Toplumların hayatında ülkeyi yönetecek iktidarlar her daim çok önemli olmuştur. AK Parti 20 yıl boyunca ülkeyi yönetti. İktidar süreci boyunca otoyollar, köprüler, tüneller başta olmak üzere pek çok yatırım ülke envanterine dahil oldu. Ekonomik anlamda takribi 700-800 milyar dolarlık bir milli gelire ulaştık. Arada geçen süreçte hep birlikte devletimize 2,761 milyar dolar vergi ödedik. Siyasi planda demokrasinin yerleşik hale gelmesinde engel olarak görülmüş askeri vesayet etkisizleştirildi. Ancak hayal edilen demokrasi konusunda alınacak mesafelerin olduğu biliniyor. Dış politikada Ak Parti iktidarı her zaman “pragmatik” oldu. An itibari ile 150 yıllık “batı” yürüyüşünün gözden geçirilmeye karar verildiği gözüküyor. Sosyolojik anlamda, her ne kadar bir “kutuplaşma” olgusundan söz edilse de, en azından baş örtüsü gibi konularda, muhafazakâr-seküler çekişmesi gündemden çıktı. Ancak bu kesimler arasında toplumsal yumuşamaya artan ölçüde ihtiyaç devam ediyor. Aynı şekilde, bir ara çözümleniyor diye umutlandığımız “barış süreci”nin kesilmiş olması, ileriye yönelik iktidarlara görev yüklüyor. 2023, özellikle “çevresel” konularda tüm dünya ile birlikte farkındalığımızın, daha da artacağı bir başlangıç yılı olmalıdır.
Ve en önemlisi 2023 Cumhuriyet’in 100’üncü yılı olacak.
Esasında temsili monarşi ya da cumhuriyet şayet “demokrasi” sindirilmemiş ise çok fark etmiyor. Dünyada “otokratik cumhuriyetler” olduğu gibi, İngiltere örneğinde demokratik “monarşiler” de söz konusu.
Cumhuriyetin toplumumuza kazandırdığı en önemli kalite hiç şüphesiz “laiklik”.
Hayat ilave gelen her bilgi ile doğru bilinenleri yeniden tanımlıyor. Bu anlamıyla “laiklik” toplum yararına değişim olgusunu kavrayan en temel ilke. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında ihtiyacımız olan toplumsal huzuru asgari müştereklerimizi ön plana çıkartarak oluşturmalıyız.
Tüm bir dünya ailesinin iyi anılan, örnek gösterilen bir üyesi olacağımız yılların başlangıcı olması umuduyla 2023 yılına hoş geldin diyoruz.
Bu yüzden de ayrı partiler.
Siyasi oluşumların amacı iktidar olmaktır. Mevcut sistemimizde “iktidar temsili” cumhurbaşkanlığı ve parlamento üzerinden şekilleniyor. Her parti ülke yönetiminde söz sahibi olmayı hedefler. Yeterli seçmen desteği yoksa diğer partilerle bir ortak paydada buluşmaya çalışır. Böylesi zeminlerde herkes göreli ağırlığını artırmaya gayret ederken ölçüsüz bir ısrara da düşmemeye özen gösterir. Sorumluluk gerektiren böylesi ortamlarda liderler; rasyonel bir tutum, soğuk ve sorumlu bir akılla hareket etme durumundadırlar.
Partili seçmenlerin karar vericilere baskısı genelde tepkiseldir, uzlaşmaya dayalı tavizleri sindirmekte zorluk çekerler. Ancak ortak kararlar makul gerçeklikler üzerinden oluşma durumundadır. Aksi takdirde uyumsuzluk yeşerir ve sürdürülebilirlik zedelenir. Bu anlamıyla 6’lı Masa’nın cumhurbaşkanı adayı, CHP’nin bastırmasıyla muhtemelen Kemal Kılıçdaroğlu olacak gibi duruyor. Diğer partiler, bu kabullerinin karşılığını, seçim kazanıldığı taktirde devlet yönetiminde ilave ağırlık kazanarak dengeleyebilirler.
GERÇEK DEĞİŞTİRİLEMİYOR
“Kılıçdaroğlu yüzünden seçim kaybedilirse” endişesi, an itibari ile bahse konu siyasi gerçekliği değiştirmeye yetmeyecek görünüyor. Çok muhtemel Kılıçdaroğlu ile bu seçime girilecek ve sonuçlar hep birlikte yaşanacaktır.
Bu senaryoda CHP liderine dair tereddütlerin aşılma çabası 6’lı Masa’nın diğer liderlerine de düşer.
Bu oluşum mutasavver bir koalisyon ortamı. Her partinin oy sıkleti oranında adı koyulmamış bir ağırlığı var. Her ne kadar eşit olduklarını söyleseler de realite böyle tecelli etmez. Bu sebeple Cumhurbaşkanı adayının belirlenmesinde CHP’ye rağmen bir sonuç oluşması beklenemez. CHP, öyle anlaşılıyor ki Kemal Kılıçdaroğlu ile seçimi kazanacaklarına inanıyor. İyi Parti’nin İmamoğlu’nun adaylığına yönelik olumlu yaklaşımına, Kılıçdaroğlu “parti içi meseledir, karışamazsınız” uyarısı ile mesafe koydu. Ancak Meral Akşener “İstanbul’u birlikte kazandık, İmamoğlu’nun patenti hepimizindir” mealindeki itirazından an itibari ile vazgeçmiş değil. İyi Parti’nin İmamoğlu ısrarının sebebi, onun Karadeniz, İç Anadolu, hatta Kürt seçmenlerine çok ters gelmeyecek bir profil olarak düşünülmesi, kıyı seçmenin de zaten “cepte” olarak değerlendirilmesinden kaynaklanıyor. Nitekim anketler de bu durumu teyit ediyor. Ailesinde hem seküler hem de muhafazakâr motifler olması da ayrı bir avantaj olarak düşünülüyor.
LİDERLERDEN OLMALI
Kılıçdaroğlu öteden beri “aday 6’lı masa liderlerinden olmalıdır”, diyerek, bir anlamda kendisini işaret ediyor. Meral Akşener’in adaylıktan feragat etmesi ve diğer liderlerin küçük partilerin temsilcileri olmaları Kılıçdaroğlu’nun elini güçlendiriyor. Kılıçdaroğlu bu tavrını sürdürürse “Masa” dağılır mı? Fatih Altaylı’nın anlattığı fıkranın tam yeri. “Temel ve Dursun Trabzon’dan yüzerek Amerika’ya gitmeye karar vererek yola çıkmışlar. Derken New York kıyılarında Özgürlük heykeli uzaktan görünmüş , ancak Temel “ben kesildim, pes, geri dönüyorum”, demiş. Mamafih, İyi Parti’nin Masa’yı terk etmeyeceğini Akşener İzmir’e geldiğinde zaten çok net şekilde ifade etmişti. Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı çıkanlar geçmiş seçim karnesinin pek iyi olmaması, bölgesel ve mezhebi kimliği, kariyerinde sadece devlet memurluğunun olması gibi sebepleri belirtiyorlar.
YEREL SEÇİMDE KANITLADI
Kılıçdaroğlu tecrübeli bir siyasi. Son yerel seçimlerde ki birleştiriciliği ile başarısını kanıtladı. Makul bir bakışla mevcutlar içerisinde adaylığa en yakın kişi olduğu aşikar duruyor. CHP’de İmamoğlu ve Mansur Yavaş’a dair; siyasi pratiklerinin yeterli olmadığı ve birçok yönden cumhurbaşkanlığı için “Kapalı Kutu” oldukları ifade ediliyor. Kaldı ki, İmamoğlu’nun yargısal kararla riskli aday haline gelmiş olması da bir realite. Cumhuriyet halk Partisi’nde Kılıçdaroğlu için; Millet İttifakı seçmenlerinden bir fire olmaması halinde, HDP seçmenine daha yakın gelebilecek aday konumuyla ve sürpriz bir “dip dalga” rüzgarıyla şansının çok yüksek olacağı değerlendiriliyor. Günün sonunda her kim üzerinde uzlaşılacaksa, belirsizliğin uzamasının giderek adaya zarar verdiği gerçeği de nazara alınmalıdır.
Hele bir devletin kuruluşunda ilmek ilmek örülen tarihsel olgular 100. yıllarını tamamlanmak üzere ise bu hassasiyet doruk noktasına ulaşır. Hatırlarsanız, 9 Eylül’de İzmir’in işgalden kurtuluşunun 100. Yılı muhteşem bir organizasyonla kutlanmıştı. Şimdilerde Cumhuriyet’in ilanına giden süreçte çok önemli kilometre taşlarından biri olan İzmir İktisat Kongresi’nin 100. Yılı etkinliklerine hazırlanıyoruz. Bu amaçla gerek İzmir Valiliği, gerekse Büyükşehir Belediyesi bahse konu etkinliğe iki farklı cepheden özel bir değer katma çabası içindeler.
TARİHİ BİNA YENİLENİYOR
İzmir Valisi Selim Köşger’in yönetiminde, vaktiyle kongrenin yapıldığı, ancak yıkılmış olan tarihi bina aslına uygun inşa ettirilirken, 17 Şubat 2023’de başlayıp iki gün sürecek önemli bir etkinlik planlanıyor. Büyükşehir Belediyesi’nin hazırlıkları ise daha uzun erimli bir çabayla şekilleniyor. Bu çerçevede; ağustos ayında başlayıp şubat 2023’e kadar kesintisiz sürecek olan, günlük ekonomik meselelerden ziyade gelecek on yıllara sari bir yol haritası oluşturmayı hedefleyen, siyaset üstü bir çaba içindeler. Bu amaçla, aslına uygun bir formatla; çiftçi, işçi, sanayici, tüccar, esnaf ve sivil toplum temsilcileri ile, olabilecek en geniş temsile dayanarak seri toplantılar düzenleniyor ve ara bildirgeler oluşturularak kamuoyu ile paylaşılıyor. Sonrasında, bu belgelerin yetkin uzmanlar marifetiyle olgunlaştırılarak , nihayetinde geniş bir paydada belirlenmiş “Yüksek İstişare Kurulu” tarafından bir sonuç bildirgesine dönüştürülmesi amaçlanıyor.
GELECEĞE IŞIK TUTACAK
Tunç Soyer bu çalışmanın, “tarih, doğa, demokrasi ve değişim” konu başlıklarında, geleceğe ışık tutacak şekilde ve bir tarihsel sorumluluk anlayışı ile oluşturulacağını ifade ediyor. Neticede böylesi önemli bir yıldönümünün hem merkezi idare hem de yerel yönetimler tarafından sahiplenilmesi çok anlamlı, yararlı ve farklı ihtiyaçlara cevap veren çalışmalara vesile olmaktadır. Son olarak belirtelim ki, iki ayrı kurumun konuya ilişkin çalışmalarını bir rekabet ve çekişme gibi asla görmemek gerekir.“İzmir İktisat Kongresi” markası tabii ki devletimize aittir ve Valilik makamının böylesi önemli bir yıldönümünü değerine uygun şekilde kutlaması herkes için gurur vericidir. İzmir Büyükşehir Belediyesi ise esas itibari ile bir “kutlama” çalışması yapmamakta, siyaset üstü bir anlayışla ve ülkenin değerli akademisyen, kanaat önderi, tarihçi, sosyolog ve fütüristlerin katkılarıyla, daha da önemlisi; sendikalar, kooperatifler, TOBB, Türkonfed, Tüsiad ve çok sayıda sivil toplum ve benzeri kuruluşlarla bu ülkeyi gelecekte yöneteceklere bir rehber oluşturma misyonu üstlenmektedir. Bunu boyutuyla sivil toplumun ekonomiye dair inisiyatifi ele alma girişimi olarak değerlendirilmelidir. Bu çalışmanın en değerli yönü tıpkı kurucu iradenin 100 yıl önce yaptığı gibi iktisadi politikaların devlet bürokrasisinin tekelinden çıkartılarak toplumun sivil bileşenleri ile oluşturulma gayretidir. Bu sebeple çok ciddi bir karşılık görmesi sürpriz değildir.Emek veren kurumlara kentimiz adına teşekkür ediyoruz.
Tabii ki çok değerli konuşmacılarla aşağıda kısa notlarla belirttiğimiz ilginç ve renkli tespitler yapıldı.
* Asgari ücret belirlenirken, o işçi o kadarlık katma değer yaratıyor mu diye de bakmak gerekir. Üretimi artırmadan sadece bölüşümü konuşmak doğru değildir. * Ülkenin geleceğine bakmak gerekir, sadece “mıntıka” temizliğine odaklanmak eksiktir. * Türkiye’yi konuşuyorsak “serbest dil kopuşuna” ihtiyaç vardır. * Dünya; pandemi, Rusya-Ukrayna savaşı gibi nedenlerle soğuk savaş ortamına sürüklenirse, Türkiye hangi blokta yer almalıdır? * Dünya artık “eşitsizlik toleransının” azaldığı bir yer haline gelmiştir. * Dünya ileriye doğru sıçrıyor. Ama ilerisi bir “bilinmeyen”dir.
* Teşvik tedbirleri daha ziyade sanayiciye. Her teşvik enflasyon yaratır, bedelini de az teşvik alan çiftçi öder. * Türkiye’de insanlar “iş bulamadığı” için mecburen “girişimci” olmaya yöneliyor. * Almanya’nın iş karakteri büyük firmalara, ABD’nin ise start-up’lara dayanır. Türkiye’nin iş DNA’sı acaba ne olmalıdır? * Türkiye “inovasyon mu, imitasyon mu” tercihinde, tıpkı Güney Kore gibi ikincisine odaklanmalıdır. * Ne yapılırsa, “kazan,kazan,kazan” kuralı, “üreten, tüketen ve gezegen” esas alınmalıdır. * “Ahlak ayak izi”, “karbon ayak izinden” daha önemlidir. * Tarımın artık neoliberal anlayışlarla ele alınma devri geçmiştir. * Bir ABD olmak için 30 yıl boyunca, sektirmeden her yıl yüzde 15 büyümek lazımdır. * İnovasyon kaliteli beşeri sermaye gerektirir. Bizim üniversitelerin hali ortadayken bu mümkün gözükmüyor. * Türkiye coğrafi konumu nedeniyle çok acılar çekti. “Bedeli ödenmiş bir jeopolitiğin” karşılığını alacağımız dönemler artık gelmeli. * “Orta gelir tuzağı” kavramı artık anlamsız. Zira “Orta Direk” artık yok. * Ortak akıl önemlidir. En büyük faydası da “anlaşılamayan” konuları saptamasıdır. * Ortak akıl ararken aşırı “uyum” yakalanmışsa bu kötüdür. Onun yerine “rıza” kavramı yeterli addedilmelidir. * Türkiye “küresel bilinçle” değerlendirilmelidir. * Bugün ortak akıla değil “yeni akıl”a ihtiyaç vardır. * Dünyanın geleceğini değerlendirirken “gelişmişlik endeksi” yerine “mutluluk endeksi” ön plana çıkacaktır. * Hareketsiz timsah çanta olur.
Öncelikle belirtelim ki tüm dünyada artık “liberal” ekonomik programların geçerliliği tartışılmaya, hatta terk edilmeye başlandı. Fukuyama’nın meşhur “Tarihin Sonu” eserinde her türden sosyal siyasal ve ekonomik içeriği ile liberal anlayışlar adeta kutsanıyordu. Ancak yaşanan gelişmeler bu anlayışı teyit etmedi. 2000’li yılların başında ülkede yaşadığımız kriz sonrası IMF’nin Kemal Derviş marifetiyle uygulattırdığı ekonomik program bu teorinin izlerini taşıyordu. Hatırlayın, devletin ekonomiden elini ayağını çekmesi istenerek, özelleştirme uygulamaları hayata geçirilmişti. “Dar Koridor” bahse konu politikalara hayatın her alanında bir itirazı gündeme getiriyor.
NELERİ KAPSIYOR?
* Güçlü devlet önemlidir, tıpkı güçlü toplum gibi. * Devletin olmadığı toplumlarda “kanun” yoktur. Kanun yoksa kuvvetli zayıfı ezer. Kanunsuz toplumlarda güçlüler bir hiyerarşi oluştururlar ve kendi normlarını dayatırlar. * Devlet toplumu organize eden bir aygıttır. * Devlet ve toplum birbirlerini dengelerse özgürlük ortaya çıkar. * Devletin olmadığı tarihi süreçlerde “kabile” düzeni söz konusuydu. İnsanlık 50.000 yıl devletsiz yaşadı. Kabile düzeninde devlet hegemonyasına izin yoktu. Devletsiz toplumda herkes maddi zenginlikte eşitti, gelenekler başka türlüsüne müsaade etmezdi. Gelenek toplumu bürokratik olmayan yapısı gereği sorun çözücüydü ama esnek değildi. Gelenek kültürü kaçınılmaz olarak hiyerarşi doğuruyor, bu hal de toplumsal özgürlüğü yok ediyordu. * Devletin olmadığı özgürlük tek başına sürdürülemez. Hele gelenek denetimi söz konusu değilse “karmaşa” oluşur. Özgürlüğü anlamlı ve işler kılan Devletin kurumsal yapısıdır. * Ancak toplumu sindiren Despotik Devlet toplumun inisiyatifini yok eder, korku baskı zulüm oluşturur. * Olması gereken; ne toplumun ne de devletin tek belirleyici olmadığı bir “dar koridoru” diğer değişle bu sınırlar arasında kalan ortamı yakalamaktır. Dar Koridor istikrar güven büyüme ve zenginliğin en elverişli ortamıdır. Toplumun özgürlüğü ancak devletin demokratik değerleri koruyan düzenleyici kuralları ile bir zemin kazanır. * Dar Koridor’a geçmek yetmez, orada sürekli kalmak önemlidir. * Diktatörlükten demokrasiye geçen ülkelerin, koridor ülkelerine göre ekonomik krizlere direnci daha azdır. Demokrasiye geçiş büyümeyi hızlandırmıştır. Hemen her parametrede iyileşme görülmüştür. * Güçlü devlet ve demokrasi, aşırı güçlenen bireylere geçit vermemelidir. Avrupa’da özgürlük ve demokrasinin gelişmiş olmasının temel sebebi, devlet kurumlarının etkin varlığı ve Toplumun sivil itaatsizliğe varan karşı çıkış geleneğidir.
ÖZETLE: Toplumun gücü, devlete ne ölçüde sesini çıkartılabildiği ile ilgili olup, bu durum kendini kurumsal (sandık) ve kurumsal olmayan (sokak protestosu, kolektif aksiyonlar) güçleri vasıtalarıyla gösterir. Devlet ise ekonomik, sosyal, hukuki, yönetsel... Kısaca kural koyma ve yaptırım gücüyle misyonunu yerine getirir. Dikkat edilirse Daron Acemoğlu’nun tespitleri devletin ekonomisinin her alanında piyasadan çekilmesini savunan bir “liberal” anlayış değildir. Bu yönüyle bir Kemal Derviş politikaları önermemektedir. Hatta devleti tekrar denkleme dahil eden bir söylemle bir “Sosyal Demokrat” anlayışa işaret etmektedir. Tabii ki esas vurgu; herkesin sınırlarını bildiği ve özgürlük anlayışını Devletin makul regülasyonlarına göre revize ederek koruduğu bir düzen ifade edilmektedir.
Hrant Dink’in cenazesinde eşi Rakel cinayet zanlıları için “bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiç bir şey yapılamaz kardeşlerim” diyerek, müthiş bir özeleştiri daveti yapmıştı. Aynı durum kendini taraftar zanneden bu gözü dönmüşler için de geçerli. Bu eğilim öteden beri özellikle de İzmir’de kendini gösteriyor. Önceleri sadece Karşıyaka ve Göztepe arasındayken, şimdi kervana Altay taraftarı da katıldı. Hiç şüphesiz tüm bu olaylar kulüp yönetimleri ile alakalı değildi. Bunları yapan profil, tam anlamıyla “lümpen” diye tanımlanan, kişisel planda bir değer oluşturamamış, kişiliğini bir fanatik duruş üzerinden ifade eden, çok muhtemel işsiz, kimileri uyuşturucu ve alkol müptelası, asalaklığı iş edinmiş ve toplum nezdinde itilmiş tipler. Yine çok muhtemel, sorunlu ailelerin yetiştirmesi psikolojik tahribatı olan kişiler. Böylesi insanların sayısı hiç de az değil. Fünyesi çekilmiş el bombası gibi binlercesi toplum içimize karışmış halde yaşıyor. Ama, ister tribün lideri denilsin, ister bambaşka sebeplerle itibar gören bir çarpık ruh olsun, onların ajitatik ateşlemesine bazı taraftarlar da büyük bir keyif ve heyecanla ortak oluyorlarsa, işte bu hal meseleyi ürkütücü ve düşündürücü hale getiriyor.
Hangi hastalıklı zemin bu insanları bünyesinden fışkırtarak ortaya saçıyor.
Dünyanın en güzel gökyüzünün altında, kadim Akdeniz medeniyetinin mirasçısı çocuklar neden bir mucize zenginliğin üstünde oturduklarını önemsemeden yüzeysel olgular üzerinden kimlik devşirmeye çalışıyorlar. Yok mudur bu insanların unutturulmuş değerleri, kültürel kodları, geçmişleri. Nedir bu “meraksızlık” halleri. Kim, neden istedi yüzbinlere, milyonlara ulaşmış gençlerin bu denli ilgisiz olmalarını. Nedir derin sebebi, zarar vermeyi bile eğlence addeden bilinçsiz haller.
Neyse; “küllenmiş gerçeklerimizi açığa vuran olaylardı yaşadığımız” diyerek geçelim. Hoşgörü toplumu olmak, demokrasiyi tüm unsurlarıyla bir yaşam biçimi haline getirmek öncelikli sorumluluğumuz. Konuya ilişkin genel prensip; bu neviden eylemler kişisel planda değerlendirmeli ve yasaların öngördüğü en katı hükümlerle cezalandırılmalıdır. Trübünde gerçekleşen eylemin sahadaki olaylara yansıması sürecinde arada geçen 6 dakikada sosyal medyanın müthiş abartılı bir dezenformasyona yol açtığını belirtelim. Bu durum 18 bin kişi ile bin kişiyi öfke ve hınçla karşı karşıya getirebilirdi. Saha komiseri ve hakem ilk olaydan hemen sonra insiyatif alarak maçı tatil etmeliydi. Neyse; kulüpler bu neviden olayların mağdur tarafındadadır.
Neticede üzülerek belirtelim ki; sosyolojik ve tarihsel açmazlarımız bu kitlelere pabucun pahalı olduğunu kolay öğretmeyecektir.
Bilindiği üzere bu dönem ESİAD Başkanı bir “kadın”, Sibel Zorlu. Zorlu, kadın sivil toplumcularla görüşmesini vesile kılarak İzmir’e gelince ESİAD da geniş katılımlı bir toplantıyı organize etme fırsatını kaçırmadı. Tabii ki en fazla merak edilen 6’lı masanın cumhurbaşkanı adayının kimin olacağıydı. Akşener; kendisinin aday olmama kararının asla bir “fedakârlık” anlamına gelmediğini, “feragat” olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtti. Feragat kavramını ise “bir haktan bilerek vazgeçme” olarak tanımladı.
SİYASİ BİR DENKLEM
6’lı masanın adayının belirlenmesinin çözüme muhtaç bir siyasi denklem gibi değerlendirilmesi gerektiğini ifade eden Akşener, “Denklem bileşenleri X ve Y’den oluşuyor, X belli, ki o da Sayın Kılıçdaroğlu, peki Y kim”, dedikten sonra “Y”nin önerilmesi sorumluluğunun sadece İyi Parti’ye yüklenilemeyeceğini ifade etti. Devamında; “İş insanları, STK’lar, kanaat önderleri de seçenek üretme çabası içinde olmalıdır” dedi.
Bu arada CHP’nin Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın adaylık spekülasyonlarına dair net tavrını geciktirmesinin kamuoyunda bu iki kişiye ilişkin hoş olmayan bir taraftar oluşumunu körükleyen disiplinsiz bir gelişmeye yol açtığını, duruma müdahale uzayınca, o zaman bu iki adayı da destekleriz beyanı ile bahse konu dağınıklığın giderilmesine katkı sağladıklarını üstü kapalı ima etti. Nitekim Kılıçdaroğlu sonrasında İzmir’de Ekrem ve Mansur beylerin “liderin yanındayız” tweetlerini cebine koyduğunu hatırlıyoruz.
HANDİKAP TEŞKİL EDEBİLİR
Toplantı boyunca Kılıçdaroğlu’nun adaylık kabul ya da vetosuna dair bir şey söylemekten özenle kaçındı. Bu durum “kazanacak aday” arayışına devam edildiği, olarak algılandı. Bu noktada seçenek oluşturulursa Kılıçdaroğlu’nun kendisi ve partisini adaylığına dair bu denli angaje etmesinin ittifak içinde bir handikap teşkil edebileceği muhtemel gözüküyor. Kemal Kılıçdaroğlu en nihayetinde 6’lı masanın adayı olduğu taktirde, bu defa “gecikmenin yaratacağı yıpranma” karşı tarafa verilen büyük bir koz olarak değerlendirilecektir.