Başkenti Görmedim Demeyin
Ülkenin başkenti Zagreb. Arası yok, kimileri çok seviyor kimileri çok sıkıcı buluyor; bence gezmeden karar veremezsiniz. Ban Jelacic Meydanı şehrin ana noktalarından biri. Tkalciceva Caddesi barları ve restoranlarıyla en hareketli yerlerden; özellikle akşamları. Yan yana dizilen onlarca kafeyle şehrin enerjisini yükselten bir diğer adres Mirka Begovica Caddesi listesiniz de Dolac Pazarı, Zagreb Katedrali, Markov Meydanı ve Aziz Mark Kilisesi bulunsun. Zagreb’de sıra dışı bir müze de var; Bitmiş İlişkiler Müzesi. Dünyanın farklı yerlerinden birçok insan biten ilişkilerine dair objelerini göndermiş, hikayelerini paylaşmışlar. Ortaçağ’dan kalma Lotrscak Kulesi’ne çıkıp şehri kuşbakışı izlemek de iyi bir fikir.
Zamanı Mekanı Unutturan Park
Ülkede mutlaka görülmeli listesinin ilk sıralarında Plitvice Gölleri Milli Parkı yer alıyor. İçinde irili ufaklı 16 göl var. Şelaler ve uzayıp giden ağaçlar arasında mis gibi havayı ciğerlerinize doldurun. Her mevsim ayrı güzel, kış manzarası da müthiş, her yer bembeyaz. İçinde kilometrelerce yürümek gerek o yüzden mutlaka uygun bir ayakkabı seçin ve yaz ortası da dahil her mevsim yağış olabileceğini aklınızda tutun. Zagreb’e arabayla 1,5 saat kadar uzak.
Split ve 1700 Yıllık Sarayı
Split’te Diocletianus Sarayı’nın civarını merkez kabul edin, hayat burada akıyor. 1700 yıllık sarayın günümüze dek nasıl korunduğuna hayret ve hayranlıkla tanık olmak hep hatırlayacağınız bir deneyim. Sarayı yaptıran ve adını veren Diocletianus, tarihte istifa ederek yönetimi bırakan ilk imparator. Sarayın içinde Augubio gibi çok güzel restoranlar ve şık dükkanlar var. Diocletianus İzmit’te de bir saray yaptırmış ama yok etmişiz.
Ama zor olanı seçerek tarihini korumayı, kendini yenilemeyi ve turizmin merkezi olmayı başarmış. Kravat kelimesine adını veren ülkenin nüfusu bizdeki büyük şehirlerden az; 4.5 milyon bile değil. Ama turist sayısı nüfusunun 3 katı. Bu yıl Türkiye’nin kaybettiği yabancı konukları da kendine çekmesiyle 16 milyon turistin adresi olacak. Yemyeşil doğadan ışıl ışıl sahillere, tarihi yapılardan lezzet duraklarına kadar dolu dolu bir tatil için aradığınız her şeyi bulabileceğiniz bir yer Hırvatistan. Ama buranın da ‘olmazsa olmaz’ları var. Neler mi?
Dubrovnik’te kenti kuşbakışı görmenin en iyi yollarından biri teleferikle Panorama Restaurant’ın seyir terasına çıkmak.
BAŞKENTİ GÖRMEDİM DEMEYİN
Balayı çiftlerinin de gözdesi olan Capri, Napoli Körfezi’nin girişinde yer alan küçücük bir ada. Gözünüzde canlanması için büyüklüğünü bizim Büyükada kadar düşünebilirsiniz. Ne var ki ünü de, turizm potansiyeli de kıyaslanmayacak kadar büyük Capri’nin. Lüks villaları, her yandan fışkıran limon ağaçları, zamanın nasıl aktığını anlamadığınız keyifli kafeleri ve muhteşem manzaralarıyla Capri sadece anakaradan değil, andan da bağımsız...
Sonbaharda gereksiz kalabalıkların el ayak çektiği ada, Capri ve Anacapri olmak üzere iki bölüme ayrılıyor. Kalabalık noktalar Capri’de toplanıyor, lüks villaların yer aldığı Anacapri ise daha sakin. Adanın ana limanı Marina Grande, Capri bölümünde yer alıyor, burası turistlerin ilk adım attığı yer. Hediyelik eşya dükkânlarını, restoranları ve adadaki tüm ulaşım araçlarının duraklarını burada bulabilirsiniz. Capri’nin en hareketli yerlerinden olan Umberto I Meydanı da bu limana bir füniküler mesafesinde. Geçmişte halk pazarı olarak kullanılan bu meydanı yerel halk Piazzetta olarak adlandırıyor.
1938 yılında Rafaella Vuotto isimli bir adalı bu meydandaki barının önüne birkaç sandalye atmış. Sanki herkes böyle bir girişimi bekliyormuş gibi birbiri ardına açılan kafelerin sandalyeleriyle meydan dolmaya başlamış. Caprili turistler burayı bir buluşma mekânı olarak seçmekten oldukça memnun. Meydanda bir katedral yükseliyor. Ünlü Quisisana Hotel ve lüks dükkânlar da burada bulunuyor. İmparator Tiberius için yaptırılan ve ölümüne dek yaşadığı Jovis Villası da Capri’de görülmesi gerekenler arasında. Napoli Körfezi manzaralı villaya, merkezden yürüyerek yaklaşık 40 dakikada ulaşabilirsiniz.
Adanın En Yüksek Noktasına Telesiyej Yolculuğu
Anacapri bölgesine gitmek için merkezden minibüslere binebilirsiniz. Adanın en yüksek noktası olan Solaro Dağı bu bölgede yer alıyor. Tepeye kadar minibüslerle çıktıktan sonra, telesiyeje binerek en yukarıya kadar ulaşabiliyorsunuz. Bu yolculuğa değecek bir manzara selamlıyor sizi, böyle güzel manzaraları her zaman göremeyeceğinizin farkına varmanız birkaç saniyenizi alıyor ve geriye anın tadını çıkarmak kalıyor. Tepe deniz seviyesinden 412 metre yükseklikte bulunuyor.
Güneşin Maviye Boyadığı Mağara
Sadece küçük bir ada diye düşünmeyin, Capri’ye birkaç gün ayırarak gidin ve görecekleriniz arasına mutlaka Mavi Mağara’yı da alın. Orijinal adı Grotta Azzurra. Güneş ışığının mağarada oluşturduğu masmavi görüntü muhteşem! Marina Grande’den kalkan tekneler ile ulaşabilirsiniz. Yüksekliği sadece 1,5 metre olan mağaranın girişi çok alçak. İçeriye küçük kayıklarla girebiliyorsunuz, herkesin başını eğmesi gerekiyor. Aslında çok eski bir mağara olmasına rağmen Alman şair August Kopisch sayesinde bu kadar meşhur olmuş. Şimdilerde ise özel tur yapılan, girişte ücret ödeyeceğiniz kadar popüler bir yer haline gelmiş. Adanın etrafında yaklaşık iki saat süren tekne turu yapabilirsiniz. Mavi Mağara dışında çok sayıda başka mağarayı görme ve tekneden denize girme imkânınız olacak.
İmparator Sezar Augustus bu adaya ayak basmış ve öylesine etkilenmiş ki adeta âşık olmuş. Tarih tekerrür etmiş, bu kez İmparator Tiberius hayran kalmış Capri’ye, adaya taşınıp hayatının sonuna dek burada yaşamış. Bunları düşününce, tarihi adanın ‘cennet bahçesi’ anlamına gelen ismini boşuna almadığını düşünmek elde değil. Aklıma İngiliz yazar D.H. Lawrence geliyor; “Dedikodulu, villalarla dolu, kat kat kireç taşlarıyla bezenmiş, cenneti çok andıran ama dünyayı hiç andırmayan bir yer” diye anlatıyor Capri’yi.
Elizabeth Taylor’dan Brigitte Bardot’ya, Frank Sinatra’dan Jacqueline Onassis’e, Mariah Carey’den Julia Roberts’a kadar ünlüler Capri Adası’nın büyüsüne kapılanlar arasında.
Balayı çiftlerinin de gözdesi olan Capri, Napoli Körfezi’nin girişinde yer alan küçücük bir ada. Gözünüzde canlanması için büyüklüğünü bizim Büyükada kadar düşünebilirsiniz. Ne var ki ünü de, turizm potansiyeli de kıyaslanmayacak kadar büyük Capri’nin. Lüks villaları, her yandan fışkıran limon ağaçları, zamanın nasıl aktığını anlamadığınız keyifli kafeleri ve muhteşem manzaralarıyla Capri sadece anakaradan değil, andan da bağımsız...
Sonbaharda gereksiz kalabalıkların el ayak çektiği ada, Capri ve Anacapri olmak üzere iki bölüme ayrılıyor. Kalabalık noktalar Capri’de toplanıyor, lüks villaların yer aldığı Anacapri ise daha sakin. Adanın ana limanı Marina Grande, Capri bölümünde yer alıyor, burası turistlerin ilk adım attığı yer. Hediyelik eşya dükkânlarını, restoranları ve adadaki tüm ulaşım araçlarının duraklarını burada bulabilirsiniz. Capri’nin en hareketli yerlerinden olan Umberto I Meydanı da bu limana bir füniküler mesafesinde. Geçmişte halk pazarı olarak kullanılan bu meydanı yerel halk Piazzetta olarak adlandırıyor.
Bozcaada’da feribottan iner inmez solunuzda deniz restoranlarının çevrelediği şirin bir liman yer alırken sağınızda muhteşem bir kale yükseliyor. Yürümeye devam ettiğinizde ise birkaç dakika içinde kendinizi bir Osmanlı-Rum kasabasının dar arka sokaklarında kaybolmuş olarak buluyorsunuz. Eskiye dair pek çok şeyin kaybolmadığını görmekse sizi adaya bağlayan bir başka unsur haline geliveriyor.
Hem Bozcaada hem de Gökçeada geçmişte büyük bir Rum nüfusun yaşadığı yerler olmuş. Bu Rum nüfus Kurtuluş Savaşı’nın 1923’te Lozan Antlaşması’yla sona ermesinden sonra Yunanistan ve Türkiye arasındaki mübadeleden muaf tutulmuşlar. Bir süre için hayat savaştan önceki gibi devam etmiş ancak 1937’de adaların yeniden silahlandırılmaya başlamasıyla Rumlar da ayrılmaya başlamışlar.
İlk çağlarda Bozcaada adını mitolojideki Tenes’ten almış ve Tenedos olarak isimlendirilmiş. UNESCO Dünya Kültürel Mirası listesindeki Troya’ya yakın olması burayı cazip hale getiren nedenlerin arasında sayılabilir. Tenedos aynı zamanda Yunan askerlerinin geri çekilip 10 yıllık Troya Savaşı’nı bitirmek için hile yapmaya karar verdikleri yer. Homeros’u okumayanlar ya da filmi seyretmeyenler için ufak bir ipucu vereyim; Yunanlılar içi asker dolu tahtadan bir at yapıp kalenin kapısına bırakmışlar.
Eylül Bozcaada için, ada halkının minderlerini yeniden kapı önüne aldığı, esen rüzgârın tatlı tatlı saçınızı karıştırdığı, asmaların kokusunun burnunuza kadar geldiği, bakir plajlarda doyasıya yüzdüğünüz kutsal ay demek. Hazırsanız, nefis bir sonbahar kaçamağı için Bozcaada notlarını sıralayalım...
Karaman kökenli aile
Karaman yakınlarında bulunan bir köyden gelen Meremetçi Bali Kalfa ailenin ilk bilinen üyesi. Sultan IV. Mehmed’in sarayındaki Ermeni mimarların kulağına gitmiş Bali Kalfa’nın başarıları. O da İstanbul’a gelmiş ve kendisine sarayda daha sonraki yıllarda oğlu Magar’a devredeceği bir yer edinmeyi başarmış. Magar, Sultan I. Mahmud ile bir şekilde ters düşünce Bayburt’a sürgün edilmiş. Sürgün yerinde oğulları Krikor ve Senekerim’e mimarlık eğitimi vermiş. Krikor Amira Balyan (1764-1831) zamanında aile şirketinin başarısı ciddi olarak artmış.
Üzücü olansa şehre miras bıraktığı binaların bir kısmının o zamandan bu yana kaybolmuş olması. Buna rağmen 1826 senesinde Sultan II. Mahmud’un yeniçeri isyanını bastırması şerefine yaptırılan Tophane’deki Nusretiye (Zafer) Camii hala ayakta. Bugüne ulaşabilmiş eserleri arasında Eyüp’ün Haliç kıyısında bulunan ve bir zamanlar şehirdeki feslerin üretildiği Feshane ile Belgrad Ormanları’nda hala ayakta olan Valide ve Topuzlu su bentleri de var. Krikor ayrıca devasa Selimiye Kışlası’nın üç kanadının yapımını üstlenmiş.
Krikor’un küçük kardeşi Senekerim daha az tanınıyor ama o da şehre çok belirgin bir imza atmış ve Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi avlusunda duran Serasker Yangın Kulesi’ni geriye bırakmış.
Dolmabahçe Sarayı
Diğer taraftan, şehri sanki kendi eviymişçesine süsleyen ve donatan Magar’ın en küçük oğlu Garabet Amira Balyan (1800-1866) olmuş. Sultan Abdülmecid için, 1843 ile 1856 yılları arasında devam eden muazzam bir projeye oğlu Nigoğos ile beraber imza atıp Dolmabahçe Sarayı’nı inşa eden o olmuş. Söylemesi bile zor; saray 285 odadan oluşuyor, ancak halka açık olan kısmı sadece küçük bir bölümü. Bugün en çok ilgiyi ise 38 metre yükseklikteki tavanıyla Muayede Salonu görüyor. Salonun dışarıdan fark edilmeyen kubbesinin altında birçok padişah çeşitli bayramları kutlamış. Bir diğer ilgi odağı ise Mustafa Kemal’in 10 Kasım 1938 tarihinde son nefesini verdiği oda. Barındırdığı diğer hazineler bir yana, sarayda paha biçilemez bir tablo koleksiyonu var. Garabet 1865 yılında Beylerbeyi Sarayı’nı kendinden bile daha üretken oğlu Sarkis ile beraber inşa etmiş. Çok daha kullanışlı olan bu sarayın en güzel kısımlarından biri yunuslarla süslenmiş bir fıskiyenin eşlik ettiği havuzu. Aslında bu iç havuzun yapım amacı saray sakinlerini yaz sıcaklarında serinletmekmiş.
Ortaköy Camii
Garabet’in bir diğer başyapıtı mükemmel güzelliği ile Ortaköy sahilinde denize doğru uzanmış, Boğazdan gelen geçen teknelerdeki insanların gözden kaçırmasının imkânsız olduğu yapı, aynı zarafete sahip olan ve Nigoğos tarafından yapılan Dolmabahçe Camii’nin ikizi gibi. Sultanahmet’teki Divan Yolu’nda yürüdüğünüzde Sultan II. Mahmud, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid’in naaşlarına ev sahipliği yapan türbeyi fark edersiniz. Türbe, Garabet tarafından 1840 senesinde yapılmış. Garabet’in daha az tanınan eserleri arasında 1848 yılında inşa ettiği ve bu türde şehirde yapılan ilk saat kulesi olan Nusretiye Saat Kulesi (İstanbul Modern’e girerken sağ kolda görebilirsiniz) ve Beşiktaş’taki devasa Surp Asdvadzadzin Kilise’si sayılabilir. Taksim Meydanı’ndan Dolmabahçe’ye doğru devam eden Gümüşsuyu Caddesi’nde bulunan göz alıcı Gümüşsuyu Askeri Hastanesinde de Garabet’in imzası var. Hatta Kandilli’de bulunan TV dizileri Gümüş ile Lale Devri’nin seti olarak kullanılan Abud Efendi Yalısı’nı da o tasarlamış.
TV programım sırasında evime gelen sağlıklı yemekler sayesinde 12 kilo vermiştim, bunun kalıcı olmasını istediğimden soluğu Viva Mayr’da aldım. Dünyanın en önemli detoks kliniklerinden biri olan Avusturya’daki Vİva Mayr, üç ayrı yerde hizmet veriyor. İlk klinikleri 2004 yılında Viyana yakınlarında açılan Maria Worth; benim gittiğim ikincisi geçen yıl Salzburg’a 1,5 saat mesafedeki Altaussee’de, üçüncüsü de Viyana’da açıldı. Her üçünde de uygulanan terapiler ve kürler aynı. İşe yaptıkları testlerle gıda toleransınızı belirlemekle başlıyorlar. Bu hepimiz için önemli bir test çünkü sindirim sisteminizin işlemekte zorlandığı gıdaları sürekli tüketiyor olmak kendinize kötülük etmek demek. Bir detoks kampına gidemeseniz de gıda tolerans testini yaptırmanızı öneririm.
Çıkan test sonuçları doğrultusunda, toleransınızın olmadığı yiyecekleri içeren bir mönü oluşturuluyor. Kamp dışında da uygulayabileceğiniz bir beslenme listesi bu aslında. Zaten felsefe orada bulunduğunuz sınırlı sürede sizi sağlıkla buluşturmak değil, bilmediklerinizi öğreterek ya da doğru bildiğiniz yanlışların farkına varmanızı sağlayarak beslenme alışkanlığınızı değiştirmek.
ÇAY KAŞIĞIYLA ÇORBA
Güne erkenden başlıyorsunuz. Önce bölgeden çıkan meşhur tuzlu suyla devam ediyorsunuz. Hızlı adımlarla tuvalete yol almanızı sağlayan bu suyun ardından, Viva Mayr’ın ‘base powder’ adı verilen karbonat içerikli tozunu içiyorsunuz. İçinde çeşitli minerallerin olduğu bu özel karışım hem bağırsaklarınızın temizlenmesini hem de gün boyu tokluk hissi yaşamanızı sağlıyor. Klinikte uygulanan tüm tedavilerin ortak noktasında bağırsakların rahatlatılması var. Çünkü tüm yükü bağırsakların çektiği ve bu organın düzgün çalışmasının diğer organları da rahatlatacağı söyleniyor.
TV programım sırasında evime gelen sağlıklı yemekler sayesinde 12 kilo vermiştim, bunun kalıcı olmasını istediğimden soluğu Vıvamayr’da aldım. Dünyanın en önemli detoks kliniklerinden biri olan Avusturya’daki Vıva Mayr, üç ayrı yerde hizmet veriyor. İlk klinikleri 2004 yılında Viyana yakınlarında açılan Maria Worth; benim gittiğim ikincisi geçen yıl Salzburg’a 1,5 saat mesafedeki Altaussee’de, üçüncüsü de Viyana’da açıldı. Her üçünde de uygulanan terapiler ve kürler aynı. İşe yaptıkları testlerle gıda toleransınızı belirlemekle başlıyorlar. Bu hepimiz için önemli bir test çünkü sindirim sisteminizin işlemekte zorlandığı gıdaları sürekli tüketiyor olmak kendinize kötülük etmek demek. Bir detoks kampına gidemeseniz de gıda tolerans testini yaptırmanızı öneririm.
Çıkan test sonuçları doğrultusunda, toleransınızın olmadığı yiyecekleri içermeyen bir menü oluşturuluyor. Kamp dışında da uygulayabileceğiniz bir beslenme listesi bu aslında. Zaten felsefe orada bulunduğunuz sınırlı sürede sizi sağlıkla buluşturmak değil, bilmediklerinizi öğreterek ya da doğru bildiğiniz yanlışların farkına varmanızı sağlayarak beslenme alışkanlığınızı değiştirmek.
Çay Kaşığıyla Çorba
Güne erkenden başlıyorsunuz. Önce bölgeden çıkan meşhur tuzlu suyu içiyorsunuz. Hızlı adımlarla tuvalete yol almanızı sağlayan bu suyun ardından, VIVAMAYR’ın ‘base powder’ adı verilen karbonat içerikli tozunu içiyorsunuz. İçinde çeşitli minerallerin olduğu bu özel karışım hem bağırsaklarınızın temizlenmesini hem de gün boyu tokluk hissi yaşamanızı sağlıyor. Klinikte uygulanan tüm tedavilerin ortak noktasında bağırsakların rahatlatılması var. Çünkü tüm yükü bağırsakların çektiği ve bu organın düzgün çalışmasının diğer organları da rahatlatacağı söyleniyor.
Akşam yemeği 17.00-18.30 arasında. Yiyebileceğiniz tek şey sulu kıvamda bir çorba ve bir parça ekmek. Ekmeğinizi mısır ya da soya unundan yapılmış olarak seçebiliyorsunuz. Verdikleri kaşık ise çay kaşığı ile tatlı kaşığı arası bir şey. Dolayısıyla bir kahve fincanı kadar çorbayı içip yemeğinizi bitirmek neredeyse yarım saatinizi alıyor. Her lokmanın 40 kez çiğnenmesi öneriliyor. Siz de yemek yerken deneyin, çok kolay değil; ben 40’a yaklaşan her rakamda mutlu olmakla yetindim.