Düşük ve sıfır kalorili tatlandırıcıların onlarca yıldır diyet içeceklerde kullanıldığını biliyoruz. Ancak günümüzde gıda şirketleri bunları paketlenmiş gıdalara da ekliyor. Üstelik sayıları giderek artan bu ürünler arasında sizi şaşırtabilecek olanlar da var…
Yapay tatlandırıcıların kullanıldığı paketli gıdalar arasında ekmek, yoğurt, yulaf ezmesi, kekler, konserve çorbalar, salata sosları, çeşniler ve atıştırmalık barlar başı çekiyor. Yapılan bazı analizler, düşük kalorili veya kalorisiz şeker ikameleri içeren gıda ürünlerinin sayısının son beş yılda artış gösterdiğini ortaya koydu.
SOFRA ŞEKERİNDEN YÜZLERCE KAT DAHA TATLI
Gıda endüstrisinde hâlâ en yaygın kullanılan tatlandırıcı sofra şekeri ya da diğer adıyla sakkaroz. Ancak sakkaroz içeren yeni gıda ürünlerinin sayısı son beş yılda yüzde 16 oranında azaldı. Bunun yanında yüksek fruktozlu mısır şurubu ve agave şurubu kullanımının da azaldığı biliniyor.
George Washington Üniversitesi'nde egzersiz ve beslenme bilimleri bölümünde doçent olan Allison Sylvetsky, "Bu düşük kalorili tatlandırıcılar her yerde bulunuyor ve bu nedenle insanlar genellikle bunları tükettiklerinin farkında bile değiller" dedi.
Birçok şeker ikamesi genellikle sofra şekerinden yüzlerce kat daha tatlı oldukları için ‘yüksek yoğunluklu tatlandırıcılar’ olarak biliniyor. Bu tatlandırıcılardan sukraloz, aspartam ve sakarin gibi bazıları sentetik; alluloz, stevia ve keşiş meyvesi özü gibi diğerleri ise bitkilerden elde edildikleri için doğal olarak adlandırılıyor.
TATLANDIRICILAR BAZI KURALLARA UYGUN OLMAK ZORUNDA
Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nden Doç. Dr. Esma Asil, “
İstanbul'da yaşanan olayda, ev sahibi iki yıldır evinde oturmakta olan kiracısıyla olan sözleşmenin bittiğini öne sürerek ödemelerin yapıldığı banka hesabını kapattı. Bunun üzerine kiracı, ev sahibinin başka bir banka hesabının IBAN numarasını bulup parayı buraya yatırdı.
Ev sahibi, "kişisel verileri, hukuka aykırı olarak ele geçirmek veya yaymak" suçlamasıyla kiracıdan şikâyetçi oldu. Dosyayı inceleyen İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı, yaptığı değerlendirmede kira sözleşmesinin devam ettiğine ve ev sahibinin banka hesabını kiracıyı zorda bırakmak için ‘özellikle’ kapattığına dikkat çekti.
Kiracının ev sahibine ait başka bir IBAN numarası bulup kira ücretini yatırmaya devam etmesinin, "kişisel verileri, hukuka aykırı olarak ele geçirmek veya yaymak" suçunun unsurlarını oluşturmadığının altını çizen savcılık, "Ev sahibinin bahse konu olayda iyi niyetli olmadığı anlaşılmıştır" yorumunu yaptı ve takipsizlik kararı verdi.
Sosyal medyada da çok konuşulan bu olay ilk örnek değil. Kiracının ödeme yapmasını engellemek için hesabını kapatan ev sahipleriyle ilgili haberler dönem dönem gündeme geliyor.
-- Peki ev sahipleri banka hesaplarını kapatırsa kiracılar ne yapmalı?-- Kira sözleşmesinde genelde ödeme kısmında ‘banka yoluyla’ yazıyor. Detaylı hesap bilgisi de sözleşmeye eklenmeli mi?-- Kapanmış hesaba yatırılan ama geri dönen paranın dekontu delil olarak kullanılabilir mi?
Tüm merak edilenleri Gayrimenkul Hukukçusu Ümit Yasin Kısa'ya sorduk.
'HESAP KAPANIRSA KİRACI KONUTTA ÖDEME YÖNTEMİNİ DENEMELİ'
1- Ev sahibi banka hesabını kapatırsa kiracı nasıl hareket etmeli? İstanbul'da yaşanan olay, başka vakalar için de bir örnek teşkil edebilir mi?
“Çok sık görüşmediğim bir arkadaşımın iğne ile 20 kilo verdiğini öğrenince ben de şansımı denemek istedim. Bir süredir kilo vermek ile uğraşıyorum ama açıkçası diyet ve sporu bir arada götürmek beni zorluyor. Bu yüzden ben de daha kısa bir yol görünce merak ettim. Hemen doktoru aradım, randevu almam gerektiğini söylediler. Ben diyetisyene gideceğimi zannederken, randevu almam gereken doktorun dahiliye uzmanı olduğunu öğrenince şaşırdım. Ama yine de şansımı denemek istedim.
Çok bilinen bir hastanenin dahiliye uzmanı olan doktora gidip derdimi anlattım. Hastane ortamı olması da bana güven verdi. Doktor iki kutu iğne yazdı. Ama kan değerlerime bakılmadığı ve herhangi bir teşhis konmadığı için iğneleri reçete edemiyordu. İğneleri eczaneden para ödeyerek satın aldım.
İlk hafta minik bir dozla başlayacak, her hafta ilacın dozunu biraz daha artıracaktım. Başta her şey yolunda gitti, herhangi bir sorun yaşamadım. İştahım kesilmişti, canım bırakın tatlıyı ya da abur cuburları, yemek dahi istemiyordu. İkinci hafta doz artırarak devam ettim. Bu kez iğneyi yaptıktan çok kısa bir süre sonra şiddetli mide bulantısı yaşamaya başladım. 'Geçer' diye düşünüp önemsemedim. Bulantı tüm gün sürdü. Ertesi gün yine iğneyi yaptım ve bulantı arttı. Birkaç saat sonra kusmaya başladım. Doktor mide bulantısı ve kusma olabileceğini, bunların normal yan etkiler olduğunu söylediği için rahat davrandım.
Artan dozdaki üçüncü iğneyi de yaptım. Kusmalar ardı arkası gelmeden devam ediyordu. Artık endişelenmeye başlamıştım. Ağzım burnum kurumaya başladı derken o gece burun kanaması yaşadım. Çok şiddetli bir kanama değildi ama korkmuştum. Ertesi gün iğneyi kullanmadım ama burnum tekrar kanadı. Bu kanama ilacı bırakma kararı almama yetti. Kilo vereceğim diye sağlığımdan olacaktım. İğneyi bıraktıktan birkaç gün sonra bulantı, kusma ve burun kanaması sona erdi.”
Bu hikâye tek değil. İnternette bu iğneleri kullanarak kilo verdiğini anlatan çok fazla kişi var. Üstelik hepsi de benzer yan etkilerden ve hatta daha fazlasından şikâyet ediyor. İşte o yorumlardan bazıları:
‘TANSİYONUM DÜŞTÜ, KORKUDAN DEVAM EDEMİYORUM’
“Ben insülin iğnesi ile 45 günde 11 kilo verdim. Aslında kilo verme süreci gayet iyi gidiyordu fakat tansiyon problemi yaşamaya başladım. Tansiyonum düşüyordu, bayılacak gibi oluyordum. İğneye birkaç hafta ara verdim, 2 kilo geri aldım. Şu anda iğne kullanmıyorum ama karın ağrısı yaşıyorum. Evde bir kutu daha iğne olmasına rağmen korkumdan kullanamıyorum.”
‘İĞNELER YÜZÜNDEN KANSIZLIK YAŞIYORUM’
ANA SINIFINDA SÜREKLİ ANNELİ ETKİNLİKLER DÜZENLENİYOR, GİDEMİYORUMBirsen S. (41)
Oğlum iki sene boyunca gittiği kreşten bu sene ayrıldı ve ana sınıfına başladı. Kreşteki sınıfında 15 çocuğun 14’ünün de annesi çalıştığı için bu zamana kadar ‘çalışan anne’ olmanın etkilerini hiç hissetmedim. Kreşte çokça etkinlik yapılırdı ama bu etkinlikler sadece çocukları ve öğretmenleri kapsardı. Bizler öğretmenlerin sınıf grubuna gönderdiği fotoğraf ve videolarla çocuklarımızın eğlenceli anlarına şahit olurduk.
Bu sene kreş deneyimimizin tam tersi bir durumla karşı karşıya kaldık. Ana sınıfında toplam 23 çocuk var ve her iki ebeveyni de çalışan çocuk sayısı sadece sekiz. Oğlumu sabahları okula babası bırakıyor, akşamları ise ben alıyorum. İş yerimden rica ettim, 30 dakika kadar erken çıkmama izDİĞER in verdiler. Çünkü eşimin mesai saatleri normalden biraz farklı. Akşamlar genel mesai bitiminde o çalışmaya devam ediyor.
Buraya kadar her şey tamam. Fakat ana sınıfında ayda en az iki kere özellikle annelerin de çağırıldığı etkinlikler düzenleniyor. Saati uyarsa eşim bu etkinliklere katılıyor ama etkinlikler genelde öğleden sonraları oluyor ve ben de haliyle işten izin alamıyorum. Akşam erken çıkmak için izin vermiş olan iş verenimin iyi niyetini suiistimal etmek istemiyorum. Ancak herkesin annesinin katıldığı etkinliklerde, babasının da katılamadığı durumlarda oğlumun tek başına kalıyor olması canımı çok sıkıyor.
Bununla ilgili okul yönetimi ve öğretmenlerle konuştum, sınıflarında anneleri çalışan çocukların da olduğunu, ‘anneli’ etkinliklerin bu kadar sık yapılmamasının daha iyi olabileceğini söyledim. Görüşmelerimiz olumlu geçti ama sanıyorum ki bu konuyla ilgili bir karar henüz alınmadı.
Okullar çocukların yaşıtları ile sosyalleşme, eğitilme ve özgürleşme alanı ise neden anneler sürekli fiziksel olarak orada olmak zorunda? Biz sürekli yanlarında olacaksak çocukların okula gitmesinin nasıl bir anlamı olabilir ki?
MÜDÜRÜM ‘TOPLANTI VAR’ DEDİ, KIZIMIN 23 NİSAN GÖSTERİSİNİ KAÇIRDIMHülya F. (37)
Uzun yıllardır özel sektörde çalışıyorum. Bu zamana kadar resmî tatillerde hep çalıştım. Geçtiğimiz yıl, kızım henüz ilkokul birinci sınıftayken sınıfça 23 Nisan gösterisine hazırlandılar. Ben de günler öncesinden o gün izin yapabilmek için müdürümle konuştum. “Bakarız” dedi. Tüm gün izin alamasam bile en azından gösteri saatinde birkaç saat okula gidip gelmek istediğimi söyledim. Müdürüm “Tamam” dedi.
“Bana hep, ‘Çok güzelsin, makyaj yapmana gerek yok. Çok doğalsın’ derdi. Kırmızı ruj sürmeye çalıştığımda ‘Bu gerçekten sana göre değil’ demeye başlardı. İş beni köşeye sıkıştırıp yüzüme bağırmasına kadar giderdi. Sonra da ruju dudaklarımdan silerdi. O zamanlar tüm bunları kendi hatam olarak görüyordum.
Eski kocam ne giydiğimden kiminle görüşeceğime, paramı nasıl harcayacağıma, hangi arabayı kullanacağıma, telefonda kiminle konuşacağıma kadar hayatımın her yönünü kontrol etti ve kişiliğimi yok etti. Çok az makyaj yapmam gerektiğini düşünüyordu. Ben her zaman iyi görünmek isteyen biriydim, o ise makyajın bana yakışmadığını düşünüyordu.
Evliliğimiz sekiz yıl sürdü, bu süre zarfında güç ve kontrol eski eşimdeydi. İyiliğimi düşündüğünü, beni kolladığını söylüyordu. Eski eşim cazibeli ve karizmatik biriydi. Bu yüzden onun evlilik sırasında ve sonrasındaki davranışlarının aslında zorlayıcı kontrol ve fiziksel şiddet olduğunu, benim bunları hak etmediğimi anlamam uzun zaman aldı.”
Bu ifadeler Birleşik Krallık’ta yaşayan genç bir kadına ait. Yaşadıklarını Metro.co.uk'e anlatan genç kadın eski eşiyle yaşadığı olayların pek çoğunun ‘istismar’ olduğunu çok sonra öğrendiğini dile getirdi.
HER ALTI KADINDAN BİRİ PARTNERİ TARAFINDAN KONTROL EDİLİYOR
Ülkede 1035 kadınla yapılan bir araştırmada, her altı kadından birinin makyaj yapıp yapmadığının partneri tarafından kontrol edildiği anlaşıldı. Bu oran gençlerde daha da yüksek bulundu; 18 ila 24 yaş grubunda yüzde 22'ye çıktı.
Çalışmada beş kadından biri, arkadaşlarının görünüşlerinin bir partner tarafından etkilendiğine veya kontrol edildiğine tanık olduğunu söyledi. Burada da en yüksek oran yüzde 40 ile yine genç kadınlar arasındaydı.
Buna tanık olan kadınların dörtte birinden fazlası, üstlerine vazife olmadığını düşündükleri için harekete geçmediklerini, beşte biri ise ne diyeceklerini bilmedikleri için sessiz kaldıklarını söyledi.
Amerikan Kalp Derneği ya da Dünya Sağlık Örgütü gibi sağlık otoritelerinin yönergelerinde, "Hangi süt daha sağlıklı?" sorusuna cevap olarak yağsız veya az yağlı bir ürün tercih edilmesi gerektiği belirtiliyor.
Tufts Üniversitesi'nde kardiyolog ve tıp profesörü olan Dr. Dariush Mozaffarian, bu tavsiyenin tam yağlı süt ürünlerinin doymuş yağ oranının yüksek olduğu, daha düşük yağlı versiyonları seçmenin kalp hastalığı riskinizi azaltabileceği fikrinden kaynaklandığını söyledi.
Ancak bu yönergelerin temelinde ABD Beslenme Kılavuzu'nun 1980 yılında yayımlanan ilk baskısı yatıyor. Yani yağsız ya da az yağlı sütlerin daha sağlıklı olduğu fikri çok eski. New York Times'a konuşan Dr. Mozaffarian, “O zamandan bu yana süt yağının sağlık üzerindeki etkileri üzerine yapılan çalışmaların çoğu, tam yağlı yerine az yağlı sütleri tercih etmenin herhangi bir faydası olduğunu göstermiyor” dedi.
SÜT ÜRÜNLERİ TÜKETİMİ İLE DAHA DÜŞÜK HASTALIK RİSKİ ARASINDA İLİŞKİ BULUNDU
İnsanların beslenme alışkanlıkları hakkında anketlerin yapıldığı ve sonrasında uzun yıllar boyunca sağlık durumlarının kontrol edildiği çok sayıda çalışma olduğunu belirten Dr. Mozaffarian, “Araştırmacılar, süt ürünleri tüketimi ile yüksek tansiyon, kardiyovasküler hastalık ve Tip 2 diyabet gibi hastalıkların riskinin azalması arasında bir ilişki buldu. Bu tür faydalar, insanların yağı azaltılmış ya da tam yağlı yoğurt, peynir ya da süt tercih etmelerinden bağımsız olarak ortaya çıkıyor. Tam yağlı süt ürünlerinin kalorisi daha yüksek olsa da araştırmalar bu ürünleri tüketenlerin kilo alma olasılığının daha yüksek olmadığını ortaya koymuştur” diye konuştu.
KAN BASINCINI DÜŞÜRÜYOR, KİLOYU ARTIRMIYOR, KÖTÜ KOLESTEROLÜ YÜKSELTMİYOR
Dr. Mozaffarian, yukarıdaki araştırmaların sonuçlarının, süt yağından kaçınmak yerine tüketmenin bir faydası olabileceğini gösterdiğini söyledi ve ekledi: “Elbette bu çalışmalar, süt ürünlerinin kendilerinin belirli hastalık risklerini azalttığını kanıtlayamaz. Bunun için uzun süreli klinik çalışmaların yapılması gerekiyor. Ancak daha kısa süreli çalışmalar, tam yağlı süt ürünleri de dahil olmak üzere süt ürünleri tüketmenin kan basıncını düşürdüğünü, kiloyu artırmadığını ve LDL yani ‘kötü kolesterol’ seviyelerini yükseltmediğini gösterdi.”
SÜT ÜRÜNLERİ VE KİLO İLİŞKİSİ
Nature dergisinde yayımlanan bir araştırma, anne adaylarının gebeliğin ilk üç ayında yoğun bir şekilde yaşadığı bulantı ve kusmanın nedeninin GDF15 hormonu olduğunu ortaya koydu. Araştırmacılar bu keşfin, nadiren de olsa yaşamı tehdit etme noktasına varabilen sabah bulantısı vakaları da dahil olmak üzere tüm gebeler için daha iyi tedavilerin önünü açabileceğini söyledi.
Araştırmaya göre, hamilelik sırasında kadının kanında dolaşan hormon miktarı ve hamilelikten önce buna maruz kalması bulantı ve kusma semptomlarının şiddetini belirliyor.
KADINLARIN YÜZDE 2’Sİ HASTANEYE YATIRILIYOR
Hamile kadınların üçte ikisinden fazlası ilk üç aylık dönemde bulantı ve kusma yaşıyor. Kadınların yaklaşık yüzde 2'si ise tüm hamilelik boyunca aralıksız kusma ve mide bulantısına yol açan hiperemezis gravidarum sebebiyle hastaneye yatırılıyor. Bu durum yetersiz beslenmeye, kilo kaybına ve dehidrasyona yol açabiliyor; erken doğum, preeklampsi ve kan pıhtılaşması riskini artırarak anne ve fetüsün hayatını tehdit ediyor.
Uzmanlar, bulantı ve kusmanın hamilelikte çok yaygın olması nedeniyle doktorların hiperemezisi sıklıkla göz ardı ettiğini ve hamileliğin erken dönemlerinde hastaneye yatışın önde gelen nedeni olmasına rağmen şiddetli semptomları psikolojik olarak değerlendirdiğini belirtiyor.
DOKTORU BULANTILARI ÖNEMSEMEDİ, 15 HAFTALIK HAMİLEYKEN DÜŞÜK YAPTI
Çalışmanın yazarlarından Southern California Üniversitesi Keck Tıp Fakültesi genetik uzmanı Dr. Marlena Fejzo, "20 yıldır bu konu üzerinde çalışıyorum ve hâlâ bu nedenle ölen ya da kötü muamele gören kadınlarla ilgili raporlar var" dedi.
New York Times'a yaptığı açıklamada bu durumun acısını ilk elden bildiğini söyleyen
“Bir arkadaşımın kızı 2 yaşlarındayken çok tuhaf bir olaya şahit oldum. Ara sıra tabletle oynamasına izin verilen bu küçük kız, bir gün pencerenin dışında kanat çırpan bir kelebek fark etti. Minik elini kelebeğe doğru uzattı; başparmağı ve işaret parmağını kapatıp açarak kıskaç benzeri bir hareket yaptı. Arkadaşım önce şaşırdı ama sonra ne olduğunu anladı; kızı kelebeği yakınlaştırmaya çalışıyordu.
Bu olay aklımdan çıkmıyor çünkü gerçekten inanılmaz. Henüz kendi kendine beslenmeyi bile beceremeyen bir çocuk, dijital ekranı yakınlaştırma hareketinde ustalaşmıştı. Pencerenin ya da gerçekliğin kendisinin büyük bir ekran olduğunu mu düşünüyordu? İçimi bir dehşet duygusunun kapladığını hatırlıyorum. Korkunç bir şeyin üzerimize doğru geldiğini hissediyorum.”
Yukarıdaki hikâye aslında hiçbirimiz için yabancı değil. Teknoloji ilerledikçe ve akıllı telefonlar, tabletler başta olmak üzere teknolojik cihazlar hayatımızda daha fazla yer kaplamaya başladıkça çocukların da bu cihazlarla tanışma yaşı düşüyor.
2017 yılında yapılan bir araştırma, çocukların yaklaşık yüzde 80'inin bir tablete ya da başka bir ekrana erişimi olduğunu ortaya koymuştu. Bugünlerde ise bir çocuğun çevrimdışı olması aşırı derecede çevrimiçi olmasından daha garip görülüyor.
EKRANLARIN EN KÖTÜ YANI ÇOCUKLARI SUSTURMAK İÇİN KULLANILMALARI
Çocuk ve ergen psikoterapisti Ryan Lowe, geçtiğimiz günlerde Vice'a yaptığı açıklamada, "Ekranlarla ilgili sorun, kendi başlarına korkunç olmaları değil, bebek bakıcısı olarak ve çocukları susturmak için kullanılmaları. Bu da çocukların oyun oynamadıkları, çevrelerindeki dünyayla etkileşime girmedikleri ya da sohbetlere dahil olmadıkları anlamına geliyor” dedi ve ekledi:
"Daha da önemlisi bu, zor ya da sinir bozucu bir şeyle başa çıkabilecek kadar uzun süre kendilerini tutma gibi temel becerileri öğrenemedikleri anlamına geliyor. Bu durum çocukları dezavantajlı hale getirebilir çünkü endişelenmeye ya da bir şeylerde zorlanmaya başladığı anda çocuğun önüne bir cihaz konursa, zor duygularla başa çıkmayı öğrenmesinin tek yolu bu olur. Bu da ‘kötü’ davranışlara yol açabilir. Çocukların duygularını yönetme ya da hayal kırıklığıyla başa çıkma konusunda hiçbir stratejileri ve deneyimleri olmayacak. Davranışları ve sınıfta öğrenme kapasiteleri önemli ölçüde etkilenecektir."
DAHA FAZLA ÇOCUK MİYOP OLUYOR