En başta da insanoğlunun sebep olduğu iklim değişiklikleri.
Dünya nüfusu giderek artarken, çok sayıda ulus devletlere bölünmüş durumda.
Bu kompozisyon birlikte makul önlemler alınmasını güçleştiriyor.
Uluslararası organizasyonlar yeterince etkili olamıyor, temenniler caydırıcı yaptırıma dönüşemiyor.
Yeryüzünde gelir ve refah dağılımı aynı seviyede değil.
Erken yola çıkanlar sömürünün ve gezegenin hoyrat kullanımının vahşi öncüleri oldular.
Bu sayede oluşturdukları birikimle, adına ‘batı’ dediğimiz medeniyeti oluşturarak dünya patronajını ellerine geçirdiler.
Geçenlerde CHP'de bir tüzük kurultayı yaşandı.
Öncesinde yeni Genel Başkan ilk seçildiği zamanlarda partinin her kademesinde örgütün ve parti üyelerinin belirleyici olacağı bir ön seçim modeli sözünü vermişti.
Ancak, tahmin edileceği üzere günün sonunda aynı Genel Başkan’ın; “Oturduk, konuştuk, tartıştık” diye özetlediği bir metin oylandı, kabul edildi.
Konunun özü; “dağ fare doğurmuş” oldu.
“Ön seçim, kadın ve gençlik kotası, dönem sınırı” gibi birtakım önemli düzenlemeler, istisna maddeleri ile kolaylıkla “çöp” edilebilecek hale getirildi.
Neticede samimiyet testinden geçilemedi.
Bu aralar medyada sürekli Yunan Adaları güzellemeleri yapılıyor.
Halkımız burnunun dibindeki bu yerleri yeni yeni keşfediyor.
Ancak bir kısmımız bambaşka duygularla o tarafa gidiyor.
İşte tam bu noktada o haklı soruyu sorma durumundayız.
Niye bu böyle oldu, bu zamana kaldı?
Bakınız; günümüzde en kapalı toplumlara örnek olarak Kuzey Kore gösterilir.
Güneyinden koparılmış Kuzey Kore’de nefes aldırmayan bir rejim var.
Şimdilerde anketlerde öne geçince Başkanlık sistemine yönelik eleştirileri çok azaldı.
Kazanacağını hesap edenler yönünden Başkanlık yetkileri doğal olarak cazip geliyor.
Bu noktada, prensip duruşların zafiyeti ortaya çıkıyor, savunulan ilkeler bir kenarda bekletiliyor.
Pek tabii aynı mantıktan hareketle AK Parti'nin de Parlamenter düzeni geri istemesi de şaşırtıcı olmaz.
Zira Türkiye'nin temel gerçekliği, sağ partilerin toplam oylarının her zaman üçte ikiye yakın ağırlık taşıması ve sağ partiler koalisyonuna imkân sağlamasıdır.
2028 yılına kadar çok zaman var.
AK Parti bu süreçte “Parlamenter sisteme dönelim.” önerisi ile gelir ve muhalefetten kabul görürse, hakikaten siyasi pragmatizmin şahane bir örneği yaşanır.
En son 28 Şubat sürecinde, artık üçüncü lig maçlarına bile İstiklal Marşı ile başlar hale getirildik. Bu ritüeller halen devam ediyor. Geçenlerde bir arkadaşım kimi briç turnuvalarının da saygı duruşu ve marşla açıldığını söyledi. Pek çok şirket genel kurullarında da bu tutum aynen geçerli. Görünüşte batı değerlerine en yakın, moderniteyi ve bireyselleşmeyi içselleştirdiğini zanneden kesimlerimiz dahi, bahse konu hassasiyetleri üzerinde bir sual açıldığını hissettikleri anda şaşırtıcı agresif tepkiler veriyorlar. Geçenlerde bir eğitim kurumunun düzenlediği konser etkinliğinde, işin aslını astarını bilmeden, sahneye henüz çıkmamış sanatçının Atatürk’e laf ettiği fısıltısıyla kendinden geçen ve anında linç psikolojisine giren insanları gözlediğimde kanım dondu. Ki bu insanlar; son derece iyi eğitimli, dünyayı bilen, iş sahibi, donanımlı kişilerdi. 6-7 Eylül olaylarında da Atatürk’ün Selanik ‘teki evi bombalandı yalanı üzerinden nasıl bir talan yaşandığı hatırlardadır.
Pek tabii milli duygular çok önemli. Ama öncelikle insan, hatta “makul insan” olma durumundayız. Hepimiz milli ve dini aidiyetlerimizle tabii ki gurur duyuyoruz. Ama işler öyle bir noktaya geldi ki, mesela Amedspor‘un batı illerimizde yapacağı spor müsabakalarında her an olay çıkacak diye tedirgin bekleşiyoruz. Her an patlamaya hazır gergin tavrımız, en son Göztepe maçında da yaşandı. Seyircisinden spor yöneticisine kadar patlamaya hazır garip insanlar olduk.
İşin acısı siyasetçilerimiz de bu hallerimizi sürekli körükleyip duruyor. Artık kendimize gelmemiz gerekmiyor mu?
Dünyada bu denli ölçüsü kaçmış bir özgüven arayışının örneği var mıdır, zannetmiyorum.
Öyle anlaşılıyor ki, herhangi bir siyasi parti kendisini iktidara daha yakın hissediyorsa, bu sistemin değişmesine soğuk bakacaktır. Başkanlık rejimini AK Parti getirmişti. Tayyip Erdoğan'ın halk nezdinde karşılığı yüksekti. Nitekim uzun zamandır tek yetkili olarak ülkeyi yönetiyor. Bu süreçte muhalefet “parlamenter sistemi” ısrarla savunuyordu. Şimdi siyasi dengeler değişme emareleri göstermeye ve bu tutumlarını esnetmeye başladılar. Gerek Ekrem İmamoğlu, gerekse Mansur Yavaş’ın anketlerde karşılıklarının oluşu, otoritenin tartışılmadığı bu sistemi, onlara cazip kılıyor. Neticede Başkan’ın bir padişah yetkilerine sahip olduğu bir sistemden söz ediyoruz. Dolayısıyla o makama gelen, partisinin Genel Başkanı dahil, hiyerarşinin en üstüne geliyor. Bu yüzden Özgür Özel cumhurbaşkanı adayı olamaz ise, parlamenter sistemi istemesi, kendi siyasi kariyeri açısından daha anlamlıdır. Zira parlamenter düzende, bilindiği üzere kuvvetli pozisyon başbakanlıktır ve genelde bu görev parti genel başkanlarına verilir.
Pek tabii siyasette köprünün altından daha çok sular akacaktır. Özgür Bey de cumhurbaşkanı adayı olabilir. Bu takdirde o da başkanlık sisteminin devamını ister. Ekrem İmamoğlu, an itibariyle partisinden aday gösterilme garantisini almak istiyor.
Özgür Özel’den alamadığı net işareti temin için arayış içinde. Bu sebeple eylül kurultayı adeta bir satranca dönüştü. Seçimsiz kurultay sonrasında, siyasetin doğası gereği Özgür Özel daha bir “karar verici” ağırlığa kavuşacaktır. Dolayısıyla Ekrem İmamoğlu kritik bir karar eşiğinde. Kemal Kılıçdaroğlu ile görüşmeler yapıldığı medyaya yansıdı. Partinin trendi yükselirken yeni birlikteliklerin kamuoyuna nasıl yansıyacağının da iyi tartılması gerekiyor. Ancak görünen gerçeklik, Ekrem Bey için bu kurultay belki de “köprüden önceki son çıkış.”
Benzer “zamanlama” hesabı yapan bir kişi de Mansur Yavaş. Mansur Bey ülkücü gelenekten gelen birisi. Siyasette duruşu “konuşmama esası üzerinden primlenme” olarak şekilleniyor. Bu tarzıyla da umulmadık bir halk teveccühü oluşturmuş durumda. Anketlerde hep birinci çıkıyor. Özellikle Orta Anadolu seçmeni nezdinde yüksek bir itibarı var. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı, kentin demografik yapısı yönünden Mansur Bey gibi bir profili gerektiriyordu. Ama mevzu cumhurbaşkanlığı olunca, CHP ona bu imkânı vermeyebilir. Mansur Yavaş da bu gerçeği biliyor ve hesabını ona göre yapıyordur. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde, galip ihtimal bir “yol ayrımı” yaşanabilir. Kendisi de bu makamı istediğini açıkça ifade ediyor. Muhtemelen ilerleyen zamanlarda merkez sağ veya bambaşka bir oluşumun adayı olarak vitrine çıkacaktır. Mansur Yavaş’ın bu yarışta kazanma şansı, bir bakış açısıyla herkesten yüksektir. Zira; Tayyip Erdoğan ve CHP adayının (Özgür Özel veya Ekrem İmamoğlu) yanında bir üçlü mücadele yaşanır ve seçim ikinci tura kalırsa, ki bu durum çok muhtemeldir; bu takdirde ikinci turda Tayyip Erdoğan'la yarıştığında CHP'liler, CHP'li adayla yarıştığında Ak Parti’liler ona oy vereceklerdir. Böylesi bir durumda ipi göğüslemesi zor olmaz.
Son olarak; İmamoğlu-Özel ikilisi tarafından el konulan “politik mirasına” tepkisini dindirmeyen Kılıçdaroğlu cephesinde yeni bir oluşum söz konusu olabilir. Adaylık sürecinde Cumhuriyet Halk Partisi tarafından “dışlanmış” bir Mansur Yavaş’la yakınlaşması kimseyi şaşırtmaz. Esasında CHP'nin Türkiye sosyolojisi göz önüne alındığında ulaşabileceği “oy sınırı” bellidir. Bu anlamıyla onların parlamenter sistemi savunmaları gerekir. Demokratik tutarlılık adına da bu beklenen ve saygı uyandıran bir duruş olur.
Parti içinde, delege dengeleri itibarıyla kendini çok güçlü hissettiği bir anda erkene aldırdığı Kurultay’da, Ekrem İmamoğlu’nun; biraz rüzgarı, daha çok imkanları sebebiyle Genel Başkanlık seçimlerini kaybetti. Ekrem Bey, yol arkadaşı olarak Özgür Özel’le ittifak yapmıştı. Planlarına göre; Ekrem Bey ilk etapta İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı seçimlerini kazanacak, daha sonra 2028 seçimlerinde partinin cumhurbaşkanı adayı olarak açıklanacaktı. Özgür Özel de ona bu yolu açan ve mutabakata uyumlu bir Genel Başkan olacaktı. Ancak işler umulduğu gibi gelişmedi.
Kılıçdaroğlu tarafından olgunlaştırılmış politik mirasa bir anlamda konan yeni ekip seçim başarısı kazanınca, Özgür Özel bu sonucun değişimi ısrarla sloganlaştıran yaklaşımından kaynaklandığını değerlendirme eğilimine girdi. Hemen sonrasında da Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda Ekrem İmamoğlu’nu rahatlatacak bir açıklama yapmak yerine, muğlak ifadelerle onu tedirgin etmeyi tercih etti.
An itibari ile Kılıçdaroğlu cephesinde kurultayın haksız bir şekilde kaybedildiği kanaati hakim. Bu çerçevede parti içi mücadeleye devam edileceği izlenimini veriyor. Kılıçdaroğlu’nun hali hazırda toplam 1200 delegenin 500’ünü kontrol ettiği ifade ediliyor. Kemal Beyin, halen partinin Alevi ve Kürt kanatları üzerinde ağırlığını sürdürdüğü biliniyor. Buna rağmen Kılıçdaroğlu’nun parti içinde eski konumuna gelmesi, ancak yeni ittifak dengeleri kurmasından geçiyor.
TECRÜBELİ BİR SİYASETÇİ
Diğer yandan Ekrem İmamoğlu, Özgür Özel’in genel başkanlık makamının getirdiği avantajlarla pozisyonunu giderek güçlendirdiğini tecrübeli bir siyasetçi olarak görebiliyor. Bu trendin Özgür Bey’i giderek vazgeçilmez ve tek seçici konumuna getirmesi siyasetin doğal mecrasında bilinen bir olgu. Bu sebeple eylül ayında yapılacak kurultay, şayet seçimli hale dönüştürülürse gerek İmamoğlu gerekse Kılıçdaroğlu tarafından, Özgür Özel’in önlenemez yükselişinin kesilmesinin son fırsatı olarak değerlendiriliyor. Bu durum, zihinlerde bir Kılıçdaroğlu – İmamoğlu yakınlaşmasını akla getiriyor. Ancak böylesi bir birlikteliğin önündeki en büyük engelin Kılıçdaroğlu’nun tekrar Genel Başkanlık ısrarı olabileceği konuşuluyor. Makul bir değerlendirmede böylesi bir geriye dönüşün mümkün olamayacağı açık. Kılıçdaroğlu’na gelinen noktada yakışanın partinin onursal başkanlığı olduğu söyleniyor.
Pınar, bilindiği üzere bir Yaşar Holding kuruluşudur. Yaşar Holding’in KSK ile ilişkisinin çok derin ve uzun geçmişi vardır. Kulübün son 70 yılında, diğer deyişle “tarihsel kodlarında” Yaşar ismi yazılıdır. Herkes bilir ki, Selçuk Yaşar ve Ailesi geçmişten bugüne yüz milyon doların üstünde kulübe destek olmuştur. Şayet bahse konu ayrılık parasal bir meseleye dayanıyorsa, açık söyleyelim, kulüp yönetimi açısından büyük bir yanlış, hatta “had aşımı” söz konusudur. Yaşar Holding ile maddiyat üzerinden ilişkiyi askıya alma iması ile pazarlık yapmak bile ayıptır. Yaşar Ailesi her yönüyle KSK ile bütünleşmiş, bir anlamda camianın manevi sorumluluğunu da üstlenmiş ve bu sahiplenme duygusunu Karşıyakalılara geçirmiş bir özel KSK şansıdır. Bu ayrılık, onlara rağmen, onları üzerek olmuşsa çok yazık.
Selçuk Bey çok farklı bir iş insanıydı. Pek çoğu Türkiye için ilk olan sınai yatırımlarının yanında, İzmir’in kültür ve sanat hayatına her zaman kucaklayıcı ve cömert yaklaşmıştır. Bugün maalesef kulübümüz için, imkanları olsa da bu yaklaşımda olanlara pek rastlayamıyoruz. Selçuk Yaşar'ın KSK tutkusu yelken sporcusu olduğu çok genç yaşlarda başlamış ve bir an bile soluklanmamıştır. Aynı şekilde, ailesi de Selçuk Bey'in vasiyetini samimi olarak sahiplenmeye devam etmektedir. “Pınar” ismi, tabii ki bir ticari yarar üretirken, kulübün bu branşının her daim iddialı olmasına da imkân sağlamıştır. Holding ekonominin en daraldığı dönemlerde dahi, KSK'nin “mecburcusu” olarak görülmüş, işin enteresanı bu talepkâr tavrı da kendi vecibesi olarak addetmiştir. Holding’den yapılan açıklamada, bu ayrılık yılında bile basketbol takımına 1-1,5 milyon dolar destek olunacağı camiaya duyurulmuştur.
Diyeceğimiz, bu kulüpte yönetimler gelir geçer. Hiçbir yönetim, mevzu Yaşar ailesi ise hassas çizgiyi aşmaya yeltenmemesi gerekirdi. İhtimal, bu yaşananlar aile tarafından acı bir tebessümle karşılanıyordur. Ancak onların sahiplenme duygusunun güncel gelişmelerden etkilenmeyeceği bilinir. Holding olgun ve vakur tavrını korurken, gelen bilgilere göre muhtelif kuruluşlarla isim hakkı üzerinden sponsorluk görüşmeleri sürdürülüyormuş. Bahse konu firmalar keşke futbol branşına yaklaşım gösterse. Neyse.. böylesi bir anda ortaya çıkan sponsorlar ne ölçüde kalıcıdır, geçmiş tecrübelerden biliyoruz.
Son söz; anlık cazibeler tarihi kulüpler için tek başına ikna edici bir gerekçe olamaz. Zamanında Galatasaray Kulübü, şu anda yurt dışında kaçak olan bir iş insanının müthiş tekliflerinin yüzüne dahi bakmamıştı. 1912 yılından gelen KSK, tüm Türkiye'deki Karşıyaka’lıların gözbebeğidir. Küstüremeyeceklerini bilseler de, Yaşar ailesine ve Selçuk Bey'in vefasına haksızlık yapılmasına asla müsaade etmezler. Camianın akil insanlarından; başta Hasan Denizkurdu, Sait Gürsoy, Cenk Karace , Mehmet Ali Kasalı olmak üzere lütfen bu vahim hatayı düzeltmek üzere ağırlıklarınızı koyunuz.