“Mahalle kültürü yok oluyor.”
Şehir hayatının koşuşturması içerisinde yeni üretim ilişkileri kendince bir yaşam tarzını hepimize dayatıyor.
Doğrudur...
O eskinin insani, sıcak ilişkileri, biraz da zamansızlıktan, artık yaşanamıyor.
Ancak böylesi bir sonuç acaba mukadder miydi?
Bizler o ilişki örgüsünü korumak için gereken çabayı sarf ettik mi?
Zannetmiyoruz...
Bu bir Anadolu özdeyişidir.
Kaynağım Sevan Nişanyan.
Sürekli savaşların, göçlerin yaşandığı bir coğrafyada her yeni hakim gücün kendine göre biçimlediği kitlelerin taze düzene mecburi uyum sürecinde ölçüyü kaçırmalarına işaret eder.
Bugün Doğu Karadeniz Bölgesi’nde muhafazakarlığın daha yoğun yaşanması ya da Adapazarı’nda Çerkezlerin milli ve dini değerlere aşırı düşkün olmaları, yine eskinin Ermeni köylerinde milliyetçi partilerin birinci çıkması gibi bir tür tedbirlenme ihtiyacı, zaman içinde bu toprakların kadim insanlarını mevcut sistemin “taşıyıcı kolon”larına dönüştürmektedir.
Esasına bakarsanız böylesi bir tektipleşme süreci belki “yönetim konforu” sağlasa da toplumların renkliliğine ve çok kültürlülükten kaynaklanacak zenginliklerine açık bir darbedir.
Ancak, bir kültürün birkaç nesilde tamamen kaybolacağına zannetmek safdillik olur.
Geceleri bu yapılar ışıklandırılıyor.
Led teknolojisinin az elektrik sarfiyatı nedeniyle bazı binalar ölçüsüz bir renk cümbüşüne büründürülüyor.
Hani, bu tarzı uygulayan bina yöneticileri muhtemelen bir “Las Vegas” ambiyansı yarattıklarını ve bu sebeple gökdelenlerine “özellik” kattıklarını düşünüyorlarsa; açık söyleyelim oluşan görüntü maalesef onların hayallerine hizmet etmiyor.
Sanki düşük semtlerde faaliyet gösteren “pavyon” hissiyatı uyandırıyorlar.
Üstelik gecenin karanlığında, kent siluetinde dinmek bilmeyen bir “taciz” ışıltısına mecburen katlanma durumunda kalıyorsunuz.
Ne diyelim; hemen her konuda olduğu gibi estetik, nezaket, başkalarının hakkına saygı gibi konularda da hep sıkıntılıyız.
Hem laik kesim, hem de muhafazakarlar, Osmanlı coğrafyasında yaşayan Kürt ve Yahudi kesimler dahil “Çanakkale direnişini” sahiplenirler.
Diğer özel günler bilinen sebeplerle aynı heyecanla “yekpare” kutlanmazlar.
23 Nisan ve 29 Ekim’e muhafazakarlar daha bir ihtiyatla bakarlar.
Bir anlamda Cumhuriyeti hilafetin kaldırılma sebebi olarak algılarlar.
30 Ağustos konusunda da tıpkı 18 Mart gibi sıkıntı yoktur.
27 Mayıs’ı bayram ilan eden Milli Birlik Komitesi, Demokrat Parti’ye oy veren milyonları herhalde ikna edememiştir.
Yeni Başkan Murat Uysal, ilk demecinde etkili mercilerle iletişim kanallarının açık tutulacağını ifade etti.
Dolayısıyla siyasi otoritenin telkin ve tavsiyelerinin nazara alınabileceğini anlamış olduk.
Bu gelişmeler üzerine ekonomi yazarları Merkez Bankası’nın özerkliğinin olumsuz etkilendiğini belirten yazılar kaleme aldı.
Açık söylemek gerekirse “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Etme Sistemi” halkoyu ile kabul edilmişken bu neviden kararlara şaşırmamaları icap ederdi.
Her türden iradenin tek elde toplandığı bir Başkanlık düzeninde bağımsız kurul ve kurum olgusunu abartmak abestir.
Zaten buralara gelmeden hangi Anayasal Kurumun benzer durumlarda Cumhurbaşkanının iradesine ne ölçüde karşı koyabildiğine bakılması gerekir.
Birincisi; Ali Babacan’ın siyasete dönüş hazırlıkları.
Abdullah Gül’ün geri planda kalmayı tercih ettiği yeni parti çalışmaları belirli bu olgunluğa gelmiş gözüküyor.
Açık söylemek gerekirse, yeni oluşum AK Parti küskünlerinden ibaret bir izlenimi verirse pek şansı olmaz.
Duyumlara göre partinin çatısını Beşir Atalay koordine ediyormuş.
Partinin parlamenter sisteme geri dönüşü önereceği ve Avrupa Birliği ülkeleri ile ilişkilere özel bir önem verdiği söyleniyor.
Muhafazakar gelenekten gelenlerin söylemlerinin sonradan farklılaşmasını yaşayanlar, partinin “Özgürlük ve Hukuk” ismini almasına temkinli yaklaşabilirler.
Bu parti merkez sağ, merkez, hatta merkez sol seçmeni etkilemek istiyorsa, kurucu kadrolarını toplumun her kesiminden saygın insanlardan oluşturulması gerekiyor.
Ancak, zannedildiği gibi partilerin şu andaki pozisyonları itibari ile değil. Bu ülkenin “temel yarılması” demokratikleşmeyi isteyenler ve ona karşı duranlardır. Demokratikleşmenin parşömeni de Kürt meselesine nasıl bakıldığıdır. Zira bu soruna yaklaşım şekli dünya liginde hangi zihniyetle yer tutmak istediğinizi gösterir.Eskinin geleneksel “merkez sağı” bu işi askerlere havale etmişti. Etliye sütlüye karışmazlardı. “Merkez sol” zaten bahse konu vesayetin siyasi ve bürokratik uzantısıydı. Neticede hakim ideoloji ülke insanına tariflediği bir elbiseyi zorla giydirmeye çalışıyordu.
Yaşanan süreçte gücü olmayanlar teslim oldular.Bugün bu ülke tarihinin ve geçmişlerinin Cumhuriyet’le başladığını ve onun önermelerinin tek doğru olduğunu düşünen kitleleri kastediyoruz. Ciddi direniş sadece Kürtler ve muhafazakarlardan gelmiştir. Derken muhafazakarlar iktidar oldu. “Demokrasi adına bir umut mu belirdi?” diye düşünülmeye başlanmıştı.Ancak gelişmeler böyle tecelli etmedi. Hatta öylesine bir hal aldı ki, muhafazakarlar tek parti ideolojisinin en koyu kesimleri ile ittifak içine girdiler. İşin enteresanı bahse konu ideolojinin kadim bileşenleri de kendi içinde ayrışmışlardı.
Ak Parti’nin ümmeti esas olan angajmanlarına ihtiyatla yaklaşanlar, yani İYİ Parti’den CHP içindeki ulusalcılara, Cumhur İttifakı’nın değerlerine “içleri gitse de” muhalif tutum almayı tercih ettiler.En büyük sürpriz Kürtler’den geldi. Onlar da, birlikte kavgasız gürültüsüz mesafe alabilecekleri muhafazakarlara karşı “ayar vermek amaçlı” taktiksel bir karşı duruş sergilemeye başladılar. İstanbul seçimlerini böylesi bir geçici dengeler üzerinden değerlendirmekte yarar var.Temenni edilir ki, CHP içindeki sosyal demokrat nüve, Ak Parti’nin kuruluş dönemlerindeki özgürlükçü yapısı, milliyetçiliğini “etnik kimlik” üzerinden değil de “çok kültürlülük” esasına göre yeniden inşa etmiş bir İYİ Parti ve ortak değerlerimizin ayrılıkçılığı gerektirenlerden çok daha fazla olduğunu içselleştirilmiş Kürtler, bu toprakların hayal ettiği demokratikleşmeyi bir gün gerçekleştireceklerdir.Hakiki manada güzel günler o zaman gelir ve “her şey iyi” olur. Yaşanan her gelişme, herkese, hepimize yeni bir şeyler öğretiyor, yanlışlarımızı ayıklayarak doğruyu bulmamıza vesile oluyor. Bu manada bu seçim sonucu herkes için “hayırlı” olmuştur, diyebiliriz.
-----------------
KRAL İKİLEDİ
İZMİR’de tencere yemeği yapan esnaf lokantalarının en bilineni hiç şüphesiz Adil Mütftüoğlu’nun Uğur Lokantası’dır. Bugün üçüncü kuşak temsilcisi Alpay Okyay’ın yürüttüğü efsanevi yolculuk Çankaya Bit Pazarı’ndaki mekanın yanında ikinci bir meyve verdi. Takribi bir ay önce Balçova’da Adil Müftüoğlu şubesini açtılar. Adil Müftüoğlu kendi kulvarında hep dik bir duruş sergilemiştir. Bu mekanda daima en iyi malzemeyle, her zaman yüksek lezzet standardıyla, hijyen bir ortamda geleneksel yemekler sunulur. Benzer bir çizgi İstanbul Beyoğlu’nda Hacı Salih, Hacı Abdullah lokantalarında yaşatılırdı. Bu tip yerler öylesine özelliklidir ki hani dışarıdan bir misafiriniz geldiğinde öğlen taam’ı için ilk akla gelen mekandır Uğur Lokantası.Mamafih Balçova’daki yeni yer akşamları da açık olacakmış. Kuzu dolmaların, ciğer sarmaların, karnı yarıkların, patlıcan kebapların, iç pilavların ve illaki finalde emektar Naci’nin imalatı lor tatlılarının aklımızı ve damağımızı her daim esir aldığı Adil Müftüoğlu’na şükranlarımızı sunuyoruz.
Halen, İzmir – Akhisar ve Bursa – İstanbul arası kullanımda.
Otoyolun en kritik bölümü Osmangazi Köprüsü.
Hakikaten etkilenmemeniz mümkün değil...
AK Parti iktidarını seversiniz sevmezsiniz ayrı, ama özellikle ülkenin ulaşım altyapısında onların döneminde muazzam mesafe alınmıştır.
Bahse konu otoyol, benzer bazı projelerde olduğu gibi asgari gelir garantili, yap-işlet-devret modeli ile gerçekleştirildi.
Bu yatırımların en çok eleştirilen yönü asgari gelir garantisinin Hazine’ye ilave yük getirmesi.