Serdar Devrim

Aklıma koydum ya, söyleyeceğim

19 Ekim 2014
Geçen hafta yazıyı “Dersimiz : Bağlama - Konumuz : Birlikte yenen öğle yemekleri obez yapar mı?” diye bitirmiştik. (‘Biz’ dediğim siz ve ben. Yoksa kendinden Kanunî misali ‘Biz’ diye bahsedenlerden değilim.)

Dünya Sağlık Örgütü’nün 2014 verilerine göre dünyada obez sayısı 1980’den beri 2’ye katlanmış.
20 yaş ve üstü 1,4 milyar insan aşırı kilolu, bunların 500 milyonu (200 milyon erkek, 300 milyon kadın) obezmiş.
20 yaş üstü nüfusun % 35’i aşırı kilolu, % 11’i obez. 0-5 yaş grubunda aşırı kilolu ve obez çocuk sayısı 40 milyonmuş.
Ve her yıl 3,4 milyon bu yüzden hayatını kaybediyormuş.
Obezite artık sadece aşırı (ve yanlış) beslenen zenginleri değil, gelişmekte olan ülkelerin orta gelirli insanlarını da vuruyor. Obezitenin belli başlı sebepleri hareketsizlik, dengesiz beslenme ve tabii, asıl, çok yemek. Ama (bu yazıda epey bir faydalandığım, le Monde’un bilim yazarı Pierre Barthélémy’nin dediği gibi) ‘kilo almamıza sebep olan birçok sinsi sebep’ daha var. Mesela yıllarca önce yapılan bir deneyde kobayların grup halinde beslendiklerinde % 44 daha çok yedikleri gözlemlenmiş.
ABD’de yapılan bu son araştırma ise Eylül ayında Appetite adlı dergide yayımlanmış. Hedef bu kez sofraya kalabalık oturmanın aldığınız kalori miktarına etkisi değil. Sofraya birlikte oturduğunuz kişinin kilo durumunun iştahınıza etkisi.
Yani çok kilolu biriyle sofraya oturan daha çok yer mi? That’s the question!*

Yazının Devamını Oku

Bugün dersimiz: Tweet Bağlama

12 Ekim 2014
Jargon’ ne demektir bilirsiniz.

(Hayret! Türk Dil Kurumu bu kez nasılsa adam gibi bir anlam tarifi vermiş. Tek kelimelik bir karşılık bulamadıkları içindir. Jargon: “Aynı meslek veya topluluktaki insanların ortak dilden ayrı olarak kullandıkları özel dil veya söz dağarcığı. Örnek: Tıp jargonu.”)
Peki ‘jargon’un aslında ‘tweet’ demek olduğunu biliyor musunuz?
Üzülmeyin. Öğrenmenin yaşı yoktur. Bilmemek değil, bilmediğini bilmemek ayıptır, vs(*)
Bu arada yeri gelmemişken söyleyeyim, en önemli bilgiler, en gereksiz olan bilgilerdir. Mesela kuantum fiziği size hayatta düğme dikmeyi bilmek kadar gerekmeyecektir.
Jargon’ Fransızca’dır.
12’nci yy.’da (benim uzmanlık alanım olan) ‘boş konuşma, gargara, laga luga’ anlamında kullanılan ‘gargun’ (=‘kuş cıvıltısı’ yani ‘tweet’) kelimesinden gelir.
13’üncü yy.da hırsızların, yankesicilerin, sokak serserilerinin kullandığı (gizli ve uydurma) dile ‘gargon’ denirdi.

Yazının Devamını Oku

Kırk bayram, kırkı da bir bayram...

5 Ekim 2014
Kadriye Teyze’yi tanır mısınız? Tanımazsınız.

Darülaceze’de yaşar Kadriye Teyze. Tam yirmi senedir. İki oğlu, bir de kızı vardır. Hadi canım sende, böylesine evlat mı denir. İki oğlan, bir de kız doğurmuş Kadriye Teyze, ama onun çocuğu yok. O hâlâ var zannediyor.

*20 sene önce, yağmurlu bir kış akşamı, Darülaceze’nin kapısına terk edip gitmişler analarını. İstanbul’da bir yerlerde yaşadıklarını biliyor, “Madem İstanbul’da yaşıyorlar, neden beni buradan çıkarmıyorlar?” diye sorabiliyor yirmi sene sonra hâlâ kendi kendine. Ana yüreği işte, inanmak istemiyor.
Her bayram yeniden umutlanıyor Kadriye Teyze. Otuz dokuz Bayram’dır gelmediler elini öpmeye, bu Bayram belki...
Yine gelmiyorlar.
Halbuki, üstünden çıkarmadığı pamuklu geceliğini atmış, başucundaki çelik dolapta “Bayram için” sakladığı basma entariyi giymişti bu sabah, yatak komşusu rahmetli Emin’anımın ördüğü kırmızılı beyazlı hırkayı da geçirmişti üstüne. Hani torunları da getirirlerse... Vardır vardır, torunları olmuştur muhakkak. Kocaman olmuşlardır bile artık.
Bayram’ın birinci günü gelen giden olmaz. “Kızım üşeniyormuş. Oğlumun da eşi istemiyor beni. Torunlar da tanımazlar ki ninelerini...” diye dert yanar dostlarına, çocuklarına bahane bulur, ümidini ikinci güne saklar.

Yazının Devamını Oku

Çok bilinir ama...

28 Eylül 2014
İki hafta önceki kapak konumuz impostor (sahtekâr) sendromu idi.

Çalışanların çoğu (yüzde 70’i hem de) bulunduğu yere şans eseri geldiğini, aslında bunu hak etmediğini düşünüyor ve durumun (‘sahtekârlığının’) ortaya çıkmasından korkuyormuş. Yani aslında işlerinde başarılı, konularında yeterli oldukları halde, kendilerine haksızlık ederek aksini düşünüyorlarmış.

Haliyle bu sendromdan muzdarip insanlar, ortaya çıkıp ‘ben genel müdür oldum ama aslında bunu hak etmiyorum’ demiyorlar. Korkularını gizliyorlar. Bu da insan ilişkilerine ve iş yapış biçimlerine yansıyor(dur mutlaka).

Bu sendrom kadınlarda daha yaygınmış. Tabiîdir, çünkü aile düzeni ve eğitim sistemi, Türkiye’de (ve dünyanın pek çok ülkesinde) kızların kendilerine güvenini kırmak için elinden geleni yapıyor.

*Burcu’nun (Özçelik Sözer) haberini okurken aklıma meşhur ‘öğrenilmiş çaresizlik’ geldi.

Yazının Devamını Oku

Son ütücü

21 Eylül 2014
Project Management Institute’un (PMI) düzenlediği Proje Yönetim Zirvesi 2014, İstanbul’da İTÜ Maçka’da 19 ve 20 Eylül günleri yapıldı. (Gerçi bugün daha günlerden cuma, ‘yapılacak’ demem lazım ama; siz bu yazıyı pazar okuyacaksınız ya... İnce hesaplar!)

Bu senenin teması: DEĞİŞİM.
Murat (Nejat Murat Erkan - PMI Türkiye İletişim Direktörü ve PY Zirvesi Proje Yöneticisi) “Serdar abi, konuşmacılarımızdan biri de sen olursan çok sevinirim!” dedi, akan sular durdu, bu garip de kendini böyle önemli bir organizasyonda ‘son konuşmacı’ olarak buldu.
Aslında bu senaryoda ‘garip’ ben değilim, bir cumartesi öğleden sonra, Boğaz kenarında oturup çayını içeceğine beni dinleyenler ama, uyandırmayın!
Son konuşmacı’ lafını duyunca, benim gazetedeki çocuklar çok güldüler:
- Son ütücü gibi bir şey mi oluyo’ bu abi? Wu ha ha!
Allah’tan ‘son kafa ütüleyici’ esprisi akıllarına gelmedi de, ya da geldi ama yemedi de, ses etmedim. Şu kadarını hatırlatmakla yetindim:
Burcu’nun (Özçelik Sözer) yaptığı haberi unuttunuz mu? Şöyle diyordu haberde: ‘... son ütücüler tekstil piyasasının en çok aranan elemanlarındandır. Görevleri ürünün paketlenmeden önce son ütüsünü yapmaktır. Üründe varsa hataları görüp geri gönderirler. Ürüne son şeklini veren (ve son kalite kontrolünü yapan) son ütücüler olduğu için yaptıkları iş şüphesiz çok önemli. Onlar ürüne estetik katan insanlardır aslında. Ne der meşhur halk deyişi? “Elbiseyi gösteren ütüdür.”

Yazının Devamını Oku

Elkızı söyleyince belki inanırsınız

14 Eylül 2014
Kompleksli bir milletizdir biz.

Gerçi Turgut Özal’ın Türkiye’yi (Batı karşısında ve ekonomik konularda) aşağılık kompleksinden kurtardığı iddia edilirse de, anayasanın bir kere delinmesiyle başlayan süreçte 30 yıl sonra geldiğimiz noktaya bakılırsa, bizi aşağılık kompleksinden kurtarmadığı, aksine, ‘aşağılığı kompleksten kurtardığı’ görülür. Aşağılık kompleksten kurtulup kafesin kapıları açılınca da… Neyse, konumuz dağılmasın.

Kompleksli bir milletizdir biz, diyordum. Elimizdekini, kendi yaptığımızı küçümser beğenmeyiz de, aynı şeyi yabancılarda görünce tapınırız.
Burada yıllardır bir tarafımı yırtıyorum (ahlâksızlık etmeyin gırtlağımı diyorum gırtlağımı):
Şirketi gerçekten benimseyenler, en faydalı ve verimli çalışanlar, yönetimin kıymetini bilmediği (aslında kimsenin görmek istemediği gerçekleri görüyor, duymak istemediklerini söylüyor ve yalakalık etmiyor diye hazzetmediği) ‘kakırcılar’dır, diyorum. Yani işini kötü yapanlara, kaytaranlara, işi yalakalık olanlara, kifayetsiz muhterislere kızıp söylenenler, sürekli şikayet edenler.
Baktım, 2009’dan bugüne (bu hariç) 267 yazım çıkmış Hürriyet-İK’da. 3’ünü ‘kakırma’ konusuna ayırmışım. Bu dördüncü olacak.

Yazının Devamını Oku

Kaybedilmiş savaşta başarılar dilerim!

7 Eylül 2014
14 yıl önce, Hürriyet-internet’te, gene okulların açıldığı bu günlerde, gençlere seslenmiştim.

Onlara, Türkiye’nin ‘gerçek Kurtuluş Savaşı’nı eğitimde verdiğini; dünyanın pek az ülkesinde ana-babaların bizimkiler kadar büyük bir fedakârlığa katlandığını; kendisi adam gibi okuyamamış kuşakların ‘Benim çocuğum okuyacak!’ diye inatla, insanüstü bir gayret gösterdiğini hatırlatarak, gençlere ‘Ne olur kıymetini bilin!’ diye romantik bir çağrı yapmıştım. (15.09.2002)
Demek ki o günlerde Türkiye’den daha umudumu tam kaybetmemişim, hâla iyi şeyler yapabileceğimize inanıyormuşum.
Belki de kendimi kandırıyormuşum.

*

Hani derler ya, şu kadar bin dolar millî gelire erişmeden bir ülkede demokrasi olmaz diye. Asıl, toplum belli bir eğitim seviyesine erişmeden demokrasi olmaz.

Yazının Devamını Oku

Fareler ve insanlar

1 Eylül 2014

Türkçe özürlü Türk Dil Kurumu’nun internet sitesi, ‘pişmanlık’ kelimesini şöyle tarif ediyor: ‘Pişman olma durumu, nedamet’.
Peki, o halde ‘nedamet’ ne demekmiş? ‘Pişmanlık’.
E sağ olun bu, ne güzel anladık. Bir kelimeyi başka bir kelimeyle, yetmedi iki kelimeyi birbiriyle tarif etmek TDK’ya özgüdür.
Eve dönünce, Türkiye’nin hâlâ (1969’da yayımlanmaya başladı, demek ki 45 yıl sonra) en iyi Türkçe lûgatı olan Meydan-Larousse’a baktım.
Pişmanlık: Pişman olma, yaptığı bir hareketten dolayı üzülme.
Nedamet: Bir iş veya bir davranışın yanlış ve kötü bir sonuç verdiğini görüp onu yapmış olduğuna hayıflanma, pişman olma.
Peki yapmadığı bir şey için pişman olamaz mı insan? Olmaz mı, elbette olur. Hatta, belli bir yaşa geldiğinde – elbet, yol boyu hepsini bastıracak temel bir hata yapmamışsan - yaptıklarından çok yap(a)madıklarına hayıflanırsın.

Yazının Devamını Oku