AFET sonrasında en temel sorunun, yaşadıklarımızı çabuk unutmamız olduğunu hatırlatan Sosyolog Prof. Dr. Veysel Bozkurt, “Unutarak iyileşmeye çalışmamız, uzun vadede katkı sağlamak yerine bir sonraki afete hazırlıksız yakalanmamıza yol açıyor. Afetlerin yarattığı yıkımın azaltılması için toplumsal hafızayı canlı tutmalıyız. Politika yapıcıları gerekli önlemleri almaya teşvik etmeliyiz. Kamu görevlileriyle koordineli biçimde, bilim insanları, sivil toplum örgütleri, meslek örgütleri ve diğer gönüllüler de sürece katkı sağlamalıdır” dedi.
- Afet sosyolojisi hangi konuları inceler ve hangi soruna dikkat çeker?
Bu coğrafyanın bir gerçeği olan depremlerin er veya geç olacağını bilsek de çoğu zaman beklenmedik bir anda geliyorlar. Depremler şüphesiz çok sayıda bilim disiplinini ilgilendiriyor. Afetin hemen sonrasında deprem bilimciler, mühendisler en dikkatli takip ettiğimiz bilim insanları oluyor. Daha sonrasında psikologlar, psikiyatrlar, tarihçiler depremi kendi disiplini perspektifinden inceliyorlar. Afetler toplumsal yapıyı derinden sarsıyor, insanların bildiği kuralları işlemez hale getiriyor ve sistemleri krize sokuyor. Risk ve belirsizlik artıyor. Korku, kaygı, çaresizlik hayatın bir parçası haline geliyor. Bu saydıklarımın hepsi sosyolojinin temel inceleme nesnesi olan toplumsal yapıdaki sarsıntı ile yakından ilişkilidir. Dolayısıyla afet sosyolojisi, afetlerin/depremlerin toplumlar üzerindeki sosyal, ekonomik ve psikolojik etkilerini inceler.
- Afet sosyolojisi alanında yapılan çalışmalar ve araştırma sonuçları uygulandığında nasıl bir süreci destekler?
Genelde afet sosyolojisi alanındaki araştırmalar yaşanan eşitsizliklere, kırılgan grupların yaşadığı sorunlara, kadınlara, gençlere, aile-içi şiddet, sosyal ağlar gibi konulara odaklanırlar. Afet sosyolojisi alanında yapılan çalışmalar, politika yapıcılara, toplumsal süreçleri anlamada yol gösterici olabilir. Toplumların afetlere karşı daha dirençli olmalarına katkı sağlayabilir.
YAŞADIKLARIMIZI ÇABUK UNUTTUK
- Sizin de 17 Ağustos 1999 depremi sonrası, “Deprem ve Toplum: “Bursa’da Deprem Olursa” paneli izleyicileri üzerinde uygulamalı bir araştırmanız olmuş ve sonuçlarını bir kitap haline yayınlamıştınız. Bugünden baktığınızda en temel sorun olarak tespitiniz ne olur?
HAYAT serüveni hem insanlığa hem de bilim dünyasının gelecekteki dâhilerine ışık tutacak yol haritası niteliğinde olan Prof. Dr. Kılıç ile memleketi Bursa’da bir araya geldik. Röportajımızda bilime adanmış ömrünün kilometre taşlarını ve yaşamına yön veren dönüm noktalarını konuştuk.
Mert İnan’ın yazarı olduğu “Beyin Nedir?”den “Yaşam Nedir?”e Bir Hayat Serüveni: Türker KILIÇ kitabı ile hayat serüveninizi paylaşmaya nasıl karar verdiniz?
Kendi yazmış olduğum Yeni Bilim: BAĞLANTISALLIK, Yeni Kültür: YAŞAMDAŞLIK kitabımdan sonra, sevgili Mert İnan bana biyografim için geldiğinde şaşırdım. “Yaşı daha ileri kişilerin biyografisi olur” dedim kendi kendime. Ancak konuştukça deneyimlerimin derlenmiş halinin başkalarının işine yarabileceğini düşündüm. Kitabın oluşma sürecinde ise birçok lise ve üniversite öğrencisinin bana şimdi sordukları çoğu sorunun yanıtını bulabileceğini gördüm. Bu biyografi kitabı ülkemizin bir dönemine, bilim yaşantısına ve eğitim sistemine de ışık tutuyor. Yaşamımın bugünün gençleriyle ortak noktaları hayli fazla. Hep söylediğim gibi “yaşamdaşlık” gereği hepimizin yanımızdakileri zenginleştirme sorumluluğu var. Kitabımda adı geçen herkese, yaşamıma kattıkları için, benim de onların yaşamına kattıklarımı kabul etmelerinin sevincini yaşamama vesile oldukları için minnettarım.
YAŞAM DENEYLERİMİ DERLEDİK
Okuyucular kitapta yaşamınızdan hangi kesitleri bulacaklar?
1991’de başlayan Marmara Beyin Cerrahisi maceram, 2012 yılında Anabilim Dalı Başkanlığı ve Nörolojik Bilimler Enstitü Müdürlüğü’nden istifa etmemle bitti. Bu sürece kadarki dönem, profesyonel hayatımın olgunlaşma kısmıdır. Sevgili Mert’le bu dönemin “yaşam deneyleri”ni derledik. Akademik kariyerimdeki en önemli kişilerden biri olan Prof. Dr. Necmettin Pamir hocam da dahil bölümde en uzun hizmet veren kişi olarak “Marmara Nöroşirürji Senelerim”i, özellikle “ciğerimin sökülmesi” gibi acı çektiğimiz ayrılış maceramızı bu kitapta anlatmadım. Ayrıca son on yılımın geçtiği, kurucu dekanlığını yapmakta olduğum Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi ve 2020 yılında kurmuş olduğum, amaç ve çalışma konuları doğrultusunda ulusal ve uluslararası nitelikler taşıyan Türkiye Beyin Vakfı’nın hikayesi ise yaptığımız seçimlerle halen yaşanmakta. Dilerim bu dönemleri kendim yazmadan ölmem.
AİLE BAĞLARIMIZ GÜÇLÜDÜR
Aldığı bir çok saygın ödülün yanı sıra, müzikte özgün ve çok kültürlü yaklaşımıyla dünyanın dört bir yanında eleştirmenlerin adından övgü ile söz ettiği Mehmet Ali Sanlıkol, röportajımızda Türk müziğini keşfetmesiyle birlikte kimliğinin nasıl yeniden oluştuğunu anlattı.
Aynı zamanda Boston’da New England Konservatuvarında profesör olarak görev yapan Sanlıkol ile yıl sonunda Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası ile ilk kez dünya prömiyerini gerçekleştirdiği Karagöz Orient Ekspresi konseri sonrası bir araya geldik. Proje yönetmenliğini de yürüttüğü Dr. Hüseyin Parkan Sanlıkol Müzik Enstrümanları Müzesi’ndeki sohbetimizde, Bursa’dan Boston’a uzanan müzikal kariyerindeki önemli dönüm noktalarını konuştuk.
İLK KONSERİ 5 YAŞINDA VERDİ
Önce çocukluğunuza, müzik öğretmeni olan anneniz Fethiye Sanlıkol’dan eğitim aldığınız günlere gidelim dilerseniz. İlk piyano derslerinizden ne geliyor aklınıza?
O günleri düşününce, annem bir öğrencisiyle ders yaparken yanlarında oyuncaklarımla oynadığımı hatırlıyorum. O yüzden Beethoven sonatlarını, Chopin valslerini sonradan öğrenmiş olsam da daha küçücükken kulağımda yer etmişti. Annem beni ilk oturtup tuşlara dokundurttuğunda dört yaşındaydım, beş yaşındayken de Çelik Palas’taki resitalde ilk kez konsere çıkıp bir çocuk şarkısı seslendirmiştim. Eğitimim on bir yaşına kadar klasik batı müziği ile devam etti. Ortaokulu Namık Sözeri’de, liseyi Cumhuriyet Lisesi’nde okudum. İçinde Şebnem Ferah’ın da olduğu Bursa’nın rock gruplarıyla çalmaya başladığımda ise on üç yaşındaydım. Hep birlikte Rock festivallerine çıkıyorduk.
ABD’YE BAŞVURU YAPTIM
Seksenli yılların sonlarında lisedeyken caz müziğine ilgi duymaya başlıyorsunuz. Müzik eğitiminizi istediğiniz anlamda sürdürmek zor olmadı mı?
Türkiye’de ilk ve tek olarak uygulanan “Kahve Bilimi ve Uygulamaları” dersi ile Okan Üniversitesi Gastronomi Bölümü Öğretim Görevlisi olarak da görev alan Cenk Girginol ile 5 Aralık’ta kutlanan “Dünya Türk Kahvesi Günü” vesilesiyle bir röportaj gerçekleştirdik. Ödüllü yazar, kahvenin standardizasyon çalışmalarına ve de lezzetli kahve pişirmenin ipuçlarına dair de bilgiler verdi.
Dünyada petrolden sonra en büyük ticari emtia, sudan sonra en çok içilen içecek olan kahvenin değerini konuşarak başlayalım isterseniz?
Kahve keşfedildiğinden beri hayatın içerisinde olan bir ürün, her insana hitap ediyor. Tüm dünyada tüketilmesi ekonomik anlamda elbette değerli bir meta olmasını sağlıyor. Uganda’ya da gitseniz New York’a da gitseniz İstanbul’a Mardin’e de gelseniz dil bilmeseniz bile ‘kahve’ dediğinizde herkes size mutlaka kahve içeceğiniz bir yer gösterir. Buna bağlı olarak bir endüstrisi de bulunuyor; kahve makineleri, ekipmanları, fincanları ve benzeri ürünleriyle birbirini sürükleyen eşlikçilere sahip. Öte yandan hep derim; en alt gelir grubundan birinin de en üst gelir grubundan birinin de Türk kahvesinden aldığı keyif aynı keyif. İşte bunun için de en büyük meta.
Tüketim oranlarını karşılaştırdığımızda en çok hangi ülkelerde tüketiliyor?
Kişi başı tüketimde İskandinav ülkeleri başta geliyor, yaklaşık 12 kilo civarında. İtalya, Almanya, İsviçre ortalamalarına baktığımızda 5-7 kilo arasında. Türkiye’ye baktığımızda, sektörde 20’inci yılıma giriyorum, 2003 yılında 300-400 gr olan kişi başı tüketimin şu anda 1 kilo 300 gram civarına geldiğini söyleyebilirim. Bu ciddi bir artış. Elbette bu artışta altı yedi yıl önce hayatımıza giren kahve zinciri markalarının büyük etkisi var.
EN İYİ KAHVE KİTABI ÖDÜLÜ
Kahve üzerine yazdığınız kitaplarınız ile alanında dünyanın en saygın ödüllerini almayı başardınız. Öncelikle içerikleri hakkında kısaca bilgi alabilir miyiz?
Ekranlara yeniden dönmeye hazırlanan Ece Üner ile aynaya bakma serüvenim dediği ve bütün duraklarda düşünüp kendini, kadın olma meselesini hesaba çekme fırsatı bulduğu yolculuğunu konuştuk. Çocukluğundan mesleki deneyimlerine kadar geçen süreci samimiyetle anlatan Üner, “Beyin ile kalp arası 40 cm ama benim aklımda olanı kalbime indirebilmem tam 40 senemi aldı” dedi.
SÖYLEŞİMİZDE kadını özgürleştirmenin yolunun erkeği de özgürleştirmekten geçtiğinin altını çizen Ece Üner, erkeklik meselesinin yeniden tanımlanması zorunluluğuna da dikkat çekti.
Destek vermek amacıyla kullandığımız “Yalnız değilsin” sözü sizin için tam olarak ne ifade ediyor?
“Yalnız değilsin” deyince aklıma hemen insan hikayeleri geliyor. Ekrandan da söylediğim gibi birbirimize görünmez sicimlerle bağlıyız aslında. Ve ben de bu bağlılık kısmını ağır bir depresyona girerek yaşadım. Çünkü bu kadar çok hikâye varken, yani bu kadar çok kadın çaresizliği yaşarken, ben evimde konforlu, huzurlu ve sıcak refah içinde olsam ne olur olmasam ne oluru hissettim. Şimdi kendi hikayemi, bütün duraklarda düşünme, kendimi, kadın meselesini hesaba çekme fırsatı bulduğum yolculuğumu anlatıyorum. Kadınların yüzyıllardır erkeğin görünüşünü 3-4 misli gösteren mucizevi aynalar olarak görev yaptıklarını düşünüyorum. Ama artık kadının ayna olma değil aynaya bakma zamanı geldiğini de. Henüz bir kadının boyutlarını gösterecek bir ayna da icat edilmedi bence. Benim aynaya bakma serüvenimden bahsedecek olursam, beyin ile kalp arası 40 cm ama benim aklımda olanı kalbime indirebilmem tam 40 senemi aldı!
AİLENİN TEK KIZ ÇOCUĞUYUM
Serüvenin başına yani çocukluğunuza dönersek, bir kız çocuğu olarak nasıl bir ortamda büyüdünüz?
Dünyada ilk kez sesi, resmi, hikâyeyi ve dijitali bir araya getiren ‘Sesim Resim’ projesini; Sanatçı Cenk Yüksel, ana sponsor ECE Türkiye Kurumsal İletişim Müdürü Özge Karatay, TEGV İş Geliştirme Müdürü İpek Uralcan ve organizasyonu gerçekleştiren DB Positive Genel Müdürü Derya Babuç anlattı.
Cenk Bey sizden ‘Sesim Resim’ projesinin içeriğini ve TEGV ile buluşma hikayesini dinleyebilir miyiz?
Cenk Yüksel (Sanatçı): Sesim Resim; dünyada ilk kez sesi, resmi, hikâyeyi ve dijitali bir araya getirerek katılımcılara interaktif ve benzersiz bir deneyim yaşatan bir proje. Bildiğiniz gibi ilk olarak kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitliği teması ile Mor Salkım Kadın Dayanışma Derneği yararına gündeme gelmişti. Büyük ilgi ve beğeni gören sergimi gerçekleştirdikten sonra DB Positive ve ECE Türkiye yöneticileri, ‘Bu projeyi ‘Eğitimde Fırsat Eşitliği’ temasıyla TEGV çocukları için yapmak ister misiniz?’ diye sordular. Bu kıymetli teklifi kabul ederek, bu kez Türkiye’de eğitim konusunda eşit haklara sahip olunması anlayışı ile kurulan derneğin bugüne değin dokunduğu; dünün çocukları bugünün doktor, mühendis, öğretmen, sporcu, avukat ve sanatçılarının, bu mucizenin bir parçası olan gönüllülerin hikayelerini yine kendi duygu dünyamdan tuvale aktardım.
EĞİTİM DESTEĞİ ÇIĞ GİBİ
Hikayeleri dinlediğinizde hangi duygular size ilham verdi? Neler hissettiniz?
Cenk Y.: TEGV çocuklarının hikayelerini okurken, hayal dünyamda TEGV’in başardığı şeyin, bir tırtıl halinde kendilerine gelen çocukları kelebeğe dönüştürerek özgürce uçmalarını sağlamak olduğunu düşündüm. Ve devamında özgürce uçanların çoğunun yuvaya geri dönerek diğerlerine de uçmayı öğrettiklerine; bu eğitim desteğinin çığ gibi büyüdüğüne tanık oldum. Bu sezon sergimi tek kelime ile nasıl tanımlayacağımı sorsanız, cevabım ‘uçmak’ olur. Sergiyi ziyaret edenler ise tüm bu hikayelerin duygu yüklü dünyasına, resmin yanına eklenen QR kodları ile ünlü isimler; Arif Pişkin, Cem Davran, Ceyda Düvenci, Eda Erdem, Emre Kınay, Sunay Akın, Umut Oğuz, Yetkin Dikinciler, Zeyno Eracar ve Ziynet Sali’nin sesinden yolculuk ediyorlar. Tüm sanatçılarımıza da bir kez daha bu anlamlı katkıları için teşekkür ederiz.
SADECE BİR SERGİ DEĞİL!
ONLINE röportaj yaptığımız Görsel Efekt Sanatçısı Olçun Tan, bir hayalle başlayıp Hollywood filmlerinden Marvel, Disney, Paramount gibi dijital platformların tercih ettiği şirketini kurmaya uzanan başarı hikayesini ve Türkiye’deki çalışma sistemini Hürriyet Bursa okuyucularıyla paylaştı.
Film endüstrisi, görsel efekt dünyasının gelişimi ve geleceği hakkında bilgiler veren sanatçılar Tan ve Özemre, bu sektöre ilgi duyan gençlere de tavsiyelerde bulunmayı ihmal etmediler.
Kısaca sizin hikayenizi dinleyebilir miyiz? Üç boyutlu (3D) model merakınız nasıl başladı?
Olçun Tan: Annem ve babam aslen İstanbullu, 1960’lı yıllarda Almanya’ya işçi olarak gitmişler. Ben 1976 Frankfurt doğumluyum. Çok küçük yaşlarda hayaller kurmaya ve kağıtlara çizmeye başladım. İlk başlarda kendime ait bir bilgisayarım da yoktu. Genellikle arkadaşlarımın bilgisayarlarında basit grafik programları yazıyordum. 1988 yılında NASA’nın uzay mekiği Endeavour’ın üç boyutlu modelini gördüğümde bu teknolojiyi öğrenmeye karar vermiştim. Önce şirketi ikna ederek okuldan sonra her gün bilgisayarlarında iki saat çalıştım, daha sonra babam bana bir bilgisayar aldı. Üniversitede de bilgisayar programcılığı ve üç boyutlu grafik tasarımı dersleri aldım. Kendimi kısa zamanda geliştirerek Almanya’nın en büyük dizilerinden birinde teknik animasyonlar yapmaya başladım. Böylece görsel efekt sektörüne de adım atmış oldum. Önemli projelerde yer aldıktan sonra Milfilm’den aldığım teklifle İngiltere’ye gittim ve Lara Croft: Tomb Raider, Harry Potter serisinin ilk filmi, Black Hawk Down (Kara Şahin Düştü) gibi hala kendinden söz ettiren işler yaptım. Bu işler de bana Hollywood’un kapılarını açtı. Steven Spielberg’in de kurucuları arasında yer aldığı DreamWork’te çalışmaya başladım. 2003 yılında geldiğim Los Angelas’da, 2006 yılında kendi şirketim Gradient FX’i kurdum. Şu anda Los Angeles (ABD) ile birlikte Düsseldorf’ta (Almanya), Vancouver (Kanada) ve Türkiye’den Deniz Özemre’nin de bulunduğu 30 kişilik ekibimiz var. Şimdiye kadar 100’ün üzerinde proje yaptık ve çalışmalarımıza devam ediyoruz.
KENDİ KENDİME ÖĞRENDİM
Hemen Türkiye’den şu anda tek çalışma arkadaşınıza dönelim. Deniz Bey, sizin de sektöre olan ilgi ve yeteneğinizi keşif sürecini dinlemek isteriz.
Sanatçı Pınar Ayhan’ın, Çanakkale Savaşı, Karadeniz Vapuru, Özsoy Operası ve Köy Enstitüleri‘ne ilişkin insan öykülerinin yer aldığı “Orada Duruverseydi Zaman” müzikal belgeseli 24 Ekim’de Bursalılarla buluşmaya hazırlanıyor. Tohumluk Vakfı yararına gerçekleşecek olan proje öncesi sanatçı ile kendi değişim ve dönüşüm hikayesiyle başlayıp Tohumluk Vakfı’na uzanan, sahneden sahaya inen projeleriyle bir zaman yolculuğuna çıktık.
Tarih anlatıcısı, müzisyen, televizyoncu ve toplum gönüllüsü olarak Pınar Ayhan’ın hayatında değişim ve dönüşüm ne zaman başladı? Sizinle bütünleşen projelerinizi ve vakfın hikayesini öğrenmeden önce sanırım yaşadığınız farkındalıkları anlamamız gerekiyor?
Tahmin ettiğiniz gibi aslında hepsi birbirinin içinde. İnsan hayattaki olgulardan bağımsız insanlaşmıyor. Günün sonunda neye dönüştüğünü anlayabilmek için arkasına baktığında cevapları alıyor. Ben de arkama dönüp baktığımda; Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili Edebiyatı mezunuyum. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinde yüksek lisans dersleri aldım. Diyarbakır Bismil doğumluyum. Anne tarafından Boluluyum. 18 yaşından itibaren TRT’de programlar yapmaya başlamış 40’lı yaşlarıma kadar sürdürmüş, yabancı dilini kullanmış, televizyon sebebiyle sunuculuğun uzmanlık tüyolarını öğrenmiş, şarkıcılık yapmış, ülkesini 2000 yılında Eurovision şarkı yarışmasında temsil etmiş, dolayısıyla bu işleri yapmamı sağlayan insanlarla da kendimi donatmış bir insanım.
BİR ŞEYLER EKSİKTİ
Başkent Üniversitesi’nde doğaçlama dersleri veriyorum, gençlere de özellikle anlatıyorum bunları; doğaçlama dediğimiz şey aslında kültürel refleks ve fiziksel reflekstir. Bunları ne kadar geliştirirsek günün sonunda da o kadar başarılı oluruz. Kültürel refleksimiz de bugüne kadar biriktirdiğimiz, gördüğümüz, okuduğumuz, anladığımız her şey aslına bakarsanız. Fiziksel reflekste onun gayri ihtiyari sonucu. İşte bütün bunlar bir araya geldiğinde, bundan 7-8 sene önce artık sahnelerde göz göze diz dize anlatmalıyım ama ne anlatmalıyım diye düşünmeye başladım. Bizler Atatürk’ün emanet ettiği Cumhuriyet’in yetiştirdiği gençleriz fakat bir şeyler eksik gibi görünüyor, en azından ben öyle hissediyordum. Her şuurlu insan gibi ben de ne yapmak lazım diye sorgulamaya başladım.
GENÇLER ÖYLE BOŞ DEĞİL SADECE ARAYIŞ İÇİNDELER
Sorgulamanız sizi nasıl bir yola götürdü? Kolay oldu mu çözümünüzü bulmak?