Bu gerilim AB’yi de içine alacak şekilde genişlerken, son günlerde Doğu Akdeniz’deki muhtelif ülkelerin savaş gemileri ve savaş uçaklarıyla yürüttükleri faaliyetlerde göze çarpan bir yoğunlaşma gözleniyor.
Fotoğrafın bütününü görebilmek için bölgedeki askeri faaliyetlerinden örnekler aktaralım.
FRANSA’DAN TÜRKİYE’Yİ ÇEVRELEME HAMLELERİ
Doğu Akdeniz’de son dönemde en çok varlık gösterme çabası içinde olan ülke, Fransa. Bu ülkenin en önemli hamlelerinden biri, iki hafta önce bir helikopter gemisi ile fırkateyni Girit Adası’na yollayarak Yunanistan’la bu bölgede bir ortak tatbikat yapmasıydı. Fransa’nın bu sırada 11 Ağustos’ta Kıbrıs Rum yönetimine (KRY) iki savaş uçağı ve bir askeri nakliye uçağı göndermesi de önemli bir ‘ilk’ oldu. Fransa belli ki Doğu Akdeniz’deki iddiasını artık hava gücüyle daha da kuvvetli bir şekilde ortaya koymak istiyor.
Fransa, Yunanistan ve KRY ile önceki gün başlayan yeni bir tatbikatla Doğu Akdeniz sahnesinde bir kez daha boy gösteriyor. Bu tatbikatta sınırlı bir ölçekte İtalya da yer alıyor. Fransa bu tatbikata Rafale tipi üç savaş uçağı ve helikopter yüklü bir fırkateyn ile katılıyor.
Fransa’nın Kıbrıs Rum kesiminde askeri uçak konuşlandırmasının önceki gece Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan bir açıklamayla sert bir dille eleştirilmesi, bu adımın Ankara cephesinde ciddi bir tepkiye yol açtığını gösteriyor. Dışişleri Sözcüsü Hami Aksoy’un açıklamasında, bu hareketin Kıbrıs’a ilişkin 1960 antlaşmalarına da aykırı olduğu, Fransa’nın Kıbrıs adasının garantörü olmadığı vurgulandı. Açıklamada Fransa, “Rum-Yunan ikilisini gerginliği daha da tırmandırma yönünde teşvik etmekle” suçlandı.
Önceki gün bir başka suçlama, bu kez Fransa cephesinden Türkiye’ye geldi. Fransa Savunma Bakanı Florance Parly, bu tatbikata Yunanistan ve Rum yönetimine Doğu Akdeniz’de destek vermek amacıyla katıldıklarını belirterek, “Doğu Akdeniz bazılarının heveslerinin oyun alanı olmamalıdır” dedi. “Bazıları” ifadesi ile verilen mesajın Türkiye olduğuna kuşku yok.
Milli Savunma Bakanı
Bu konudaki son yazılarımdan biri 5 Ağustos tarihliydi ve ‘Yoğun bakımdaki hasta sayısı neden açıklanmıyor?’ başlığını taşıyordu. Yazı, Sağlık Bakanlığı’nın temmuz ayı sonunda hastanede yoğun bakımda tutulanlar ile entübe edilen hastaların sayılarını açıklamaktan vazgeçip, bunun yerine ‘ağır hasta’ sayısını paylaşmaya başlamasının kamuoyu açısından bir güven meselesi yarattığını konu alıyordu.
Bir sonraki gün, 6 Ağustos’ta çıkan ‘COVID-19 vakalarında resmi rakamlar örtüşmeyince’ başlıklı yazım ise açık kaynaklara yansıyan vaka sayılarındaki artışlar ile Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı veriler arasındaki çelişkileri işliyordu. Bir ilin valisi tarafından beyan edilen günlük vaka sayısının, bakanlığın bu ilin bulunduğu bölge ile ilgili duyurduğu vaka toplamından fazla olması gibi durumlar, kaçınılmaz olarak bir inandırıcılık sorununa neden oluyordu. Burada izaha muhtaç bir durum vardı ve sahadan gelen bilgilerle resmi açıklamalar arasındaki makas giderek açılmaktaydı.
Sonuçta bir süre bu dosyayı uzaktan izlemeyi tercih ettim. Ancak bakanlığın açıkladığı son rakamlarda günlük vakalar 1500 eşiğini geçince yeni bir değerlendirme yapmaktan kendimi alıkoyamadım. Çekinceyle yaklaştığım son veriler bile aslında salgının yeniden çok tehlikeli bir aşamaya geçtiğini teyit etmeye yeterli.
1500 EŞİĞİ EN SON NE ZAMAN GEÇİLMİŞTİ?
Sağlık Bakanlığı, önceki akşam günlük vaka sayısını 1502 olarak duyurdu. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın her akşam açıkladığı günlük verileri işlediğim Excel dosyasında en son ne zaman bu rakama yakın bir değer kaydedilmiş diye baktığımda şöyle bir tabloyla karşılaştım.
Geçen mart ayının son haftasında, yani salgının tırmanma döneminde olduğu bir sırada 1500 eşiği ilk kez geçiliyor. Nisan ayında günlük vakalarda 4 binli sayılara çıkıldıktan sonra başlayan salgının düşüş döneminde 9 Mayıs’ta 1546 rakamı kayda geçiyor.
Vakalar 1000 eşiğinin altına indikten sonra haziran ayındaki dalgalanmada bir kez daha 1500’ün üstüne çıkıyor. 15 Haziran’da 1592 rakamı görülüyor. Bunu izleyen günlerde yeniden düşüş eğrisi başlıyor, 900’lü rakamlara kadar iniliyor. Ve ağustos ayında girilen tırmanmayla birlikte önceki gün 1500 eşiğinin geçilmesi yeterince uyarıcı olmalıdır.
YOĞUN BAKIMDAKİ HASTA SAYISI AÇIKLANMAYINCA...
Öncelikle son dönemde Doğu Akdeniz’de yükselmekte olan gerilimle birlikte herkesin dikkatlerini çevirdiği Deniz Kuvvetleri’ne baktığımızda, Kara Kuvvetleri’ndeki tablonun aksine kurmaylık sisteminin ağırlığını büyük ölçüde koruduğunu görüyoruz.
Bu durumu 23 Temmuz’da yapılan YAŞ toplantısı üzerinden gösterebiliriz. Şurâda toplam 9 albay amiralliğe terfi ederken, bunlardan 6’sı kurmay sınıfından geliyor. Deniz Kuvvetleri’nin kurmay kökenli yeni amiralleri mezuniyetleri itibarıyla Deniz Harp Okulu’nun 1994-95-96 devrelerinden. Bu arada, terfi eden diğer 3 albaydan 2’sinin mühendis sınıfından olduğuna da dikkat çekelim.
DENİZ KUVVETLERİ’NDE KURMAY AĞIRLIĞI SÜRÜYOR
Aslında son YAŞ’da beliren tablo, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında Deniz Kuvvetleri’ndeki terfilerde karşımıza çıkan örüntüyle önemli ölçüde uyumludur.
Çok geniş bir FETÖ tasfiyesinin hemen ertesinde yapılan 2016 YAŞ’ında 14 albay tuğamiralliğe terfi ederken, bu grubun 8’i kurmay kadrolardan gelmişti. Keza 2017 YAŞ’ında ‘tuğ’ rütbesine terfi eden 14 albaydan 10’u kurmaydı. Bunu izleyen 2018 YAŞ’ında kurmayların oranı toplam 9 terfi içinde 4’e gerilemiştir. Ancak geçen yılki şurâda ‘tuğ’ rütbesine yükselen 11 albaydan 8’i yine kurmaylardan seçilmiştir. Bu yıl oran 9’da 6’dır.
Özetlemek gerekirse, 2016 sonrasında tuğamiral kadrosuna terfi eden toplam 57 subaydan 36’sı kurmay sınıfından gelmiştir. Buradaki oran yüzde 63’tür.
15 Temmuz öncesi döneme baktığımızda -genellikle- 8’de 7, yani YAŞ’ta ‘tuğ’ rütbesine terfi eden her 8 albaydan 7’sinin kurmay olması gibi bir teamülün işlediğini görüyoruz. Bazen oranın 7’de 6, 9’da 7 olduğu ya da 7’de 7 kaldığı yıllar da olmuş. 15 Temmuz sonrası dönemin olağanüstü koşulları içinde bu genel kalıp sınırlı bir ölçüde zemin kaybetmekle birlikte, her şeye rağmen kurmaylık sisteminin Deniz Kuvvetleri’nde ağırlığını koruduğunu söyleyebiliriz.
Ayrıca 2016 sonrasında tuğamiralden tümamiral kadrosuna doğru yapılan toplam 7 terfi kararında da isimlerin hepsi kurmay kökenli denizcilerdir.
Bu yıl 23 Temmuz tarihinde düzenlenen YAŞ toplantısı ve ardından Resmi Gazete’nin 5 Ağustos tarihli sayısında yayımlanan atama kararlarını inceledikten sonra yapacağımız değerlendirme, özellikle kurmaylık sistemine ilişkin bu tespitin iyice belirginleşmiş olduğudur.
GENERALLİĞE TERFİLERDE KURMAY SAYISI AZALIYOR
Bu tespitimizi özellikle Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda albay rütbesinden tuğgeneralliğe terfi eden subayların durumu üzerinden göstermeye çalışalım.
Bu yılki YAŞ’ta toplam 32 albay, tuğgeneral rütbesine terfi etmiştir. Terfi sıralamasında bu toplamdan ilk 5’i kurmay, kalan 27’si ise kurmaylık eğitim sisteminden geçmemiş olan piyade, tankçı, topçu, muhabere, istihkam ve istihbarat gibi muhtelif sınıflardan subaylardır. Sınıf subaylığından gelen yeni tuğgenerallerin Kara Harp Okulu mezuniyetleri 1986’dan 1994’e kadar dokuz ayrı devreye yayılıyor. Kurmaylıktan geçenler ise 1990-95 arası devrelerdendir.
YAŞ terfilerinde sınıf subaylarının kurmay subayları sayıca geçmesi, FETÖ’nün darbe teşebbüsünün yaşandığı 15 Temmuz 2016 sonrasında ortaya çıkan bir durumdur.
Bu yöneliş ilk kez 2016 YAŞ’ında belirmiş ve o yıl tuğgeneralliğe terfi eden 57 albaydan 24’ü kurmay, 33’ü ise sınıf subayı olmuştu. 2017 YAŞ’ında ‘tuğ’ rütbesine geçişte sınıf subayları sayıca kurmaylardan yine fazlaydı. Bu şurâda tuğgeneralliğe terfi eden 37 albaydan yalnızca 17’si kurmay, 20’si ise sınıf subayıydı.
2018 yılında ise 24 albay generalliğe terfi ederken sınıf subayları 16 kişiyle yine çoğunluğu oluşturdu, kurmayların sayısı 8’de kaldı. Ve geçen yıl toplam 23 albay tuğgeneralliğe terfi ederken kurmayların sayısı iyice geriledi, 2 ile sınırlı kaldı.
15 Temmuz sonrası döneme baktığımızda, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda tuğgeneralliğe terfi eden 173 albaydan 117’sinin (yüzde 67.7) sınıf subayları, 56’sının (yüzde 32.3) ise kurmay subay havuzundan geldiğini söyleyebiliriz.
Tam üyelik müzakerelerinin durmasından mülteci dosyasına ve oradan ifade özgürlüğü ve yargı konularına kadar çok geniş bir yelpazeye yayılan görüş ayrılıkları nedeniyle zaten kilitlenmiş olan Türkiye-AB diyaloğu, Doğu Akdeniz’in de bu zor gündeme yerleşmesiyle birlikte daha da karmaşıklaşmıştır.
Bu diyalog, ayrıca Kıbrıs’tan Libya’ya kadar uzanan bir jeopolitik eksende sıcak çatışma potansiyeli taşıyan risklere de açık haldedir. Bunun yarattığı basınç Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin sürekli olarak bir ‘kriz’ eşiğinde yönetilmesini zorunlu kılıyor.
AB, kendisini Doğu Akdeniz’de sınır anlaşmazlıklarının ortasındaki ana aktörlerden biri olarak bulmuştur. Bu anlaşmazlıklar birliğe tam üye iki ülkenin, Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetiminin Türkiye ile olan deniz sınırlarını ilgilendirdiğinden kaçınılmaz bir şekilde AB’yi de krizin içine çekiyor.
Üstelik, keşfedilen doğalgaz rezervleri nedeniyle çok büyük çıkarların söz konusu olduğu bir coğrafya burası. AB, doğalgaz alanında Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak açısından yakından ilgilidir bu rezervlerle. Meselenin bir yönü daha var. Fransa ve İtalya gibi AB üyesi ülkelerin şirketleri de buradaki doğalgaz kaynaklarının çıkartılması ve pazarlanması işlerinde fiilen sahada çalışmaktadır.
YUNANİSTAN VE KRY’YE AÇIK ÇEK
Konunun Türkiye’yi ilgilendiren boyutundaki temel güçlük, AB’nin Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetiminin deniz yetki alanlarına ilişkin tezlerine büyük ölçüde açık çek vermesinden kaynaklanıyor. KRY’nin 2004 yılında tek taraflı ilan ettiği ‘münhasır ekonomik bölge’si ve Yunanistan’ın kıta sahanlığına ilişkin maksimalist tezleri bu yönüyle AB’nin siyasi himayesi altındadır.
Geride bıraktığımız yıllarda gerek AB Dışişleri Bakanları Konseyi formatında, gerek liderler düzeyindeki konsey ve zirve toplantıları sonunda yayımlanan açıklamalar incelendiğinde, Yunanistan ve KRY’nin tezlerine çok kuvvetli bir destek verildiği görülebilir.
Bu iki ülkeyle “
Türk yetkililerin açıklamalarında, her seferinde olumsuz çağrışımlar yüklenerek, AB ve Yunanistan’a dönük kuvvetli eleştirilerle birlikte gündeme getirildi bu harita.
Örneğin, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu “Bunların niyetini şu Sevilla haritasında görebiliyoruz, her şey bununla başladı...” diye konuşuyor.
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar da şöyle eleştiriyor bu haritayı:
“Sevilla haritası diye ortaya çıkarılan haritanın da hiçbir geçerliliğinin olmadığını, bunun hakkı, hukuku tanımadığını, burada barış ve istikrara katkı sağlamadığı gibi, bir problem çıkardığını da görmek, anlamak lazım. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, TSK, 83 milyon, yani bizlerin, hiçbir şekilde bu Sevilla haritası veya benzeri bir takım talep ve uygulamalarla adeta kıyılarımıza hapsedilmeyi kabul etmeyeceğimizi herkesin bilmesi lazım.”
Görüleceği gibi, Türkiye’nin resmi bakışında Sevilla haritası, hem Ege’de hem de Doğu Akdeniz’de sorunların temelinde yatan -deyim yerindeyse- bir çıban başıdır.
Peki neyin nesidir bu Sevilla haritası?
1)Türkiye’nin Oruç Reis’in araştırma yapacağı sahaya ilişkin 21 Temmuz tarihli ‘NAVTEX’ duyurusu, 2) Yunanistan ile Mısır arasında 6 Ağustos tarihinde imzalanan ‘Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması’ ve 3) Oruç Reis’in 10 Ağustos’ta ilan edilen sahaya girerek sismik araştırmaya başlaması...
BERLİN’DEKİ ÜÇLÜ TOPLANTI
Bu zaman aralığındaki gelişmelerin seyrini değerlendirebilmek açısından hemen öncesinde Türkiye, Yunanistan ve Almanya arasında gerçekleştirilen bazı diplomatik temasları da arka plan bilgisi olarak ana çerçevenin içine yerleştirmek gerekiyor.
Bu temasların varlığı Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 14 Temmuz tarihinde Maltalı mevkidaşı Evarist Bartolo ile birlikte düzenlediği basın toplantısında yaptığı bir açıklamayla ortaya çıkmış ve Yunanistan’ı ciddi bir şekilde karıştırmıştı. Çavuşoğlu, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ile bazı Dışişleri Bakanlığı mensuplarının Berlin’e giderek, burada Alman ve Yunan yetkililerle bir üçlü bir toplantıya katıldıklarını duyurmuş, “Demek ki istenirse diyalog olabiliyormuş” ifadesini kullanmıştı.
NAVTEX DUYURUSU
Olayların hareketlenmesindeki başlama vuruşu, Antalya’daki NAVTEX istasyonunun 21 Temmuz tarihinde yayımladığı bir ‘denizcilere duyuru’ ile Oruç Reis gemisinin Doğu Akdeniz’de araştırma yürüteceği bölgenin koordinatlarını ilan etmesiydi. Bu koordinatlar, Türkiye’nin geçen kasım ayında BM’ye bildirdiği kıta sahanlığı sınırları içinde Girit ile Kıbrıs adalarının ortasına düşen, Türkiye ile Mısır arasındaki ortay hattın hemen üstündeki bir alana karşılık geliyor. Türk hükümeti, 2012 yılında TPAO’ya bu saha için araştırma ruhsatı vermişti.
Bu adım aslında BM’ye yapılan kıta sahanlığı bildirimi ve Libya ile 27 Kasım 2019 tarihinde deniz yetki alanlarına ilişkin anlaşmanın imzalanmasından sonraki dönemde Türkiye’nin ilk kez bu sahada araştırma yürütmek üzere kuvvetli bir hamle yaptığını, bu sahaya fiilen ayak bastığını gösteriyordu. NAVTEX ilan edildiğinde Oruç Reis Antalya limanında beklemekteydi ve bütün dikkatler geminin ne zaman yola çıkacağı sorusuna çevrilmişti.
18 SAVAŞ GEMİSİ
Bir gazetecinin Yunanistan ile Mısır arasında 6 Ağustos tarihinde imzalanan Doğu Akdeniz’deki Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması hakkındaki sorusu üzerine, Cumhurbaşkanı aynen şöyle dedi:
“Bu konuda ben Mısır’ı anlamakta zorlanıyorum doğrusu. Çünkü Mısır bir taraftan istihbarat örgütü vasıtasıyla benim istihbarat örgütüme başka şeyler söylüyor. Yani ‘Burada yanlış anlaşılmalar var. Bu yanlış anlaşılmaları düzeltmemizde fayda var’ diyor...”
Erdoğan, hemen ardından ekledi:
“Şu anda istihbarat örgütümüz, onların istihbarat örgütüyle görüşmelerini devam ettiriyor, devam ettirecek.”
Böylelikle, kamuoyu Türk ve Mısır gizli servisleri arasında Doğu Akdeniz’deki meseleleri de içeren bir diyaloğun yürüdüğünü öğrenmiş oldu.
HALKLAR BİRBİRİNE YAKIN
Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarının önem taşıyan bir başka bölümünün de şifrelerini çözmeye çalışalım. Erdoğan, istihbarat servislerinin görüştüklerini duyurduktan sonra Mısır’a şu sıcak mesajı vermekten de geri durmuyor:
“