- Ulan bugünkü yazın… Gene eline sağlık diyeceğim ama sonra vicdan azabı çekerim diye korkuyorum.
- Ben de sağ ol diyeceğim de, hele bir lafı tamamla bakalım, altından bir halt çıkmasın.
- Oğlum sana ‘aferin’ dedikçe dozu artırıyorsun. Kovduracaksın kendini. Ben de seni gaza getirdim diye kendimi suçlayacağım.
- Mesele buysa üzülme: Bugüne kadar kendimi kovdurmak için kimseyin yardımına ihtiyacım olmadı elhamdülillah!
Gülüştük. Ama ciddi ciddi endişeliydi.
*
Hani gördüğünüz rüyayı hayal meyal hatırlar ama bir türlü toparlayamaz, tam çıkaramazsınız ya, öyle bir intiba.
Genelde meramını rahat anlatan biri için (ağız ishali demekten daha şık böylesi) bu inkıbâz hâli sıkıntılıdır.
Gene kendimce doğru bir teşhis koyduğumu sandığım, iyi kötü bunu ifade edebildiğim, ama karşımdakilerin bir türlü anlamadığına hayret ve dahi isyan ettiğim olur.
Ya nasıl görmüyorsunuz, nasıl anlamıyorsunuz diye bağırasım gelir.
Bir vakıf üniversitesinde 6 dönem ders verdikten (reklam olmasın diye Kadir Has Üniversitesi demiyorum), Hürriyet İK ve asıl Hürriyet Kampüs sebebiyle, daha doğrusu sayesinde, gençlerle haşır nesir olduğumdan beri tekrarlayıp duruyorum:
Bugünün gençlerini anlayamazsınız.
Aptal yahut anlayışsız olduğunuzdan değil; anlayabilmek için gerekli kavramları haiz olmadığınızdan; aynı dili konuşmadığınız ve düşünce kalıplarınız tamamen farklı olduğundan; yani aynı dünyada ve aynı zamanda yaşasanız da, ayrı dünyaların ve ayrı çağların insanları olduğunuz için. (Aynı ‘tür’ olmadığınız için diyesim var.)
(Hayır, politika yazmama kararım değişmedi. Günlük hayattan ve çalışma hayatından söz edeceğim.)
Halbuki, özellikle bizim gibi sosyal ve kültürel açıdan gelişemeyen toplumlarda, yükselmekle karakter arasında genellikle düz değil aksine ters korelasyon söz konusu. Üstelik bir değil, birden çok.
Bir defa genellikle yükselmenin bizde yetenekle/ bilgiyle / birikimle alakası yoktur.
Yönettiğinden daha az yetenekli / bilgili / tecrübeli yönetici çok.
Tabii bu şartlarda yükselebilmek için yeteri kadar alçak veya alçalmaya mütemayil olmakta fayda vardır.
Bu yolla yükselenler, geldikleri yeri hak ettiklerine ve doldurduklarına kendilerini inandırırlarsa, egoları şişmeye başlar. Olmayan alçak gönüllülüklerinden eser kalmaz.
Yok eğer meslekî yetenek-yeterlilik dışı sebeplerle oturtuldukları koltuğu hak etmediklerinin ve dolduramadıklarının (ve herkesin de bu gerçeği gördüğünün) farkındalarsa; bu sefer de patrona, unvana, bürolarının büyüklüğüne, koltuklarının yüksekliğine, makam araçlarının markasına sığınırlar. Daha donanımlı olan astlarının altında kalmamak ve kendilerini kabul ettirebilmek için afra tafra ve pislik yaparlar. Olmayan faziletlerinden eser kalmaz.
Hatta, daha açık söyleyeyim:
İnsanın, tabiatın ‘kanseri’ olduğununu bile düşünmeye başladım. (Son yüzyılda dünyaya verdiği tahribata bakarsanız bana hak vereceksiniz.)
Muhtemelen bir gün, bir şekilde, bir veya birçok sebepten bir genetik ‘arıza’ meydana gelmiş ve atamız maymun, insana doğru evrimleşmeye başlamış.
Tabii evrim teorisyenleri (bildiğim kadarıyla) kaza-rastlantı-arıza gibi kelimeler kullanmazlar.
Çünkü evrimin kendine özgü (ve ayrıca çok da sağlam) bir ‘mantığı’ vardır. Yani bir anlamda evrim süreci de başlı başına bir ‘zekâ’ (intelligence) olarak kabul edilebilir.
*
Doğru bildiğimi söylemezsem, karşımdakine yalan söylemiş, ikiyüzlülük etmiş gibi hissediyorum kendimi.
Oysa biliyorum ki “söylememek harcısı söylemeğin hasıdır”.
Oysa gene biliyorum ki insanlar, hele de yöneticiler, doğruları değil, duymak istediklerini söyleyenleri seviyorlar. Hatta doğruyu söyleyenden hazzetmiyorlar. İşlerine gelen yalanı, işlerine gelmeyen doğruya tercih ediyorlar. Çünkü sürekli kendilerini ve birbirlerini kandırıyorlar; kendilerine ve birbirlerine yalan söylüyorlar.
İnsanlar ikiyüzlü ve asıl kendilerine karşı.
Böyle olunca da, düzen susulan doğrular, karşılıklı yalanlar, riya ve sahtekarlık üzerine kurulu, yürüyüp gidiyor.
Kapa çeneni Bukowski! Edebî küfürler ansiklopedisi adlı sözlüğün yazarı Pierre Chalmin, “Günümüzde küfür susarak, fenalık sessizce ediliyor” diyor.
Sessiz küfürü, sesli-sessiz doğruya tercih ediyorlar.
Cocuk yetiştirmek, adı üstünde, yarın yaşayacağı dünyaya en iyi şekilde hazırlamak, karşılaşabileceği her zorluğun üstesinden gelecek şekilde donatmak, mutluluğunu gözardı etmeden, başarı şansını azamiye çıkarmak demek. Peki, bugün evlerimizde ve okullarımızda çocuklara verdiğimiz eğitim onları yarının Türkiye’sine iyi hazırlıyor mu sizce?
*
Bir değil, iki değil, kaç kere yazdım:
Çocuklarımızı yanlış yetiştiriyoruz!
Uzatmayayım.
“Arkadaşının oyuncağını alma, kendi oyuncağını arkadaşınla paylaş, yalan söyleme, dürüst ol, namuslu ol, hakkına razı ol, başkalarının hakkına saygılı ol, borcunu gününde öde, verdiğin sözü tut, adil ol...”
Eee, beyni böyle yanlış telkinlerle yıkanmış çocuk, Türkiye’de nasıl ‘başarılı’ (!) olacak?
Bugün Hürriyet İK’nın manşetinde bir kez daha ‘iş cinayetleri’ konusunu ele aldık.
Bir kez daha diyorum çünkü bu, sık sık işlediğimiz, ısrarla üstüne gittiğimiz, ama Hürriyet İK’nın kamuoyu oluşturma gücüne rağmen sonuç alamadığımız bir konu. Ne yazık ki.
İşçi ölümlerinde Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü olduğumuz söyleniyor.
Şüpheniz olmasın, skorumuz bundan da iyidir. Çünkü çoğu patronun gerçekleri sakladığından, devletin cinayetleri örtbas ettiğinden kimsenin şüphesi yok.
Son olarak Soma’daki o madende kaç kişinin öldüğünü, bunların kaçının sigortasız, kaçının çocuk olduğunu asla öğrenemeyeceğiz.
Yemin billah etseler (ve kırk yılda bir doğru da söyleseler), politikacıların, Çalışma Bakanlığı ve Enerji Bakanlığı müfettişlerinin, savcıların, bilirkişilerin şirketi aklayan rapor ve ifadelerine haklı olarak güvenmeyeceğiz.
Ama ne gam. Muktedirler biliyorlar ki, çok değil bir iki ay sonra her şeyi unutacağız.
Aynı yıl Murat Dedem. Ölümün bıraktığı boşluğu gözlerimle gördüm.
Kadriye Ninem birkaç gün içinde solup gittiğinde 9 yaşındaydım. Ölümün her an, her yerden gelebileceğini anladım.
Ruhi Dedem ölüme Vosvos’un dikiz aynasından bana el sallayarak gitti. 11 yaşındaydım ve artık ölümün yok olmak anlamına geldiğini biliyordum.
Babaannemi kucağımda toprağa bıraktım. Ertesi sabah gözlerimi açtığımda “Serdar, ilk kez Mamuş’un olmadığı bir dünyaya uyanıyorsun!” diye düşündüm. 40 yaşındaydım. Ölümün anlamı artık çok farklıydı.
(Adnan Benk, o gün babama bir faks çekmişti: “Anasını babasını kaybedenler, ansızın geriye, onların bıraktığı boşluğa çekilirler. O güne kadar, yaşın ne olursa olsun, yüzüne vuran aydınlık, arkanda uzanan gölgeden beslenirdi. Üçüncü boyutun elinden alınmış gibisin. Gölgeleşme sırası şimdi sende. Evet, gene sahnedesin kuşkusuz. Ama nesi var bu tiyatronun? Salon niçin bu kadar aydınlık da sahne karanlıklar içinde? Sen gene sensin, seyirciler de hep o seyirciler. Peki, kimin aklına esmiş de, sırtları dönük oturtmuş onları böyle?”)
Yarım yüzyılda çok, ama çok sevdiğimden ayrıldım.
Ölümün ve ayrılığın hazırlığı olmaz. Ama anaların hası bizi ayrılığa yavaş yavaş hazırladı. 50 yaşında öksüz kaldım. Yıllar geçti, hayır, bu yokluğa alışamadım.