwin’i eleştirdi.

Oysa bilmiyordu ki, Darwin artık, inanç olarak agnostikliği/bilinememezliği benimsemişti.

10 yaşındaki kızı Anne Elizabeth ölünce Tanrı’nın iyiliğinden de kuşku duyacaktı.

O yıllarda, güneş sistemi, dünyada yaşamın oluşumu ve insanlığın kökeni konuları yazılıyor, tartışılıyordu. Ancak bunların bilimsel temeli yoktu.

Bu veriler ise Darwin’de vardı.

Ayrıca, Darwin evrim teorisine felsefi maddeciliği eklemişti. Varoluşun temeli maddeydi. Akıl ve ruh hep maddenin yan ürünleriydi.

Evet, Darwin, Batı düşüncesinin köklü geleneklerini altüst edecek görüşlere sahipti.

2000 yıllık felsefe ve dine karşı koyuyordu.

Öte yandan, yazdıklarını yayınlamamak için oyalanıp durdu. Örneğin, sülükayaklı türleri üzerinde tam sekiz yıl çalıştı.

Cesaretini toplayıp bu kez botanist arkadaşı J. Dalton Hooker’a fikirlerini açtı. Bu durumu anılarına, "Kendimi bir cinayeti itiraf ediyormuş gibi hissettim" diye yazacaktı.

Hooker teoriyi ne kadar beğendiğini söylese de, Darwin yazdığı kitabını yayınlamamaya karar verdi.

Bilim adamı dostlarını karşısına almaya cesareti yoktu.

Oysa Avrupa aydınlanma/devrimler çağını yaşıyordu.

"Devrim", "Değişim" gibi sözcükleri milyonlarca Avrupalı telaffuz ediyordu.

Saygın bir doğa bilimci olarak tanınan Darwin, bu çevrelerle aynı mevzilere girmek istemiyordu. O yumuşak başlı devrimciydi.

Örneğin, Karl Marx, Darwin’in hayranıydı. Mesafeli ilişkileri vardı. Yazışıyorlardı. Marx, Das Kapital’in 2. cildini imzalayıp göndermişti. Darwin’e göre ilişki bu kadarla kalmalıydı.

Darwin, kurulu düzeninin yıkılmasından endişe duyuyordu. Kopernik ve Galileo gibi dışlanmaktan korkuyordu.

Üniversitelerin, gazetelerin ve ailesinin hayranlığını kazanmıştı; bilim adamları ondan "Gelecek vaat edecek doğa bilimci" diye bahsediyordu. Kilisenin saygını kazanmıştı.

Centilmenler kulübü Athenaeum’a ünlü yazar Charles Dickens ile aynı gün üye olmuştu; bu statülerini kaybetmek istemiyordu!

Mesleki kıskançlık

Charles Darwin düşüncelerinin mezara gitmesini de istemiyordu.

Kitabını vasiyeti haline getirdi, öldükten sonra yayınlanmalıydı.

Sonunda bir olay Darwin’i harekete geçirdi; mesleki kıskançlık!

Haziran 1858’de A. Russell Wallace’ın makalesini okuduğunda kendisininkine benzer bir teori geliştirildiğini anladı.

Darwin, teorisini hemen yayınlamaya karar verdi. 1837’de yazdığı eserini 1859’da yayınladı: "Türlerin Kökeni."

Yaşamın çeşitliliği, planlı çalışan bir akıllı tasarım/Tanrı tarafından değil, "doğal ayıklama" olarak açıkladığı, içinde rastlantının ve ihtiyacın birbirini yaratıcı şekilde tamamladığı plansız bir süreçte ortaya çıkmıştı.

Övgüler ve acımasız sövgüler aldı.

Darwin’in insanın maymundan geldiğini iddia ettiği söylendi.

Halbuki Darwin’in söylediği, insan ile maymunun ortak bir kökenden/soydan ayrılarak geliştikleriydi.

Darwin bu tartışmalara hiç girmedi. Sustu. Sadece kitaplar yazdı.

Eserlerini yayınladığı günden bugüne, teorisinin "çökeceği", "tarihe gömüleceği", "yok olacağı" söylendi. Bu tartışmalar hálá sürüyor.

Bir gerçek var ki, 2009 bütün dünyada "Darwin Yılı" olarak kutlanıyor.

Darwin’e göre evliliğin iyi-kötü yanları

CHARLES Darwin, 1839’da dayısının kızı, (sanata yoğun ilgisi olan ve ünlü besteci Chopin’den piyano dersleri alan) Emma Wedgwood’la evlendi. Darwin, evlilik teklifi yapmadan önce bir beyaz káğıda evliliğin yararları ve zararlarını şöyle sıraladı:

Evlen

Çocukların olur

Sana ilgi duyacak yoldaş

Sevecek ve oynayacak bir şey

Bir bakıma köpekten iyi

Evle ilgilenecek biri

Müziğin ve kadınca gevezeliğin hoşluğu

İnsan sağlılığı için yararı

Kanepeye uzanmış hoş ve yumuşak bir eş

Belki de gürül gürül bir ateş

Cinsiyetsiz arı gibi yaşamanın kötülüğü


Evlenme

Korkunç zaman kaybı

İstediğin her yere gitme özgürlüğü

İstediğin cemiyete girme

Kulüplerde akıllı adamlarla uzun sohbetler

Akraba ziyaretine gitmek zorunda olmamak

Çocukların masraf endişesi

Belki kavga

Kitap vs. için az para

Çok çocuk olunca ekmek parası kazanma mecburiyeti

Çok çalışmanın insan sağlığına zararı

Belki karım Londra’yı sevmeyecek


Darwin’in zengin ailesi

BABA tarafından dedesi Erasmus Darwin (1731-1802) İngiltere’nin ünlü bir doktoruydu. Ancak şöhreti, yazdığı kitaplardan ileri geliyordu: "The Botanic Garden" ve "Zoonomia".

Botanik ve hayvan bilimi üzerine bu kitaplarda öne sürdüğü kuramlar evrim teorisinin dayanaklarından oldu.

İngiltere Kralı III. George’un saray doktorluğunu reddeden Erasmus Darwin, siyasetle de ilgiliydi. Fransız Devrimi’ni alkışlıyor; Amerikan Devrimi’ni destekliyor; köleliğe karşı çıkıyordu. "Ay Işığı Cemiyeti" grubundaki arkadaşlarından biri de Benjamin Franklin idi.

Anne tarafından dedesi Josiah Wedgwood (1730-1795) da, aynı cemiyetin üyesiydi. Erasmus Darwin’in dostu ve sırdaşıydı. Bugün hálá sadece İngiltere’de değil, dünyada bir numaralı porselen markası "Wedgwood"un sahibiydi. Bu porselenleri kraliyet ailesi gibi seçkinler kullanıyordu.

Erasmus Darwin’in oğlu Doktor Robert (1766-1848) ile Josiah Wedgwood’un kızı Susannah’ın (1765-1817) evliliğinden Charles Darwin dünyaya geldi.

Baba Robert Darwin doktordu ama aynı zamanda iyi bir tüccardı. Çok paralar kazandı.

Anne Susannah iyi yetişmişti. Harika piyano çalıyordu.

Altı çocukları oldu. Charles Darwin beşinci sıradaydı.

Charles Darwin, sekiz yaşında annesini kaybetti.

Küçük Charles Darwin’in etrafında hiç yaşıtı erkek yoktu. Genellikle evlerinin bahçesinde yaşlı bahçıvan Abberley ile oynuyor; sürekli çiçekler hakkında sorular yöneltiyordu. Dedesi gibi bitkilere, hayvanlara meraklıydı.

Bazen nehir kıyısında saatlerce vakit geçiriyor; nehrin bir bölümündeki balıklar ile diğer bölümündeki balıkların neden farklı olduğunu düşünüyordu. Dere kenarında topladığı taşların resimlerini çiziyordu. Kuşları izlemeyi seviyordu.

Babası Robert Darwin, dedesi Erasmus gibi entelektüel değildi, ama yine de oğlu Charles’a kitap okumayı aşıladı. Dr. Robert Darwin, oğlunu bazen hasta ziyaretlerine götürüyordu. Oğlunun meraklı olması hoşuna gidiyordu.

Charles Darwin, Latince ve Yunanca’ya dayalı geleneksel Shrewsburg Okulu’na gönderildi, ama o okulu sevmedi.

O, Pistyll Rhaeadr’deki ünlü şelaleyi görmek için 64 km; Kuzey Galler’de Menai Boğazları üzerinde kurulmakta olan asma köprüyü görmek için 410 km yürümekten çekinmiyor, doğayı öğrenmek-tanımak istiyordu.

Lise öğrenimini zorlukla bitirdi.

Dr. Robert Darwin o yaz yine hasta ziyaretleri için yanında götürdüğü oğlunun hastalarla ilgilenme yöntemlerinden etkilendi ve oğlunun iyi bir doktor olacağına karar verdi. Charles Darwin’i de tıp öğrenimi alması için Edinburgh’a gönderdi.

Darwin okula ısınamadı.

Okulda çalışan köle John Edmonstone’dan hayvan doldurma sanatını öğrendi. Doğa tarihiyle ilgilenen öğrencilerin kurduğu Plinius Topluluğu’na katıldı.

Hocası Robert Edmund Grant ile deniz canlılarını inceledi.

Bir diğer hocası Robert Jameson’dan jeoloji ve bitkilerin sınıflandırılması üzerine dersler aldı. Edinburgh Kraliyet Müzesi’nin bitki koleksiyonunun düzenlenmesine yardımcı oldu.

Charles Darwin kararını vermişti; babası ne kadar istese de doktor olmak istemiyordu.

Babası Dr. Robert Darwin, oğlunun din eğitimi almasına karar verdi!

Charles Darwin öneriye soğuk bakmadı. Çünkü, din adamı William Paley’nin, canlıların karmaşıklığını üstün zekálı bir yaratıcıya bağlayan makalelerini okuyup etkilenmişti. Doğayı incelemek, "Doğa’nın Mimarı"nın eserini incelemekti. Din adamı olabilirdi.

Cambridge Üniversitesi’nin Christ’s Koleji’ne yazıldı.

Burada 3.5 yıl eğitim gördü.

Doğa onun için tutkuydu; öğreniminin ikinci yılında bir at alıp sık sık araziye çıktı. Hocası Peder John Stevens Henslow ile birlikte kır gezileri yaptı. Herslow her daim, "Soru sorma konusunda Darwin gibisini görmedim" diyecekti.

1830 yılında okulu bitirdi. 178 kişi arasında 10. olmuştu.

Şimdi ne yapacaktı?

Káşif Alexander von Humboldt’un 1796 ve 1801 yılları arasında Güney Amerika’ya yaptığı geziyi anlatan 7 ciltlik "Voyages" adlı kitabı elinden düşürmüyordu.

Dünyanın çeşitli yerlerine geziler yapmayı planladı.

Tek sorun, babası para verir miydi?

İmdadına Peder Henslow yetişti. Güney Amerika kıyılarını inceleyip ticaret olanaklarını araştıracak, bölgenin haritasını çıkaracak Kraliyet Ailesi’ne ait bir gemiyle yolculuk yapmak ister miydi?

Charles Darwin "kusursuz yaratıcının" varlığını ispatlamak için bu zorlu yolculuğa çıktı.

Gittiği gibi dönmeyecek; büyük bir düşünsel dönüşüm gerçekleştirecekti.
Yazının Devamını Oku

Güz Sancısı’nın başrolünde James Bond olmalıydı

8 Şubat 2009
Vizyondaki bir film nedeniyle yakın tarihimizin karanlık ve utanç verici olayını anımsadık: 6-7 Eylül 1955. Olayın vahametini bilmeyenimiz yok. Nasıl olduğunu da biliyoruz. Peki, olayların üzerindeki James Bond gölgesini görebiliyor muyuz? Bir gerçeği kabul edelim; sürekli "sonuç"a bakarak olayları değerlendiriyoruz. "Sonuç"u ortaya çıkaran "nedenler" üzerinde pek durmuyoruz. Gelin, sonucu belli bu acı olayın nedenleri üzerinde durmaya çalışalım; yani meseleye bir de başka perspektiften bakalım. İNGİLTERE, II. Dünya Savaşı’nın galip ülkelerinden biriydi. Ancak savaştan zayıf çıktı. Sömürgeleri üzerindeki nüfuzunu koruyabildi fakat bağımsızlık hareketleriyle başı dertteydi. ABD’nin de zorlamasıyla sömürgelerinden kısmi olarak çekilme kararı aldı. Bunlardan biri de Kıbrıs’tı.

Kıbrıs, Ortadoğu petrol kaynaklarının ve petrol taşımacılığının kavşağındaydı.

İngiltere, petrolünün 2/3’ünü buradan sağlıyordu. Kendisi için yaşamsal önemdeki enerji kaynağına ve sömürgelerine bu derece yakın bir bölgeyi terk etmek istemiyordu. Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yakın bu stratejik adada, İngiltere’nin önemli kara, deniz ve hava üsleri de vardı.

Komünist isyanı/images/100/0x0/55eb05c7f018fbb8f8a5edad

Kıbrıs’ta da güçlü bir komünist hareket vardı. İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele veriyorlardı. Örneğin; 1931’deki komünist ayaklanmayı İngilizler güçlükle bastırmıştı. Ancak artık İngilizler güçsüzdü.

Avrupa ve Balkanlar’da güç kazanan Sovyetler Birliği, Yunanistan ve Kıbrıs’taki komünistlerin arkasındaydı.

Komünistler, Kıbrıs’ta 1941 yılında legal "Çalışan Halkın Yenileşme Partisi"ni (AKEL) kurdular. İngiltere, partiyi komünistlerin kurduğunu biliyordu ama savaş yıllarında ortak düşmanları vardı: Naziler!

Savaş sonrası ittifak dağıldı.

Yunanlı komünistler (ELAS) ve Kıbrıslı komünistler (AKEL), İngiltere’yi adada istemiyordu. İngiltere, AKEL’in Yunanistan’daki ELAS gibi silahlı mücadele başlatacağından çekiniyordu.

Üstelik AKEL güçlüydü. Son yerel seçimin tek galibiydi.

İngilizler bu siyasal gücü bölmek istiyordu.

İngiliz oyunu

İngiltere, Kıbrıs’tan kısmi bir çekilmeyi diplomasi kurnazlığıyla yapacaktı: Diğer sömürgelerinde yaptığı gibi askeri üslerini koruyabilmeli; ada üzerindeki siyasi, iktisadi hegemonyasını sürdürebilmeli ve Kıbrıs yönetiminin merkezi yine Londra olmalıydı.

Yunanistan ve Türkiye’nin kabul etmediği bu planı İngilizler nasıl hayata geçirecekti? Böl ve yönet siyasetiyle!

Kimleri bölecekti?

Öncelikle Rumları; komünist ve milliyetçi olarak bölecekti. Kıbrıs’ta komünistler güçlüydü, bu nedenle hemen güçsüz sağcılar kuvvetlendirilecekti.

İngilizler, ardından Rumlar ile Türkleri birbirine düşman edecekti.

Amaç belliydi; Kıbrıs’ı o kadar parçalara bölecekti ki, adadaki hiçbir taraf, artık İngiliz egemenliğini tehdit edecek güçte olamayacaktı.

Şimdi gelelim konunun Türkiye aşamasına...

Yunanlılara düşman oluverdik

Kıbrıs meselesi Türkiye’nin ne zaman gündemine geldi?

Hatay’ı biliyoruz. Musul’u biliyoruz. Peki Kıbrıs’ı?

Hamaseti bırakıp gerçekle yüzleşmemiz gerekiyor.

İngilizlerin çekilme kararına kadar Türkiye’nin Kıbrıs diye bir meselesi yoktu.

Yunanlılar için de İstanbullu Rumlar sorunu yoktu.

O yıllar Türkiye-Yunanistan ilişkileri çok iyiydi.

Öyle ki: 1934 yılında Venizelos, Nobel Barış Ödülü’ne Atatürk’ü aday gösterdi.

Türk-Yunan dostluğu "İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması"yla pekişti; bu antlaşma sonucu on binlerce Yunan vatandaşı Türkiye’ye yerleşip ticaret yapmaya başladı.

Türkiye ve Yunanistan 1951’de NATO’ya el ele tutuşarak girdi. 1952’de Balkan Paktı’nın oluşturulması, iki ülke arasındaki askeri işbirliğini güçlendirdi.

1952’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar Yunanistan’ı; Kral Pavlos ise Türkiye’yi ziyaret etti. Gümülcine’de Celal Bayar Lisesi açıldı.

Bir ayrıntı daha eklemeliyim:

1953 yılına kadar ne Osmanlı’da, ne de Cumhuriyet döneminde İstanbul’un fethi törenleri hiç yapılmadı.

Ne olduysa 1953’te oldu. Demokrat Parti Hükümeti’ne baskılar başladı. DP fetih törenlerini yine de mütevazı törenle geçiştirmek istedi. Bunun üzerine İstanbul’da olaylar çıktı; mağazasına Türk bayrağı asmayanların vitrinleri kırıldı.

Yani 1953 dönemeçti...

Yunan düşmanlığı ve Kıbrıs meselesi Türkiye’nin gündemine birden giriverdi. Hızla milliyetçi dernekler kuruldu. Basında kışkırtıcı haberler yer aldı.

Kıbrıs meselesinin neden abartıldığını anlamadığını ifade eden ve "Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs diye bir mesele yoktur" diyen Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün önce yetkileri tırpanlandı; Kıbrıs meselesi dışişlerinden alınıp Devlet Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya verildi. Bir süre sonra da Köprülü bakanlıktan alındı, Zorlu Dışişleri Bakanı yapıldı.

Kıbrıs’ın Türkiye için öncelikli mesele olarak görülmesinde İngiltere’nin parmağı var mıydı?

Bilinen İngilizlerin, Türkiye’nin Kıbrıs ile yakından ilgilenmesini istediğiydi.

Peki niye?

Yanıtını bulmak için Yunanistan’ın Kıbrıs politikasını bilmemiz gerekiyor.

Pasif Türkiye

Yunanistan, iç savaşı bitirip istikrarlı siyasal düzene kavuşunca, İngiltere’den Kıbrıs’ı kendilerine devretmesini istedi. Aksi takdirde meseleyi BM’ye götürecekti.

Yaptı da; kendi kaderini tayin hakkı talebiyle sorunu 1953’te BM’ye taşıdı. Mesele artık uluslararası boyut kazandı.

Kıbrıs’ın çözümü İngiltere’nin inisiyatifinden çıkıyordu.

İngiltere öncelikle sömürgecilik suçlamalarını zayıflatmak ve sorunu başka bir yöne çekmek için Türkiye’ye ihtiyaç duydu.

İlk hedef, "Türkiye’yi kendi pasifliğinden uyandırmaktı".

Türkiye’nin gündemine Kıbrıs meselesinin birdenbire girmesinin bu "uyandırma servisiyle" ilgisi var mıydı?

Sonuçta:

Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’ta çıkan olaylar, İngilizlerin işine yaradı. "Ben olmazsam bu iki ülke birbirini boğazlar ve komünistler iki ülkeyi de, Kıbrıs’ı da ele geçirir" korkusunu yaydı. En geçerli yol, adada statükonun devam etmesiydi!

İngilizlerin bu kurnaz ve kanlı politikaları sonucu, Yunanistan BM’deki en güçlü destekçisi ABD’yi bile kaybetti. 23 Eylül 1955’te ABD, Kıbrıs sorununun BM Genel Kurulu’na getirilmesine karşı çıktı.

Bu arada yeni kurulan İsrail de kendisine sadece 70 mil uzaklıktaki Kıbrıs’taki statükonun korunmasından yana çıktı.

Tüm bu süreç sonunda ne oldu biliyor musunuz:

Sömürgeci İngiltere, masaya her iki tarafı barıştırmak isteyen bir hakem rolüyle oturuverdi!

Türkiye’de kimse yaşanan bu kanlı süreçte "James Bond’un rolünü" sorgulamadı bile...

Ve James Bond İstanbul’da

İNGİLİZ gizli servis ajanı "James Bond" adlı karakteri ortaya çıkaran yazar Ian Fleming idi.

Popüler edebiyatın tanınmış ismi Ian Fleming, aynı zamanda İngiliz istihbarat örgütü MI6 ajanıydı. Üst düzey görevlere kadar yükseldi.

Aynı zamanda gazetecilik de yapıyordu!

Ian Fleming, nam-ı diğer James Bond, 6-7 Eylül gecesi neredeydi biliyor musunuz: Büyük olayların yaşandığı Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde!

Bu gerçek ortaya çıkınca, "İstanbul’a Interpol toplantısına katılmak için geldiğini" söyledi. Toplantıya İngiltere Denizaşırı İstihbarat Teşkilatı adına katılmıştı. "Denizaşırı" istihbarat alanının Kıbrıs’ı da kapsadığını yazmama gerek yok sanıyorum.

Devam edelim: Interpol toplantısı için İstanbul’a gelen Fleming toplantıya hiç katılmadı. Açıklaması şöyleydi: "15 dakika katıldım, sıkıldım; seccade almak için dışarı çıktığımda olaylar meydana geldi!"

6-7 Eylül olaylarının hemen ertesi günü İngiliz Sunday Times Gazetesi’nde "İstanbul’da büyük ayaklanma" başlığıyla manşet haber çıktı. Haber tümüyle görgü tanıklığına dayanıyor ve olaylar neredeyse naklen anlatılıyordu.

Haberde imza yoktu.

Haberin üslubu "Gazeteci" Ian Fleming’e benziyordu!

Ve iddiaya göre Fleming İstanbul’a, Atatürk’ün evinin bombalandığı Selanik üzerinden gelmişti.

Ian Fleming’in olaylarda ne derece rolü var bilinmiyor.

Bilinen; 6-7 Eylül olaylarının ardından İngiliz Dışişleri Bakanlığı, haber dairesine şu talimatı verdi: "Basında İstanbul’daki 6 Eylül olaylarında İngiliz mallarının tahrip edilmesi ve İngilizlerin yaralanmasıyla ilgili haberler özellikle vurgulanmalıdır."

Bu talimat bile gerçek kışkırtıcıların kimler olduğunu göstermiyor mu?

Peki, Türkiye’de 6-7 Eylül olaylarının sorumlusu olarak kimler apar topar cezaevine tıkıldı: Aziz Nesin gibi "Komünist Fişli" 45 aydın!

Yani dün de bugün de oyun hep aynı:

Alavere dalavere, muhalif aydınlar cezaevine...

İngiliz Gladio’su işbaşında!

TARİH,
16 Aralık 1954.

Atina’daki Apoyevmatini Gazetesi, "Artık Kıbrıslıların silahlı mücadeleyi düşünmeleri gerekiyor" diye yazdı.

Kıbrıslı komünistler, "Silahlı mücadele emperyalistlerin provokasyonudur" diyerek karşı çıktı.

Ve tarih, 1 Nisan 1955.

Rumların faşist örgütü EOKA, bir bildiri yayınlayarak silahlı eylemlere başvuracağını duyurdu.

1955 yılı, Kıbrıs’taki İngilizler için de dönemeç oldu.

İngiliz gizli servisinin Flatcher Flitch gibi ajanları, 1955’ten itibaren Kıbrıs’a gelmeye başladı.

Keza aynı yıl, Kıbrıs’taki İngiliz Hükümeti Valiliği’ne imparatorluk genelkurmay eski başkanı Mareşal Sir John Harding atandı. Harding "demir yumruklu asker" olarak biliniyordu.

İngilizler kanlı bir oyunu sahneye koymak için uzmanlarını adaya getirmeye başladı.

Keza:

1955’te İngiltere Sömürgeler Bakanlığı Özel Temsilcisi Philips Tay, polis istihbarat birimi "Special Branch"ı kurmak için adaya geldi.

Aynı yıl Sömürge Hükümeti Polis Mekanize Birliği kuruldu. 1955’teki mevcudu 165 kişiydi. Bir yıl sonra sayı 600 kişiye çıkarıldı ve polislerin hepsi Kıbrıs Türkü’ydü. 1958’de sayı 1770’e yükseldi ve bunun 1700’ü Kıbrıs Türkü’ydü!

Bu tablo gösteriyor ki; İngilizler Rumların ENOSİS mücadelesine karşı, Kıbrıslı Türkleri destekleyecekti.

Dolayısıyla EOKA’nın hedefinde kim vardı dersiniz: Kıbrıslı Türk polisler!

Zaten, Türk polisler Abdullah Ali Rıza ve Nihat Paşa’nın katledilmeleri, Kıbrıslı Rumlar ile Kıbrıslı Türkleri birbirinden kopardı.

Peki, İngilizler EOKA’nın terör eylemlerinden habersiz miydi?

Olur mu öyle şey? EOKA’nın lideri Albay Georgios Grivas’ın şoförü Pashalis Papadopulos bile İngiliz ajanıydı!

Kıbrıs’ta terör İngiliz siyasetinin aracıydı.

Halkları birbirine düşürmüşlerdi. Ama bu yeterli değildi. Dünya kamuoyunun ilgisini çekecek büyük provokasyonlar lazımdı.

Dönemin İngiltere Başbakanı Anthony Eden anılarında, dünya kamuoyunun, Türk ve Yunanlıların uzlaşmaz iki taraf olduğunun bilinmesini çok istediklerini yazdı.

İngiliz diplomatlarının, "Ankara’da birkaç ayaklanma çıksa bizim işimize gelir" dediklerini Kıbrıs konusunda araştırmalar yapan yazar Robert Holland açığa çıkardı.

Bitmedi.

Üzerindeki gizlilik kararı kalkan 19 Ağustos 1954 tarihli İngiliz belgesinde, Atina İngiltere Büyükelçisi, Londra’ya bakın nasıl bir rapor gönderdi:

"Yunan-Türk dostluğunun kırılgan olduğu çok açık, çok küçük bir şok bile yetebilir. Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin duvarına tebeşirle slogan yazmak gibi önemsiz bir olay bile bir kargaşanın çıkmasına yeter."

6-7 Eylül olaylarının, Selanik’te Atatürk’ün evine "sözde" bomba atılmasıyla başladığını biliyorsunuz değil mi?

Yani plan hazırdı.

Zamanı bekleniyordu.

İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ı Londra’da üçlü konferansa davet etti. Konferansın konusu, "Özgür dünyanın komünizm tehlikesini önleme çabaları açısından Kıbrıs sorunun çözümü"ydü.

Toplantı 29 Temmuz 1955’te gerçekleşecekti ancak nedense bir ay sonraya ertelendi.

Bu sırada Türkiye’deki bazı gazetelerde, Rumların Türklere karşı katliam hazırlığında olduğuna dair haberler çıkmaya başladı. Benzer haberler Yunanistan’da da çıktı. Tesadüf müydü?

Bu arada İngilizler, Türklerle Yunanlıların bir uzlaşmaya varabileceğinden endişelendi. Çünkü Yunan Dışişleri Bakanı Stefanopulos, Londra’daki Türk Büyükelçisi Suat Hayri Ürgüplü’ye, o güne kadar hep karşı oldukları Kıbrıs’taki Türk azınlığın hakları konusunda uzlaşmaya hazır olduklarını söyledi. Bu Türkiye’nin de isteğiydi. İngiltere kendisinin dahil edilmediği çözümden rahatsız oldu. İngiltere Dışişleri Bakanı MacMillan hemen Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yla buluştu ve "Türkler görüşlerini konferansın başında ne kadar sert koyarsa, kendileri için de, bizim için de o kadar iyi olur" mesajını verdi.

Ve Zorlu, Türkiye’nin görüşünü alışık olunmayan bir sertlikle ortaya koydu. Yunan delegasyonu şoke oldu. Zorlu aynı kararlılığı Türkiye’nin de göstermesini istediği şifreli telgrafı Ankara’ya çekti.

Ve sonrası malum...

Bugün 6-7 Eylül olaylarına sadece "tek pencereden" bakmayı sürdürüyoruz.

Oysa 10 Eylül 1955 günü Atina radyosu şöyle yorum yaptı:

"Yunan-Türk dostluğunu zedeleyen İstanbul ve İzmir’deki olaylar, düşündüğümüz gibi, İngiliz diplomasi planlarının ani biçimde patlak vermesinin ürünü değildir; bizzat İngiliz diplomasisinin planladığı ve başarmaya çalıştığı bir provokasyondur."

Yunan basını Atina’daki bombalama eylemini İngiliz ajanlarının yaptığını yazdı hep.

Sahi o günlerde James Bond’un İstanbul’da işi neydi?
Yazının Devamını Oku

Vehib Paşa bilinmeden ne Susurluk ne Ergenekon anlaşılabilir

1 Şubat 2009
Bugün medyanın gündeminde hem Susurluk hem de Ergenekon soruşturması nedeniyle emekli General Veli Paşa var. Dün ise gazetelerin manşetinde Vehib Paşa vardı. Vehib Paşa kimdi? Bir emekli generalin gözaltına alınması ya da tutuklanması üzerine büyük komplo teorileri inşa edip TSK’ya saldıranların, Vehib Paşa’yı iyi tanımaları gerekiyor. Aksi takdirde "kumdan kale" inşa ettiklerinin farkında olamazlar.

TARİH, 1 Ekim 1935.Cumhuriyet Gazetesi’nin manşeti:"Vehib Paşa, Habeşistan (Etiyopya) Başkumandanı mı oldu?"Benzer haberleri sadece Türkiye’deki gazeteler yazmadı. Zaten bizde çıkan haberler, İngiliz ve Fransız gazetelerinin tercümesiydi.

İtalya-Habeşistan Savaşı boyunca Vehib Paşa’nın kahramanlıkları gazetelerde yer almayı sürdürdü.

Kazım Karabekir, M. Niyazi Erenbilge, Ahmet Naim Çıladır bu savaşla ilgili kitaplar yazdılar. Mareşal Badogluo’nun hatıraları tercüme edildi.

Müslümanların İtalyanlara karşı direnişleri Türkiye’de hep ilgiyle takip edildi.

Yazının Devamını Oku

Şafak Operasyonu 2. dalgasının hedefi

25 Ocak 2009
Bugünlerde sık sık Ergenekon "dalgalarına" tanık oluyoruz. Benzer operasyonlar bu ülke topraklarından hiç eksik olmadı. 12 Mart 1971 darbesinden sonra yapılan Şafak Operasyonu’nda önce eli silahlı isimler yakalandı. Ardından başlayan Şafak Operasyonu 2. dalgasının hedefinde aydınlar vardı. Muhalif aydınlar gece yarıları evlerine yapılan baskınlarla alınıp sorgusuz sualsiz cezaevine tıkıldılar. Hepsi "düşünce suçlusu"ydu! Ancak bu "suç" kamuoyunu ikna etmezdi. Daha inanılır bir "suç" bulundu: Yasadışı örgüt kurup uçak kaçırmak! Zülfü Livaneli, Altan Öymen, Onat Kutlar, Erdal Öz gibi aydınlar bakın o yıllarda hangi örgütün üyesiydiler ve nasıl uçak kaçırdılar? TARİH, 3 Mayıs 1972.

Türkiye’de ilk kez bir uçak kaçırıldı. Ankara-İstanbul seferini yapan "Boğaziçi" adlı uçak zorla Sofya’ya götürüldü.

Uçak, Sofya Havaalanı’na indiğinde, iki ülkenin yetkilileri görüşmelere başlamıştı bile. Yolcular, uçuş ekibi ve dört eylemci uçakta 36 saat beklediler.

Görüşmeler umulan sonucu vermeyince dört "hava korsanı" Sefer Şimşek, Aynullah Akça, Mehmet Yılmaz, Yaşar Aydın teslim oldu. Uçak boşaltıldı. Eylemciler, havaalanında düzenledikleri basın toplantısında Türkiye’de olup bitenleri bütün dünyaya duyurmak istediklerini söylediler.

Duyurmak istedikleri, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam cezalarının durdurulmasıydı.

’Hangi akılsızın işi’

Zülfü Livaneli uçak kaçırıldığı haberini dolmuşla Karaköy’e giderken minibüsün radyosundan duydu. Yanındaki arkadaşı Akay Sayılır’a, "Bu çılgınlığı hangi sivri akıllılar yaptı" diye sitem etti.
/images/100/0x0/55eb2479f018fbb8f8ae00c1
İkisi de bir süre sonra bu olayın sanıkları arasında olacağını bilmiyorlardı.

Altan Öymen o günlerde sık sık Erdal Öz’ün Ankara’daki Sergi Kitabevi’ne gidiyordu. Başını İstanbul’da Onat Kutlar ve Yaşar Kemal’in, Ankara’da Altan Öymen, Emil Galip Sandalcı, Uğur Mumcu’nun çektiği aydınlar idam cezalarının durdurulması için imza topluyorlardı.

Ankara’daki imzacılar Sergi Kitabevi’nde bir araya geliyordu. Altan Öymen toplanan 12 bin imzayı TBMM Başkanvekili’ne ve Cumhurbaşkanı Özel Kalem Müdürü’ne elden götürüp teslim etmişti. CHP milletvekilleriyle, önemli gazetecilerle, İsmet İnönü’yle görüşmeler yapıyorlardı. Bir kişi bile öldürmemiş gencecik üç fidanın idamını önlemeye çalışıyorlardı.

İdam cezasının önlenmesi için bir uçağın Sofya’ya kaçırıldığını duyunca şaşırıp kaldılar. Aylardır uğraştıkları çabalar şimdi boşa mı gidecekti?

Örgüt açığa çıkıyor

Türkiye’de ilk kez bir uçak kaçırma olayının gerçekleşmesi kamuoyunu sarstı. Psikolojik savaş araçları hemen devreye sokuldu: "Nasıl olabilirdi böyle bir şey? Bu teröristler ne kadar tehlikeliydi?"

Halkın desteğiyle operasyonlara hız verildi. Cezaevlerindeki ranzalar artık yetmiyordu. Birçok genç, öğrenci, hukukçu, yazar, gazeteci hapisteydi. Yetmiyor, sürekli yeni tutuklular getiriliyordu.

Gözaltına alınanlar işkenceli sorgulardan geçiriliyordu.

Ve bu işkence tezgáhlarına yatırılanlardan biri de Mustafa Beşgen adlı genç bir resim öğretmeniydi.

Yapılan eziyetlere fazla dayanamadı. "Tamam" dedi, "konuşacağım".

Hemen örgütünün adını sordular.

O dönemdeki örgüt adları, THKO, THKP/C, TİİKP gibiydi.

"THO" dedi. Hemen açılımını sordular.

Diğer örgütlerin ismini biliyordu ama o zor koşullarda yeni bir örgüt adı bulması zordu. Hemen bulamadı. Tekrar işkence yapacaklarını söylediler.

Korktu. Bir isim bulmalıydı.

Trabzonluydu.

Nereden aklına geldiyse, "Titrek Hamsi Örgütü" dedi.

Sorgucular rahatladı. Hatta içlerinden uyanık biri, "Örgütü mü, ordusu mu" diye sordu.

Düşündü, "Ordu" militan sayısı olarak büyük olabilirdi, "Örgütü" dedi.

Sorgucular diğer gizli örgüt isimlerinin yanına yazdılar:

"Titrek Hamsi Örgütü."

Benzer olaylar çoktu. Birini anlatmalıyım:

Gözaltına alınan bir üsteğmene işkence sırasında "Hangi örgüttensin?" diye soruyorlar.

Üsteğmen siyasi konularla ilgisi olmadığı için bilemiyor, "Bana örgüt isimlerini sayın" diyor. Sayıyorlar.

Bu kez "Hangisinin cezası daha az?" diye soruyor.

Yanıt veriyorlar: "Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’ne üyelikten 7.5 yılla kurtarırsın."

"Tamam, ben o örgüttenim öyleyse"
diyor.

Ve bu davadan tutuklanıp cezaevine konuluyor.

Gelelim işin en hazin bölümüne:

Üsteğmen afla tahliye olduktan sonra, kendisini başka bir subay arkadaşının, bir kızla ilişkisini kıskandığı için ihbar etmiş olduğunu öğreniyor!

Radyoda adını duyuyor

Şafak Operasyonları korku yaratmaya devam ediyordu.

Herkes bir gün sıranın kendisine geleceğini bekliyordu. Yazar Sevgi Soysal, arkadaşlarıyla meyhanede yemek yerken askeri darbeyi eleştirdiği için lokantadan alınıp direkt cezaevine konulmuştu. Herkes tedirgindi.

Tedirginlik; gözaltına alınmaktan, cezaevine tıkılmaktan çok işkenceye maruz kalmaktı...

Gözaltı sırasının bir gün kendisine de geleceğini düşünen Zülfü Livaneli, eşi Ülker ve kızı Aylin’i alarak kayınvalidesine gitti. Karı-koca bir gece yarısı kapılarının çalınıp gözaltına alınma korkusu taşıdıklarını söylemediler. Her şey, olağan bir aile ziyareti havasındaydı. Bir süre orada kalacaklardı.

Birkaç gün sonra radyoda akşam haberlerini dinlerken birçok "şehir eşkıyası"nın yakalandığını duydular. Spiker isimleri okumaya başladı:

Uğur Mumcu, Emil Galip Sandalcı, Erdal Öz, Altan Öymen...

Ve son isim olarak, Zülfü Livaneli.

Nişantaşı’nda kayınvalidesinin evindeydi; oysa radyoda yakalandığı haberi vardı.

Anlam veremedi. Ne yapacağını bilemedi. Çaresizdi. Kendini kıstırılmış bir av gibi hissetti.

Zülfü Livaneli’nin aklına binbir soru geldi. "Yakalanmadığı halde neden yakalandığı radyodan duyurulmuştu? Yoksa sokak ortasında vurup ’Kaçarken vuruldu mu’ diyeceklerdi?" Ürperdiğini hissetti...

Zülfü Livaneli ve eşi Ülker kendilerini sokağa atmışlardı. Ne yapacaklarını konuşuyorlardı.

Zülfü Livaneli’nin babası ağır ceza reisiydi. Babası aracılığıyla "işkence yapılmayacağı" garantisiyle teslim olmaya karar verdi.

O saatlerde Ankara’da Altan Öymen gözleri, elleri bağlı polis otosuyla emniyete getirildi.

Sorgusunun alınabilmesi için tam sekiz gün hücrede bekletildi.

Altan Öymen sonunda "suçunu" öğrendi: Titrek Hamsi Örgütü’nün üyesi olmak ve Sofya’ya uçak kaçırma olayını planlamaktı!

Polis her şeyi öğrenmişti:

Altan Öymen’in Türk Hava Yolları’nda ve Ankara Esenboğa Havaalanı’nda tanıdıkları vardı. Biri yer hostesi Leyla idi. Öteki kargo memuru Diyarbakırlı Mahmut’tu. Onlar uçakla ilgili bilgiler vermişler, Altan Öymen de o bilgilerle birlikte uçak kaçırma işini planlamıştı.

Altan Öymen şaşırdı kaldı. Ne diyeceğini bilemedi.

Olağan Şüpheliler

Burada araya girip bir not aktarmalıyım:

Bryan Singer’in yönetmenliğinde ve Christopher McQuarrie’in senaristliğinde 1994 yapımı "Olağan Şüpheliler" filmini izleyenler bilir. Söz konusu filmde Kevin Spacey, "Verbal" adlı bir karakteri oynuyordu.

Sakat ve fakir görünümlü Verbal, film boyunca verdiği polis ifadesinde Keyser Soze adlı çete liderini ve içinde olduğu organizasyonu anlatıyordu.

Verbal soruşturma sonunda serbest kalıyordu.

Ancak filmin sonunda; Verbal’in sakat olmadığı ve soruşturma boyunca polislere sorgu sırasında masa üstüne bırakılmış bir gazetede gördüklerinden yola çıkarak hayal ürünü olaylar anlatmıştı.

"Titrek Hamsi Örgütü"nun kurucusu (!) Mustafa Beşgen de, sorgusunda hangi aydının adını tanıyorsa onu örgüte katmıştı. Üstelik örgüt olarak uçak kaçırma eylemini de üstlenmişti.

Mustafa Beşgen aklına geleni söyleyip işkenceden kurtulmuştu ama Titrek Hamsi Örgütü "üyeleri" hem işkence gördüler hem de suçsuzluklarını ispatlayabilmek için aylarca uğraştılar.

Örneğin:

Altan Öymen’in avukatları, iddiaların asılsız olduğunu tek tek ortaya çıkardı.

THY’nin Esenboğa kadrosunda ne yer hostesi olarak çalışan bir Leyla vardı, ne de başka bir görevde çalışan Leyla.

Diyarbakırlı Mahmut’a gelince; kargo servisi dahil, tüm kadro içinde ne bir Mahmut vardı, ne de bir Diyarbakırlı.

Aslında...

12 Mart sorgucuları da olayın absürt olduğunun farkındaydılar.

Zaten Titrek Hamsi Örgütü "mensuplarına" uçak kaçırma eyleminden çok, idam cezalarının önlenmesi için kimlerden imza topladıkları sorulmuştu.

Örgüt ve uçak kaçırma, operasyonun bahanesiydi.

Amaç muhalif aydınları cezaevine sokup seslerini kesmekti.

Suçsuzlar ama...

Titrek Hamsi Örgütü "mensuplarının" suçsuz oldukları anlaşılmıştı. Tahliye edilmeyi bekliyorlardı artık.

Soruyorlardı: "Ne zaman serbest kalabiliriz?"

Aldıkları yanıt tıpkı cezaevlerine sokulma nedenleri gibi tiraji komikti:

"Sizlerin uçak kaçırma suçuyla yakalandığınızı radyodan duyurduk. Bu nedenle biraz vakit geçmesi lazım ki olay unutulsun."

Ve aylar sonra serbest bırakıldılar. Kamuoyu bu davayı ancak unutabilmişti.

Mesleğimizin duayenlerinden Altan Öymen salıverildikten sonra yaşadıklarını bakın nasıl anlattı:

"Çıktığım gün gözaltına alındığımız günlerin gazetelerine baktım. Arkadaşlarımla beraber ’uçak kaçırma’mız manşetlerdeydi. Tahliye edilişim ise, iç sayfalardaki tek sütun başlıklı, üç-dört cümlelik bir haberle geçiştirilmişti."

Evet, aydın olmak, gazeteci olmak bu ülkede dün de zordu, bugün de.

Oynanan oyun ise hep bildik.

Yerseniz...

Sorgucuların magazin merakı

"SON kabadayı" Dündar Kılıç, 1-25 Mart 1984 tarihleri arasında MİT’te sorgulandı. Mahkeme kayıtlarına göre bu işkenceli bir sorguydu.

Dündar Kılıç’ın sorgusunda söyledikleri, "I. MİT Raporu"yla 1987 yılında ortaya serildi.

Dündar Kılıç’ın söyledikleri videoya alınmıştı. Ancak videolar değil ama metinler ortaya döküldü.

Bugün artık Tuncay Güney vakasında görüldüğü gibi sorgu videoları TV’lerden yayınlanmaktadır.

Gelelim Dündar Kılıç ile "Sorgucu" arasındaki diyaloglara...

(MİT Müsteşarlığı’nın 8 Ekim 1985, 01.10.-11.02254/241095 sayılı yazısı)

11-A Numaralı banttan:

Bu artistlerden kimleri tanıyorsun; Gönül Yazar’ı tanırsın bir kere.

- Hepsini tanırım efendim, fazla samimiyetim olmaz.

Samimi olduğundan kimleri tanıyorsun?

- İbrahim Tatlıses’i tanırım.

Ne yapayım İbrahim Tatlıses’i, ben diyorum ki şöyle Emel Sayın, Ajda majda filan.

- Hiç görüşmedim ki.

Hangisini tanırsın?

- Görüşmem onlarla.

Hani zamparalık ara sıra var diyordun, bunlardan yok mu?

- Bunlar sadece şov yapar.

6-A Numaralı banttan:

Banu kim?

- Banu, Banu Alkan’dır efendim.

O, herhalde o...

- Banu Alkan’ı şahsen öylesine tanırım efendim.

Nereden tanıyorsun?

- Film artisti.

Var mı bir şeyin, münasebetin?

- Yok, münasebetim yok. Ben hiç öyle kadınlarla ilişki kurmam efendim.

Niye?

- Onlar tehlikeli olur.

İsimliler yani.

- Zararlı onlar efendim.

Ne zararı olacak yani.

- Olur olur efendim.

Koparırsın kafasını olur biter, zararlı olur mu?

5-A Numaralı banttan:

Muazzez Abacı ile tanışıyorsunuz herhalde?

- Tanışırız efendim.

Şimdi kimlen yaşıyor, ne yapıyor?

- Vallahi bilmiyorum birisini bulmuştur.

Bulmuştur di mi?..

13-B Numaralı banttan:

Bak sana bir şey söyleyeyim mi? Bu konu da senin üzerinde kaldı. Yani Abdi İpekçi’nin öldürülmesi olayı.

- Rahmetliyi tanıyordum efendim, biz öyle insanları...

Bak dosyan geldi. İpekçi cinayetiyle ilgili kısmı okuyorum sana: "Durum İstanbul mafyası diye adlandırılan ünlü kabadayı Dündar Kılıç’a iletilmiş ve Abdi İpekçi’nin öldürtülmesi istenmiştir. Bu nedenle Abdi İpekçi, Dündar Kılıç ve adamları tarafından öldürülmüştür."

- Vay anasına, imkán mı var efendim?

Nasıl yani?

- Efendim şöyle, beni bir parça tanıyorsunuz, bu tertip eylemler yapabilir miyiz?

Yapmaya yaparsınız tabii. Yapacağınız işin büyüyeceğini düşünmeden yapabilirsiniz.

- Efendim, Abdi İpekçi memleketimiz için yararlı bir fikir adamıydı. Demokrat sol görüşlü güzel bir yöneticiydi. Elinden geldiği kadar tarafsız yazmaya çalışan bir yazardı.

Daha önceleri Emel Sayın, Semiramis Pekkan’la dost hayatı yaşayan Abdi İpekçi sonraları bu yaşantısını şarkıcı Hümeyra ile mi sürdürdü?

- Vallahi hiç duymadım bunları efendim.

Bu ilişkiden haberdar olan Hümeyra’nın kocası kimdi? Fikret Hakan mı?

- O da ... biri efendim...

Abdi İpekçi suikastının nasıl sorgulandığını görüyor musunuz?

İşin daha vahim yanı, sorgucunun yönelttiği soruların hiçbirinin gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmamasıydı.

Türkiye ne yazık ki böyle olağanüstü dönemlerden geçti.

Hepsini atlattı.

Umarım bundan sonraki hukuk dışı operasyonları da atlatır.
Yazının Devamını Oku

Darbeyi sadece askerler mi yapar

18 Ocak 2009
TSK son yıllarda bazı çevreler tarafından neden yıpratılıyor? Türkiye’nin en güvenilir kurumuna karşı yapılan bu sistematik psikolojik savaşın amacı nedir? TSK bir karşı darbenin saldırılarına mı maruzdur? Kimdir bu neo-darbeciler ve ne istemektedirler?

BASINDAKİ bazı meslektaşlar benzer cümleleri yazıp duruyor:

"Askerler, AKP’ye karşı darbe yapacaktı!"

Ve arkasından 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül askeri darbelerini örnek gösteriyorlar.

Yazmıyorlar ama meseleyi, 1876’da Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden, 1913 Babıáli baskınına kadar götürebiliriz.

Peki, darbeyi sadece askerler mi yapar?

Örneğin, polisler yapamaz mı?

Ya da Sırbistan, Gürcistan ve Ukrayna’da gördüğümüz gibi "renkli-sivil darbeler" olamaz mı?

Tabii ki olur.

O halde, işin özünde yanlış bir tartışma yürütülmüyor mu?

Aslında darbeyi kimin yapacağından çok, darbenin neden yapılacağı üzerinde durmamız gerekmiyor mu?

Örneğin, bu topraklardaki darbeler hep iç dinamiklerle mi hareket etmiştir?

1876 darbesinin arkasında İngilizler yok mudur?

1913 Babıáli baskınının arkasında Almanlar olduğu gibi.

12 Eylül’ü "bizim oğlanlara" yaptıranların Amerikalılar olduğunu bilmeyenimiz yok herhalde.

O halde, ezberlenmiş kavramlarla konuşmayı bırakıp, darbeyi kimin neden yapacağına daha geniş açıdan bakmakta yarar var.

’Elbise’ meselesi

Bakınız...

Soğuk savaş bitene kadar Türkiye’nin iç ve dış politikası belliydi.

ABD-NATO-AB; Kemalizm’den, TSK gibi Cumhuriyet kurumlarından memnundu.

Ortak düşman ise belliydi; komünistler.

Bu nedenle NATO dahilinde kurulan Gladio da, Türkiye’deki yerli sivil işbirlikçileriyle solculara karşı elinden geleni yaptı. Provokasyonlar, suikastlar düzenledi. Yetmedi, askeri darbe yaptı!

Buraya kadar sanıyorum kimsenin bir itirazı yoktur.

Sonra ne olduysa Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başladı.

Kemalizm "out", ılımlı İslam "in" oluverdi!

ABD, Türkiye’ye "yeni bir elbise" giydirmek istedi.

Başta TSK olmak üzere Cumhuriyetçi kurumlar bu "elbiseye" girmedi/girmek istemedi.

Eee ne olacaktı?

Eee’si yoktu, öyle ya da böyle o "elbise" giyilecekti!

İyi ama eskiden Amerika isteyince askeri darbe yapılıyor ve zorla da olsa "elbise" giydiriliyordu.

Oysa şimdi, dün elbisenin giyilmesine aracı olan TSK, bu kez yeni "elbiseyi" giymek istemiyordu. Örneğin, fazla "kapalı" buluyor, başörtüsüne mesafeli duruyordu! Ayrıca beline silah takıp komşularının evine girmek de istemiyordu.

Siz ABD olsanız ne yaparsınız?

Hemen Türkiye’de o "elbiseyi" giymeyi çok istekli cemaatlerle, kurumlarla işbirliği yaparsınız. Yetmedi parti kurarsanız!

Ve bu işbirliği sayesinde "elbiseyi" giymeyenleri tasfiye edersiniz.

Peki, bu tasfiyeyi nasıl yaparsınız?

Hitler’in sağ kolu J. Goebbels, Nazilerin Propaganda Bakanı’ydı. Yalanlarını kamuoyuna kabul ettirmekte çok ustaydı. Yalanını kabul ettirmekte o kadar başarılıydı ki, bugün hálá Batı üniversitelerinde onun "Büyük Yalan" olarak bilinen tekniği ders olarak okutulmaktadır.

Evet, tasfiye için "büyük yalana" başvurursunuz.

Yoksa Türkiye tarihinin en önemli soruşturması neden çarşaf çarşaf gazetelere, TV’lere servis yapılsın?

Torumtay’ın istifası dönemeç

Tarih 3 Aralık 1990.

Yer Ankara.

Genelkurmay’dayız. Harekát Daire Başkanı Korgeneral (rahmetli) Doğan Beyazıt, basın mensuplarına "Özel Harp Dairesi" hakkında brifing veriyor.

Brifing esnasında Güneri Cıvaoğlu’nun çağrı cihazına bir mesaj düştü. Ve Cıvaoğlu söz alarak, Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’ın az önce istifa ettiğini duyurdu.

Peki, Orgeneral Torumtay niye istifa etmişti?

Hayır, bu istifanın Gladio tartışmalarıyla hiçbir ilgisi yoktu. Torumtay, Turgut Özal (dolayısıyla ABD) ile Körfez politikaları konusunda anlaşamamıştı.

Ve bu istifa ile askerler, siyasal iktidarlarla uzlaşmadıkları zaman koltuğu bırakıp gitme olgunluğuna ulaştıklarını göstermişti. İlkti.

Bu aynı zamanda darbeler döneminin kapandığını da gösteriyordu.

Ve 20 yıllık süreçte Torumtay’dan sonra nice genelkurmay başkanları gelip geçti. Ve hiçbiri ABD’nin Ortadoğu politikalarına sıcak bakmadı. Mehmetçiği petrol kuyularına bekçi yapmak istemedi. Ama bunun kararını da hep TBMM’ye bıraktı. Bunları gördük, yaşadık.

Bu askerlerin darbe yapacağını ısrarla yazıyorlar. Aslında tercüme ediyorlar. Kimden mi?

1 Mart tezkeresi

2003’e dönelim. Amerika’nın Irak işgalinin mimarlarından Paul Wolfowitz, 6 Mayıs 2003’te CNN Türk’te Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar’ın sorularını yanıtladı. Konu, Amerika’nın Irak işgali için Türkiye üzerinden kuzey cephesinin açılmasını sağlayacak 1 Mart tezkeresinin reddi ve Amerika’nın bundan duyduğu derin rahatsızlık.

Bakın Wolfowitz, tezkerenin reddinden kimi sorumlu tuttu:

Wolfowitz: Ve Türkiye’de bize destek olacağını düşündüğümüz, aramızdaki ittifakın çok önemli geleneksel destekçisi kurumlardan aradığımız desteği bulamadık.

Soru: Hangileri özellikle?

Wolfowitz: Tahmin ediyorum ki biliyorsunuz hangilerini kastettiğimi, ama örneğin ordu... Ordu, hangi nedenle olursa olsun, o önemli ve de oynamaları gereken liderlik konumuna tam olarak sahip çıkamadı...

Soru: Ordunun liderlik görevi tam olarak nedir?

Wolfowitz: Ben siyasi açıdan bahsetmiyorum. Şunu kastediyorum: Türkiye’nin ulusal çıkarları ve ulusal stratejilere bakacak olursanız, özellikle sizin sisteminizde geçerli olan şu: Ordunun söylemesi gereken bir şey vardı. "Amerika’yı desteklemek Türkiye’nin çıkarınadır" demeliydi. Benim gözlemim şu oldu: Yapması gereken ya da sonuçta fark yaratacak şekilde güçlü ifade edemedi kendini. (Radikal, 7.5.2003)

Devam edelim.

Bu kez tarih 19 Nisan 2003. New York Times’ta "Savaşan Bir Ulus" başlıklı bir yazı yayınlandı. Sözünü ettikleri ulus Türkiye. Yazar Alan Cowell, yazısına, "Tek bir kuşun dahi atılmadan Türk ordusunda çok pahalı bir savaş yaşandı" diye başladı. 1 Mart tezkeresi reddedildiğinde Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’tü. Ancak New York Times, faturayı Özkök’e kesmedi. Şöyle yazdı:

"Generali yıllardır tanıyan bir Türk analizcisine göre 63 yaşındaki Hilmi Özkök, ’Bu ülkeyi ordunun yönettiğine dair izlenimi güçlendirmemek için büyük özen gösteriyor’...

Ama General Özkök’ün Avrupa yanlısı duruşu onu, ordunun siyasal ve ekonomik gücünün azalması konusunda temkinli davranan bazı kıdemli subaylarla karşı karşıya getiriyor. Daha net konuşmak gerekirse, gene bazı analizcilerin söylediğine göre, General Özkök’ün selefi Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman gibi bazı generaller, General Özkök’ün Amerika Birleşik Devletleri’yle bu denli işbirliği içinde olmaması gerektiğini savunuyorlar."

Yani: Amerika’nın derdi, ordunun siyasete karışmasıyla "demokrasinin zedelenecek" olması değildi. Amerika’nın derdi, Türk ordusunda bazı kesimlerin Amerika’yla kayıtsız şartsız işbirliğine onay vermemesi.

Son olarak, yazının bir başka bölümünü aktaralım:

"Dahası, bazı ordu uzmanları, söz konusu krizin, ordunun en üst kademeli kumandanları arasında uzun süredir devam eden bir tartışmayla keskinleştiğine inanıyor. Batı tarafından kabul görme arzusu taşıyanlarla, ki bu arzu Ankara’nın Avrupa Birliği’ne katılma isteğinde de somutlaşıyor, ulusu Avrupa ve ABD’den uzaklaştırarak, Rusya ve Çin gibi yeni müttefikler aramaya itecek daha derin bir ulusalcılığı benimseyenler arasındaki tartışma bu."

Gördünüz mü meselenin özünü?

’Türkiye’yi Kazanmak’

Amerika’nın dış siyasetini belirlemede en önemli kurumlardan biri olan Brookings Enstitüsü geçen yıl "Winning Turkey" (Türkiye’yi Kazanmak) diye bir kitap çıkardı.

Ortadoğu uzmanı ve Başkan Obama’nın danışmanlarından Philip H. Gordon, kitabında Türkiye’de askeri bir darbe sonrasında neler olacağını şöyle kestirdi:

(Bu kitaba, Brookings Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Ömer Taşpınar’ın da katkıları oldu. Taşpınar arada Radikal, Zaman ve Sabah gazetelerinde makale yazıyor.)

"Türkiye’de askeri hükümet, Ankara’nın 10 yıl önce başlattığı Avrupa Birliği’ne katılma amacından vazgeçerek başvurusunu geri çeker; NATO üyeliğini askıya alır; Amerika’nın Türkiye topraklarındaki askeri üslerini kullanmasını yasaklar ve bundan böyle daha bağımsız bir dış siyaset izleyeceğini açıklayarak Rusya, Çin ve İran’la daha yakın diplomatik, ekonomik ve enerji bağları kuracağını ilan eder ve bunlara ek olarak, Kuzey Irak’ı karşısına alır."

Psikolojik savaşın merkezinin neresi olduğu belli değil mi?

Komutanlar sürekli "Artık askeri darbeler dönemi bitti" diye açıklamalarda bulunsa da, Amerikan neo-conları (ve Türkiye’deki takipçileri) bir o kadar Genelkurmay’ın darbe yapacağını yazıyor!

O halde sormak zorundayız:

Türkiye’de "ABD elbisesini" giymek isteyenler, askeri darbe yalanını ortaya atıp Cumhuriyetçi kadrolara karşı büyük bir tasfiye operasyonuna girişmiş olamaz mı?

Sizin darbeden salt anladığınız, sabaha karşı yönetime el konulması, bildiri okunması, tankların yürümesi gibi soğuk savaş dönemi müdahaleleri mi?

Arenada aslanların önüne atılır gibi, saygın isimler, adı şaibeli kişilerle birlikte kamuoyunun önüne çıkarılmıyor mu?

Yıpratma taktiklerinin yapıldığı ortada değil mi?

İlginçtir, bu kara propaganda hep "Askerler darbe yapacak" sözleriyle aynı anda yapılıyor.

Peki, bu nasıl oldu da, "Asker darbe yapacak" sözleriyle yıpratma kampanyaları yan yana durdu?

Bunlar psikolojik savaşın hep bir merkezden yürütüldüğünü göstermiyor mu?

Ve bu gerçekten Türkiye’nin son yıllarda gördüğü -hakkını vermek gerekiyor- en başarılı psikolojik savaş yöntemiyle yapılmıyor mu?

Hálá soruyor musunuz, "Bu kirli savaşın arkasında kimler var" diye...

Baykal ne demek istiyor?

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, son Ergenekon gözaltılarından sonra yaşananları Hitler dönemine benzetti.

Sanıyorum Hitler dönemini en iyi anlatan kitaplardan biri, William L. Shirer’in üç ciltlik "Nazi İmparatorluğu" adlı eseridir.

Baykal’ın bu benzetmesinin ne kadar gerçekçi olup olmadığının bilinmesi için kitabı okumanızı tavsiye ederim.

Sadece bu nedenle değil...

Türkiye’de kafalar karıştırılıyor. Sanılıyor ki darbeyi sadece askerler yapar!

İşte size Hitler örneği:

Almanya’da Weimar Cumhuriyeti’ni kim yıktı:

Adolf Hitler.

Hitler’in kurduğu cumhuriyetin adı neydi:

Demokratik Cumhuriyet.

Hitler’in parlamento darbesiyle kurduğu bu cumhuriyetin silah gücü neydi: Polisler.

Hitler’in diktatör olmak istediğini anlamayıp ona "yetki kanunu" veren kimlerdi: Merkez sağ partiler.

Hitler’i diktatör yapacak yasalara ve uygulamalara mecliste karşı çıkan kimdi: 88 sosyal demokrat milletvekili.

Hitler’in arkasındaki meclis gücü neydi:

441 milletvekili.

Hitler’e karşı çıkan basının ve muhalefetin başına ne geldi:

Hepsi cezaevine tıkıldı.

Hitler’in Reichstag yangını gibi provokasyonlarla kandırıp ele geçirdiği son kurum neresiydi:

Alman Ordusu.

CHP Lideri Baykal, son dönemde yaşadıklarımızı Hitler dönemine benzeterek bunları mı anımsatmak istiyor acaba?

Bütün bunlar tesadüf mü?

Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Başkanı olacağı dönemde dedesinin mezarının Kudüs’te olduğu yazılarak Yahudi olduğu söylentileri çıkarıldı. İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanı olmadan önce Kudüs’teki Ağlama Duvarı önündeki fotoğrafları sızdırıldı. Amaç aynıydı. Örnekler çok. TSK’yı terör örgütü PKK karşısında aciz göstermek için ellerinden geleni yaptılar. Yetmedi, Tuğgeneral Münir Erten’in Kuzey Irak harekátına ilişkin makamında yaptığı görüşmeyi dinleyen gizli kulaklar, bunu bile basına servis yaptılar.

Türk Gladio’sunun İslamcı ayağı

Gladio, soğuk savaş döneminde doğdu. Deniliyor ki, "Soğuk savaş döneminin sona ermesiyle Avrupa’da Gladiolar açığa çıktı; bir tek Türkiye’de üzerine gidilmedi". Gerçekten öyle mi? Ergenekon operasyonu, Türk Gladio’sunu ortaya çıkarmayı mı hedefliyor? Meselenin bir başka yönü gözlerden kaçırılmıyor mu?

DENİLİYOR ki, Ergenekon soruşturmasıyla Türkiye’de Gladio açığa çıkarılıyor.

Keşke.

Keşke Susurluk’ta sonuna kadar gidilebilse; eski başbakanlar, eski genelkurmay başkanları, emniyet müdürleri, polisler yargı önüne çıkarılabilse.

Gerçekten Ergenekon soruşturması, Gladio sırrını çözebilir mi?

Zor görünüyor. Anlatayım.

Ancak öncelikle bir yanlışı düzelteyim:

Gladio, İtalya dışında hiçbir yerde aslında pek ortaya çıkarılmadı.

Soğuk savaş dönemi bitimiyle esen ılık rüzgárlar sonucu "dönemin bittiğini" vurgulamak için, Gladio’nun bittiği/bitirildiği propagandaları yapıldı.

Aslında yapılan sadece, "adı şuydu-buydu" türü yüzeysel açıklamalardı. Arkası -birazcık İtalya dışında- pek gelmedi. Orada da bir yere gelindi ve hemen durduruldu.

Bu sebeple Avrupa’da hálá "Bizi kandırdınız" diye haberler/yorumlar yapılmaktadır. Bu konuda sayısız kitap çıkarılmıştır.

Yine de iyimserliğimizi koruyalım.

Ve hadi diyelim ki Ergenekon soruşturmasıyla Türkiye’de Gladio ortaya çıkarılıyor.

Peki, kim bu Türk Gladio’su?

Yandaş medya için Gladio; askerlerden, ulusalcı/milliyetçilerden ve bazı solculardan oluşmakta.

Hadi askerleri biliyoruz; NATO konsepti/stratejisi gereği özel harp yapılandırılmasına gidildi.

Yine biliyoruz ki bu yarı militer güç, zamanla siyasetin aracı haline getirildi. Darbeleri meşrulaştırma çalışmalarında kullanıldı vs.

Bunlar biliniyor. Fakat Gladio konusunda pek bilinmeyenler de var.

Örneğin, bazı yazarlar ısrarla "sol Gladio"dan bahsediyor. Bilgiye dayalı değil yazdıkları; tahmin ediyorlar!

Kimileri, fırsat bu fırsat deyip olayı kişisel intikama dönüştürmüş durumda.

Benim üzerinde asıl durmak istediğim konu bu değil.

İki nokta gözden özellikle kaçırılmak isteniyor.

PKK ve Gladio ilişkisi üzerinde de duruluyor; ama nedense Barzanici Kürtlerin Gladio ile teması var mı sorusu hiç dile getirilmiyor? Neden?

İkinci nokta:

Yandaş medya Gladio’nun "İslamcı ayağıyla" neden ilgilenmiyor? Gladio’nun İslamcı kadrosu hiç hatırlanmak istenmiyor.

Solcularla kimler savaştı; Dolmabahçe önlerinde olduğu gibi genç devrimcileri kimler bıçakladı? Maraş’ta, Çorum’da "Aleviler camiye bomba attılar" provokasyonlarına kimler ortak oldu?

Antikomünist yapılanmalar olan, MTTB, İlim Yayma Cemiyeti, Komünizmle Mücadele Derneği’nde Gladio mensupları yok muydu sanıyorsunuz?

Örneğin, Komünizmle Mücadele Derneği kurucusu bir cemaat liderinin bugün CIA ile çok yakın olması kafalarda sorular doğmasına neden olmuyor mu?

Bakınız elinizde bilgi belge olmadan yayın yaparsanız, konu karanlık olayları açığa çıkarmaktan öteye taşınır; mesele bulanır. Komplo teorileri havada uçuşur.

Sonra birileri çıkıp, "CIA gölgesindeki Gladiocu cemaat, ulusalcı sol ve sağı tasfiye ediyor" deyiverir!

O çok bildik tavırlarla ahkám kesmeyi bırakıp sadece bildiğini ortaya çıkarmalıdır.

Örneğin:

Yandaş medya -nedense yıllar sonra- madem merak duymaya başladı bu işlere, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu cinayetleri; Gazi Mahallesi, Madımak yangını provokasyonlarıyla başlasın. Dikkat ediniz, bu kanlı olayların hepsi soğuk savaşın bittiği 1990 yılıyla başladı. Tesadüf mü?

Meraklılarsa, İslami Hareket Örgütü’nü kimlerin, neden kurduğunu araştırsınlar. Aksi halde yapılanlar tıpkı Susurluk’ta olduğu gibi kafaları karıştırmaktan öteye gitmez.

Demem o ki, meselelere ne intikamcı duygularla, ne de at gözlüğüyle bakılsın.
Yazının Devamını Oku

Názım Hikmet’in vatandaşlığa alınmasıyla Ergenekon’un ne ilgisi var

11 Ocak 2009
AKP hükümetinin Názım Hikmet’i tekrar vatandaşlığa alması ile Ergenekon operasyonu arasında nasıl bir ilişki olabilir. İlk bakışta birbirinden farklı iki olay gibi görünüyor. Acaba öyle mi? Büyük şairin neden vatandaşlıktan çıkarıldığını biliyor musunuz? Ya yurtdışına neden kaçtığını? Süreç Názım Hikmet’in 28 yıla mahkûm edilmesiyle başladı. Bu mahkemenin gerekçesi neydi biliyor musunuz? "Darbeye teşebbüs!" Peki delil neydi? Hayır, telefon kayıtları değildi! Gelin usta şairin -ilginçtir- Silivri açıklarına demirlemiş Erkin gemisinde yargılanmasına neden olan olaylar dizisine göz atalım.

TARİH: 17 Ocak 1938.

Yer: İstanbul.

Emniyet görevlileri akşam saatlerinde Nişantaşı’ndaki İpek Film Stüdyosu’nu bastı. Bir süredir orada çalışan Názım Hikmet’i sordu.

İpek Film Stüdyosu’nun sahibi -rahmetli İsmail Cem’in babası- ve aynı zamanda Názım Hikmet’in yakın arkadaşı İhsan İpekçi, biraz önce çıktığını söyledi.

Polisler stüdyoda arama yaptı. Názım Hikmet’e ait bazı defter ve kitaplara el koydular.

Sonra İhsan İpekçi’yi de yanlarına alarak birkaç sokak ötedeki Názım Hikmet’in evine gittiler.

Kapıyı Názım Hikmet’in eşi Piraye açtı. Názım Hikmet evde yoktu. Polisler, odalarında uyuyan iki çocuğu -Memet Fuat ve Suzan’ı- uyandırmamaya çalışarak, evde arama yaptı. Bazı yazılara ve kitaplara el koydu.

Bu arada Názım Hikmet’in nerede olduğunu öğrendiler; halasının oğlu gazeteci-yazar Celalettin Ezine’nin Beyoğlu’ndaki evindeydi.

Paris Üniversitesi mezunu hala oğlu Celalettin Ezine, yakın arkadaşı İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Hilmi Ziya Ülken ile birlikte bir düşün dergisi çıkarmak istiyordu. Yayın hayatındaki tecrübesinden dolayı Názım Hikmet’in fikrini almak için yemeğe davet etmişlerdi.

Eve baskın yapılınca şaşırdılar. Polisler, Názım Hikmet’i alıp gittiler.

Şair ne ile suçlandığını henüz bilmiyordu.

Oysa her şey altı ay önce başlamıştı...

Harp Okulu öğrencisi Ömer Deniz

Názım Hikmet ilk kez 1925 yılında Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı. Bunu diğer davalar takip etti. Davalar genellikle gazetelere yazdığı makaleler yüzünden açılıyordu.

Son olarak 30 Aralık 1936’da gözaltına alınmış ve bu davadan 21 Haziran 1937’de tahliye edilmişti. Ancak karar Yargıtay aşamasındaydı. Bu nedenle çok dikkatli davranıyordu. Artık 35 yaşındaydı. Evliydi; Piraye’nin iki çocuğuna babalık yapıyordu. Muhsin Ertuğrul sayesinde İpek Film Stüdyosu’nda iş bulmuştu. Makalelerini bile artık takma isimle yazıyordu.

Fakat...

1937 yılının bir ağustos günü İpek Sineması holünde karşısına çıkan bir kişi yaşamını altüst etti. Bu kişi, Harp Okulu öğrencisi Ömer Deniz’di.

Názım Hikmet’e hayran olduğunu, gazetelerdeki yazılarını hep okuduğu, Harp Okulu’ndaki arkadaşlarının da kendisini çok takdir ettiğini söyledi.

Üzerinde askeri üniforması olan genç birinin bu derece kendine yakınlık göstermesi Názım Hikmet’i şüphelendirdi. Teşekkür edip, işini bahane ederek uzaklaştı. Ancak canı sıkılmıştı. Telefon rehberinden Emniyet Müdürlüğü’nün telefonunu buldu; 1. Şube’den Başkomiser Salih Tanyeri’yle konuştu:

"Benim her şeyim ortada; nerde oturduğum, nerde çalıştığım, ne yazdığım, kimlerle konuştuğum. Hiçbir gizli saklım yok. Asker kılığında polisler gönderip beni rahatsız etmeyin. Herkesin gözü önünde evimin ekmeğini kazanmaya çalışıyorum. Benden ne istiyorsunuz?.."

Názım Hikmet,
meselenin kapandığını sandı.

Oysa polis, "Bunda bir iş var" deyip, Ankara’yı uyardı ve Ömer Deniz takibe alındı.

Aradan günler geçti...

Ömer Deniz bu kez üzerinde askeri üniformasıyla 3 Aralık 1937’de Názım Hikmet’in Nişantaşı’ndaki evine geldi. Názım ve Piraye evde yoktu. Kapıyı evin emektarı Nine Hanım açtı. Ömer Deniz, Názım Hikmet’e not yazmak için sofadaki sandalyeye oturdu. Tam sırada Názım ile Piraye geldi.

Názım Hikmet karşısında Ömer Deniz’i görünce sinirlendi. "Evime bir hileyle nasıl girersiniz" diye bağırdı. Piraye eşini sakinleştirdi. Ömer Deniz özür diledi, sadece bir iki küçük sorusu olduğunu söyledi. Názım Hikmet sakinleşti, "Ne istiyorsun" dedi.

İlk sorusu, "Subay çıkınca erlere ne öğretelim" oldu. Názım Hikmet, "Talimatlarınızda ne yazıyorsa onu öğreteceksiniz. Anayasamızdaki altı oku öğretin, Atatürk milliyetçiliği dışına çıkmayın" deyip kestirip attı. Ömer Deniz’in bu kez Marx ve Engels ile ilgili soru sormak istemesi üzerine, "Bunları ansiklopedilerde bulabilirsiniz, ben bilgin değilim" diyerek zorunlu konuğunu evden çıkardı.

Genç idealist Ömer Deniz, polis tarafından izlendiğinin ve farkına varmadan hayranı olduğu büyük şairin başına ne belalar açtığının farkında bile değildi.

Harp Okulu’nda arama

Hala oğlunun evinde gözaltına alınan Názım Hikmet, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde fazla kalmadı.

Apar topar Ankara’ya götürüldü.

Ankara’ya götürülmesinin nedeni, Harp Okulu’ndaki başlayan soruşturmayla ilgiliydi.

Okulda arama yapılmış ve bazı öğrencilerin dolaplarında Názım Hikmet’in; 835 Satır, Benerci Kendini Niçin Öldürdü, Şeyh Bedreddin Destanı gibi şiir kitapları bulunmuştu. Ayrıca bazı askeri öğrencilerin yataklarının altından; İşçi Sınıfı İhtilali, Bolşeviklik Alemi, Stalin’in Hayatı, Puşkin’in Hayatı gibi eserler çıkmıştı.

Öğrenciler; 5409 yaka numaralı Ömer Deniz, 5271 İbrahim Abdülkadir Meriçboyu (Şair A. Kadir), 5408 Şadi Alkılıç (Yazar, nám-ı diğer Şadi Baba), 5227 Necati Çelik, 5202 Naci Fişek, 5362 Orhan Alkaya, 1132 Galip Arda, 5273 İsmail Özdemir’di.

Sosyalizme inanan 20’li yaşlarındaki bu askeri öğrenciler gizlice örgütlenmişti. Liderleri Ömer Deniz’di.

Soruşturmayı yürütenlere göre, fikri lider Názım Hikmet’ti. Ömer Deniz’in İstanbul’da evine gitmesi bunun en önemli kanıtıydı!

Darbe teşebbüsü iddiası

Názım Hikmet, Ankara’ya geldiği gün sorgulandı. Harp Okulu öğrencilerini kışkırtarak darbe yapmak iddiasıyla gözaltına alınmıştı. İddiaları reddetti.

Ankara Merkez Komutanlığı’ndaki cezaevinin tek kişilik hücresine konuldu.

24 Mart 1938’de hákim karşısına çıktı.

Askeri Usul Yasası’na göre sanıkları savunacak avukatları "Adli Amir"in onaylaması gerekiyordu. Názım Hikmet’in avukatı İrfan Emin Kösemihaloğlu kabul edilmemişti.

Ankara’dan Fuat Ömer Keskinoğlu ve Saffet Nezihi Bölükbaşı bulundu.

Názım Hikmet mahkemede şöyle dedi:

"Hapishanede 67 gündür haksız yere ve delili olmayan ağır bir ithamla yatmanın azabı içindeyim. Ben Cumhuriyet’in, Mustafa Kemal’in Türkiye’ye getirdiklerinin ne büyük hizmetler olduğu idrakı içindeyim. Komünist olmam, Mustafa Kemal Paşa’ya saygı duymama, Anayasa’daki altı ilkeye sahip çıkmama máni değildir, yazılarım bunun delilidir.

Marksist bir kültürle yetişmiş, kendi milli kültür kökenlerinden istifade edebilmiş bir şair olarak bir öğrenciye, hem de polisliğinden şüphe ettiğim birine komünizmi tavsiye etmem aklın alamayacağı bir yakıştırmadır. Ömer Deniz’e ordu içinde görev vermem de mümkün değildir."

Sanık Ömer Deniz de Názım Hikmet’i doğruladı. Şairin öyle bir telkini, tavsiyesi, direktifi olmamıştı.

Bu sözler üzerine Názım Hikmet rahatladı.

Mahkeme, karar vermek için duruşmayı 29 Mart’a erteledi.

Avukatlarına göre şair "yüzde bin beş yüz" beraat edecekti.

Ve Askeri Hákim Kazım Yalman kararı açıkladı:

"Ordu içinde kışkırtma çıkarmak isteyen Názım Hikmet, Askeri Ceza Kanunu’nun 94. maddesine göre 15 yıla mahkûm edilmiştir!"

Názım Hikmet
dondu kaldı.

Ömer Deniz 9 yıla mahkûm edilmişti, ancak yaşı 21’den küçük olduğu için cezası 7.5 yıla indirildi. (Ömer Deniz cezasını çekip cezaevinden çıktıktan sonra oyuncakçı dükkánı açtı. Bu dükkándaki çırağı kimdi dersiniz; Müjdat Gezen!)

Názım Hikmet davanın hukuki değil siyasi olduğunu anlamıştı. Yoksa hayatında iki kez gördüğü ve üstelik ajan sanıp polise bildirdiği biriyle konuştuğu için nasıl 15 yıl ceza alabilirdi?

Gazeteci Falih Rıfkı Atay, yıllar sonra TBMM’de Kazım Özalp’ten duyduğu sözleri yazdı: "Vesika yokmuş ha? Delil bulunamazmış ha? Biz onu Divani Harbe mahkûm ettirelim de gününü görsün." (Dünya Gazetesi, 2 Mayıs 1965)

Názım Hikmet, İstanbul’a yakın İmralı Cezaevi’ne nakledilmesini talep etti, ancak aniden İstanbul’a götürüldü. Yargıtay, Názım Hikmet’in 21 Haziran 1937’de tahliye olduğu bir önceki davanın kararını bozmuştu. Dava yeni baştan görülecekti. Fakat Názım Hikmet’i İstanbul’da bir sürpriz dava daha bekliyordu.

Erkin gemisinin özel olarak hazırlanmış duruşma salonunda görülecek bu davanın konusu neydi dersiniz; kitap okutarak donanma personelini darbeye teşvik etmek!

Názım Hikmet’ten Atatürk’e mektup

"CUMHURREİSİ Atatürk’ün Yüksek Katına,

Türk Ordusunu ’isyana teşvik’ ettiğim iddiasıyla ’on beş yıl ağır hapis’ cezası giydim. Şimdi de Türk Donanmasını ’isyana teşvik etmekle’ suçlanıyorum.

Türk inkılabına ve senin adına ant içerim ki suçsuzum.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamleyi anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Yurdumun ve inkılapçı senin karşında alnım açıktır.

Yüksek askeri makamlar, devlet ve adalet, küçük bürokrat ve gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Deli, serseri, mürteci, satılmış; inkılap ve yurt haini değilim ki, bunu bir an olsun düşünebileyim.

Askeri isyana teşvik etmedim.

Senin eserine ve sana, aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirdim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felaketi ile alakalandırmak istemezdim.

Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu ’inkılap askerini isyana teşvik’ damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.

Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin.

Kemalizm ve senden adalet istiyorum.

Türk inkılabına ve senin başına ant içerim ki, suçsuzum."

Bu mektup Atatürk’e ulaşamadı.

Atatürk ağır hastaydı.

Názım Hikmet’in akrabası Ali Fuat Cebesoy’un çabaları da yetmedi. Cebesoy okul yıllarından beri arkadaşı olan Atatürk’e olayı ancak hasta yatağında iletebildi, Atatürk, "Görüyorsun ne durumdayım, Mareşal’i darıltmadan siz bir çözüm bulun" dedi.

Mareşal; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Fevzi Çakmak’tı. Davalarla özel olarak ilgilenmişti. Her taşın altında komünist aramıştı.

Ne ilginçtir, yıllar sonra Genelkurmay Başkanlığı’ndan alınınca bunu kabul edemedi, politikaya atıldı; İnsan Hakları Derneği’ni kurdu ve bu nedenle komünist olmakla itham edildi!

Diyeceksiniz ki mesele sadece komünizmin tehlikeli görülmesi sonucu Názım Hikmet başta olmak üzere onlarca kişinin cezaevlerine tıkılması mıydı?

Eğer ortada hukuk yoksa biliniz ki siyasal bir çekişme vardır. Örneğin, Mustafa Kemal hasta yatağında iken siyasetin gündeminde "milli şefin" kim olacağı sorusu vardı. Bir yanda Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras gibi Sovyetler Birliği ile yakın dış politika yürütenler, öbür yanda diğerleri...

Eh komünistler orduyu kışkırtıyorsa Kaya ve Aras’ın "milli şef" olmasına olanak yoktu.

Zaten sonra ikisi de tasfiye edildiler.

Demem o ki meselelere daha geniş açıdan bakmakta hep yarar var.

Názım Hikmet de Silivri’de yargılandı

NÁZIM Hikmet, Ankara’dan İstanbul’a getirilerek Sultanahmet Cezaevi’ne kondu. Ancak burada uzun kalmadı, haziran ayının son günü Donanma Komutanlığı’na bağlı askerler tarafından Erkin gemisine götürüldü. Önce tuvalete, sonra da ambara hapsedildi. Sürekli seyir halindeki gemide 40 gün kaldı.

Yargılama 10 Ağustos’ta gemide yapıldı. Gemi Silivri açıklarına demir atmıştı.

Peki, dava konusu neydi: Kitap okumak!

Yavuz gemisinde görevli bazı astsubay ve erlerin kitap okudukları istihbaratı alınmıştı. Kitaplar bir "kaynaktan" geliyordu.

Doktor Hikmet Kıvılcımlı ve eşi Fatma Nudiye Yalçı, "Kıvılcım Kütüphanesi" adında bir yayınevi kurmuşlardı. Buraya gidip gelen 20 yaşındaki (Yazar) Kerim Korcan, arkadaşlarıyla birlikte "Kitap Sevenler Derneği" diye bir topluluk oluşturmuştu. Kerim Korcan’ın ağabeyi Haydar Korcan, askerliğini Yavuz zırhlısında yapıyordu. Hafta sonları gelip buradan kitap alıyor, okuyup geri veriyordu. Zamanla gemideki diğer astsubay ve erler de kitap okumaya başlamıştı.

Buraya kadar her şey normaldi. Ancak Ankara Harp Okulu’ndaki gelişmeler, gözleri bir anda Yavuz zırhlısına çevirmişti. Gemide gizli bir örgütlenme filan yoktu ama sol yayınları okuyanların ileride ne yapacağı belli olmazdı.

Donanma personelini kitap okutup kışkırtarak darbe yapmayı düşünenler olabilirdi

O halde...

25 Nisan 1938’de operasyon başladı.

Hikmet Kıvılcımlı, eşi ve Kerim Korcan gözaltına alındı. Bir ay emniyette işkence gördüler. Gözaltına alınan sanık sayısı 28 kişi oldu.

Soruşturma, ağır baskılar altında kışkırtıcı muhbirler kullanılarak sürdürüldü.

Bu muhbirlerden Astsubay Hamdi Alevtaş’a göre, dört yıl önce tanıştığı Názım Hikmet kendisinden, erlerin mektuplarını okuyup yoksul olanların adreslerini bildirmesini istemişti! Öyle ya, komünistler yoksul bulmakta zorlanıyorlardı!

Soruşturmayı yürüten Savcı Haluk Şehsuvaroğlu davanın hukuki değil siyasi olduğunu anlayarak istifa etti. Üstelik bu durum kendisini çok rahatsız etti, yargıçlıktan ayrıldı.

Okunan kitapların yasak olmadığı Adalet Bakanlığı tarafından mahkemeye bildirilmesi üzerine Savcı Şerif Budak’ın ettiği söz tarihe geçti: "Biz bu davada delil arayacak kadar saf değiliz."

Davada adaleti hakim kılmak isteyen hákimler de vardı. Mahkeme Başkanı Amiral Hüsnü Gökdenizer, "Ortada hiçbir şey yok, bu çocuklara yazık ediyorsunuz. Bu yaptığınız donanmaya kötülüktür" diyerek istifasını verdi.

10 Ağustos’ta başlayan duruşmalar 29 Ağustos’ta bitti.

Ve ne yazık ki Názım Hikmet bu davadan da 13 yıl ceza aldı. Toplam cezası 28 yıl olmuştu.

Açıkça görülüyor ki Názım Hikmet hukukun ölçülerine göre değil, siyasal eğilimlerine göre mahkûm ettirilmişti.

Sonrasını biliyorsunuz:

Názım Hikmet İstanbul, Ankara, Çankırı, Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın kaldı. 1950 yılında çıkarılan afla serbest kaldı.

Ancak çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrılması ve öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine yurtdışına kaçtı. Artık adalete inancı kalmamıştı çünkü.

25 Temmuz 1951 tarihinde DP hükümeti tarafından Türk vatandaşlığından çıkarıldı.

Ve Názım Hikmet’e geçen hafta yeniden vatandaşlık hakkı verildi.

Bir yanda dün hukuksuzluk sonucu yurtdışına çıkmak zorunda kalan Názım Hikmet’in vatandaşlığı geri veriliyor, diğer yanda bugün hukuk ihlalleriyle insanlarımızın hayatlarının darmadağın olması sadece seyrediliyor.
Yazının Devamını Oku

İsrail saldırısında sekiz Türk devrimci can verdi

4 Ocak 2009
Gençtiler. İdealisttiler. Romantiktiler. Namluya sürülmüş kurşun gibiydiler. Filistin’e gitmek, gerilla eğitimi almak, yepyeni bir dünya kurmak düşleriydi. 25 yıl önce, bir gece yarısı Trablusşam sahilindeki Nahr El Bared kampında saldırıya uğradılar. Kampta bulunan on bir gençten sekizi öldü. Kalan üç kişi hayatlarına nasıl devam etti? Oğlunun öldürüldüğü annesinden on yıl nasıl saklandı? İşte İsrail vahşetinin darmadağın ettiği on bir genç devrimcinin trajik hikáyesi. TARİH, 21 Şubat 1973.

Yer, Lübnan Trablusşam şehri yakınlarındaki Nahr El Bared kampı.

Saat 01.00’e geliyor.

Nöbetçi komutan Bora Gözen, arkadaşlarının uyuduğu barakaya girdi. Sessiz olmaya, bir yerlere çarpmamaya özen gösterdi. Kampın genel kuralıydı; olası bir İsrail saldırısına hedef olmamak için akşam karanlık bastırınca tüm ışıklar söndürülüyordu.

Gün boyu ölesiye koşan, yakın dövüş eğitimi alan arkadaşları derin uykudaydı.

Bora Gözen, kampın deniz kıyısında nöbeti devralacak arkadaşı Faik Bulut’u dürterek uyandırdı. Arkadaşının uyandığını görünce geldiği gibi sessizce kampın nizamiye kapısındaki görev yerine gitti.

Kampın deniz kıyısındaki nöbetinin son dakikalarını geçiren Ali Kiraz elindeki silahıyla, gözünü denizden ayırmadan sahilde bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Denizde tek bir kıpırtı yoktu.

Kampta on bir genç devrimci kalıyordu. Hemen hepsi Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) mensubuydu.

Örgüt 1970’li yıllarda Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi ile temasa geçmiş, Filistin’e gönderilecek militanlarının askeri eğitim görmeleri hususunda anlaşmaya varmıştı.

Örgütün Nahr El Bared dışında ayrıca Golan Tepeleri ve Reşadiye olmak üzere iki kampı daha vardı.

Bugünün ünlü bazı isimleri, o günlerde bu kamplardaydılar: Cengiz Çandar, Şahin Alpay, Ömer Özerturgut, Atıl Ant, Sabetay Varol, Ercan Enç gibi...

Saldırı başlıyor

Faik Bulut da birçok arkadaşı gibi kaçak yollardan Kamışlı-Şam-Beyrut yolunu takip ederek kampa ulaşmıştı.

01.00-03.00 nöbeti onundu.

Çarçabuk giyindi. Barakadan çıktı.

Gecenin serinliği yüzüne çarptı.

Gökyüzünde ne çok yıldız vardı.

Nöbet yerine doğru birkaç adım atmıştı ki, ardı ardına patlamalar oldu. Kamp deniz tarafından havan topuyla dövülüyordu.

Kendini pis suların bulunduğu arka attı. Silahsızdı...

Silaha alışmak için gece gündüz silahlarıyla yatıp kalkıyorlardı. Ancak eğitim sürecinin sonuna gelmişlerdi. Kampı bir iki gün içinde boşaltıp Almanya’ya Türk işçilerini örgütlemeye gideceklerdi. Filistinli komutanlar ve eğitmenler kamptan ayrılmışlardı. Bu nedenle kampta pek silahları, cephaneleri de yoktu; sadece dört uzun menzilli silahları ve bir mitralyözleri vardı.

İlk ölenler, kamp komutanı Bora Gözen ile deniz kıyısında nöbet tutan Ali Kiraz oldu. Karşılık bile vermeye fırsat bulamamışlardı.

Deniz açıklarında bulunan İsrail Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na ait savaş gemisi, kampa ve çevresine bomba yağdırıyordu.

İsrail’in tek hedefi, Türk devrimcilerin bulunduğu kamp değildi. Kampın doğusunda bulunan Filistin mülteci kampı da bombalanıyordu. Mülteci çocukların gittiği okul ve sağlık ocağı binaları da hedefler arasındaydı.

Mitralyöz kurulamadı

Barakada sekiz kişiydiler.

Bomba sesleriyle yataklarından fırladılar. Şarapnel parçalarından kurtulmak için önce barakadan çıkmayı düşündüler. Ama dışarısı cehennem gibiydi. Yatakları pencerelere yığdılar.

Önce bunu Lübnan ordusu ile Filistinlilerin çatışması sandılar. Ancak genelde onların çatışmaları gündüz başlayıp gece bitiyordu. O halde?.. İsrailliler miydi yoksa?

Bu arada ellerindeki mitralyözü kurmaya çalıştılar. Telaştan ve heyecandan tüm öğrendiklerini unutmuşlardı sanki. Tecrübesizdiler.

Oysa, onca öğrenci gösterilerinde bulunmuşlar, polislerle taşlı sopalı çatışmışlar ve Filistin’e gelip askeri eğitim almışlardı. Ama bunlar şimdi yaşadıklarından çok farklıydı; böylesiyle ilk kez karşılaşıyorlardı. Bıyıkları terleyeli kaç yıl olmuştu ki; hepsi gencecikti. Büyük olan sadece düşleriydi...

Yarım saattir süren bombalama durdu. Baraka isabet almamıştı.

Türk devrimciler kurtulduk sevincini tam yaşayacakken bu kez baraka yaylım ateşine tutuldu.

Savaş gemisi atışı bırakmıştı. Çünkü İsrail komandoları, kampın çevresine sokulmaya başlamıştı. Ellerindeki otomatik silahlarla barakayı delik deşik ettiler. İçeriden artık ne ateş ediliyor, ne de bir ses çıkıyordu. İki İsrailli komando barakaya yaklaşıp ellerindeki el bombalarını fırlattılar.

Sonra içeridekilerin öldüklerinden emin olup barakadan uzaklaştılar.

Bu ağır saldırıya rağmen barakadan iki kişi kurtulmayı başaracaktı. Ancak...

Cafer Topçu, Kerim Öztürk, Ahmet Özdemir, Yücel Özbek, Gürol İlban ve Şükrü Öktü can verecekti.

Bir kişi esir alındı

Faik Bulut’un kafasında tek düşünce vardı; silah bulmak.

Bombalama bitince kendini koruduğu dalgakıranların arkasından sürüklenerek, emekleyerek sağlık ocağı binasına gitti. Buraya da iki top mermisi isabet etmişti. Duvarlarının yarısı çökmüştü. Kimsecikler yoktu.

Sağlık ocağının arkasındaki sokaklara daldı. Yollarda birkaç ölü Filistinli milis gördü. Sokaklarda ölüm sessizliği vardı. Bir-iki evin kapısını çaldı. Kimse cevap vermedi.

Bu sırada sokakta G3 makineli tüfek buldu. Şarjörü doluydu.

Silahı kapıp kampa doğru koşmaya başladı. Tam o anda...

1520 kişilik İsrailli komandoların kendine doğru geldiklerini gördü.

İsrailli askerler onu fark etmemişti. Yaklaştıkları sırada tetiğe basıp şarjörü boşalttı. Kaç kişi öldü, kaç kişi yaralandı bunu hiçbir zaman öğrenemedi.

Kaçmaya çalışırken iki kurşun yedi. Düşmedi. Arkadaşlarının bulunduğu kampa doğru koşmaya çalıştı.

Bir yandan da aklına bin bir türlü soru geliyordu.

Bir iki gün içinde kampı terk edeceklerini İsrailliler nereden biliyordu?

Kendilerinden bir önce kampta bulunan ve kendilerine "Kuvayı Milliye" adını veren devrimci grup Türkiye’ye girer girmez silahlarıyla birlikte yakalanmıştı. Onları kim ihbar etmişti?

Kafası allak bullak olmuştu...

Barakaya ulaştığında, daha birkaç saat önce sohbet edip güldüğü arkadaşlarının vahşet görüntüleriyle karşılaştı. Kiminin başı yoktu, kiminin ayağı, eli. İsrailli askerler öldüklerinden emin olmak için hepsini karınlarından süngülemişti.

Faik Bulut enkaz içinde silah ararken üç kurşun daha yedi. Yığılıp kaldı. Artık kaçacak gücü kalmamıştı.

Yanına iki İsrailli asker yaklaştı. Kafasına yediği iki dipçik darbesiyle kendinden geçti.

İsrail’in sabaha kadar süren saldırısında sekiz Türk devrimci öldü.

"Öldüler" denilerek bırakılan barakadan iki kişi kurtulmayı başardı.

Faik Bulut ise İsrail’e götürüldü ve 7 yıl 2 aya mahkûm edildi.

Ölen sekiz Türk devrimci, Filistin’deki "Enternasyonalizm ve Halkların Kardeşliği Mezarlığı"na defnedildi.

Ve yıllar içinde; Lübnan iç savaşı ve İsrail bombalarıyla bu mezarlık da tahrip oldu. Türk devrimcilerinin mezarlarının nerede bulunduğu bilinmez hale geldi.

Oğlunun öldürüldüğü annesinden saklandı

NAHR El Bared kampının sorumlusu Bora Gözen öldürüldüğünde 30 yaşındaydı.

İstanbul Teknik Üniversitesi Maden Fakültesi mezunuydu.

Çocukluğundan beri babası gibi mühendis olmak istiyordu. Başarmıştı. Ancak artık yeni düşlerinin peşinden koşmak istiyordu.

Fahriye Gözen, oğlunu kaybettiğinde 51 yaşındaydı. Ankara Yüksek Öğrenim Kız Öğrenci Yurdu’nun müdiresiydi.

Biricik oğlunun Filistin’de öldürüldüğünü yaklaşık on yıl sonra 1982 yılında öğrendi.

Ona, Bora Gözen’in yurtdışında kaçak yaşadığı söylenmişti.

Ne yapacağını, bu gerçekle nasıl yaşayacağını bilemedi. "İnanamadım" adlı şiirini yazdı:

"Ama o günden beri,

Yedi Temmuz Sekseniki

Ben, ben değilim.

Seni bir yerlerde sanmak,

düşünmek,

ummak,

beklemek,

inanmak, inanmaktı yaşamak...

Şimdi ben, neylerim?"

Fahriye Gözen
yine bir şiirinde dediği gibi oğlunun "yokluğunu yudum yudum yüklendi". Ancak yakın çevresi, "Örgüt gizliliği vardır, şimdi askeri darbe dönemi, kaçak yaşadığı bilinmesin diye bunu belki de mahsus söylüyorlardır" diye avutmaya çalıştılar.

İçinde küçük de olsa bir "acaba" sorusu doğdu.

Fakat 1989 yılında acı gerçekle yüzleşmek zorunda kaldı. Eşini kaybetmişti ve mahkeme veraset ilamı istiyordu. Artık gizlilik de, örgüt de kalmamıştı.

Ölüm gecesinden kurtulan Faik Bulut’la buluştu. Tüm gerçeği bütün yalınlığıyla anlatmasını istedi. Faik Bulut anlattı. Hiç ağlamadı. Kendine söz vermişti; nice acılar çekmiş oğlunun yakın arkadaşlarının yanında dimdik duracaktı.

Ardından Faik Bulut aracılığıyla Ankara’daki Filistin Büyükelçiliği’yle temasa geçti.

Evet, artık emindi; biricik oğlu İsrail komandolarının baskınında şehit düşmüştü.

Ve ne yazık ki Fahriye Gözen, evlat acısına dayanamadı, 2001 yılında vefat etti. Ardında oğluna yazdığı şiirler bıraktı:

"Adına dizeler, destanlar yazdım.

Yittiğin toprakları bir bir aradım.

Toyluğuna, gençliğine doyamadığım

özgürlük diye diye namerde mi çattın?

Dağ, taş, ova, bayır bugün gezerim.

Derdime acılar, dertler eklerim.

Dostlar, aklın yiter gel, etme derler.

Sensiz aklı, fikri gayrı neyleyeyim."


Kurtulan üç kişinin hayatı nasıl değişti

BARAKADAN iki devrimci ağır yaralı olarak kurtarıldı. Günlerce hastanede kaldılar.

Bunlardan "Küçük Ali" iyileştikten sonra Almanya’ya gitti. 1974 genel affından sonra Türkiye’ye döndü. Ankara Üniversitesi’nde yarım bıraktığı hukuk öğrenimini tamamlayarak avukat oldu.

12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra önce milliyetçi, sonra dinci oldu. Eşini tesettüre soktu. Daha önce içinde bulunduğu sol hareketler hakkında Prof. Aydın Yalçın’ın çıkardığı "Forum" adlı dergiye muhalif yazılar yazdı.

Halen Ankara’da yaşıyor. Avukatlık yapıyor.

Ölüm tarlasından kurtulan "Kayserili" de 1974 genel affından sonra Türkiye’ye döndü. Malatya-Sivas-Kahramanmaraş yöresinde köy köy dolaşıp saz çalarak hayatını kazandı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra o da hidayete erip İslamcı oldu. Sazı bırakıp kendini tamamen ibadete verdi. İstanbul’a taşındı. Grafiker oldu. Aynı yerde çalışan başörtülü bir kızla hayatını birleştirdi.

Halen İstanbul’da yaşıyor ve aynı işi yapıyor. Ve kamptan yaralı olarak esir alınan Faik Bulut, İsrail zindanlarında, çoğu hücrede olmak üzere 7 yıl 2 ay hapis yattı. 18 Mart 1980’de Türkiye’ye iade edildi.

Filistin’e gittiğinde 22 yaşında, Ankara Gazi Eğitim Fakültesi-Resim İş Bölümü öğrencisiydi. Döndüğünde 30 yaşındaydı.

İstanbul’da gazetecilik yapmaya başladı. Ardından araştırmaya dönük kitaplar yazdı. Ortadoğu’daki İslami hareketler ve Kürt tarihi konusunda uzmanlaştı.

Filistin kampında yaşananları "Filistin Rüyası" (Berfin Yayınları) adlı kitabında ayrıntılarıyla anlattı.

Halen İstanbul’da yaşıyor; yerli ve yabancı basına makaleler yazıp belgeseller yapıyor. İnandığı yolda yürümeye devam ediyor.
Yazının Devamını Oku