Bu hazin öykü kentimizin yok edilmiş tarihsel miraslarına duyarsızlığımızın örneğidir. Tarafların anlaşmasıyla, din esaslı bir mübadele yaşanmıştı. O kişiler, koparıldıkları topraklara hep özlem duydular. Geride hasretleri, ruhları, bir de binaları, işledikleri toprakları kalmıştı. Koca kordon boyunda, sadece birkaç bina bugüne ulaşabildi.
Pasaport iskelesine gelince; O civarda yaşayanlar her gün denize uzanmış bu zarif yapıyı seyrederler. Binanın orijinali 1922 yangınında çok büyük ölçüde tahrip olmuştu. Bina erken Cumhuriyet dönemi eseridir. Şu anda vapur iskelesi ve karakol olarak kullanılıyor. Bir tarihsel yapı bu denli mi özensiz bırakılır? Karadan iskele binasına ulaşan "koridor kısmına” metal ve plastik malzemelerle, en küçük bir estetik kaygı duymadan, eser niteliğine saygı göstermeden, derme çatma işlem yapılmış. Ana binalar ise, denizin yıpratıcılığında adeta dökülüyor.
Neyse, İzmir genelinde sayıları azalsa da hala tarihi binalarımız mevcut. Mevzuat o dönemlerden kalanları tescillemiş durumda. Örneğin Kemeraltı’nda 2000’e yakın korunmaya alınmış yapı sözkonusu. Artık, kısmen de olsa bir bilinç oluşmaya başladı. Tarihi geçmişini sevgili Yaşar Ürük hocamızdan öğrendiğimiz Pasaport binası bu anlamıyla kaderine terk edilmemeli. Bu neviden simgesel yapılar, Valimiz ve yerel yöneticilerimizden el uzatılmasını bekliyor.
Bu sayede keyifleniyor ya da hüzünleniyoruz. Bu vesileyle rakip takımı tutan dostlarla “mavra” yapmak işin en kazançlı kısmı. Futbol tüm dertlere, hele bir de derbi haftası ise bir “morfin” etkisi yapıyor. Şimdi Süper Lig'de şampiyonun belirleneceği son dönemece girdik. Heyecan dorukta, haliyle kaynatıp duruyoruz. Tüm dünyada futbol olgusu adeta sihirli bir fenomen. Pek çoğumuzun duygu dünyasında çok önemli bir yer tutuyor. En sakin karakterler bile, yeri geliyor “koyu taraftar” kostümünü kuşanıp, futbol tutkularını doya doya yaşıyorlar.
Esasında bu ilgi futbolla da sınırlı kalmıyor. Örneğin kadın voleybol Milli Takımı’mız ekran karşısında hepimizi kendinden geçiriyor. Ama futbol….. Onun yeri bambaşka. Her daim, her boşlukta, her sıkıntıda imdada yetişiyor, derde deva muhabbetiyle rahatlatıyor. Ancak bu “hoş”luğun maalesef ölçüsünü kaçıranlar var. Tuttuğu ya da yöneticisi olduğu takımlarıyla “hastalıklı” ilişki kuranlardan söz ediyoruz. Bu neviden fanatikler futbol keyfini kirletiyor. Hiç şüphesiz takımdaşlık duygusu heyecan gerektirir. Ancak makul ve aklı başında futbolseverler, arada bir tepkilerini renklendirseler de , neticede “gibi” gibi yaptıklarının bilincindedir. Umarız futbol bahse konu sorunlarından arındırılır ve bizleri mutlu etmeye devam eder.
Türkiye son derece güç koşullarda hayata geçirilmiş bir mucize öyküdür. Onun kodlarında “bölünme” tehlikesine karşı “aşırı dikkatli” bir duruş söz konusudur. Bu anlamıyla bünyesindeki kültürlerin dillerinin ön plana çıkarılması istenmemiştir.
Bugün hala Kürtçe’ye dair resmi platformlarda hassasiyet devam etmektedir. Devletin bu tutumu, Boşnakça, Çerkezce ve benzeri dillerde neredeyse yüzde 100’e yakın sonuç doğurmuştur. Arapça’nın, tıpkı Kürtçe gibi daha özel bir durumu vardır. Son yıllarda milyonlarca Suriyeli'nin gelişi ile ülkemizin ilave sosyolojik gerçekliğidir.
Netice “dil” temel insan hakkıdır. Ne yasaklanmalıdır ne de kısıtlanmalı. 1920'lerin dünyası için geçerli olanlar, aynı katılıkta sürdürülemez. AK Parti bu konularda daha ılımlı tutumlar sergilemiştir. Ancak CHP'nin, hele Genel Başkan düzeyinde bu yaklaşımı ülke demokrasisi açısından daha bir kıymetlidir. Bu fiili durum “Türkçemiz yabancı dillerin istilasına uğruyor, korumalıyız” yaklaşımıyla değerlendirilemez.
Çok kültürlü yapımız ve onun temel öğeleri hepimizin ortak değeri ve korunmaya muhtaç zenginliğimizdir.
Tabii ki bu yerlerin temizliği ön koşuldur. Sınırlı bir gelir dünyasının aktörleridir. Garsonları emektardır, ama kravatsızdır. Müşteri ile daha teklifsizdirler. Her daim makul fiyat çabası içindedirler. Ancak kaliteden de taviz vermezler. İşlerinin düşmesi pahasına bu tutumlarını sürdürürler. Bu mekanlar lüks ortamlara taşınırsa sudan çıkmış balığa dönerler. Zira taş yerinde ağırdır. Onları değerli kılan da “mecburi yetersizliklerinin” doğallığıdır.
Gastronomi dünyasında bir başka gereklilik de daha üst seviyedeki restoranlardır. Buralarda aşçı gitmiş, yerine şef (Chef) gelmiştir. Bu mekanlar her konuda daha bir özenli ve pahalı malzemelerle oluşturulur. Üst gelir grubunda olanları hedeflerler. Restoranlar belirli bir sermaye ile kurulma durumundadır. Mutfak kadrosu genelde gastronomik eğitim sürecinden geçmiştir. Sadece yöresel değil, dünya mutfakları konusunda da bilgi sahibidirler. Başarıları için mutlaka dışa dönük bir görgü ve bu esasa göre bir birikim edinmişlerdir. Mekân sahibi ile şef genelde farklı kişilerdir. Gastronomik başarı, her ölçekte, işini iyi yapmanı gerektirir. Bunu becerenler kendi kategorileri içerisinde değerli hale gelir.
Ülkemizde, bir hevesle ve bu işlerin kolay olduğu zannıyla çok sayıda, genelde “salaş” yeme-içme mekanları açılıyor. Tabii ki sürekli olamıyorlar, ama bu süreçte avladıkları müşterilerin canını fena yakıyorlar. Diyeceğimiz, herkes bildiği işi yapmalı, az bildiklerine kalkışmamalı. Kifayetsiz kurnazların mekanlarında da zaten çekirge sadece bir kere sıçrıyor.
Birincisi; Özgür Özel.
Özgür Bey partinin Genel Başkanı.
Bu görevi nedeniyle kâğıt üzerinde birinci adam.
İkincisi; Ekrem İmamoğlu.
İkinci defa İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığını kazanınca, 2028 yılı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP'nin favori aday adayı.
Üçüncüsü; Mansur Yavaş.
Halkta yüksek karşılık bulan “partili.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan 22 yıldır ülkemizin en etkili siyasetçisi.
Neticede enflasyondan kopuk bir fiyatlama zinciri oluşuyor. Paranın endazesinin sarsılması hemen her sektörde fırsatçı bir iştah kabarmasına yol açmış durumda. Kafelerden berberlere, hemen herkes enflasyonunun üzerinde fiyat belirlemeleri yapar hale geldi. Aynı durum bazı mal gruplarında da yaşanıyor.
Ekonomi yönetimi bu durumu önleme amacıyla bir yasal düzenleme çalışması içinde. Aşırı şekilde, gerekçesiz fiyatlarını artıranlara yönelik cezai yaptırımlar öngörülmesi planlanıyor. Ölçüsüz fiyat artırımları oligopol nitelikteki hizmet işletmelerinde adeta yağmaya dönüşmüş durumda. Pek tabi bu arsızlığın “uyumlu eylem” boyutuyla Rekabet Hukuku yönünden de suç teşkil ettiği ortada. Örneğin turizmin gelişmesinde kilit rol oynayan “marina” fiyatlamaları son iki yıl içinde Türk Lirası cinsinden takribi 8-10 kat artırılmış durumda. Komşu ülke marinalarına göre de döviz olarak 3-5 kat daha pahalı hale geldiler. Bu durum en bereketli kalem olan yat turizmini olumsuz etkiliyor.
Tabii ki liberal ekonomilerde fiyat, arz ve talebin kesişme noktasında oluşur. Ancak hukukta “gabin” müessesesi fırsatçı fiyatlamaları geçerli kabul etmez. Devletimizin “istifçilik, stokçuluk, fahiş artırımlarla mücadelede”, sopasını sertleştirerek hissettirmesi çok yerinde bir düzenleme. Zira bu yüzden kontrolü güçleşen enflasyon, beraberinde memur ve emekli maaşlarından asgari ücrete, pek çok ayarlamaları da peşinden sürüklüyor. En kötüsü; hem enflasyonu sarmal hale getiriyor, hem de ekonomik istikrar programlarına dinamit koyuluyor.
Zira, nargile bizatihi kendisini başkalarıyla paylaşıma pek müsaade etmez. Şayet ilgi ve alakanızı nargileniz üzerine yöneltmezseniz size küser, yani söner. Bu nedenle bir nargileci diğerine “nasılsın” dediğinde cevabını epey bir suskunluk sonrası alır. Hele bir de “daha daha nasılsın” diye sormaya kalkarsa muhatabından “çenen düştü” fırçası yiyeceği kesindir. Buradan hareketle kime ve neye yönelmişseniz başarının mutlaka “odaklanmadan” geçtiği dersini alırsınız.
Nargile anlık yoğunlaşmalarla iktifa eden, mutlu olan bir musibet değildir. Onu elde tutabilmeniz için konsantrasyonunuzun sürekli olması gerekir. Nargile kıvamına “tav” denir. Tav, nargile şişesinin devamlı dumanlı kalması halidir. Bu hal tütünün iyi ateş aldığı ve sorunsuz işlediği bir durumu gösterir. Çapkın erkeğin kızı “tavlaması, tava getirmesi” deyiminin de buradan geldiği söylenir. Pek tabii maharet, tavı anlık zirvelerde yakalamak değil, mütemadiyen devam ettirebilmektir. Bu durumun beşeri hayata yönelik dersi ise başarının sadece konsantrasyonla olmadığı, yanı sıra maraton koşucusu da olunması gerektiğidir. Nargileci adam biraz da oturmasından belli olur.
İlla çift sandalye ve bir sehpa işgali, yapılan icraatın mutlaka asgari konforunun gözetilmesine dair vazgeçilmez tutumlara işaret eder. Zaten biz “para kazanmasının asgari keyfinin” vazgeçilmezliği ilkesini hep vurgular dururuz.
Nargile erbabının yıllar içinde çok önemli bir meziyeti teşekkül etmiştir. O da nargileye kömür ateşi getiren “ateşçi”ye ayrıca bahşiş verilmesidir. Bu husus ekibin kritik kişilerinin ayrıca kollanması gereğine işaret eder. Nargile ateşinden başkalarının sigaralarını yakmaları, ayıbın ötesinde, neredeyse çok ağır bir hakaret olarak algılanır.
İnsani ilişkilerde bir sınırın olması gerektiğine vurgu yapan bu ritüel, bizim de takdir ettiğimiz bir “portakal, orda kal” anlayışıdır. Son olarak nargile içerken yanında boğazınızı yumuşak tutsun diye, nargile temposuna uyumlu olarak yudumladığınız çay ya da suyun, bu karizmatik keyif aleti karşısında ezildiğini ve sadece “eşlik edici” bir misyon yüklenerek kendi ritüellik keyiflerini ikinci plana aldıklarını görürsünüz. İşte biz bunu, ikinci adamların özverili olma gereklerine dair bir ders olarak algılarız.
Dahası çok...
CHP, yeni yönetim ile yarıştığı seçimlerin galibi oldu. Kılıçdaroğlu’nun başlattığı ittifak ilişkilerinin de bu sonuca katkısı oldu. Kütahya’dan Adıyaman‘a, Manisa Bursa , Balıkesir ve AK Parti ile adeta özdeşleşmiş daha pek çok beldenin kazanılması hakikaten onlar adına büyük bir başarı. Türkiye siyasetinde Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş isimleri bundan böyle daha çok konuşulacak. Özgür Özel, tartışma konusu edilen Genel Başkanlık konumunu pekiştirdi. CHP şimdi üçlü ve her bir güçlü bir yapı içerisinde siyasi hayatını sürdürecek. Ekrem İmamoğlu 2028 yılında Cumhurbaşkanlığı için partinin doğal adayı gibi duruyor. Mansur Yavaş bilindiği gibi ülkücü gelenekten gelen bir kişi. CHP yönetimini kendisine yeterince sahiplenmezse yeni bir merkez sağ oluşum için kendisine yoğun talep olacaktır. Özgür Özel tüm bu dengeleri en az sıkıntıyla yürütme sorumluluğunda. İzmir CHP’ye yönelik “sadakat sicilini” yine korudu. Cemil Tugay rakibi Hamza Dağ’ın 12 puan önünde ipi göğüsledi.. İlçe belediyelerinde ise CHP’nin elde ettiği sonuç onlar açısından olumluydu. 28 ilçe çok kişinin beklemediği bir sonuçtu. Ak Parti ülke genelinde umduğunu bulamadı. Ana faktör ekonomiydi. Bu seçimde “güvenlikçi politikalar” pek köpürtülmedi. Enflasyon sadece emeklinin değil, gelirini artıramayan her kesimin belini bükmüştü. Neticede Demirel’in değişiyle, “boş tencere fatura kesiyor” kuralı işledi. Şimdi artık 4 yıl seçim yok. AK Parti bu süreçte merkezi hükümetin sahibi olmaya devam ediyor. Ondan beklenen, gerekirse “acı reçete” uygulayarak ekonomiyi düzlüğe çıkartmaları. Bunun yanında; güneydoğu başta olmak üzere demokratikleşme adımlarını sıklaştırması ve uluslararası toplumla uyumumuzu güçlendirmesi. Bu takdirde 2028 yılı seçimleri için tekrar yukarı doğru ivme kazanabilir. Şu andaki fotoğrafa bakıldığında, genel izlenim, 2028 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ekrem İmamoğlu’nun çok iddialı olacağı. Yine Demirel’in bir sözüyle yazıyı bağlayalım. “Siyasette bir hafta bile çok uzun zamandır.” Bir ihtimal Anayasa referandumu gündeme gelebilir, yepyeni siyasi oluşumlara tanık olabiliriz, şimdi güçlü gözükenler siyaset sahnesinden çekilebilir... vb... Her ne olacaksa “demokratik basiretimizi” korumak esas. CHP’yi seçim başarısı nedeniyle tekrar tebrik ediyoruz.