Bir zamanlar, Hürriyet internette yazarken, zampara bir oyuncu için ‘argonot’ benzetmesi yapmış, sonra da bu canlının özelliklerini anlatmıştım:
“Argonot dedikleri az bilinen bir deniz canlısıdır. Hani deniz anemonu gibi, bitkiye benzeyen ve deniz dibinde kayalara tutunarak yaşayan bir hayvan türüdür. Argonotun çok orijinal bir döllenme yöntemi vardır. Spermlerini, yumurtalarını diğer birçok deniz canlısı gibi suya, nasılsa birbirlerini bulurlar, diye salıvermez argonot. İşi sağlama bağlar, tabiri caizse! Erkeğin cinsel organı, çiftleşme mevsiminde, bedenden ayrılır, gider başka bir kayada yaşayan dişi argonotu bulur, döller ve sahibine geri döner. Böyle, onunla bununla yatıp kalkıp, sonra “Vallahi haberim yoktu, cinsel organım benden habersiz yapmış” ayaklarına yatan erkeklere ben ARGONOT derim, işte bu yüzden.” (2.8.2004)
Hıncal Uluç bu paragrafı ‘bir arkadaşının anlattığı fıkra’ diye köşesinde olduğu gibi yayımlayınca, bizim parça tesirli argonot internete düşerek (ki geneleve düşmek gibi bir şeydir) kamuya mal olduydu.
10 yıl sonra bugün, bu kafadan-bacaklının muhtemelen günahını aldığımı itiraf ediyorum.
Muhtemelen. Çünkü internette taradım, muhtelif türleri olan bu yumuşakçanın böyle bir özelliğini bulamadım.
O zaman artık nereden duyduysam, ya da neremden uydurduysam…
Ana, baba ve çocuklar arasında saygılı, eşitlikçi ve ‘demokratik’ bir ilişki tesis edilmedikçe, yani ‘aile içi demokrasi’ olmadıkça, Türk toplumunun ve TC’nin demokratikleşmesi imkansız.
Onun için, beynimin derinliklerine sığınmış arkaik maço her ne kadar zaman zaman kafasını uzatıp ‘ulan kılıbık nesiller yetiştirdiniz!’ diye bizimle dalga geçse de, aile içinde rollerin değişmesinden, yani kızlarımızın akıllanmasından ve oğullarımızın medenîleşmesinden çok mutluyum.
Ancak izninizle, bir endişemi (gene izninizle, aynı şeyi farklı kelimelerle yazmak yerine) eski bir yazıyla ifadeye çalışacağım. Rahmetli Yurtsan (Atakan) arkadaşımın yönettiği Onpunto’da 2008’de yayımlanmış bir yazı:
Anneye anne, babaya baba demek
Ben, anneme babama (zaman zaman laûbalilik edip ‘Hakkı Beyim’ yahut ‘Lülüşüm’ desem de) ‘siz’ derim. Kardeşim de öyle.
Halam, işi bizden de öteye götürüp, kendinden 12-13 yaş büyük olan babama ‘abi-siz’ diye hitap eder. Bu kadarını çok bulsam da, anneye babaya ‘siz’ demek bana tabiî, hatta lazım gelir.
Gerçi muhtemelen asla seyretmedikleri Kemal Sunal filminden bileceklerdir ama…
Zübük – Kağnı gölgesindeki it, Aziz Nesin’in bir romanıdır. (Aziz Nesin de Fenerbahçe’nin başkanı değil bir yazardır; bu kadarını bilin yeter.) İnsanların saflığından ve ikiyüzlülüğünden faydalanarak, yalanla dolanla önce belediye başkanı sonra milletvekili olan bir taşra kurnazını anlatır.
(Tuzla Piyade Okulu’nda yorganı başıma çekmiş el feneri ışığında Zübük okurken, muhteşem kurban kesme sahnesinde kahkahayla gülünce nöbetçi subayına yakalanmıştım. 12 Eylül’ün hemen ertesiydi ve Aziz Nesin gene ‘sakıncalı’ idi. Ama yorganı kaldırıp ‘Ne yapıyorsun orda sen?’ diye soran genç teğmen aydın bir subaydı, ‘Yavaş ol, sesin ta koridordan duyuluyor’ demekle yetindi.)
*
‘Ben kimim biliyor musun!’ diyen muktedirden, gazetenin gücünü kullanan gazeteciden tiksinirim.
Oldum olası üstündeki üniformaya yahut beylik tabancasına güvenenden hoşlanmadım.
Arkasını ‘devlet’ denilen kör ve anonim otoriteye dayayarak kendini bir halt zanneden memurinden nefret ederim.
Marianne’da yayımlanan röportajında, Umberto Eco “Wikileaks, tarihte bir dönüm noktasıdır” diyordu; “Her şey duyulduğuna, bilindiğine göre artık yalan söylemenin bir anlamı kalmadı. Bu, artık yalan söylemenin mümkün olmadığı anlamına gelmiyor; ama bir şeyleri gizlemek artık mümkün değil”. (*)
Şirket yöneticisi ve öğretim görevlisi Jean-Louis Muller ise internet blogunda “Siyasî gündem çok iyi korunduğu sanılan, ama ortaya dökülen sırlarla dolu” diyor. “Bir karar alıyorsunuz, anında basında, sosyal medyada söylentisi yayılıyor. Bir varsayımdan ibaret alelade belgeler, sağlam ve güvenilir kaynak gibi ortalıkta geziyor. Her yerde sızıntı var bugün.”
Muller’e göre şirket yönetiminde de durum farklı değil.
Zaten makalesinin başlığı da ‘Artık gizleyerek, saklayarak şirket yönetmek mümkün değil’.Pek çok yöneticinin fazla şeffaflıktan yakındığını söyleyen Muller, “Oysa artık bu bir vakıadır (olgu); bunu değiştiremeyeceğimizi kabul edelim ve kendimizi korumak için önlemlerimizi alalım” diye öneriyor.
Bu noktaya gelinme sebebini ise, şu gelişmelere dayandırıyor:
1- Patronlar ve yöneticiler bugün sadece şirkete kazandıracakları ve kazanacakları paraya odaklı. Mal ve hizmet üretimi, müşteriler ve çalışanlar bir araçtan ibaret gibi görülüyor. Böyle olunca da şirket kültürü ve aidiyet duygusu azalıyor; işveren-çalışan ilişkisi profesyonel iş akdine indirgeniyor.
2- Eskiden yeni girdiğiniz bir şirket size ‘başarılı olursan şirketimizde çok yükselirsin’ diye vaat ederdi. Bugün, bir şirkette kariyer yapmak konsepti yerini şahsî meslekî rotaya bıraktı. Bağlılık ve aidiyet hissi yerini kişisel hedef ve projelere bıraktı. Herkes meslek hayatını şahsen ‘yönetmek’ istiyor.
Gilles Lipotevsky bir sosyolog. Kitabının adı ‘Paradoksal mutluluk – Hipertüketim toplumları hakkında bir araştırma’. (Ben adını böyle tercüme ettim) Özetle diyor ki:
(1) Bir ‘hipertüketim’ toplumuna doğru gidiyoruz.
(2) Tüketimle erişilmeye çalışılan refah, gelecek endişesini dengelemeyi amaçlıyor.
(3) Tüketim çılgınlığının sebebi ekonomik değil, sosyal.
(4) Bu yüzden işsizliğe ve ekonomik krizlere dirençli...
Peki toz duman arasında, herkes işi için korkarken, sinirler gerilmişken, söylentiler yayılmış ve yönetime güven azalmışken, çalışanlarla doğru ve sağlıklı iletişim nasıl kurulur?
Herhalde soğuk ve kişiliksiz bir e-posta mesajı atarak değil.
Herhalde sağa sola çocukça sloganlar yazarak değil.
Çalışanları bir amfitiyatroda toplayıp, tencere-tava satan saha ekiplerini motive eder gibi, marşlar eşliğinde ‘biz bir büyük aileyiz, biz en iyiyiz, hödö hödö’ diye bağırtarak değil.
Herhalde servis şeflerini toplayıp ‘şimdi gidin bu söylediklerimizi ekibinize anlatın’ diye topu ara kademelere atarak değil.
Hele hele susarak, açıklama yapmayarak, her tatsız kararı bir sürpriz hale getirerek, herkesin sinirlerini gerip korkulu bir bekleyiş ortamı yaratarak değil.
Yarım yüzyıl sonra, işte bu kitap çıktı (Ben yeni fark ettim daha doğrusu): The Girl in Alfred Hitchcock’s Shower (Alfred Hitchcock’un
duşundaki kız)
Çünkü söz konusu ‘kız’, Hitchcock’un Psycho (1960) filminde, kült duş sahnesinde Janet Leigh’ın dublörlüğünü yapan (dublöz demem gerekirdi biliyorum) Marli Renfro.
Janet Leigh’in filmin bu en kritik sahnesinde dublör kullandığı duyulmasın diye, Renfro’nun adı jenerikte bile geçmemiş. Oyuncu tek bir röportaj vermemiş. Platoda bir iki kişi dışında bu gerçek herkesten saklanmış. Çekimde bulunanlar bile, Marli Renfro’yu ‘esrarengiz sarışın’ diye bilmiş ve hatırlamışlar.
“Kendisine çıkar sağlayacak olanlara aşırı bir saygı ve hayranlık göstererek yaranmak isteyen kimse, huluskâr, yağcı, yalaka, yağdanlık, yalpak, yaltak, yaltakçı, kemik yalayıcı, çanak yalayıcı”.
Amcamın dilinin ucuna kadar gelmiş de, yalakanın ne yaladığını söyleyememiş…
*
Hepimiz, şu veya bu şekilde, şu veya bu oranda dalkavuğuz.
Her insan kendinin dalkavuğudur bir defa; istediği kadar gerçekçi ve kendine karşı dürüst olsun…
Bunun ötesinde çoğumuz ‘beyaz’ yalakalıklarla yetiniriz. Ama kimimiz de bunu bir ‘kariyer planı’ hatta ‘hayat tarzı’ olarak benimseriz.
Psikologlar, patrona yapılan ciciliğin, dozunda kalmak şartıyla normal ve sağlıklı olduğunu düşünüyorlar. Tabiatta dominant / çalışma hayatında hiyerarşik olarak üstte olanla iyi geçinmek içimize işlemiş.