İSTANBUL’un Tahtakale semti, önemli ticaret iskelelerinin hemen arkasında uzanan bir bölge olarak Bizans ve Osmanlı dönemleri boyunca ticaret bölgesi olmuş. Bu durum günümüze kadar da gelmiş. Ne zaman giderseniz gidin sokaklarda adeta bir insan selinin aktığını görürsünüz. Dışarıya kadar taşan mallarıyla dikkat çeken dükkânların yanı sıra Tahtakale’nin işportacıları da ünlüdür. Bizans’tan Cumhuriyet’e ulaşan tarihi süreçte işte bu dükkân ve tezgahlarda satılan mallar da değişir durur. Son dönemin en dikkat çeken ürünleri ise elektronik aletlerdir. El radyoları, müzik setleri, telsizler, walkmanler, küçük televizyonlar, atari, ev telefonları, tetris aletleri, CD player, videolar derken özellikle 2000’li yıllarda adeta cep telefonlarının istilasına uğramıştır
Tahtakale... Ta ki IMEI freni gelene kadar. Türkiye’nin IMEI sistemine kayıtlı değilse cep telefonlarını otomatik olarak devre dışı bırakan sistem bu alandaki kaçak girişleri azaltır. Cep telefonları vitrin ve tezgahlardan bir bir yok olur. Ama tarihte o tezgahların boş kaldığı hiç görülmemiştir. Tahtakale esnafı satacak bir şey mutlaka bulur.
ELEKTRONİK SİGARA İŞGALİ
Ben de hafta içinde elektronik pazarın en önemli merkezlerinden Sirkeci’deki Doğubank ile Tahtakale’nin yolunu tutum. Ağaç ev aletlerinden, plastik tabak çanağa, süs aletlerinden hırdavata her dönem satılan ürünlerin arasından sıyrılıp elektronikçilerin bulunduğu sokaklara yöneldim. Uzun bir süredir her köşe başında dikkat çeken cinsel güç artırdığı iddia edilen haplar damlalar yerli yerinde duruyor. Zaman zaman bazılarının sahte olduğu iddia edilse de demek ki bu ürünler ilgi çekmeye devam ediyor. Elektronik ürün satılan tezgah ve vitrinler de ise büyük bir değişim yaşanmış. Üç beş ucuz cep telefonu çeşidi, kameralar, fotoğraf makineleri dışında tanıdık ürün neredeyse yok. Elektronik sigaralar her yeri işgal etmiş durumda. Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Tütün ve Diğer Bağımlılık Yapıcı Maddelerle Mücadele Daire Başkanlığı, elektronik sigaranın satışının yasak olduğunu açıklamıştı. Sadece bu aletler değil bu aletlerin içerisine koyulan likit ürünlerin hem dükkânlarda hem de internet üzerinden satışı da yasak.
Ama her dönem yasak ürünlerin cenneti olmayı başaran Tahtakale’de hem elektronik sigaralar hem de likitleri büyük bir rekabetle satılıyor. Bu ürünlerin ne kadar denetlendiği, sağlık için zararlarını bir tarafa bırakıp ben başka bir konuya girmek istiyorum.
BOZULMA VE YANGIN RİSKİ
Tamam, sisteme kayıtlı olmayan cep telefonlarının satışı neredeyse imkansız hale geldi. Ama cep telefonu ürünlerinin satışının önünde her hangi bir
VATANDAŞIN Ekonomisi köşesinde zaman zaman ulaşımı konu etmeye çalışıyorum. Malum artan akaryakıt fiyatlarıyla birlikte herkesin bütçesinde önemli bir yer ediyor. İster arabanız olsun, ister toplu taşımayı kullanın devir hesap devri. İstanbul Boğazı’na inşa edilen 3. Köprü’nün açılmasıyla birlikte metropolde yaşayan ve gelip geçenlerin hayatında da pek çok değişiklik oldu. Kabul etmek lazım Yavuz Sultan Selim devreye girdiği andan itibaren iki eski köprünün trafiğinde gözle görülür bir rahatlama oldu. Avrasya Tüneli’nin de hizmet vermeye başlamasıyla alternatiflerin çoğalması bir yakadan diğerine geçecekler için büyük kolaylık oldu.
YOL UZUN MALİYET ÇOK
Özellikle otomobil trafiğinde gözlemlenen rahatlık ağır vasıta araçları yani kamyonlar içinse ortaya farklı bir tablo çıkardı. Kamyon trafiğinin olduğu gibi Yavuz Sultan Selim Köprüsü’ne verilmesi, köprüyle bağlantılı Kınalı-Odayeri otoyolunun henüz açılmaması, kamyoncuların özellikle TEM otoyoluna giriş çıkışları için hayli uzun bir yol yapmasına sebep oldu. Bu uzun güzergah yakıt maliyetlerini de arttırdı. Üstelik bununla da kalmadı köprü geçiş ücretlerinin de geçmişe oranla hayli yükseltilmesi bir anda kamyoncuların kabusu haline geldi. Yavuz Sultan Selim Köprüsü devreye girmeden önce 4-5 akslı kamyonlar Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden 44.50 TL’ye geçiyordu. Yeni köprü devreye girince bu araçların geçiş ücreti bir anda 137.85 TL’ye fırladı. 6 ve daha fazla aksa sahip araçların geçiş ücretleri ise 59.25 TL’den 172.55 TL’ye tırmandı. Üstelik köprüye ulaşmak için kullanılması gereken bağlantı yollarına da yaklaşık 10 TL daha vermek zorunda kaldılar. Nereden baksanız bir anda 3’e katlanan maliyetler kamyoncuları yeni arayışlara itti.
ÖNCE FATİH SULTAN MEHMET
Önce yasak olmasına rağmen Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü zorlamaya başladılar. Öyle bir tablo vardı ki geçiş cezasına rağmen maliyetleri yeni köprüden geçişten daha azdı. Bu durumu fark eden bakanlık geçiş cezalarını artırınca Fatih Sultan Mehmet Köprüsü kamyoncular için geçilemez hale geldi. Yavuz Sultan Selim’den gidiş-geliş maliyetleri 300 TL’yi bulan kamyoncular veya şirketleri yeni arayışlara yöneldi. Eski iki köprüyü kullanmaları da Avrasya Tüneli’nden geçmeleri de yasaktı. İşte tam bu anda imdada eski bir dost, Harem-Sirkeci hattı yetişti. Üstelik çok da cazip bir fiyatla...
Sirkeci’den başlayıp zaman zaman Kumkapı’ya kadar uzanan kuyruklarda bekleyen kamyoncuları finalde mutlu bir tablo bekliyordu. Çünkü Sirkeci’den Harem’e arabalı vapur ile geçmenin bedeli sadece 17 TL’ydi.
Burak, yaklaşık 10 gün önce bir mühendisin iddiasıyla geldi toplantı masamıza. Olay yeri Adana’ydı ve kentteki hemen hemen tüm fırınlara katkı maddesi sattığını söyleyen bir firmanın ürünlerinde GDO’lu madde olduğu ileri sürülüyordu.
Konu halk sağlığını ilgilendirdiği için söylentiyle hareket etmemiz doğru olmazdı. Hemen ürün temin ettik, ardından da test ettirdik.
Bir hafta sonra sonuçlar elimize ulaştığında ekmek katkı maddelerinde GDO’lu soya kullanıldığı iddiadan çıkmış, artık resmiyet kazanmıştı. Ekmek sofraların vazgeçilmez ürünlerinden. Haberimizin konusu Adana’ydı ama neticede buna benzer onlarca katkı maddesi Türkiye’nin her ilinde ekmek fırınlarına satılıyordu. Adana’daki firma gibi diğer firmalarında GDO’lu soya kullanıp kullanmadığını, bunların çeşitli illere, fırınlara ulaşıp ulaşmadığını ne yazık ki hala bilmiyoruz. Yapılacak ciddi denetimler bu sorulara netlik kazandıracak.
Biz GDO’lu soya içeren ekmeklerin soframıza ulaşıp ulaşmadığını hala bilmiyoruz ama dün Fırıncılar Federasyonu Halil İbrahim Balcı Türkiye’de satılan ekmeklerin hiçbir şekilde GDO içermediğini öne sürdü. Birçok TV kanalına çıkarak Hürriyet’in halkı yanıltığını da ileri süren Balcı şunları söyledi:
“Haber gıda mühendislerinin denetimde söz sahibi olması için yapılmışa benziyor. 2010 yılına kadar fırıncılar gıda mühendisi çalıştırmak zorundaydı. Bunlar fırına uğramadan para kazanıyordu. Ancak 2010’dan sonra bu zorunluluk kaldırıldı. Adana’da 2016’da fırınlarda 1182 denetim yapıldı. Bunların hiçbirinde GDO’lu ürüne rastlanılmadı.”
Hangi birini düzeltmeli bilmiyorum. Tarım Bakanlığı net sayıyı açıkladı. 2016-2017 yıllarında Adana’da sadece 29 GDO denetimi yapılmış. Ayrıca bu denetimler sadece fırınları da kapsamamış. Türkiye’de satılan hiçbir ekmekte GDO olmadığını savunan Balcı ekmek katkı maddesi kullanmanın da yasak olduğunu belirtti. Peki ama paket halinde satılan ekmek katkı maddesi fırınlar için üretilmediyse kimin için üretildi? Balcı’nın dile getirdiği ‘katkı maddesi sadece paketli ekmeklerde kullanılıyor’ iddiası ise akıllara yeni bir soru getirmiyor mu? Hangi marka paketli ekmekler katkı maddesi kullanıyor?
Balcı’nın denetimlerin artmasını, halkın sağlığı ile oynayanların ortaya çıkarılmasını savunmak yerine, ekmek katkı maddesinde GDO çıkmasını bir mühendisin lobi yaptığı iddiasına bağlamasını da yadırgadığımızı belirtmeliyim.
Umarım bu konudaki haberlerimiz işini dürüst bir şekilde yapan binlerce fırıncıyla, üç kuruş fazla kazanmak için halkın sağlını tehlikeye atanların ayrışmasına vesile olur.
TÜRKİYE’de hiç eskimeyen bir sorudur, “Dizel araç mı alırsak kâr ederiz yoksa benzinli mi?” Soru değişmez ama cevabın yıllar içinde çok değiştiğini söyleyebilirim. Motorin fiyatının benzin fiyatına göre ucuz olması tek başına vatandaş olarak dizel bir araç almakla kârlı bir iş yaptığınız anlamına gelmiyor. İşin içine yakıt tüketimi, bakım masrafları vs giriyor ama en büyük etkeni dizel araçlar ile benzinli araçlar arasındaki fiyat farkı oluşturuyor. Çünkü ucuz diyebileceğimiz sınıftaki dizel araçlarla benzinli araçlar arasında neredeyse yüzde 25’e yakın fiyat farkı var. Araç lükse doğru gittikçe fiyat farkı yüzde 12’lere kadar geriliyor. Ancak bu dizel araçların ekonomik olduğu anlamına gelmiyor, çünkü lüks araçların fiyatlarının yüksek olması aradaki farkı TL bazında daha da büyütüyor. Yani avantaj dediğinizi aslında daha araç satın alırsanız peşin ödemiş oluyorsunuz. Bu yüzden de işin içine başka hesaplar giriyor.
POMPA FİYATI KAPANDI
Öncelikle belirteyim. Son 15 yılda Türkiye’de benzin fiyatı ile motorin fiyatı arasındaki fark iyice daraldı. 2002 yılında Türkiye’de 1 litre benzin 1 lira 40 kuruşa satılırken 1 litre motorin sadece 1 liraya satılıyordu. Yani arada yüzde 40 fiyat farkı vardı. Oysa günümüz Türkiye’sinde 1 litre benzinin fiyatı 5 lira 12 kuruşken motorinin fiyatı 4 lira 49 kuruş. Aradaki fiyat farkı yüzde 14’e inmiş durumda. Özetle fiyat farkı bakımından motorin ile benzini kıyaslarsak zaman motorinin aleyhine işlemiş durumda. Ben de güncel fiyatlarla bir hesap yapıp yakıt tüketimi açısından benzinli ve dizel araçları kıyaslamaya çalıştım. Öncelikle Türkiye’de üretilen ve en çok satılan popüler küçük sınıf bir aracı masaya yatırdım. Bu aracın en baz 75 beygir 1.5 lt dizel modeli anahtar teslim 68 bin 700 TL fiyatla satılıyor. Aynı markanın benzer özelliklerdeki 75 beygir 1.2 lt benzinli modeli ise 55 bin 200 TL’ye satılıyor. İki araç arasındaki fiyat farkı 13 bin 450 lira. Peki siz bu aradaki fiyat farkını çıkarmak için kaç km yol yapmalısınız ki avantajlı bir alışveriş yaptığınızı varsayalım. Benzin ile motorin arasındaki fiyat farkı ve iki aracın km’de tükettiği yakıtı göz önüne alırsak en az 112 bin km yol yapmanız gerektiği ortaya çıkıyor.
İBRE BENZİNDEN YANA
Üsteki tabloya göz atarsanız araç fiyatları arttıkça dizel ve benzinli modeller arasındaki fark da artıyor. Bu durumda sizin aradaki fiyat farkını kapatmak için yapmanız gereken yolu da artırıyor. Şöyle ki lüks sınıfın Türkiye’de en çok talep gören bir modelini ele aldığımızda dizel aracınızla benzinli modele göre kâra geçmek için en az 234 bin km yol yapmanız gerektiği gibi bir gerçekle yüzleşiyorsunuz. Yılda 50 bin kilometre yapacak ve bu aracı 5 yıldan fazla süre kullanacaksanız sorun yok. Ama daha az kilometre ve yıl söz konusuysa zarar etmeniz işten değil. Dizel motorlu araçlar daha yüksek teknolojiye sahip olduğu için bunların periyodik bakım maliyetleri daha yüksek. Benzinli araçlarda genelde bakımlar 20 bin kilometredeyken bu dizel araçlarda yine genelde 15 bin kilometreye iniyor. Bu da daha sık bakım ve masraf anlamına geliyor. Peki ya aracınızı kullandınız ve satışa çıkardınız, bu aşama da durum ne derseniz orada da dizel ve benzinli araçların prim ya da kayıp bakımından benzer bir seyir izlediğini belirtmem gerekiyor. İkinci elde dizel araçlar daha çok prim yapıyor gibi bir durum yok günümüzde. Yani nereden bakarsanız bakın çok yol yapmayacaksınız ya da alacağınız aracı çok uzun süre kullanmayacaksanız, ibre kesinlikle benzinli araçtan yana...
BİLİNÇSİZ TERCİHÖN PLANA ÇIKIYOR
PEKİ, motor bakımdan tarihi süreç nasıl işledi. Burada sözü işin uzmanına, Hürriyet Otomotiv Editörü Emre Özpeynirci’ye bırakıyorum: “Uluslararası açıklamalara bağlı olarak, “Dizel ölüyor mu?”, “Dizelin sonu geldi” başlıklarıyla dünyada artık dizel motorlu araçların sonuna gelindiğini defalarca yazdım. Saldığı zararlı partiküller ve NOx (azot oksitleri) nedeniyle Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından çevreye ve insan sağlığına zarar verdiği raporlarla ortaya konan dizel otomobiller bugün sigaradan daha zararlı olarak gösterilmeye başlandı. Birçok ülke özellikle ABD’de yaşanan Volkswagen skandalı sonrası dizel motorlu araçlar konusunda radikal önlemler almaya başlarken, firmalar da dizel motor geliştirmekten hızla vazgeçiyor. Yapılan açıklamalar önümüzdeki 10 yıl içinde hem firmaların artık dizel motor geliştirmeyeceğini hem de büyük şehirlerde dizel yakıtlı araçların tamamen yasaklanacağını ortaya koyuyor. Bugün Paris, Meksika, Madrid ve Atina belediye başkanları yayımladıkları ortak bildiriyle dizel yakıtlı araçları 2025 itibarıyla trafikten tamamen men etmeyi taahhüt ederken, Almanya ise bu süreyi 2030 olarak açıkladı. Yani trafikteki dizel araçların yerine artık otomotiv üreticileri yenilerini eklemeyecek. Önümüzdeki dönemde üretilecek yeni nesil otomobillerin çoğu elektrikli ve düşük emisyona sahip benzinli otomobillerden oluşacak. Türkiye’de ise ‘Az yakıyor’ düşüncesiyle hâlâ popülaritesi yüksek olan dizel otomobillerin bugün toplam satışlardan aldığı pay yüzde 62 gibi çok yüksek bir oranda. Biz ne kadar yazsak, anlatsak da vatandaş kulaktan duyma sözlerle, bilinçsiz olarak dizel araç tercih ediyor. Alırken ödediği yüksek bedel farkını düşük yakıt maliyeti ile ne kadar sürede amorti edeceğinden bir haber. Bugün bu süre ortalama 5.5 yıla çıktı ki, bu kadar süre içinde birçok araç kullanıcısı otomobilini satıyor. Unutulmaması gereken nokta, dizel maliyeti Avrupa Birliği’nde (AB) emisyon sınırları nedeniyle yükselirken, dizel ve benzinli arasındaki pompa fiyatı farkı da hızla daralıyor. Bu da dizelin avantajını tamamen ortadan kaldırıyor. Tabii bir de işin bakım maliyeti kısmı var. Dizel araçların periyodik bakım maliyetleri benzinli araçlara göre yüzde 15’e yakın yüksektir. Örnek vermem gerekirse, benzinli Mercedes C Serisi’nin 100 bin km bakım maliyeti 12 bin 500 TL iken, dizel versiyonunun maliyeti 14 bin TL’ye çıkıyor. Aradaki 1500 TL’lik farkı da dikkate almak gerekir.”Emre’nin yorumunu özetlersek tarihi süreç de dizel otomobillerin aleyhine işlemiş gözüküyor.
Gayrimenkul sertifikası için aslında Türkiye açısından geç kalınmış bir proje diyebilirim. TOKİ Başkanı Mehmet Ergün Turan sistemin hayata geçmesi için yoğun çaba gösteren isimlerden. Önceki gün kendisiyle bir araya geldim. Sermaye Piyasası ve Borsa İstanbul ile yoğun bir mesai harcamışlar. Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli de kendilerine büyük destek vermiş. Bu çalışmaların neticesinde ortaya yeni bir yatırım aracı çıkmış oldu. Olayın finansman ayağı teknik tarafını bir tarafa bırakıp TOKİ Başkanı Turan’dan aldığım bilgiler ışığında sistemin vatandaş açısından ne getireceği anlatmaya çalışayım. Daha anlaşılır olması için ilk gayrimenkul sertifikası projesinin verilerini kullanacağımı da belirtmek isterim.
HER PROJEYE AYRI SERTİFİKA
Başakşehir Park Mavera 3 projesinin yüzde 30’a yakın bölümü bir anlamda halka arz ediliyor. Bu yüzde 30’luk bölümde 218 daire var. İşte bu daireler pay pay satışa çıkıyor. Payın ilk çıkış yani halka arz fiyatı 42,5 lira. Siz aldıktan sonra bu pay fiyatı düşebilir ya da artabilir. Artarsa para kazanırsınız. Düşerse kaybedersiniz. Her proje için ayrı sertifika satılacak. Yani başka bir projede pay alırsanız, buraya kullanamazsınız.
PAYLAR NEREDEN ALINACAK
Paylar borsada işlem göreceği için Borsa İstanbul üzerinden banka ve aracı kurumlar aracılığı ile satın alınacak. Proje 36 ayda tamamlanacak. Bunu aklımızda tutalım. 36 ay içinde istediğiniz kadar pay alabilir ya da satabilirsiniz. Bunun için 36 ayı beklemenize gerek yok. Hisse o gün size göre cazip fiyattaysa paranız da varsa gidip istediğiniz kadar pay alırsınız.
NE KADAR PAY ALACAKSINIZ
Eğer yatırım için pay alıyorsanız, fiyat da uygun kazanırım diyorsanız istediğiniz kadar alabilirsiniz. Ama eğer amacınız ev sahibi olmaksa hedeflediğiniz daireye denk gelen pay kadar alım yapmanız gerekiyor. Örneğin adı geçen projede en ucuz daire halka arz açıklamasına göre 11 bin 58 paya denk geliyor. Sertifikaların çıkış fiyatı olarak pay başına 42,5 TL belirlenmiş. Bu durumda siz 11 bin 58 payı çıkış fiyatından alıp hemen o dairenin sahibi olabilirsiniz. Bunun için 469 bin 965 TL’ye ihtiyacınız var. Ayrıca o daireye sertifikanızı tamamlayan ve başvuran ilk kişi olmanız gerekiyor. İlk başta 44 bin 965 TL’ye 1058 pay alıp zaman içinde bunu 11 bin paya tamamlamanız mümkün. Ama fiyatların yükselmesi ve alçalması sizin maliyetinizi de azaltacak ya da artıracak. Örneğin seneye bu zamanlarda pay bedeli 50 TL’ye çıkar ve siz kalan 10 bin payı o zaman alırsanız, o payların size maliyeti 425 bin lira değil, 500 bin lira olacak. Dairenin toplam maliyeti de 544 bin 965 TL’ye çıkacak.
DAİRE ALMADINIZ NE OLACAK
OKSÜRÜĞÜM için özel bir hastaneye gittim. Muayene oldum. Akciğer filmim çekildi. Tedavim belirlendi. Ücret ödeme bankosuna gittiğimde görevli, “Bir doktor alana bir doktor bedava” dedi. Anlamadığımı söyledim. “İstiyorsanız bir başka doktora daha muayene olabilirsiniz” deyince reddetmedim ve kadın doğum uzmanına muayene olmaya karar verdim. 2010 yılında meme kanseri olmuştum. Bunu da aktardım doktora. Bana yanlış yapıldığını, rahmimin alınması gerekirken bırakıldığını söyledi. Ultrasona bakıp kist gördüğünü söyledi. Çok önemli bir şey olduğunu acilen aşağıya inip daha detaylı bir ultrasona girmem gerektiğini belirtti. Şüphelendim ve yeni bir çekim yaptırmadan çıktım. Moralim çok bozuldu. Ertesi gün konusunda uzman bir profesör olan kendi doktoruma gittim.
‘YENİ MEZUN DR. BİLİR’
O da ultrason ile muayene yaptı ve güldü. “Bunu yeni mezun doktor bile bilir. Çatlamamış bir yumurtan var. Çok yakın bir zamanda kendiliğinden çatlayacak” dedi. Öyle de oldu. Bir ay sonra kontrole gittiğimde gerçekten yok olmuştu. Amaç beni ultrasona ve kanser markelarına yönlendirip bedava denilen muayenenin sonrasında gereksiz ücret ödememi sağlamaktı.”
Hacer Ö. bu konuda bana ulaşan tek okurum değildi.
Ardıç A.’nın elektronik postasını da aynen aktarıyorum: “Bir özel hastanenin Kadıköy şubesinde Kasım ayının ortasında check-up yaptırdım. Tüm tetkiklerin ve muayenelerin bitmesi için 3 gün hastaneye gittim. Mart ayının ilk günü beni arayıp bu kez MR paketi satmaya çalıştılar. Yeni check-up yaptırdığımı belirttim. “Daha detaylı tarayalım, çok iyi olur” dediler. Kanser vs için daha detaylı bakabilirlermiş. Telefon etme sebepleri bende gördükleri bir şeyden değil… “Check up’ı bana detaylı diye sattınız, o mu eksik bu mu fazla” diye sordum. Cevap veremedi, teşekkür ederiz diyerek kapattı görevli… “
Sağlık konusunda yazıp çizmek için konunun uzmanı olmak gerekiyor. Bu alanda bir uzmanlığım yok. İşin ekonomik boyutunu ele almaya çalıştığım bu yazının her satırını dikkatle kaleme almaya çalıştığımı belirtmeliyim. Yukarıdaki iki okur mektubu, çevremden dinlediklerim ve gözlemlerimi bir tarafa bırakıyorum. Yapılan tüm istatistikler gösteriyor ki Türkiye’de MR, ultrason ve diğer görüntüleme yöntemlerine, tıbbı testlere yoğun bir ilgi var. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütünün (OECD) son verilerine göre, Türkiye, manyetik rezonans görüntüleme (MR) uygulamasında dünya genelinde birinci, bilgisayarlı tomografide (BT) sekizinci sırada bulunuyor. Uzmanlar gerekmedikçe radyolojik yöntemlerin kullanılmasının yanlış olduğu konusunda hemfikir. Bakın bu konuda Türk Radyoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Tamer Kaya A.A.’ya verdiği demeçte ne diyor:
“Radyolojik tetkiklerin sağlığa olumsuz etkisi, yararlarıyla kıyaslandığında önemsiz düzeyde. X ışınları ve cep telefonlarında kullanılan enerjiler aynı gruba girer. Her ne kadar aynı enerji seviyesine ve aynı fiziksel özelliklere sahip olmasa da ikisi de aynı grupta yer alır ve zararı olmadığını söylemek mümkün değil. Gerekmedikçe kesinlikle radyolojik yöntemlerin kullanılması yanlıştır ancak gereklilik halinde şüphesiz uygulanmalıdır. Röntgen, BT, anjiografi ve mamografide de X ışını kullanılır, en yüksek doz ise BT’dedir. Gereksiz yere tomografi yaptırılması da uygun değildir.”
TÜRKİYE’de son dönemde biraz gözlerden uzakta kalan bir sektör var: Tüpgaz. Neden gözlerden uzak derseniz son dönemde özellikle doğalgazın yurt geneline yayılması en büyük etken. Özellikle yeni yapılan tüm evlerin ocak, banyo vs doğalgaza bağlanıyor. Tüp piyasası da doğalgazdaki artışa paralel her geçen yıl satışlarda gerileme yaşıyor. Mahalle aralarında tüpgaz kamyonetlerini daha az görür olduk. Tüpgaz kullanımı tamamen bitti mi peki? Kesinlikle hayır. Türkiye’de doğalgazın ulaşmadığı noktalar hala var. Bazı bölgelerde doğalgaz olmasına rağmen hala tüpgaz kullananlar da var. Size bir rakam vereyim. 2015 yılında Türkiye’de yaklaşık 185 bin ton tüpgaz satılmış. Değeri ne diye sorarsanız bugünkü rakamlarla yaklaşık 1.3 milyar lira ediyor. Hiç de azımsanmayacak bir rakam.
VATANDAŞLAR ŞİKAYETÇİ
Peki ben durup dururken bu hafta Vatandaşın Ekonomisi’nde niye tüpgaz konusuna daldım. Çünkü bu konuda özellikle son iki haftadır vatandaşlardan şikayet aldım. Türkiye’nin birçok farklı ilinden gelen maillerde tüpgazların ilan edilen fiyatlardan yükseğe satıldığı öne sürülüyordu. Araştırdım. Öncelikle belirtmem gerekiyor. Tüm markalar internet sitelerinden il il tüpgaz fiyatlarını açıklıyor. Kamp tüpünden ev tüpüne, ticari tüpten sanayi tüpüne hepsinin fiyatı il bazında açıkça tarih tarih beyan ediliyor.
Bununla da kalmayıp fiyatlara KDV’nin dahil olduğu bilgisiyle birlikte, bayilerin bu fiyatı aşamayacağı bilgisi de çok açık bir şekilde paylaşılıyor. Tüm bu bilgilerden ne anlıyoruz. Örneğin İstanbul’un Avrupa Yakası’nda bugünlerde evde kullandığımız 12 kg. bir tüpün fiyatının 87 liranın üzerinde olmaması gerekiyor. Çünkü inceledim Pazar hakimi büyük firmalar dahil ev tüpünün fiyatı internet sitelerinde 87 TL’yi aşmıyor. Hemen hemen tüm firmalar bu fiyatı beyan etmiş bir iki tane küçük firma ise 83-84 liralık fiyat açıklamış. Daha ucuza almanın önünde her hangi bir engel yokken bizim İstanbul’un Avrupa Yakası’nda mutfakta kullanacağımız tüpü 87 TL’nün üzerinde bir fiyata almamamız gerekir. Ama öyle mi?
KÜÇÜK KENTLERDE AYNI
Kesinlikle değil. İstanbul’da çeşitli semtleri, farklı firmaların farklı bayilerini dolaştım. Türkiye’nin birçok ilindeki ilçesindeki bayileri de telefonla aradım. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle büyük kentlerde tüp fiyatlarında tam bir başı boşluk hakim. Kim ne fiyat tutturursa o fiyattan tüp satmaya çalışıyor. Özellikle büyük markaların bazı bayileri marka olmanın da avantajıyla olsa gerek tüpleri yüzde 10 daha fazla fiyata satıyor. Bakın örnekler vereyim. Taksim civarında büyük bir firmanın bayisi ev tipi tüpü 95 TL’ye satıyor.
Oysa firmanın internet sitesinde İstanbul’da ev tüpünün kesinlikle 87 TL’nin üzerine satılamayacağı belirtilmiş. Hata bu fiyat Enerji Piyasası Denetleme Kurulu’na (EPDK) da bildirilmiş. Küçükçekmece’de bir bayide 93 TL, diğerinde 90 TL. Beyan edilen fiyattan satış yapan bayi yok mu? Elbette var. Özellikle Anadolu’da küçük kentlerde sitede beyan edilen fiyatlar aynen geçerli. İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa ve diğer büyük kentlerde ise büyük firmaların çoğu bayisi beyan edilen fiyatın üzerinde, küçük firmaların bayileri ise beyan edilen fiyatların altında satış yapıyor. Dedim ye büyük kentlerde büyük firmaların çoğu bayisi marka gücünü zamma çevirmiş durumda.
Hürriyet’in dün yayınladığı ‘Küçükpazar’ın çocuk işçileri’ manşeti günün en çok tartışılan haberi oldu. Okul çağındaki çocukların okulda olması gerekirken İstanbul Fatih’te havalandırmasız atölyelerde çalışmak zorunda kalması ne kadar acıydı.
Ancak acımıza acı katan başka bir gelişme daha yaşadık dün. Başta Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olmak üzere olayın peşine düşen, çocuk işçi çalıştırılmasına engel olmak üzere çırpınan kurumların yanı sıra susmamızı isteyenler de çıktı.
Gündeme getirdiğimiz her olay sonrası “algı yönetmekle” suçlanmaya alışmıştık ama bu seferki hakikaten acımızı katladı.
BBC’nin aylar önce yaptığı bir haberi örnek göstererek karşımıza çıkan, kazandığı parayı her şeyin önüne koymaya alışmış bazı yöneticiler, çocuk işçi haberini görmezden gelmemizi talep etti.
Evet, “Bugün itibariyle üzerimize ne düşüyorsa yapacağız. Biz de konuyu araştıracağız, eğer çocuk işçi çalıştıran varsa kendimiz teşhir edeceğiz” demek yerine susmamızı isteyen de çıktı.
Ama bu konuda susmaya hiç niyetimiz yok.
Çocuk işçinin Suriyelisi, Türk’ü, Türkmeni, Iraklısı olmaz.
1400 liralık asgari ücretli işçi çalıştırmak yerine okulda, annesinin yanında olması gereken çocuklar ayda 400 lira verilerek sömürülmüyor sadece. Aynı zamanda o çocukların geleceği de sömürülüyor, ellerinden alınıyor.