Paylaş
Kabul etmek gerekiyor ki yaşadığımız toplum başarı odaklı bir toplum. Bu sadece bizim insanımıza özgü, yerel bir duygu da değildir. İnsanın varoluşundan bu yana başarı, her insanın ulaşması gereken bir hedef olarak önümüze konulmuş. Çocukluktan itibaren hep daha fazlasını, daha iyi olanı elde etmek üzere şartlandırılırız. İyi olanı istemek ebette kötü bir şey değil. Sorun ‘en iyi olanı’ elde etmek üzere şartlandığımızda ortaya çıkıyor.
İster spor olsun ister okul veya iş hayatı, hep kazanmak üzerinedir tüm planlarımız. Aynı kulvarda yarıştığımız rakiplerimize "Önemli olan kazanmak değil, iyi oynamaktır" desek de aslında hepimiz biliriz ki önemli olan kazanmaktır. ’İyi kaybetmek’ diye bir kavram yoktur. M.Ö. 776 yılında ilk karşılaşmaların sergilendiği Olimpiyat Oyunları da ‘İyi Kaybedenler’ üzerine kurulmamıştı. Yarışlarda ikinci ya da üçüncü olanlara hiçbir ödül verilmiyor, sadece birinci olanın başına çelenkten bir taç konuyordu. Yani sadece en iyi olan ödüllendiriliyordu.
Başarı odaklı insan hayatı, 19.yüzyıl yazarlarından Lord Lytton tarafından "Kendi durumundaki insanlar arasından sıyrılarak başarıya ulaşan insan, hayatta erkenden hedefini sezebilen ve bütün gücünü bu hedefe doğru yöneltebilen insandır" şeklinde yorumlanmıştır. Ancak bu kadar başarı hedefli olmak insanı bencil, hırslı ve agresif yapabilir. Özellikle okul çağı çocuklarında yapılan araştırmalar bu görüşü destekler durumdadır. Bir çocuğun okulda başarıya yönlendirilmesi ve rekabetçi hayata hazırlanması olumlu bir yaklaşımdır. Ancak araştırmalar göstermiştir ki, çocuklar ders saatleri bittiğinde, teneffüste ya da serbest zamanlarda da bu rekabetçi tutumlarına devam ediyorlar. Rekabet ve hırs dozu iyi ayarlandığında elbette gerekli duygular. Fakat bireyin doğal yeteneklerinin üstünde akademik başarılar beklentisi, çocukların ve gençlerin kendilerine olan inanç ve güvenlerine çok ciddi zarar veriyor. Birçoğu akademik başarı beklentilerini karşılayamıyorlar ve var olan potansiyellerini dahi ortaya koyamıyorlar. Bu çocukların bazıları uyuşturucu madde kullanımına yöneliyor, bazıları içkiye sarılıyor, intihara teşebbüs ediyor, başka bir takım davranış bozuklukları gösteriyor ve bilinen bütün stres kaynaklı sorunları yaşıyorlar.
Tüm bu bilgilere baktığımızda önemli bir durumu fark ediyoruz; sınırlarımızı bilmek. Bu kendimize sınırlar koymak anlamına gelmiyor, sadece neleri ne sürede ve nasıl yapabileceğimizin bilincinde olmak anlamına geliyor. Her şeyi yapabilirsiniz, örneğin muhteşem bir yetenek olmayabilirsiniz ama bir müzik aleti çalmayı öğrenebilirsiniz. Spor yarışmalarında rekor kıramayabilirsiniz ama bu spor yapmayacaksınız demek değildir. Yapabilirsiniz, yüzme, tenis, jimnastik her şeyi öğrenebilirsiniz. Bilmeniz gereken nokta, tüm bunları bir günde öğrenemeyeceğinizdir. İşte sınırlarını bilmek derken kastettiğim budur. Demek ki, sınırları doğru belirlemek gerekiyor. Bunun için de bazı ipuçlarına ihtiyacımız olacak.
Stres ve stresle mücadele konusuna bir sonraki yazımda devam edeceğim.
Tıpkı yayınlama hazırlandığım kitabımdaki gibi: ‘Stresinize Sahip Çıkın’
Sağlıcakla...
Serap Duygulu
Paylaş