Saffet Emre Tonguç

Bizden izlerle dolu iki güzel şehir SARAYBOSNA-MOSTAR

31 Ocak 2005
Şehirler vardır, tarih kokan, sizi içine alıp geçmişini paylaşan. Saraybosna ve Mostar o şehirlerden. Geçmişi Osmanlı’ya dayanan bu iki yerleşim, bizden öyle izler taşıyor ki gittiğinizde yabancılık çekmiyorsunuz. Rehberimiz bile Türkçe konuşuyor. 22 yaşındaki Nedzad Ahmetoviç (Necat Ahmetoğlu) çocukluğu savaş sırasında geçmiş Bosnalı bir Müslüman. O günleri anlatırken gözleri doluyor. Sokakta oynarken patlayan bir bombanın alıp götürdüğü kardeşi Belma, ailedeki kayıplardan yalnızca bir tanesi... Bizim Saraybosna, yabancıların ise saray ve ovayı harmanlayıp Sarajevo dedikleri şehrin merkezine giderken, hüznün hakim olduğu bir şiirde buluyor insan kendini. Savaşın yaralarını sarmaya çalışan insanların yüzlerine kazınmış geçmişin izleri. Herkes farkında ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Şehrin merkezi Başçarşı (Bascarsıja) Müslümanların tekelinde olan bir bölge. Hediyelik eşya satan dükkanların Kapalı Çarşı’dan farkı yok. Kahve değirmenleri, bakır tabaklar, Tarkan’ın kartpostalına iliştirilmiş dansöz zilleri, üzerinde hilal ve yıldız olan şekerlikler vitrinleri süslüyor. Dükkan sahiplerinin isimlerine bakıyorum; Nedim, Tarık, Aydın, Fazıla, Süleyman, Salih, Remzi, Fikret...

Bir baharatçıya giriyorum. Etiketlerde badem, çörekotu, karanfil, leblebi, susam, salep, nohut, pişmaniye, tahin, helva yazıyor. Yandaki dükkanın mönüsünde ise saç böreği, çorba, Saraybosna somunu, soğan dolması, sarma, pide ve çay var. Benim favorim ise Cevabdzinica, yani köfteci. Ekmek içine ısmarlayacaksanız somunlu, ayran istiyorsanız yoğurt diyeceksiniz. Cevapi’nin (köfte) porsiyonu dört KM. KM de ne demeyin, savaş sonrasında IMF ekonomiyi ele alınca bir de para birimi uydurmuş. Almanlar’ın markından etkilenip yeni paraya Konvertibilna Marka demişler. Almanlar Euro’ya geçip markı tarihe gömmüşler ama burada markın iktidarı hálá devam ediyor, üstelik Balkanlar’ın en güçlü ve değeri değişmeyen para birimlerinden biri olarak... Bir Euro 1.9 KM civarında.

Yemek sonrasında Türk (ya da Bosna) kahvesi içmeye bir kahvehaneye (Kafana) gidiyoruz. Kahve bir bardak suyla beraber cezvede geliyor. Siz kendiniz döküyorsunuz fincana. Şeker yanında veriliyor, kıtlama yapıp öyle içiyorsunuz. Bu arada ‘Rahat lokum’ dedikleri lokum da kahveyle beraber ikram ediliyor.

Şehrin iyi restoranlarından Sultan Sofrası ve Damla’yı geçip şadırvanlı bir meydana geliyoruz. Evliya Çelebi’nin 1659’da yazdığına göre Saraybosna’da 110 çeşme varmış.

CADDELER: TEPEBAŞI, KONAK ALİ PAŞA, SAFFET BEY

Yediklerimizi eritmek için ramazanda topun atıldığı yer olduğu için, Top da dedikleri Sarı Tabya’ya çıkıyoruz. Şehrin en yeni kısmı burası, çünkü son savaşta ölen Müslümanlar’a ait şehitlikler yukarıya kadar size eşlik ediyor. Cenazesine bir milyon civarında insanın katıldığı, Bosna Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı Aliye İzzetbegoviç’in (1925-2003) mezarı da burada. Müslümanlar’ın Katolik Hırvatlar ve Ortodoks Sırplar’la birarada yaşadıkları Bosna Hersek’te her biri sekiz aylık dönemler için görev yapan üç ayrı cumhurbaşkanı var. Sıra şu an Sırplar’ın. Başbakan ise görev süresi 2006’ya kadar sürecek olan Müslüman lider Adnan Terzic.

Şehirdeki sokak adları da çok ilginç. En kalabalık caddenin adı, üzerinde üç tane T.C. Ziraat Bankası’nın bulunduğu Ferhadija (Ferhadiye). Konak, Tepebaşı, Muhammed Efendi, Bardakçı, Medrese, Ali Paşa, Saffet Bey, Ilıca, Pehlivan ise diğer yerlerden bazıları.

Osmanlı zamanında 1521-1541 yılları arasında Bosna Sancağı’nın valiliğini yapan Gazi Hüsrev Bey’in şehre çok büyük katkıları olmuş. Bedesten’den (Bezistan diye geçen çarşı) camiye şehri güzel binalarla donatmış. Şehirde bugün yüz civarında cami var. Sultan Camii ise en önemli ve eskilerden. Sosyalizm döneminde ibadetlerini yerine getiremeyen ve camilerinin bir kısmı yıkılan Müslümanlar’ın iç savaşta da sıkıntıları devam etmiş. Etrafı dağlarla çevrili şehri kuşatan Sırplar binlerce insanı öldürmüş. Savaş öncesi 600 bin olarak tahmin edilen nüfus 400 binin altına inmiş.

Müslümanlar Türkiye dahil değişik ülkelere göç etmişler. İstanbul’da Boşnaklar’ın yaşadıkları semtlerden biri ise adı üzerinde Yenibosna! Kendilerini Türkler’le kardeş olarak gören Müslüman Boşnaklar’ın dilleri Sırpça ve Hırvatça ile hemen hemen aynı.

1984 Kış Olimpiyatları’na evsahipliği yapan şehir 1990’larda kanlı çatışmalara sahne olmuş. O dönemde Müslümanlar havaalanının yakınlarında açtıkları daracık bir tünelden şehre yardım sağlamışlar. Şu an yüzde 51’i Müslüman Hırvat federasyonuna, yüzde 49’u ise Sırp Cumhuriyeti’ne ait olan Bosna Hersek, Nobel ödüllü yazar Ivo Adric, ünlü müzisyen Goran Bregovic, sinemacı Emir Kusturica ve başarılı basketbolcularıyla tanınıyor.

ADINI BOSNA NEHRİ VE BİR DÜK VERMİŞ

Hırvatistan ve Sırbistan arasında sandviç olmuş ülkenin adı ise Bosna nehrinden ve Osmanlı öncesinde yönetici konumunda olan Herceg düklerinden geliyor.

1461’de kurulan Saraybosna, 17. yüzyılda Balkanlardaki en önemli şehirlerden biri haline gelmiş. Avrupa’da tramvayın çalışmaya başladığı ilk şehir olan bu yerleşimin dünya tarihindeki en önemli yeri ise 1. Dünya Savaşı’na sebep olması. Balkanlar’da yayılma politikası izleyen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun veliahtı Franz Ferdinand ve eşi Sofia 28 Haziran 1914’de şehirdeki bir köprü üzerinde Gavrilo Princip isimli bir Sırp tarafından öldürülmüş ve ardından Osmanlı’nın da sonunu hazırlayan I. Dünya Savaşı gelmişti.

Saraybosna’da kalınacak en iyi otel Holiday Inn. Türkler’in kaldıkları Saraj ve tam merkezde yer alan Europa Garni de diğer alternatiflerden. Türk markaların dükkanlarının ve Türk vakıf okullarının bulunduğu şehirde, Müslüman Boşnaklar’ın iki önemli gazetesi var, Preporod (Yeniden Doğuş) ve Dnevni Avaz (Günlük Ses). Zengin bir tarihe sahip bu şehri bir bilenle gezmek istiyorsanız Necat’ın e-mailini (neckoni@yahoo.com) bir yerlerde muhafaza edin.

NEHRİN İKİ DİNİ AYIRDIĞI ŞEHİR VE DALMAÇYA

Arabayla Saraybosna’ya iki saat mesafede olan Mostar, Neretva nehri üzerinde yer alan ve adı Köprü (Most) kelimesinden türemiş bir şehir. Nehir iki dini ayıran doğal bir sınır gibi. Bir yakada Katolik Hırvatlar, diğerinde de Müslümanlar. Mostar’da insan savaşın gerçeğiyle yüz yüze geliyor. Biz sıcacık yataklarımızda uyurken bazen dinin arkasına sığınarak, bazen de milliyetçilik kalkanını kullanarak öldürüyorlar insanları. Savaşın olduğu yere gidince hissediyorsunuz yaşanan acıları, çekilen çileleri. Cami avlusuna serili onlarca ay yıldızlı mezar, genç yaşta savaşa kurban gitmiş insanlara ait. Bir sürü bina hálá delik deşik. Üzerlerinde ‘Yaklaşmayın, tehlikelidir’ işaretleri...

Mostar’ın çok güzel bir çarşısı var, Türk Konsolosluğu’nun da bulunduğu bu yerde dolaşırken yaşlı Boşnak bir kadınla sohbet ediyorum. Türk olduğumu duyunca ‘Neden çocuklarınıza Savaş ismini koyuyorsunuz? Savaş öyle acı bir şey ki’ diyor. Birden farkına varıyorum ki isimlere yüklenmiş anlamlar üzerine hiç kafa yormuyoruz.

Mostar’daki eski köprü olarak geçen ‘Stari Most’un ilginç bir hikayesi var. Rivayete göre Sinan’ın öğrencisi olan Hayreddin köprüyü yaptıktan sonra bir köyde gizleniyor bir süre. En büyük korkusu üzerinden geçecek olan kervanların köprüyü yıkması. Çocuktan al haberi misali, mimara bir ufaklık getirmiş köprüden kervanların geçtiğini belirten şifreli mesajı: ‘Neretva’nın üzerinden beyaz martılar uçuyor!’

1993’te şehrin batısındaki etnik Hırvatlar’ın yıktığı köprü, Türkiye’nin de katkılarıyla aynı taş ocağından getirilen taşlarla yeniden inşa edildi ve 2004’te açıldı.

Savaştan içimiz karardı derseniz, size güzel bir tavsiyem var. Mostar’dan iki saat uzakta dünyanın en muhteşem şehirlerinden biri olan Dubrovnik bulunuyor.Aynı Bosna Hersek gibi, Hırvatistan’da Türkler’e vize uygulamayan nadir ülkelerden biri. Sınırda da fazla bir kontrol yok. Dubrovnik’te, Dalmaçya kıyılarına uzanın ve yaşamın provası olmadığını kafanızdan çıkarmadan, tüm güzelliklerin tadını çıkarın...
Yazının Devamını Oku

Batı’dan birazcık çalmış ama Doğulu kalmış insanların egzotik ülkesi FAS

25 Ekim 2004
Afrika, Arap, Berberi ve Avrupa kültürlerinin harmanlandığı, Batı’dan birazcık çalmış ama Doğulu kalmış insanların yaşadığı bir ülke Fas. Bir yandan bembeyaz zirvelere ev sahipliği yapan, kayak pistleriyle süslenmiş Atlas Dağları, diğer taraftan gizemiyle büyüleyen ve büyüklüğüyle insanda hiçlik duygusu yaratan Sahra Çölü, tezatlar diyarında olduğunuzun habercileri gibi. Roma dönemi kalıntıları ve Berberi kaleleri ise sürprizlerden bazıları... Osmanlılar’ın Afrika’da ulaşamadıkları tek ülke olan Fas, Marakeş, Fez ve Meknes gibi dünyanın en iyi korunmuş ortaçağ şehirleri ve İslamiyet’in görkemli eserleriyle bezenmiş yerleşim birimleriyle ziyaretçilerini hayal kırıklığına uğratmayan, egzotik bir diyar. Akdeniz ve Atlas Okyanusu’na sahili olan bu ülkede plajlarda güneşin tadını çıkarabilir, çöl safarileri ve dağ köyleri gezilerinde görüntüleri hafızalarınıza ve kameralarınıza kaydedebilirsiniz...

Otuz milyon insanın yaşadığı Fas’ın bilinen ilk halkı olan Berberiler şu anda ülke nüfusunun yarısını oluşturuyorlar, diğer yarı ise Araplara ait. Konuştukları farklı diyalektlere göre üç gruba ayrılan Berberiler, asırlar önce Ortadoğu kökenli Fenikeliler’le ticari işbirliği yapmışlar. Egemenliği altında yaşadıkları Kartaca, Roma, Hıristiyan ve İslam uygarlıklarından büyük ölçüde etkilenmişler. Daha ziyade dağlık alanlar ile çöllerde yaşayan Berberiler şehirleşmenin etkisiyle Araplar’la karışmış ve iki grup arasındaki belirgin farklılıklar azalmış.

1912’de Fransızlar’ın egemenliğine giren Fas, 1956’da tekrar bağımsızlığına kavuşmuş. Anayasal monarşiyle idare edilen ülkede, Kral ‘Müminlerin Amiri’ olarak adlandırılıyor ve ekonomi dahil bütün gücü elinde bulunduruyor. Bizim güvece benzeyen ‘Tajine’ nin, kuskusun ve güvercinden yapılan dürüm ‘Pastilla’nın milli yemekler olduğu bu memlekette, UNESCO tarafından dünya kültürel mirası listesine alınan Eski Fez, Marakeş, Meknes ve Volubilis antik kenti dahil olmak üzere görülecek çok sayıda yer var. Hadi toplayın valizlerinizi, Fas’a gitmenin tam vakti şimdi.

KIZIL ŞEHİR MARAKEŞ

Portakal ağaçlarıyla süslü bulvarları, renklerin dansına sahne olan Suk’larıyla (Pazar Yeri) meşhur olan şehir Fas Sultanlığı’nın ilk başkenti ve 1062 yılında kurulmuş. Sahra Çölü’ne açılan kervan yollarının bu kuzey kapısına, binalardan yollara, duvarlardan toprağa kadar her yer kızıl olduğundan ‘Kızıl Şehir’ deniyor. Eskiyle yeninin büyüleyici uyumundan dolayı Ağa Han mimarlık ödülünü almış bulunan Marakeş’e Güneyin İncisi ve Mücevheri gibi isimler de veriliyor. Fas, Cezayir ve Tunus’tan oluşan ve Mağrib (Güneşin Battığı Yer) denilen ülkelerdeki ortak özelliklerden biri olan Medine (Eski Şehir Merkezi) bizdeki Kapalıçarşı’yı andırıyor.

Kokuların dışarıya taştığı baharatçılar, geometrik desenlerin büyülü uyumunun göz kamaştırdığı halıcılar, kuyumcular, seramikçiler, bakırcılar, tahta oymacıları gün boyu müşterilerini bekliyor. Fas viskisi dedikleri, milli içecek olan nane çayı da mesleklerini icra eden esnafa yarenlik ediyor. Fas’ta pazarlık çok yaygın. Fiyatın dörtte birini ya da yarısını teklif edin. Para biriminin dirhem olduğu ülkede bir dolar yaklaşık olarak 8,6 dirhem civarında. Fas’ta iki türlü taksi var: ‘Petit’ dedikleri ufak ve hesaplı. ‘Grand’ olanlar ise Mercedes ve pahalı.

Marakeş’in ünlü meydanı Cema ül Fena zamanın durduğu bir ortaçağ panayırı gibi. Gündüz de hareketli olan meydanda perde akşamüstü beş gibi iniyor ve ortaya Spielberg’in film platolarını anımsatan bir görüntü çıkıyor. Her türlü yemeği pişirip satan seyyar satıcılar, müzisyenler, falcılar, akrobatlar, şifalı ot satıcıları, yılan oynatıcıları, sokak bahisçileri baş aktörler olarak sahnedeki yerlerini alıyorlar. Her gösterinin bir bedeli var, bahşişleri hazırlamayı unutmayın. Sahte rehberlere ve yankesicilere de dikkat edin.

Marakeş’in sembol binası olan ve 67 metrelik görkemli minaresiyle dikkat çeken Kutubiye Camii ise yaklaşık 800 yıldır şahitlik yapıyor bu renkli dünyaya. 19. yüzyılda inşa edilmiş olan Bahya Kraliyet Sarayı, Fas’ın en çok fotoğraflanan yerlerinden olan Menara Bahçeleri ve Ahmet el Mansur tarafından 1602’de yaptırılan El Badi Sarayı şehrin mutlaka görülmesi geren yerlerinden.

Fas’ta Riad’lar konaklama için ilginç olabilir. La Maison Arabe (1, Derb Assahbe, Bab Doukkala. www.lamaisonarabe) şık bir seçim. Restoranı da çok güzel. Barında bir şeyler atıştırmak istiyorsanız ‘Küçük Lezzetler’ mönüsü var.

KÜLTÜREL BAŞKENT FEZ

Fas’ın kültürel başkenti olan Fez, Arap dünyasındaki en iyi korunmuş ortaçağ şehrinin de merkezi. Eski Fez (Fez ül Bali) dar sokakları, camileri, medreseleri, çarşıları ve atölyeleriyle dünyadaki en büyük ve ilginç Medine’ye sahip. Muhteşem sur ve kapılarla dolu Medine’ye en uygun giriş kapısı olan Bou Jeloud’ün yanında bulunan, 1357 yılından kalma Bou İnania Medresesi Fas’ta Müslüman olmayanların girebildiği nadir dini eserlerden biri. Çatıdan şehrin güzel manzarasını kaçırmayın.

Tunuslu Fatma Bin Feheri’nin 862 yılında inşa ettirdiği Kairaouine Camii İslam alemindeki en güzel kütüphanelerden birine sahip. Yeni Fez’deki (Fez Cedid) başlıca tarihsel yapılar ise renkli minaresiyle ünlü Büyük Cami ve bitişiğindeki Kraliyet Sarayı. Fransızlar’ın Yeni Kent (Ville Nouvelle) dedikleri yerleşim ise 1916’dan kalma. Fas’ın Versailles Sarayı olarak geçen Meknes, Fez’e çok yakın. Moulay İsmail döneminde, 1673’te başkent olan bu yerleşim yaklaşık 25 kilometre uzunluğundaki surlarıyla da dikkat çekiyor. Hemen yanında da ünlü Roma harabelerinden Volubilis bulunuyor. Adını kalıntıların arasından hálá çıkan bir çiçekten alan ve vaktinde zeytincilikle uğraşan zengin Romalılar’ın yaşadığı bu yer özellikle mozaikleriyle göz dolduruyor.

Sakin bir muhitte yer alan La Maison Bleue Fez’de kalabileceğiniz güzel bir Riad. (33, Derb El Mit Talaa Kbira, www.maisonbleue.com). Restoran olarak da Dar Saada’yı deneyebilirsiniz. (21, Rue Attarine. www.restaurantdarsaada.com)

Renkleri kelimelere dökülemez, sadece tuvallere yansıtılabilir

Vaktiniz varsa Fas’ta görülecek çok yer var. Yüksek Atlas Dağları’nın bulunduğu bölgeye, Zagora’ya giderken palmiye ormanlarıyla dolu olan yol görsel bir şölen. 2260 metre yüksekliğindeki Tizin Tichka geçidi insanı büyülüyor. Zagora’daki ‘Timbuktu 52 gün’ levhası ise eski zamanda kervanların çölü kaç günde geçtiklerini gösteriyor.

Yolunuz Quarzazate’ye uzanırsa Gladyatör, Arabistanlı Lawrence ve Çölde Çay filmlerinin çekildiği bu eşsiz yeri görün ve Chez Dimitri’de yemek yiyin. Bu arada ‘Peki Casablanca’ya ne oldu?’ diye soracak olursanız, tavsiyem onu filmlerde bırakmanız. Adı Beyaz Ev anlamına gelen Arapça’da ise Dar ül Beyza olarak geçen bu şehir Mekke’den sonra dünyanın ikinci en büyük camiinin (Kral Hasan) bulunduğu yer. Humprey Bogart’ın filminin ünlü şarkısı kulaklarımda yankılanırken, Fest Travel’ın Fas programını da yapan Faruk Pekin’in bir cümlesi takılıyor aklıma: ‘Fas’ın renkleri kelimelere dökülemez, sadece tuvallere yansıtılabilir.’
Yazının Devamını Oku

Beyaz gecelerin şehri Bergen

9 Ağustos 2004
Norveç, Tanrı’nın boş bir vaktine denk getirip detay çalıştığı adeta dantel gibi bir ülke. Her şey o kadar güzel ve şiirsel ki kendinizi bir ressamın tuvaline ya da bir şairin şiirine dalmış gibi hissediyorsunuz. İşte bu Norveç’in başkent Oslo’dan sonra ikinci büyük şehri Bergen. Türkiye standartlarına göre adeta bir kasaba. Ama yazın ‘Beyaz Geceler’ dedikleri güneşin her daim gülümsediği günleri çok ilginç bir deneyim yaşatıyor insana. Yatarken sıkıca örtmek lazım perdeleri. 01.30 gibi batan güneş, bir Bizans entrikası çevirip bir saat sonra geri dönüyor!

Ansiklopedi gibi adamlar vardır, her şeyi bilen, bir bilgi kaynağı misali insanları aydınlatan. Benim bir Altan Amcam vardı, felsefe mezunu bir bilge. Arada bir beni karşısına oturtur hayata dair paylaşımlarda bulunurdu, çocuk aklı işte dinleyeceğime tavanı seyrederdim. İlgimin dağıldığını fark ettiğinde ise hemen bir soru sorardı. Bir keresinde ‘Say bakalım İstanbul’un yedi tepesini!’ demişti. Afallamıştım, hiç düşünmemiştim ki. Devir internet devri de değil ki google gibi bir arama motoruna bakasın. Çamlıca diye başladım işe. Oysa bu yedi tepe Roma dönemindeki şehre aitti. Birincisinde Topkapı Sarayı, ikincisinde Kapalıçarşı, üçüncüsünde de Sinan’ın şaheseri Süleymaniye Camii vardı. Sonra Roma’dan başlayarak diğer yedi tepeli şehirleri anlatmaya başladı ve en sonunda da ‘Bergen’ dedi. ‘Ama o şarkıcı adı değil mi?’ diye bağırdım. Şimdiki nesil bilmez, bizim çocukluğumuzda, kocasının çok sevdiği için suratına kezzap attığı, hatta gene çok sevdiği için sonradan öldürdüğü bir kadıncağız vardı. O olayla kavramıştım millet olarak aşk özürlü olduğumuzu ve sevgi sözcüğünün anlam zenginliğini!

YAZIN HEP GÜNEŞ, HEP GÜNEŞ

Bergen’e yıllar önce ilk gittiğimde, nüfusu 224 bindi, son zamanlardaki ciddi artışla 230 bin olmuş! 12. ve 13. yüzyılda Norveç’in başkenti olan şehir, 17. yüzyıla gelindiğinde 15 bin kişilik nüfusuyla İskandinavya’nın da en büyüğü imiş! Başkent Oslo’dan sonra ikinci büyük il olan Bergen, Türkiye standartlarına göre adeta bir kasaba.

Norveç, Tanrı’nın boş bir vaktine denk getirip detay çalıştığı adeta dantel gibi bir ülke. Her şey o kadar güzel ve şiirsel ki kendinizi bir ressamın tuvaline ya da bir şairin şiirine dalmış gibi hissediyorsunuz. Bu kadarla kalsa iyi, gezegenimizdeki en yüksek kişi başına düşen gelire de sahipler. Dünyanın üç numaralı petrol üreticisinde refah düzeyi tavan yapmış, dış borç sıfır, bütçe açığı falan hak getire.

Allah’tan bizim gibi ülkeler var da paranın fazlasını kredi olarak dağıtıyorlar. Gel de özenme! Bu arada her ne kadar Schengen vizesiyle gidilse de Norveç AB’ye üye değil. Biz bu kadar yırtınırken, Türkiye’nin yarısı kadar bir ülkede yaşayan 4,5 milyonluk Norveç halkı, yapılan referandumlarda hayır diyerek reddediyor üyeliği! İşin enteresan tarafı ise Avrupa’da Kopenhag kriterlerine en fazla uyum gösteren ikinci ülke olmaları.

Bergen küçük ama vızır vızır işleyen uluslararası bir havaalanına sahip. Hatta terminaldeki panoya bakınca Antalya ve Dalaman’a bile uçuşlar görüyorsunuz. Yazın ‘Beyaz Geceler’ dedikleri güneşin her daim gülümsediği günler ilginç. Yatarken sıkıca örtmek lazım perdeleri. 01.30 gibi batan güneş, bir Bizans entrikası çevirip bir saat sonra geri dönüyor!

KIŞIN HOŞGELDİN DEPRESYON

Kışın ise sabah on gibi aydınlanan hava, üçte kararıyor. Yaşamın en büyük motivatörü güneş, cömertliğini sizden esirgediğinde ‘Hoşgeldin depresyon’ durumları... Hayat her zaman dört dörtlük değil! Baştakiler akıllı, almışlar hemen tedbiri. Bir bardak bira yedi dolar, bir paket sigaraysa 10! Avuntu malzemesi de yok anlayacağınız. Bütün kapalı mekanlarda sigara içme yasağı da cabası! Geceler uzun ve karanlık olunca Vikingler’in torunları da masallarda bulmuşlar mutluluğu. Norveçlilerin meşhur Trolleri var. Masallara göre yüksek dağlar, derin vadiler ve ormanlarda yaşayan bu yaratıklar, kimine göre sevimli, bence de bir hayli çirkin. Öyküleri yüzyıllar boyu kuşaktan kuşağa aktarılmış, bugünse hediyelik eşyaları her köşe başında. Trol masallarında, Türk filmleri gibi her şey iyi sonla bitiyor, kötüler cezasını, iyiler de ödülünü alıyor, ‘Esas oğlan’ ise pek bir bilmiş olan Espen Askeladden.

Şehirde her şey limanın etrafında toplanmış ve yürüme mesafesinde. Çiçek ve balık pazarı, bir metropole yetecek kadar mağaza neredeyse yan yana. Bu arada 310 Norveç Kronu (1 dolar yaklaşık olarak 7 NK) tutarındaki harcama karşılığında alacağınız vergi iadesi de işin güzel yanı. İki adım attığınızda ise kendinizi UNESCO’nun Dünya Kültürel Mirası listesinde yeralan Hansa Birliği’nin ahşap evlerinde buluyorsunuz. Bryggen bölgesinde, Alman tüccarların şehrin ekonomisine hakim oldukları dönemde yaptırdıkları bu binalar 18. yüzyıla kadar özellikle balık ticaretinin merkezi olmuş. Bugün ise ekonomiye damgasını vuran, Kuzey denizinden çıkarılan petrol.

Bir şehri keşfetmenin en güzel yolu sokaklarında kaybolmak, Bergen bu açıdan sürprizlerle dolu bir şehir, çiçeklerle renklendirilmiş ahşap evlerin yer aldığı daracık sokaklar insanı bazen geçmişte bir yolculuğa çıkarıyor. Bu arada şemsiyenizi unutmayın, çünkü senenin 275 günü yağmur yağıyor! Yürürken kuzeyin meşhur sarışın afetlerine rastlayacağınızı da pek zannetmeyin. Bunca tecrübeden sonra, ben onların artık sadece moda sayfalarında hapsedildiklerine inanmaya başladım!

FİYORDLARI İHMAL ETMEYİN

320 metre yükseklikteki Floyen Tepesi şehrin en güzel manzaralarından birine sahip. Tırmanmanıza hiç gerek yok, 60 NK verdiğinizde finiküler sizi şehrin tadını çıkaracağınız tepeye çıkarıyor. Bir üniversite ve kültür şehri olan Bergen’in yetiştirdiği en ünlü kim sorusunun tek cevabı ise klasik müziğin olmazsa olmazlarından Edvard Grieg. Sanatçının bugün müze olan Nordas gölü kıyısındaki o muhteşem manzaralı evi Grieg’e de ilham kaynağı olmuş. Noktürnlerden kreşendolara sıçrayan eserlerini bestelediği bu bölgedeki komşuları pek bir gaddarmış, 1.52’lik Grieg, 1.42’lik karısıyla yürüyüşe çıktığında Troller geldi deyip gülerlermiş!

Bergen’e kadar gelmişken Viking gemileri gibi yapılmış ve bütün Norveç’te sadece 30 tane benzeri kalan Fantoft kütük kilisesini gezmeyi ve fiyordları görmeyi ihmal etmeyin. Dünyanın en uzun fiyordu (204 k.m) Sogne ve sizi ona götüren meşhur Flam treni de Bergen yakınlarında bulunmakta.

Aradan yıllar geçmiş, Altan Amca kendini anlamayan insanlar ülkesini terk edip Avustralya’ya yerleşmiş, şimdi ben konuşuyorum, yeni kuşak tavan seyrediyor. Altan Amca’ya bir seferinde aşkın tarifini sormuştum. Uzaklara bakıp iç geçirdikten sonra, ‘Aşk hüzünle harmanlanmış bir sigara gibidir, bazen keyif verir, bazen öksürtüp boğazını yakar, arada bir de gözünden yaş getirir. Aşk aslında kabullenmek, vazgeçmek ve zamanı geldiğinde limandan ayrılmaktır’ demişti. Floyen Tepesi’nden manzarayı seyrediyorum, limandan şehri günübirliğine fethedip de gitmekte olan turistlerle dolu bir gemi ayrılmakta, kafama bir soru takılıyor: ‘Altan Amca hiç aşık olmuş muydu?’
Yazının Devamını Oku