Okullar açılıp çocuklar okula başladıktan sonra en büyük stresi anne babaların ama en fazla annelerin yaşadıklarını görüyoruz. İnanılmaz bir ödev stresi başlıyor ailelerde. Her anne baba kendine göre haklı sebepler öne sürse de öğretmenler ellerinden geleni yapmaya çalışsa da aslında tenis topu gibi oradan oraya savrulanların minicik çocuklarımız olduğu hep gözden kaçıyor.
Bu yazım özellikle ilkokul birinci sınıf öğrencilerinin anne babaları ve öğretmenleri için yazıldı. Bazı şeylerle yüzleşmemiz gerekeceği için biraz can sıkıcı bir yazı olabilir ama söz konusu olan çocuklar ve yıllar sürecek eğitim hayatları olduğundan elimize aynayı alıp kendimizle yüzleşme zamanı geldi demektir.
Çocuklar okula başlarlar ve anne babalar çocuklarının ilk birkaç hafta sonunda okumayı yazmayı öğrenmesini beklerler. Bu yetmez arkadaşlarıyla kıyaslama yaparlar. Bu da yetmez anne babalar birbirlerine üstünlük gösterisine girişirler. Çocuklarının ne kadar zeki olduğunu birbirlerine anlatırken evde o çocuğu yerden yere çarparak falanca arkadaşının ne kadar zeki ve başarılı olduğunu çocuğun beynine işlerler. Böylece çocuk en önemli dersini evde almış olur, ‘Ben bir geri zekalıyım’. Çocuk okula gelir, aslında içi kıpır kıpır, aslında aklı oyunda, aslında uykuya doymamış, oyuna doymamış, eve doymamış ama kurallar o çocuğun 40’ar dakikadan toplam 6 ders boyunca hiç kımıldamadan hatta mümkünse mum gibi oturup öğretmenini dinlemesini bekler. Aynı kurallar çocuğun her anlatılanı hiç ikiletmeden anında öğrenmesini de bekler. Çocuk teneffüse çıkar, tam oyun kuracak tam arkadaşıyla top oynayacak, tam koşacak ama okulun bahçesini bir baştan bir başa koşamadan zil çalar ve yeni ders başlar. Akıl bahçede kalır, gövde sıraya yığılır. Öğretmen anlatır ama çocuk hep dinlemek zorundadır. Biraz hareketlense ‘otur yerine’ , biraz konuşacak olsa ‘ sus bakayım’ komutlarıyla haddi bildirilir.
Biraz fazla hareket eden çocuk el birliğiyle etiketlenmeye başlanır. Önce öğretmenleri ve rehberlik servisleri sonra okul yönetimi ile sorunlu olduğu düşünülen çocuk ardından alenen tavsiye edilen psikiyatristlere yönlendirilir. Hatta çocuğa ilaç kullanılarak tedavi edilmesi gerektiği söylenir.
Aile kafası karma karışık vaziyette daha önce gittiği yuvada ve evde hiç sorun çıkarmayan çocuğun nasıl olup da bir anda dikkat dağınıklığı, hiperaktivite, davranış bozukluğu hatta okul fobisi yaşıyor olduğunu anlayamadan uzmanların yolunu tutarken bulur kendisini. Çocuk okula gitmeyi reddeder, ders yapmayı reddeder, ödev yapmayı reddeder. Hatta defteri kitabı yırtar, sinir krizi geçirir ve evde terör estirir. Çocuk da kendisinden hiçbir şey olmayacağına inanır. Böylece anne babadan öğretmene, rehberlik servisinden okul yönetimine kadar herkes görevini yapmış olmanın huzur içinde susturulmuş, sindirilmiş, merakı törpülenmiş, çocuk olmanın getirdiği gereksiz(!) hareketlilikten kurtarılmış çocuklara eğitim vermeye devam edilir.
Zor bir dönemden geçiyoruz. Neredeyse her gün olumsuz haberler duyuyor, her gün bir kayıp haberi okuyoruz. Trafik terörü bir yandan, ülkemizin hemen yanı başında yaşanan savaş ve çatışmalar bir yandan, travma üzerine travma yaşıyoruz.
Terör artık şehirlerin tam orta yerinde patlatıyor bombalarını, insanlarımız ölüyor, hayaller ve umutlar paramparça oluyor, aileler ve biz sıradan vatandaşlar güven duygumuzu kaybediyoruz. Geleceğimizden, çocuklarımızın hayatlarından ve kendi hayatlarımızdan endişe ediyoruz. Birbirimizi uyarıyoruz ‘aman dikkat et, kalabalık yerlerde dolaşma, alışveriş merkezlerinden uzak dur’ diyoruz. Oysa insan sevdiğini uğurlarken 'dikkat et kendine' der, 'trafiğe dikkat et, geç kalma, beni ara, yemene içmene dikkat et' der, ya bombanın nesine dikkat edebilir insan?
Sabah geleceklerini belirleyen sınava giren, akşam geleceklerini ve hayatlarını yitiren insanlar ülkesi olduk. Çok büyük acı, tarifi yok!
Bütün bu patlamalar, hepimizin içindeki doğal korku duyma, savunmaya geçme, içe kapanma, güvensizlik ve endişe duygularını ayaklandırıyor. Korkuyoruz, paniğe kapılıyoruz. Bunda yanlış olan bir şey yok. Terörün amacı da zaten toplum içinde karışıklığa yol açmak, insanların çevresine ve başka insanlara karşı geliştirdiği güven duygusunu sarsmaktır. Bir anlamda toplumsal bir sosyal fobiye yol açmaktır.
Terörün nereden gelirse gelsin, amacı, şiddeti ve büyüklüğü ne olursa olsun, başarıya ulaştığı hiçbir yer yoktur. Sadece korkutur, ait olunan topluma ve çevreye olan güven duygularını zedeler. İnsanların daha yerel yaşamalarına ve sosyal alanlardan uzaklaşmalarına yol açar. Bütün bunlar da kısa bir süre için geçerlidir. Zira hayatın akışı durağan değildir. Sokaklardaki hayatı, canlılığı, değişimi, akışı durduramaz hiçbir şey. Belki bir süreliğine korkutur, insanları sindirir ama sürekli bir susturma gerçekleşemez.
Elbette terör hemen hemen her ülkede yaşanabilecek bir şiddet durumudur. Nerede olursa olsun ciddi psikolojik boyutları vardır ve her birey için tam bir travma etkisi yaratır. Başa çıkmak her birey için farklı süreçler içerir. Bu tip toplumsal travmalarda olayın hem bireysel hem de toplumsal başa çıkma süreçleri olarak ayrı ayrı ele alınması gerekir.
Bireysel olarak başa çıkmanın da farklı boyutları var. Sırasıyla; olay nedeniyle doğrudan etkilenenler yani olaydan kurtulanlar, olaya tanık olanlar, hayatını kaybedenlerin aileleri ve yakınları, o bölgede yaşayanlar ve elbette bu olayı medyadan duyan, görüntüleri izleyen insanlar.
Bu tip sarsıcı olaylar sonucunda topluma yayılan bir empati ve acıya ortak olma duygusu oluşur. Doğru ve sağlıklı olan tutum da budur.
Çocuklarımıza olan tutumlarımızda, eski kuşaklara göre bazı değişiklikler olduğunun hepimiz farkındayız. Yetiştirildiğimiz şekilde çocuklarımızı yetiştirmiyoruz, anne ve babalarımızın rollerinden uzaklaşıp yeni roller edinmeye başladık. Bu durumun gerekçesi olarak, çağın gereksinimlerini, teknolojik gelişmeleri, yeniliklerle büyüyen bir nesli gösterebiliriz.
Öncelikle annelerden başlamak istiyorum. Kadınların iş ve eğitim alanlarında gün geçtikçe daha da aktif olmasıyla, çocuklarından beklentileri de büyük oranda arttı. Çocuklarının eğitimleri konusunda yaşadıkları doyumsuzluk, mükemmeliyetçi tavırlar, görünürde daha bilgili ve kültürlü bireyler yetiştirmeye çalışılıyor gibi görünse de diğer taraftan çocukların oyun ve ilgi alanlarına yönelmesini engelleyen ve onların çocukluklarını yaşamalarının önüne geçen bir tutum. Çocukların istekleri ve beklentileri ikinci plana atılıyor. Böylelikle de hırçın, inatçı, mutsuz, ders çalışmayı sevmeyen çocuklar gündeme geliyor.
Bu durumda babaların daha ılımlı ve olumlu bir tutum izledikleri ve eskiden olduğu gibi çocuk, anne ve okul sorumlulukları üçgeninde daha mesafeli durdukları bir gerçek.
Kimi zaman arabulan, kimi zaman annenin sözünü dinleyen, kimi zaman da çocuklarıyla kaçamaklar yapmaktan zevk alan babalara dönüştüler.
Son yılların ebeveyn tutumlarına baktığımızda aile içi rollerin önemli ölçüde değiştiğini görmek mümkün. Annelerin iş hayatında ciddi anlamda yer almaya başlamalarından sonra da ev işi ve çocuk sorumluluklarından geri adım atmadıklarını ve yüklerini paylaşmaya yanaşmadıklarını görüyoruz. Hala aynı mükemmeliyetçi, ‘kariyer de yaparım, çocuk da yaparım’ tutumu aynı şekilde devam ediyor. Ancak sorumluluklar arttıkça annenin bir kadın olarak pek çok sorumluluk arasında bölünüp parçalandığını, sonrasında da bu sorumluluklara yetişememenin ya da kendine göre hakkıyla yapamıyor olmanın verdiği suçluluk nedeniyle öfkelendiğini görmemek mümkün değil.
Anne ve baba olarak gelinen noktaya ben ‘Yeni Nesil Ebeveynlik’ diyorum. Yeni nesil ebeveynler de anne ve babanın rolleri inanılmaz değişim gösterdi. Eskinin otoriter ve kural koyucu, disiplinli babaları gitti, yerine ‘Pamuk Şeker Babalar’ geldi. Sabırlı, esnek ve sorun çözücü anneler yerine de ‘Demir Ökçeli Anneler’ geldi. Babanın otoritesini yok edip, çocukla arkadaş olan babalar yaratan yeni nesil ebeveynlik, otoriteyi, sınır çizme ve kural koyma işini de anneye yüklemiş durumda. Ama unutulmasın okul sorunlarına, ev ödevlerine, ev işlerine ve çocuğun sosyal ve akademik hayatına odaklanan anne tek bir insan. Bir ahtapot ya da robot değil. Her şeyi üstlenen ve altından kalkmaya çalışan o anneler bu yoğunluğun ve sorumluluğun altında bir süre sonra bir akademik canavara dönüşüyor.
Çocuğunun ilkokula başladığı ilk hafta okumayı yazmayı çözmesini hatta dört işlemi yapmasını bekliyor. Sınav notlarının 100 üzerinden 150 olmasını, öğretmen 5 yıldız veriyorsa çocuğundan 7 yıldız almasını istiyor. Sınav notunu söyleyen çocuğuna sınıftaki en yüksek notun ne olduğunu soruyor.
Çocuğu akşam okuldan eve geldiğinde sırasıyla önce elini yüzünü yıkamasını, sonra üstünü değiştirmesini, sonra yemeğini yemesini, sonra ödevini yapmasını, sonra test çözmesini, sonra kitap okumasını, sonrasında yatıp uyumasını istiyor. Çocuğunun akşam 17.00’den gece yatana kadar geçen 3- 4 saatlik sürede bir robot gibi davranmasını bekliyor. Onun bir çocuk olduğunu, dinlenmeye, eğlenmeye ve oyun oynamaya ihtiyaç duyduğunu unutuyor. En çok da anne babasına ihtiyaç duyduğunu, onların sevgisi ve ilgisiyle gelişeceğini de unutuyor.
Kayseri’de gencecik bir kız öğrenci, öğretmeni tarafından cinsel tacize uğradığı için ve buna kimseyi inandıramadığı için, kimse yanında olmadığı için derin bir sessizlikle, görmezden gelindiği için canına kıydı. Bir can daha bütün ülkenin, tüm insanlığın önünde kayıp gitti.
Biz yine ardından ağıtlar yakarak, methiyeler yazarak onu anmaya, anlamaya çalışıyoruz. Ama yine samimi değiliz, yine timsah göz yaşları döküyoruz.
Tıpkı Özgecan’da olduğu gibi, tıpkı tam bir yıl önce sevgilisi tarafından öldürülen Dudu Çapar gibi, 20 yaşında öldürülen Songül gibi, 2 çocuğunun gözleri önünde öldürülen Öznur Bozan gibi, 17 yaşındaki oğlu tarafından öldürülen Müzeyyen gibi, eşi tarafından öldürülen 25 yaşındaki Bircan Toptaş gibi, Diyarbakır’da öldürülen 3 çocuk annesi 27 yaşındaki Meryem yılmaz gibi, Şanlıurfa’da öldürülen Medine Taşkın gibi, 2 çocuk annesi Saniye Ulukaya gibi…
Daha yazamadığım yüzlerce kadın gibi... Bu kadınların birçoğu sevdikleri(!) eliyle hayatını kaybeden kadınlar. Eşi tarafından, oğlu, abisi, sevgilisi ya da babası tarafından hayattan koparılan kadınlar. Bu kadınların çoğu anne, eş, abla, kardeş… Kendi büyüttüğümüz erkekler, oğullar, eşler tarafından yaşam bağımız koparılıyor, farkında mısınız?
Öldürülmekle de kalmıyor, ‘dışarıda ne işi vardı’, ‘neden o kıyafeti giymiş’ , ‘evinde otursaymış’ diyerek bu kadınları bir de biz toplum olarak öldürüyoruz. Mesele o saatte orada olmak, o kıyafeti giymek değil, mesele bu katillerin, ellerini kollarını sallayarak dışarıda dolaşmaları ve buna izin veren düşünce biçimi.
En son güzeller güzeli Cansel için ‘öğretmenine aşıkmış’ diyebilen, bu kadar çiğleşen ve bu tacizi ve tecavüzü haklı gören, normalleştirmeye çalışan insanların olduğunu görünce daha çok acıyor canımız. Asıl acı olansa bu sözlerin kadınlar tarafından da dile getirilmiş olması.
Çevremizde gördüğümüz pek çok şey bizim bilinçli tarafımızın değil, bilinçaltımızın yönlendirmesiyle anlam buluyor. Biz kendi seçimlerimizi yaptığımızı sanıyoruz ama aslında seçim yaptırılıyoruz. Birileri bizim bilinç altımıza müdahale ediyor, algılarımızı ve yargılamızı biçimlendiriyor, yönlendiriyor. Son yılların moda deyimiyle hepimiz az ya da çok bir ‘algı operasyonu’na ya da ‘subliminal mesajlara’ maruz kalıyoruz.
Düşündüğümüzü, düşünerek hareket ettiğimizi sanıyoruz ama aslında birçok düşüncemizin arkasında kalıp yargılar, ön yargılar var. Örneğin üstün zekalı insanların, öğrenme konusunda hiç problem yaşamadığını, hatta birçok bilgiye doğuştan sahip olduğunu düşünüyoruz. Oysa onlar da hepimiz gibi öğrenmeye, anlamaya ihtiyaç duyarlar. Sadece birçok insandan daha hızlı öğrenebilir ve uzun süreli hafızlarında tutabilirler. Farklı alanlarda yetenekleri olabilir, değişik ilgi alanlarına eğilimleri vardır ama onlar da yetenekleri olsa bile kuralları öğrenmek durumundadırlar. Örneğin tenis sporuna yatkınlığı olan bir birey sporun kurallarını öğrenmezse, sadece iyi bir seyirci olmaktan öteye gidemez.
Bunun gibi ilginç yargılarımız var. Mesela, doktorlar hasta olmaz zannediyoruz ama oluyorlar. Mühendisler bütün makinelerin dilinden anlar, onların evinde hiçbir şey arızalanmaz. Psikologlar asla strese girmez, girse de neyin ne olduğunu bildiği için başa çıkmayı da bilir. Öğretmenler ise her şeyi bilir ve onların çocukları anne babaları öğretmen olduğu için çok şanslıdır ve çok başarılıdır.
Her şeyi ve herkesi etiketliyor, kategorilere sokuyor, sınıflandırıyor, yargılarımıza göre konuşup değerlendiriyoruz. Oysa bu etiketlediğimiz varlığın etten, kemikten ve duygudan oluşan bir canlı olduğunu, ‘İnsan’ olduğunu unutuyoruz. Böylesi daha kolay geliyor. Empati yapmaya, onun yerine de düşünmeye gerek görmüyoruz.
Bir mühendis eğitim gördüğü alanda birçok teknik sorunu çözebilir, bir öğretmen pek çok çocuğu eğitebilir, bir psikolog kendisine danışan insanlara yol gösterici olabilir, bir doktor da hastalarını iyileştirebilir. Ama bu uzmanlıkları kendilerine de her durumda yardım edecekleri ya da zaafları olmadığı anlamına gelmemeli. ‘Terzi kendi söküğünü dikemez’ diye bir söz vardır, bilirsiniz. Terzi kendi söküğünü dikemesin zaten, dikemesin ki, birbirimize yabancılaştığımız bu dünyada, birbirimize ihtiyacımız olsun. Birbirimizle buluşacağımız, anlaşıp kaynaşacağımız anlar çoğalsın. Bazen bir hastalıkta, bazen çözemediğimiz bir sorunda, bazen konuşmaya ve anlatmaya ihtiyaç duyduğumuzda. Anlatmak istediğimiz anlar, anlaşılmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz anlardır.
Anlamak ve anlaşılmak için etiketleri kaldırmak lazım, kategorilerin olmaması, birbirimizi sınıflara ayırmamamız lazım. Başkalarının düşünmemizi istedikleri gibi değil, kendi düşüncelerimize güvenerek görmemiz lazım.
Artık hayatlarımızda "Sosyal Medya" diye bir gerçek var. Birçoğumuz sabah gözümüzü açar açmaz ne olup bitmiş diye öğrenmek için oradayız. Yeme içmeden alışverişe, haberlerden gezip eğlenmeye kadar ne ararsak orada var. Orası öyle bir yer ki çocuk, genç yaşlı, eğitimli, eğitimsiz herkes orada. Birkaç yıl öncesine kadar sadece genç nüfusun ilgi gösterdiği bir alandı sosyal paylaşım siteleri. Oysa bugün biliyoruz ki, yaşı 45 ve üzeri olan ve ağırlıklı olarak erkeklerden oluşan nüfus gençlerin sosyal medyada yer alma hızından daha hızlı bir biçimde bu mecralarda yerlerini alıyorlar.
İstatistikler böyle söylüyor ama aslında burada iki farklı etken var. İlki, yetişkin grubun çocuklarından öğrenerek sosyal medyayı ve kullanımını keşfetmesi, ikincisi gençlerin neredeyse tamamının sosyal medyada çok önceden beri var olması ve yeni katılanların da artık o kadar kalabalık bir nüfus oluşturmaması.
İnternet ve sonrasında sosyal paylaşım alanlarının hayatlarımızdaki hızlı yükselişiyle beraber aileler büyük bir endişeye kapıldılar ki haklıydılar: ‘Eyvah, çocuğumuz bilgisayardan, internetten ayrılmıyor, arkadaşlarıyla ve bizimle ilişkisi koptu’ diyerek dert yanıyorlardı. Ancak dikkat ederseniz son zamanlarda bu şikayetler çok azaldı. Zira artık anne babalar da hatta büyükanne ve büyükbabalar da internette ve sosyal medya yoluyla paylaşım sitelerindeler. Hızla akan ve sürekli yenilenen bilgiler, sanal kalabalıklar, öğrenilenler ve paylaşılanlar o kadar ilgi çekici geldi ki herkese, neredeyse kimse şikayet etmiyor durumdan.
Sadece anne babalar hala çocuklarının internet ve bilgisayar ya da telefon bağımlılığından şikayet etmeye devam ediyorlar. O da tamamen akademik açıdan, okul ve derslerde geri kalırsa endişesinden kaynaklanıyor. Zira başka endişeler ağır basıyor olsaydı, henüz bebek denecek yaştaki çocuklarına yeter ki yerinde otursun, sessiz olsun, ağlamasın ve oyalansın düşüncesiyle tablet bilgisayarları ya da telefonları vermezlerdi.
Her şeyin ötesinde ben sosyal medya konusunda olumsuz taraflarından daha çok olumlu yönlerine odaklanmamız ve bu alanı bu kadar acımasızca eleştirmememiz gerektiğine inanıyorum. Zaman içinde biz de daha sağlıklı ve amaca uygun kullanmayı öğreneceğiz. Kaldı ki genç nesil bunu başarmış görünüyor.
Çocukları ve özellikle gençleri sosyal medyayı bu kadar yoğun kullandıkları için çok fazla eleştirmenin de anlamı yok. Zira gelinen noktada neredeyse tüm resmi ve sivil kurumlar sosyal medya ve paylaşım sitelerinde son derece aktif paylaşımlarda bulunuyorlar, haberler artık sosyal medya üzerinden duyuruluyor, yazılı basın bitmek üzere.
Alışveriş yapmak bir tık ötedeyken, konser ve etkinlik biletleri internet üzerinden satılırken, ev eşyanızı satabilir, yeni eşya alabilirken, yıllar öncesinden arkadaşlarınızı bulup, sanal da olsa arkadaşlıklar kurabiliyorken, aklınıza takılan her sorunun yanıtını bulup üstüne yorumlar da okuyabiliyorken ve tüm bunları yerinizden bile kalkmadan yapabiliyorken kimse bu alanı etkin kullanabilen genç kuşağı suçlayamaz. . Üstelik çocuklarımızı bilgisayar başından kaldırdığımızda sokağa oyuna gönderecek güvenli alanlarımız yoksa, uzun yaz tatillerinde mahallelerde sosyal etkinlik alanları ve spor salonları bulamıyorsak, aynı binada oturduğumuz halde yan komşuyu tanımıyor ve çocuklarımız da akranlarıyla tanışamıyorsa suçlu onlar değil, bu imkanları sağlayamayan biz yetişkinleriz.
Kısacası eskilerin küçücük, sıcacık mahalle kültüründen, bugünün küçücük ekranlarıyla ulaşılan sosyal medya kültürüne gelene kadar, epeyce değişiklik oldu hayatlarımızda. Ama değişmeyen çok önemli bir şey, bütün teknolojiye ve gelişmişliğe rağmen aynen, hatta daha fazlasıyla devam ediyor.
Geçtiğimiz aylarda yabancı ülkelerde yaşanan olayları okuyup geçtik. Hatta bazılarına çok güldük. Bize komik ve eğlenceli geliyordu, oradan buradan düşen insanların haberlerini duymak. Ama son zamanlarda selfie çekmek adına durumu abartıp hayatını kaybedenleri okuyunca şaşırdık. Nasıl olabilir, insanlar nasıl bir fotoğraf uğruna hayatını kaybedebilirdi, inanamadık. Ve en son inanılmaz bir selfie faciası haberiyle karşılaştık. Bu kez bizim ülkemizde, Antalya’da 5 genç selfie çılgınlığı yapmak isterken, iki arkadaşlarının hayatına mal olan bir hata yapıyorlar. Gecenin bir vakti uzandıkları asfalt yolda onları fark edemeyen bir aracın çarpması sonucu iki genç ezilerek hayatını kaybediyor, diğer üç genç aracı son anda fark ederek kaçabiliyorlar.
Evet, selfie yani özçekim çılgınlığı tüm dünyayı sarmış durumda. Hatta en çılgın, en güzel, en dikkat çekici selfie çekimi yapmak amacıyla etkinlikler düzenlendiğini, insanların inanılmaz koşullarda çekim yaptıklarını duyuyoruz. Bunlar da medya tarafından okuyuculara bir görsel şölen havasıyla sunuluyor, hepsi kabul. Ama ölümüne bir fotoğraf çekimi yapmak artık akıl, mantık sınırlarını zorluyor. Bu kadar da değil diyoruz ama bu kadarmış aslında. Bu kadar abartabiliyormuş insanlar.
Hep sosyal medyanın geldiği ve bizi getirdiği noktayı konuşuyoruz. Bazı davranışların ardında bağımlılıklar, psikolojik bozukluklar, takıntılar türü yatkınlıklar olabilir.
Ancak sosyal medyayı çok yoğun kullanan ya da abartılı fotoğraf çekimlerine yönelen herkeste bir bozukluk ya da bağımlılık aramak da yanlış. Burada bireysel sorunlardan daha çok kitle psikolojisini aramak gerek.
Birey bazen tek başına yapmadığı davranışı bir araya geldiği grupla yapmakta sakınca görmez. Hatta birlikte olmaktan güç alır, grubun diğer üyeleri de ya tek bir bireyi öne çıkarır ya da birbirlerini motive eder ve desteklerler. Burada da aslında olan bu. Beş gencin daha ne kadar çılgın olabiliriz düşüncesiyle başlayan fotoğraf çektirme macerası hiç planlamadıkları şekilde faciayla sonuçlanmış. Bu tip grupla birlikte ortaya çıkan eylemlerde davranışın üst sınırı ve sonuçta nelerle karşılaşılabileceği hiç hesaplanmaz. Anlık olarak harekete geçilir ve tehlikeli kısmı da burasıdır. Eylem bir anda organize olur, çoğu kez bir lidere bile ihtiyaç duyulmaz. Grup kendi başına bir kişiymiş gibi hareket eder ve bir kişinin en ufak bir ‘hadi’ kelimesi sonu hiç tahmin edilemeyen eylemlere dönüşebilir.
Bundan birkaç yıl önce iki spor kulübümüzün şampiyonluk maçı sonrası Kadıköy’de olaylar çıkmış ve taraftarlar çevreye büyük zarar vermişti. Daha sonra yakalan olayın zanlılarının aslında işsiz güçsüz sorunlu kişiler olmadığı, aksine aralarında mühendis, mimar, eğitimci, kendi işinin sahibi insanlar bulunduğu anlaşılmıştı. Bu insanlar daha sonra nasıl böyle bir şey yaptıklarına inanamadıklarını ve çok üzgün olduklarını ifade etmişlerdi. Yine söz konusu olan ‘Kitle Psikolojisi’ydi. Eylemlere karışan insanların tek başına yapmaları beklenmeyen davranışları bir arada yapması durumuna bu tip kalabalık hareketlerde çok sık rastlanır.
Yine yıllar önce piyasaya yeni çıkan bir şarkı ve şarkının ismi nedeniyle bazı insanların intihara yöneldikleri iddia edilmişti. Bu tip olaylar domino etkisi yapar ve bir diğerini etkileyebilir, tetikleyebilir.
Elbette bütün bunları hem bireysel hem de toplumsal yönleriyle ayrı ayrı ele almak, üzerinde düşünmek ve değerlendirmek gerekiyor. Hayatımıza bu kadar etkili bir biçimde giren ve her gün farklı açılardan bizi ve toplumu yönlendiren sosyal medyayı ve etkilerini doğru tanımlamak, doğru davranışları geliştirmek için atacağımız her adım çok önemli. En kolayı ise ‘Sosyal Medya kötüdür, ondan uzak durmak gerekir’ gibi basmakalıp bir yargıya tutunmaktır. Televizyonlar da ilk çıktığında çok kötü olarak düşünüp algıladık, bilgisayarlar ilk çıktığında da, internet servisleri için de aynı söylemlerde bulunduk. Şu an hayatımızı etkileyen faktör sosyal medya ve sosyal medyanın en ışıltılı, en cilalı tarafı sosyal paylaşım sitelerinde paylaşım yaparak haz elde etme davranışı. Bu açılardan bağımlılık davranışı özellikleri gösterebilir, bazı insanlardaki psikolojik bozuklukları ortaya çıkarabilir, takıntılara yol açabilir. Evet hepsi mümkün. Ancak suçu sadece sanal bir dünyaya yıkmak ve birey olarak kendi sorumluluklarımızı görmezden gelmek işin kolay ve ucuz tarafı.
Yeni kuşak çocuklarla biz yetişkinlerin arasındaki derin uçurum da işte buradan kaynaklanıyor. Özellikle 1980 ile 1999 yılları arasında doğan Y kuşağı ile 2000 yılından sonra doğan ve 2021 yılına kadar doğacak olan çocukların konuştuğu dil, ilgilendiği uğraşlar ve teknolojiye olan hakimiyetleri akıl alır gibi değil. Onların farklı bir algılama ve öğrenme biçimleri var. Teknolojiye karşı çok cesurlar, aynı anda pek çok farklı alanla ilgilenip, farklı noktalara odaklanabiliyorlar. Birçok aile için onlar derslerine ilgi göstermeyen, akademik olarak odaklanma sorunu yaşayan çocuklar. Ve anne babalar neredeyse ağız birliği etmişçesine aynı şeyi söylüyorlar: İnternete girdi mi kendini unutuyor, ama derse gelince dikkatini bir türlü toplayamıyor.
Çok normal, çünkü eğitim sitemi ve dersler bile neredeyse yıllar öncesinin aynısı iken, teknoloji ve internet aldı başını gitti ve çocuklar da teknoloji çağına herkesten önce girdi.
O nedenle biz diğer her şeyde olduğu gibi zaman zaman olumsuzluklar yaşasak da bu sorunları da aşacağız. Eksiklerimizi fark edecek ve tamamlanacağız. Er ya da geç öğreneceğiz. Yasaklamak yerine doğru kullanmayı, kullanırken zarar görmemeyi, yanlışları bilerek doğrudan yana olmayı öğreneceğiz.
Şu an yapılması gereken şey, öncelikle medya kuruluşlarının gönüllü birer eğitimci olarak hareket etmeleri ve teknolojinin ve internetin, dolayısıyla sosyal medya kullanımının doğru sunumu ve tanıtımı için imkanlarını seferber etmeleri. Aynı zamanda okullarda, resmi ve sivil tüm kurumlarda sosyal medya konulu eğitim ve seminerlerin yaygınlaştırılmasına çalışmak, kamu spotlarıyla insanları bilgilendirmek ve bilinçlendirmek çok önemli.
Sağlıklı bir teknoloji ve sosyal medya kullanımını konusunda hepimiz elimizi taşın altına koymalıyız.
ÜNLÜLERİN SELFİE POZLARI
Geçtiğimiz aylarda yabancı ülkelerde yaşanan olayları okuyup geçtik. Hatta bazılarına çok güldük. Bize komik ve eğlenceli geliyordu, oradan buradan düşen insanların haberlerini duymak. Ama son zamanlarda selfie çekmek adına durumu abartıp hayatını kaybedenleri okuyunca şaşırdık. Nasıl olabilir, insanlar nasıl bir fotoğraf uğruna hayatını kaybedebilirdi, inanamadık. Ve en son inanılmaz bir selfie faciası haberiyle karşılaştık. Bu kez bizim ülkemizde, Antalya’da 5 genç selfie çılgınlığı yapmak isterken, iki arkadaşlarının hayatına mal olan bir hata yapıyorlar. Gecenin bir vakti uzandıkları asfalt yolda onları fark edemeyen bir aracın çarpması sonucu iki genç ezilerek hayatını kaybediyor, diğer üç genç aracı son anda fark ederek kaçabiliyorlar.
Evet, selfie yani özçekim çılgınlığı tüm dünyayı sarmış durumda. Hatta en çılgın, en güzel, en dikkat çekici selfie çekimi yapmak amacıyla etkinlikler düzenlendiğini, insanların inanılmaz koşullarda çekim yaptıklarını duyuyoruz. Bunlar da medya tarafından okuyuculara bir görsel şölen havasıyla sunuluyor, hepsi kabul. Ama ölümüne bir fotoğraf çekimi yapmak artık akıl, mantık sınırlarını zorluyor. Bu kadar da değil diyoruz ama bu kadarmış aslında. Bu kadar abartabiliyormuş insanlar.
Hep sosyal medyanın geldiği ve bizi getirdiği noktayı konuşuyoruz. Bazı davranışların ardında bağımlılıklar, psikolojik bozukluklar, takıntılar türü yatkınlıklar olabilir.
Ancak sosyal medyayı çok yoğun kullanan ya da abartılı fotoğraf çekimlerine yönelen herkeste bir bozukluk ya da bağımlılık aramak da yanlış. Burada bireysel sorunlardan daha çok kitle psikolojisini aramak gerek.
Birey bazen tek başına yapmadığı davranışı bir araya geldiği grupla yapmakta sakınca görmez. Hatta birlikte olmaktan güç alır, grubun diğer üyeleri de ya tek bir bireyi öne çıkarır ya da birbirlerini motive eder ve desteklerler. Burada da aslında olan bu. Beş gencin daha ne kadar çılgın olabiliriz düşüncesiyle başlayan fotoğraf çektirme macerası hiç planlamadıkları şekilde faciayla sonuçlanmış. Bu tip grupla birlikte ortaya çıkan eylemlerde davranışın üst sınırı ve sonuçta nelerle karşılaşılabileceği hiç hesaplanmaz. Anlık olarak harekete geçilir ve tehlikeli kısmı da burasıdır. Eylem bir anda organize olur, çoğu kez bir lidere bile ihtiyaç duyulmaz. Grup kendi başına bir kişiymiş gibi hareket eder ve bir kişinin en ufak bir ‘hadi’ kelimesi sonu hiç tahmin edilemeyen eylemlere dönüşebilir.
Bundan birkaç yıl önce iki spor kulübümüzün şampiyonluk maçı sonrası Kadıköy’de olaylar çıkmış ve taraftarlar çevreye büyük zarar vermişti. Daha sonra yakalan olayın zanlılarının aslında işsiz güçsüz sorunlu kişiler olmadığı, aksine aralarında mühendis, mimar, eğitimci, kendi işinin sahibi insanlar bulunduğu anlaşılmıştı. Bu insanlar daha sonra nasıl böyle bir şey yaptıklarına inanamadıklarını ve çok üzgün olduklarını ifade etmişlerdi. Yine söz konusu olan ‘Kitle Psikolojisi’ydi. Eylemlere karışan insanların tek başına yapmaları beklenmeyen davranışları bir arada yapması durumuna bu tip kalabalık hareketlerde çok sık rastlanır.
Yine yıllar önce piyasaya yeni çıkan bir şarkı ve şarkının ismi nedeniyle bazı insanların intihara yöneldikleri iddia edilmişti. Bu tip olaylar domino etkisi yapar ve bir diğerini etkileyebilir, tetikleyebilir.
Bundan bir on yıl kadar önce sosyal paylaşım ağları hayatımızın bu kadar içinde değilken ya da biz sosyal ağların içine henüz bu kadar dalmamışken, yani daha sıradan hayatlar yaşarken sosyalleşmek dediğimiz kavram, eş dostla görüşmek, arkadaşlarla konuşup sohbet etmek için bir araya gelmek, hafta sonunu bir yerlerde geçirme planları yapmak şeklinde bir içeriğe sahipti. Sonra bir şey oldu, arkadaşlık siteleri, iş platformları, paylaşım siteleri adı altında açılan sosyal ağlar ortaya çıktı. Önceleri biraz korka korka, çekine çekine baktığımız bu siteler o kadar çok insan tarafından talep gördü ki, birçoğumuz için inanılmaz görünebilir ama bu ağları kullanan ülkeler arasında kısa sürede birinciliğe yükseldik.
Muhtemelen kurucuları da Türk insanından bu kadar çok talep görüyor olmalarından dolayı şaşkındırlar. Zira bazı istatistiklere göre Avrupa’da her beş kişiden birinin Facebook hesabı varken, Türkiye’de her Facebook kullanıcısının beş ayrı hesabı bulunuyormuş. Aynı şey Twitter için de geçerli. Sosyal ağların kullanımının en düşük seviyede olmasının beklendiği gece boyunca dünya üzerindeki kullanımın düzeyi araştırılmış ve yine ülkemizde en durgun olmasının beklendiği gece boyunca kullanımın arttığı görülmüş. Bu sonuçlar çok şaşırtıcı.
Birçok sosyolog, psikolog ve iletişimci sonuçları değerlendirip bazı çıkarımlarda bulunuyorlar elbette. Anlamlı sonuçları yakın zamanda daha sıklıkla göreceğimizi umuyorum ama ülke olarak pek çok bilim adamını şaşırtmaya devam edeceğimiz de bir gerçek.
“İsmi sosyal ağlar olarak bilinen bu sitelerde ne yapıyoruz?” , “Niye bu kadar yoğun kullanıyoruz?” sorularına ben de kendi açımdan ve bir psikolog ve sosyolog olarak yorum yapmak isterim.
Öncelikle biz toplum olarak girişken, atılgan gibi görünsek de aslında daha evcimen ve içe dönük bireyleriz. Özellikle geçmişteki kalabalık aile kavramını yitirdiğimizden beri daha yalnız, kendi içine kapanmış bireyler haline dönüştük. Yalnızlaştık. Büyük şehirlerdeki site şeklindeki yapılaşmalar da bu yalnızlığımızı artırdı. Son derece modern evlerde ama dışa kapalı güvenlikli sitelerde yaşamak garip bir güvensizliği ve korkuyu taşıdı evlerimize. Günümüzde bir site içindeki tek bir binada bile neredeyse bir mahalledeki kişi sayısı kadar insan oturuyor. Her bir binada yaklaşık 14-15 kat ve her katta ortalama 4 daire olduğunu düşündüğümüzde bu dairelerde de tahmini dörder kişi oturuyorsa sadece bir katta 16 kişi, 15 katlı tüm binada ise 240 kişi oturuyor demektir. Büyük bir rakam. Rakam büyük ama biz aynı kattaki karşı dairemizde oturan insanları bile tanımıyoruz. Çünkü artık bir ailedeki hemen hemen her birey çalışıyor. Gün içinde herkes işinde gücünde. Ama akşam eve döndüğü zaman insanlar dinlenmek ve farklı şeylerle ilgilenmek istiyor. Ancak bunun için de uzun ve zorlu sıkıntılara, zahmetli işlere katlanmamak lazım. Yani misafir ağırlamak için alışveriş yapmak, onları hazırlamak, sonra sunmak, toplamak bir de hazırlanıp giyinmek zor geliyor. Kaldı ki zaman da yok, zira sabah yine işe gidilecek. Ayrıca kocaman kocaman binalarda kimi ne kadar tanıyoruz ki, kime nasıl güveneceğiz, hangi sıkıntımızı anlatabiliriz, anlatsak da ne kadar saklanır, sonra bize karşı kullanmayacağından, zaaflarımızdan yararlanmayacağından nasıl emin olabiliriz? Elbette ki bu soruların hiçbirisine kesin olarak olumlu yanıt veremiyoruz. Dolayısıyla evde, elimizde meyve tabağı, üstümüzde eşofmanlarla, saç baş dağılmış bir durumda sadece bir ekrana bakıp tuşlara basarak istediğimiz insan olabilir, istediğimiz insanla iletişime geçebiliriz. Üstelik bu sosyal paylaşım sitelerinde gerçekte yan yana gelmeyi hayal bile edemediğimiz insanlarla bağlantı kurup mesaj gönderebiliyor olmak müthiş bir ego tatmini sağlıyor. Bu konuyla ilintili olabilecek çok ilginç bir araştırma yapılmış bundan yıllar önce. Dünyanın ne kadar küçük olduğuna ilişkin araştırma bir sosyal psikolog olan Stanley Milgram tarafından 1967 yılında yapılıyor. Milgram bir teori ortaya koyuyor ve diyor ki, dünyadaki herkes birbirine 6 kişi uzaklıktadır. Dünyanın diğer bir ucundaki bir insanın dünyanın başka bir ucunda bulunan hiç tanımadığı bir insana altı kişi aracılığıyla ulaşabileceğini öne süren bir teori bu.
Teori birtakım deneylerle test ediliyor ve adı da 'Dünya Küçüktür.-Smallworld.' olarak biliniyor. Milgram, dünyanın herhangi bir yerindeki hiç tanımadığınız insanlara ulaşmak için en fazla 6 kişilik tanışıklığın yeterli olduğunu iddia ederek, hedef kişiye ulaşmak için bu 6 kişiyi doğru belirlemeniz gerektiğine işaret ediyor.
Örneğin Türkiye'de normal bir hayat yaşayan, ortalama bir bireyin Amerika Birleşik Devletleri başkanına ulaşmasını sağlayacak 6 kişinin olmasını yeterli bulan bu teoriye göre birtakım deneyler yapılıyor ve Milgram hipotezini ispatlamayı başarıyor. Bu teori aslında günümüzde tam karşılığını bulmuş durumda. Dünyanın her köşesinden pek çok insana ulaşabiliyor, ulaşılabiliyoruz.