Yani insanın insan olması, cesetlerini gömmesiyle başlar, diyordu.
Çünkü bu, o canlının, hayvanî içgüdünün ötesinde, anasına, babasına, kardeşlerine, çocuklarına, dostlarına bağlılık ve şuurlu bir sevgi duyduğunu gösterir.
Gene, o canlının birtakım metafizik soru ve endişeleri olduğunun işaretidir.
İnsanevladı kısa tarihinin her döneminde ‘ben kimim, nereden geldim, nereye gideceğim?’ gibi sorulara cevap aramıştır.
Son 2-3 bin yıldır yaygın olan tektanrılı dinler, bireyin ‘nereden geliyorum?’ sorusuna çok yuvarlak bir bilimkurgu cevabıyla yetinseler de, bu dünyada insanları korkutup hizaya sokmak için ‘nereye gideceğim?’ konusunda dehşet korku filmi senaryoları yazmışlardır.
‘Ölümden sonra hayat var mı?’ sorusu, insan kaynaklarının, dolayısıyla bana tahsis edilen bu alanda benim konuma girmez. Ayrıca öldükten sonra ‘insan’ sıfatı kalıp kalmadığı tartışılır hale geldiğinden, bu açıdan bile beni aşar.
Ancak…
Geçen hafta, hiç âdetim olmadığı üzere, Kocaeli Üniversitesi, Gölcük Belediyesi ve Gölcük Kent Konseyi’nin birlikte yürüttüğü ‘Gölcük 2023 Projesi’ kapsamında bir açılışa katıldım: Kazıklı Kervansaray’da (çok güzel bir yermiş bu arada), Dün bugün Servet-i Fünûn Fotoğraf Sergisi.
Prof. Dr. Esat Harmancı’nın başı çektiği ekip, 54 yıl kesintilerle yayımlanan Servet-i Fünûn dergisi koleksiyonunu dijital ortama taşıyarak ve daha da önemlisi indeksleyerek bir mucize yaratıyor.
Mucize çünkü çok zor bir iş. Mucize çünkü, 2014 yılında bir üniversitenin böyle bir işe kalkışması, hatta bunu aklına getirmesi bile, Türkiye için başlı başına bir mucize.
Ve tabii bir ilçe belediyesinin bu projeyi sonuna kadar desteklemesi de alkışlanacak bir şey…
Bir iki yerel gazete ile Zaman, Aydınlık gibi bir iki ulusal gazete dışında kimse farkına varmadı, haberini yapmadı, tek bir köşe yazarı sözünü etmedi. Bu bile yapılan işin önemini ve kıymetini gösterir.
İşler iyi giderken; şirket para kazanırken; patronun-CEO’nun yüzü gülerken; adam almak, terfi ettirmek, zam yapmak, prim vermek nispeten (daima nispîdir, asla tam değildir) kolayken, hasılı keyifler yerindeyken insanları yönetmek elbette daha kolaydır.
Ama rüzgar dönüp işler kötü gitmeye, patron asabileşmeye hatta paniklemeye, şirket sıfır zamma, primleri iptale, adam çıkarmaya başladı mı, hasılı herkesin morali bozukken, ak yönetici kara yönetici belli olur.
Ve kriz döneminde ‘iyi’ yöneticinin öne çıkan vasfı hangisidir, biliyor musunuz?
Acımasızlığı? Kelle-koparıcılığı? Gider-kısıcılığı?
Hayır, tam aksine, kriz döneminde iyi yöneticinin ‘ilişkisel’ (relationnel yani – doğru tercüme ettim mi?) vasıfları öne çıkar, çıkmalıdır. Diyor uzmanlar.
*Çalışanlar böyle çalkantılı dönemlerde - elbette dümeni sıkı tutan, ama – ‘kurnaz ve siyasî’ değil, aksine ‘sadık ve koruyucu’ bir yönetici istiyorlar.
Ama bu noktada da Türklüğü ağır bastı, ‘Tamam ben yaptım ama herkes yapıyor zaten’ dedi. (Sokakta adama ‘yolsuzluk yapmışlar’ diyorsun ‘kim yapmıyor ki’ diyor. Suçu yaygınlaştırarak hafifletmek bizim gibi ilkel toplumlarda çok görülür. Ama ‘bal tutan parmağını yalar’ mantığında bir atasözü kaç dilde var, bilmiyorum. Böyle bir toplumda rüşvetle, yolsuzlukla, hırsızlıkla, arsızlıkla ne yazık ki başa çıkamazsınız.)
Beni günah keçisi yaptılar, diyor. Bu da doğru. Ama kural budur, kim yakalanırsa suçun bedelini o öder.
Tamam bu genel yayın yönetmeninin yaptığı, gazetecilik mesleğine ihanettir. Bağıralım, istifaya çağıralım, ama şunu da unutmayalım:
Hiç kimse, sadece iyi bir gazeteci olduğu için / çok zeki veya bilgili olduğu için / çok başarılı veya becerikli olduğu için... hasılı sadece bireysel yetenek / beceri / başarısıyla genel yayın yönetmeni olmaz. Olamaz.
Kimsenin bu meslekte sadece gazetecilikle ‘bir yerlere’ gelemediği gibi.
Ama durun... Bu olay bu yazı için sadece bir vesile, genel yayın yönetmenliği sadece bir örnek.
Söz konusu gazeteciyi ve genel yayın yönetmenliği makamını unutalım, konuyu ‘yönetici’ diye genelleyelim.
test test test test test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest tes t testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test testtest test test
Shlomo Venezia, Selanikli bir İtalyan Yahudisi. 83 yaşında. Çocuklarına ve torunlarına, sol kolunda mavi mürekkeple yazılı olan 182727 sayısının eski bir telefon numarası olduğunu söylemiş. Elli yıldır evli olduğu karısı Marika’ya da ‘Savaşta esir düştüm’ demekle yetinmiş. Halbuki, Shlomo’nun korkunç bir sırrı varmış. 1992’de, İtalya’da futbol seyircisinin siyahlara ve Yahudiler’e küfretmeye başlaması üzerine dayanamamış. Sırrını artık ifşa etmiş.
Shlomo Venezia, hayatta olan son birkaç SONDERKOMMANDO’dan biri!
Sonderkommando, yani Auschwitz’te ölüme giden Yahudiler’i gaz odalarına tıkmak, Zyklon B gazını açmak, sonra cesetleri tek tek fırına atmakla görevli… Yahudi tutuklular!
“Birkenau’daki gaz odaları 1400 kişiyi alacak şekilde inşa edilmişti. İyi yerleştirirseniz 1600 hatta 1700 kişiyi sıkıştırabiliyordunuz. Ölmeleri 10-12 dakika alıyordu.”
Anlatıyor. Sanki bir cerahati boşaltmak ister gibi, elli yıldır midesinde tuttuklarını bir an önce kusmak ister gibi.
*
Shlomo öksüzmüş. Dul annesi ve 4 kardeşiyle Selanik’te yaşarken, 1943’te İtalyan ordusu silah bırakınca, Selanik gettosuyla birlikte Atina’ya gelmişler. Ancak Atina nazilerin eline geçince… kaderleri belli olmuş.