Bir yanda özellikle televizyon programı sayesinde iyice tanınan Marie Kondo'nun insanın kendisinde neşe uyandırmayan eşyalardan kurtulması gerektiğini savunan KonMari metodu diğer yanda da Margareta Magnusson'un kitabıyla bütün dünyaya yayılan "döstädning" yani İsveç ölüm temizliği hareketi var.
Velhasıl derleme toplamaya, gereksiz eşyalardan kurtulmaya odaklandı son dönemde dünya.
Bu derleme toplama hareketinin en önemli ayaklarından birini de mutfaklar oluşturuyor tabii...
Sonuçta kenarı kırılmış ya da çatlamış ama "Bir işe yarar" diye atmaya kıyamadığımız tabaklar, takımı bozulmuş eşi kaybolmuş çatal bıçaklar, dolaplardan birini sinsice kontrolü altına alan plastik saklama kapları, senelerdir kapağı açılmadan bir dolapta duran rengini/kokusunu kaybetmiş baharatlar hangimizin evinde yok ki?
İşte mutfaklarımızda yer alan bu gereksiz ıvır zıvırlar sadece yer kaplayıp hayatımızı zorlaştırmıyormuş, aynı zamanda kilo almamıza da neden oluyormuş. Bunu söyleyen ben değilim, "Finally Full, Finally Slim: 30 Days to Permanent Weight Loss One Portion at a Time" isimli kitabın yazarı beslenme uzmanı Lisa R. Young.
Young'ın dediği şey özetle şu:
Karmaşık, kaotik mutfaklar kişilerde stres ya da kontrolü kaybetmişlik hissi yaratıyor ve bu stres aşırı yemeye sebep olabiliyor.
Bazen de sağlıklı bir şeyler yemek geliyor içimizden ama mutfağın dağınıklığı içinde sağlıklı yiyeceklerin yerini bulamıyoruz. Onun yerine o sırada tezgahın üzerinde gözümüze ne iliştiyse onu yiyoruz.
Bilakis, yemek yapmanın sadece kadının işiymiş hatta vazifesiymiş gibi görülmesine karşıyız biz Lezizz’de. Nasıl ki yemeği kadın da erkek de yiyorsa, yapmak da kadının da erkeğin de işi/zevki/hobisi/görevi olabilir, olmalıdır.
Benim kast ettiğim ağız tadı mecazi. Huzurdan, dirlikten, düzenden, toplumsal uyumdan bahsediyorum ben.
Kadının toplumdaki yerinin yükselmesiyle; eğitim seviyesinin, iş gücüne katılımının artmasıyla yükselecek refah seviyesinin getireceği düzenden bahsediyorum.
Annelerin babaların, “Evladımın başına yolda bir şey gelir mi?” diye kaygılanmadan çocuklarını okula gönderebilmelerine el veren toplumsal uyumdan bahsediyorum.
Kız çocuklarının, genç kadınların günün hangi saati olursa olsun sokakta rahatça gezebilmesini sağlayan huzurdan bahsediyorum.
Çünkü söz konusu 8 Mart olunca ben Özgecan’ı, Eylül’ü, Leyla’yı, Seda’yı, Gurbet’i, Ayşe’yi, Fatma’yı, Melek’i, Müzeyyen’i, Deniz’i, Zeynep’i, Hülya’yı, Meryem’i hatırlamadan edemiyorum.
Şiddet sonucu ölen kadınları anmak için hazırlanan anıt sayaca göre, 2018 yılında 367, 2019 yılının bugüne kadarki döneminde ise 42 kadın ve kız çocuğu öldürülmüş. Hepsi Palu Ailesi kadar çok konuşulmasa da haber ajanslarına her gün bu cinayetlerin haberleri akıyor, merak eden ufak bir arşiv taramasıyla ulaşabilir.
Bu haberleri her gördüğümde benim içimde bir daralma, damağımda ekşimsi bir tat oluyor. Öyle anlarda içtiğim su boğazıma tıkanıyor, yediğim ekmeğin lezzeti var mı yok mu anlayamıyorum. Ağzımın tadı hem gerçek anlamıyla hem de mecazen kaçıyor.
Tabii ki böyle bir haber fırsatı ayağıma gelmişken kaçıramazdım. Üstelik şansıma o da birkaç gün içinde ABD’den Türkiye’ye geliyordu ve dolayısıyla kendisiyle bir araya gelip biraz sohbet etmek, birkaç da pizza tavsiyesi almak farz olmuştu.
Röportajın en can alıcı kısımlarını videoda izleyebilirsiniz. Fakat derseniz ki “Kameralar kapandığında nasıl bir insan?” gördüğünüzden pek de farkı yok açıkçası. Hep çok alçak gönüllü, içi dışı bir…
Zaten benim de en çarpıcı bulduğum özelliği bu oldu Hakkı Akdeniz’in. Bir gün dünyanın en tanınmış, en zengin insanlarıyla baş başa fotoğraflar çektirip, ertesi gün evsizler barınağında pizza dağıtabiliyor. “Peki bu iki hayatı nasıl dengeliyorsunuz?” diye sordum, ABD’ye ilk gittiği zamanlarda 96 gün barınakta kalmanın kendisine öğrettiklerinden bahsetti
“İlk gittiğim zamanlarda o hayata misafir oldum. Ben oradayken insanlar bize yiyecek, içecek, giysi getirirdi. Yoldan geçerken elindeki burgeri bize verirlerdi. Biz her hafta gözümüz yolda onları beklerdik. Hep beklenti vardı bizde” diyen Akdeniz, bugün de aynı şeyi kendisinin yaptığını anlattı.
Vermek demişken, videoda izlediniz, Akdeniz’in hayat felsefesi, “Almak için vermeyin. Başkalarına ilham olmak için verin”. Başkalarına ilham vermek, örnek olmak, yol açmak onun için çok önemli. Kendisine ilham verenleri sordum, Hamdi Ulukaya, Muhtar Kent ama özellikle de Dr. Mehmet Öz’ü söyledi.
Dürüstlüğün ve pes etmemenin öneminin altını defalarca çizen Akdeniz, “Bir de emek gerekiyor, ama emeğin karşılığını alıyorsunuz” diyor. Kendisi haftada 6 gün, günde 16-17 saat çalışıyormuş. Herkese bu kadar yoğun bir tempo tavsiye etmese de çalışmadan, özellikle de verimli çalışmadan hayallere kavuşmanın mümkün olmadığını belirtiyor.
Biz kendisinden karşılıklı teşekkürlerle ayrıldık, ama ben birlikte geçirdiğimiz sürede Hakkı Akdeniz’e neden bir yıl içinde 12 tane ödül verildiğini ve ‘kral’ dendiğini anladım. Mesele restoranlar, dükkanlar değil, mesele onun da dediği gibi iyi insan olmak. Ben de yazımı onun son sözleriyle tamamlayayım: “İyi ol her zaman iyi şeyleri karşıla. Kötülük sana masraftır, niye masraf yapasın ki?”
Peki kahramanımız neden kendisini iyi hissetmek için bunları yer? Bilim insanları bunu araştırmış desem inanır mısınız? 2018’de Yale Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada neden bazı yiyeceklerin yiyene kendini iyi hissettirdiğine bakmışlar. Sonuç çok ilginç!
Araştırmacılara göre bu yiyecekler, hem karbonhidrat hem de yağ deposu oldukları için beynimiz üzerinde bazı etkiler yaratıp kendimizi iyi hissetmemizi sağlıyorlar. Ancak her karbonhidrat ve yağ deposu yiyecek beyin üzerinde aynı etkiyi yapmıyor.
Söz konusu etkinin ortaya çıkması için o yiyecekteki yağ-karbonhidrat oranının 1’e 2 olması gerekiyor. Yani içinde 100 birim yağ varsa 200 birim de karbonhidrat olması gerekiyor ki beynimizde kendimizi iyi hissetmemizi sağlayacak o etkileşimler yaşanabilsin.
Ancak bundan daha da ilginç bir detayı var araştırmanın. Doğada bu orana sahip tek yiyecek hangisiymiş biliyor musunuz? Anne sütü… İçeriğinde yüzde 3 ila 5 yağ ve yüzde 6,9 ila 7,2 karbonhidrat içeren anne sütü, 1’e 2 oranını neredeyse karşılıyor.
Araştırmacılar bebekliğinde anne sütüyle beslenen bireylerin, aynı yapıdaki yiyeceklere çok daha fazla değer verebileceğini çünkü bu yiyeceklerin onlara hayatlarının en huzurlu zamanlarında aldıkları en besleyici gıdayı hatırlatıyor olabileceğini de ifade ediyor.
Örneğin Kanada’da bulunan McGill Üniversitesi’nden nörolog Alain Dagher, “Anne sütündeki oranların optimum seviye olarak görülmesi çok mantıklı. İlk besinimiz anne sütü olduğu için, daha çok küçükken bu tür yiyeceklerin ödüllendirici olduğunu öğreniyoruz ve hayatlarımızın geri kalanı boyunca bu yağ-karbonhidrat kombinasyonunun rahatlatıcı olduğunu düşünüyoruz” diyor.
Özetle, moralimiz bozuk olduğunda koşup sığındığımız abur cuburların sırrı bize bebekliğimizi, anne sütü içerek geçirdiğimiz günleri hatırlatmalarıymış. Bu araştırmayı okuyunca bana bir rahatlama gelmedi desem yalan olur. Pizzayı, çikolatayı daha bir zevkle ve huzurla yiyorum artık. Sonuçta ne de olsa ana kucağı...
Fakat asıl merak ettiğim bizim lezzetlerden hangileri bu orana uyuyor. Benim adaylarım Sarıyer böreği ve ıslak hamburger. Siz ne dersiniz?
Çanakkale’nin Biga ilçesinin Karabiga beldesinde düzenlenen açılış töreninde ilk start verilişine ve teknelerin limandan ayrılışına şahit olduk. Yarışlar 20 Temmuz günü tamamlandı ve ödül listesi belli oldu. Sonuçları merak edenleri organizasyonun sitesine alalım. Linke tıkladıysanız eğer, dikkatinizi özellikle bir takımın adının sık sık tekrarlanması çekmiş olabilir: İÇDAŞ Spor Kulübü. Bugün size bu kulüpten bahsetmek istiyorum biraz çünkü bence çok güzel işler yapıyorlar.
İÇDAŞ Spor Kulübü bünyesinde yelken, sörf, okçuluk, satranç ve basketbol olmak üzere beş dalda takımlar bulunuyor. 7 ila 17 yaş arası kız ve erkeklerden oluşan bu takımlardaki sporcu sayısı tam 500. Sporcuların çok önemli bir kısmı da Karabiga ve çevresindeki köylerde yaşayan kardeşlerimiz. 500 sporculu bir kulüp ilk bakışta çok büyük gelmeyebilir kulağınıza. Ancak Karabiga gibi, hatta Çanakkale gibi küçük bir yerleşim yerinde bu büyük bir sayı.
Üstelik bu kardeşlerimiz uluslararası alanda çok çarpıcı başarılara imza atıyorlar. Yelkende Türkiye sıralamasında ilk üçe giren, yılın en başarılı sporcusu seçilen, yüzmede kıtalararası yarışlarda birinci olan, sörfte dünya sıralamasında ilk 40’ta yer alan, basketbolda Türkiye’nin en köklü takımlarına karşı kıran kırana mücadele eden, milli takımlarda Türkiye’yi alnının akıyla temsil eden kardeşlerimiz var bu 500 sporcunun içinde.
Biliyorum böyle okuduğunuzda çok da bir şey ifade etmiyor size bu söylediklerim. Açıkçası yarışın açılış töreninde İÇDAŞ Spor Kulübü Yönetim Kurulu Üyesi ve Genel Sekreteri Selma Tekin’in konuşmasını dinlerken bana da başta çok bir şey ifade etmemişti. İçimden “Aferin” demiş geçmiştim. Ta ki Selma Hanım bizi Karabiga Sporcu Evi’ne götürüp gezdirene kadar...
40 sporcunun kalabileceği büyüklükte yatakhanelere, tam teşekküllü bir kondisyon salonuna, alanında çok başarılı eğitmenlere ev sahipliği yapan bu tesisi dolaştıktan sonra sporcularla (hem ev sahibi İÇDAŞ’ın hem de konuk takımların sporcuları vardı aralarında) birlikte vakit geçirme fırsatını da elde ettik. O sırada gördüm kardeşlerimin gözlerindeki ışıltıyı, hiç tanımadıkları yetişkinlerle konuşurken hissettikleri özgüveni…
Biraz kayırmış gibi olacağım ama özellikle kız sporcularımıza bayıldım. Her yaştan kadınlara yönelik şiddet olaylarının gündüz gözüne sokak ortasında yaşandığı, kız çocuklarıyla ilgili korkunç haberlerin altında ezildiğimiz şu günlerde, o sporcuların yüzlerinden okunan, “Ben açık denizin ortasında koskoca yelkeni idare ediyorum. Başarılıyım, güçlüyüm, bireyim, hayatla başa çıkabilirim” ifadesi o kadar değerliydi ki gözyaşlarımı tutmakta zorlandım. (Bunları yazarken yine boğazım düğümlendi, yaşlanıyorum sanırım.)
Üstelik kulübün işlerinin tamamen gönüllülük esasıyla, amatör bir ruhla yürütüldüğünü Selma Hanım’dan öğrenince daha da çok duygulandım. “Keşke daha çok olsa böyle kulüpler” dedim içimden ve bu yazıyı yazıp Türkiye’de olan güzel şeylerden birini sizlere de duyurmaya karar verdim. Umarım siz de benim kadar heyecanlanmışsınızdır çünkü heyecansız olmuyor böyle işler.
Aslına bakılırsa bir süredir yeniden yazmak için fırsat kolluyordum da içime sinen bir konu bulamıyordum. Geçtiğimiz hafta sonu aradığım ilhamı bulunca daha fazla gecikmeyeyim dedim.
Efendim, aslında konumuz başlıktaki sorumuzun da cevabı. 2018 ne yılı? Elbette çok sayıda cevap üretilebilir ancak bu yazı özelindeki cevabım Troya Yılı olacak. Neden? Çünkü hafta sonu Çanakkale'deydim ve Troya Yılı kapsamındaki birkaç etkinliğe katılma fırsatı elde ettim. (Haftaya da bu etkinlikler esnasında tanıştığım, çok heyecan verici bir gönüllülük projesinden bahsedeceğim size.)
Öncelikle şunu söyleyeyim, ben doğma büyüme Çanakkaleliyim. O nedenle Troya olsun, Assos olsun, birazdan bahsini geçireceğim Çanakkale sınırları içindeki diğer bölgeler olsun, daha çocukken gidip gördüğüm, şehir dışından gelen misafirleri götürdüğüm, defalarca dolaştığım yerler. Buna rağmen her gidişimde bir şeyler daha öğreniyor, her gidişimde yeniden şaşırıyorum. O nedenle siz de "Aman biliyoruz bunları" deyip geçmeyin. Zira bildiğiniz birse bilmediğiniz bin çıkıyor; en azından bende böyle oluyor.
Pekâlâ... Diyelim benim tavsiyemi dinlediniz ve gittiniz Çanakkale'ye; neler yapmalı, nerelere uğramalısınız? Çanakkale şehir merkezine en yakın olanında başlayalım, atlaya atlaya devam edelim:
Öncelikle bundan tam 20 yıl önce UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınan Troya'ya mutlaka gitmelisiniz. Nihayetinde adı üzerinde, Troya Yılı bu. Üstelik birkaç hafta içinde Türkiye'nin en çarpıcı müzelerinden biri olacağını tahmin ettiğim Troya Müzesi de açılmış olacak. MÖ 3000'den MS 500'lere kadar 10 farklı katmanda çeşit çeşit kültüre ev sahipliği yapmış Troya'nın kalıntılarının bir kısmı ile birlikte kente dair 250 parça eser de bu müzede sergilenecek. (Ah bir de zamanında Alman arkeologlar tarafından Berlin Müzesi'ne bağışlanan, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da Rusya'ya götürülen, bugün Puşkin Müzesi'nde sergilenen hazineler elimizde olsaydı...)
Ardından Assos'a gitmelisiniz. Troya'daki kadar kesin olmasa da yine MÖ 3000 yıllarına dayanan bir medeniyetin izleri var Assos'ta da. Üstelik iki kent de benzer sebeplerle kurulmuş. Dolayısıyla Troya ziyaretinizle çok fazla paralellikler kurmanız mümkün. Burada denizden yüzlerce metre yukarıdaki Athena Tapınağı'nı, Roma kalıntılarını, Hüdavendigar Camii'ni görebilirsiniz.
Ne diyordu bu araştırma? Tek cümleyle özetlemek gerekirse, "Ömrünüzü uzatmak istiyorsanız az yiyin" diyordu. Bugüne kadar duyduğumuz, "Az yiyeceksin, sık yiyeceksin" ezberini bozuyordu.
Buradan hareketle Türkçede "oruç diyeti" ya da "aralıklı oruç" diye anılan "intermittent fasting"e giriş yapmıştık.
Aynı şeyleri tekrar yazacak değilim. Hafızasını tazelemek isteyenler için geçen haftaki yazıyı ekliyorum aşağıya.
O yazının sonunda "Şu an siz bu satırları okurken ben ilk aralıklı oruç deneyimimi hayata geçiriyorum. Bakalım neler olacak? Merak edenleri haftaya da buraya beklerim" demiştim ya, hah işte şimdi sözümü tutuyorum.
Öncelikle şunu söyleyeyim, "Bir gün deneyeyim de yazayım" dediğim şeyi bir haftadır sürdürüyorum. Çünkü beklediğimden çok daha kolay çıktı.
Bir haftadır akşam saat 19.00-20.00 arasında yemeğimi yiyor, ertesi gün saat 12.00'ya kadar yemek yemeyi bırakıyorum. Bu esnada bol bol su içiyorum. Bir de saat 9.00 civarı bir fincan ıhlamurum var. (Üzerinize afiyet biraz grip olmuşum da, aç karına ilaç içmeyeyim diye böyle bir yol buldum.) 12.00'de önce ufak bir meyve, 1,5-2 saat kadar sonra da öğle yemeği yiyorum.
Günün geri kalanında yediklerim de, o şeyleri yediğim saatler de bir hafta öncesiyle hep aynı. Bir başka deyişle kahvaltıyı atlamak dışında ekstra hiçbir şey yapmıyorum.
Peki zor mu? Az evvel de dediğim gibi, beklediğimden kolay, hatta bence çok çok kolay. Eğer siz de benim gibi kahvaltıdan (özellikle erken saatte olursa) pek hoşlanmayan, sırf adet yerini bulsun diye kahvaltı eden bir insansanız, hele bir de akşamları erken yatmayı seviyorsanız, dünyanın en kolay beslenme düzeni olabilir diye düşünüyorum.
İnsan 150 yıl yaşamak ister mi ya da neden ister tartışması bir yana, bu ömür uzattığı iddia edilen yöntemlerin önemli bir kısmı epey masraflı ve herkes tarafından erişilebilir şeyler de değil.
Ancak Harvard T. H. Chan Kamu Sağlığı Okulu bünyesinde yapılan ve sonuçları geçtiğimiz hafta Cell Metabolism dergisinde yayımlanan bir araştırma, insanların ömürlerini uzatmak için yapabilecekleri çok daha basit ve masrafsız bir şey olduğuna işaret ediyor: Oruç tutmak!
Araştırmanın odağında, insan hücrelerinin zamanla enerjiyi işleme becerilerini nasıl kaybettikleri ve bunu önlemek için yapılabilecekler var.
Hücrelerimizde enerji üretilen organel olan mitokondriler, enerji talebine göre şekil değiştiren ağlar halinde bulunuyorlar. Yaş ilerledikçe mitokondrilerin şekil değiştirme becerisi azalıyor. Bu durum, eskiden beri bilinen bir şey ancak bu gerilemenin metabolizma ve hücrelerin fonksiyonu üzerinde nasıl bir etki yaptığı belli değildi. Bu araştırmada, uzmanlar, mitokondri ağlarının şeklindeki dinamik değişikliklerle ömür uzunluğu arasındaki bağı ortaya koydu.
Ömrü sadece iki hafta olan bazı kurtçuklar üzerinde yapılan deneylerde ortaya şu çıktı: Kurtçukların beslenmesi sınırlandığında ya da enerjiyi algılayan AMPK isimli proteinleri genetik manipülasyonla işlevsiz hale getirildiğinde, mitokondri ağları "genç" oldukları dönemdeki gibi kalıyordu. Dahası bu genç mitokondri ağları, peroksizom adı verilen organellere bazı mesajlar gönderip yağ metabolizmasını düzenleyerek, kurtçukların ömrünü uzatıyordu.
Peki bu ömrü 2 haftadan uzun olan insanlar için ne anlama geliyor? Düşük kalorili beslenme modelleri ya da aralıklı olarak oruç tutmanın (intermittent fasting) ömrü uzattığına dair çalışmalar geçmişte de olsa da bunun sebebi anlaşılamamıştı. Bu araştırma, mitokondri bağlantısını ortaya koyarak oruç ile uzun yaşam arasındaki ilişkiyi anlamamızı sağlayabilir.