Bahar çiçeği dediğin bir nevi lise aşkı. Kalbinizi kaptırırsınız ama sizin olmayacağını da bilirsiniz. Bu çiçeklere birazcık daha doymak için kokularını, esanslarını çıkartıyorum. Haydi, mor salkım ve mürverle nasıl ferahlayacağımıza bir bakalım. Şerbetiyle sorbesiyle mevsimin tadını çıkaralım.
Sokakta yürürken muzip bir esinti sayesinde yayılan nefis bir çiçek kokusu, bir anda bizi keyiflendiriverir. Burnumuza çalınan güzel kokuları içimize çekip, o hoşluğu daha fazla yaşamak, saklamak, sahip olmak isteriz. Bahar çiçekleri bir nevi lisedeki aşklar gibidir. Daha ilk günden bilirsiniz ki, kalbiniz kapılmıştır ve yine bilirsiniz ki, bu güzellik hiçbir zaman sizin olmayacaktır. Sizde yarattığı o etki, yakınınızdayken başınızı döndüren hissi çok güçlüdür ama uçucudur, dokunamazsınız! Kokularıyla sizin aklınızı başınızdan alır ama akan giden hayatta ne o mor salkımın altında uzun süre kalabilir ne de akasya ağacının yanında günlerce yatabilirsiniz. Ha ola ki yattınız, büyüsü bozulur, kokuyu duymaz olursunuz. (İşte lise aşkına bir benzerliği daha...)
Eh, yaş 30’lara gelince insan biraz daha duygularına dokunabilmek, hislerini görünür kılmak istiyor. Bu da “Çiçeklerin mevsimlik ve uçucu kokularını nasıl bir nebze daha uzun ömürlü yapabilirim” diye düşündürtüyor insanı.
Çiçeklerin güzelliklerini hapsedebilmenin ilk akla gelen temel yöntemi kokuları. Kokuları duyduğumuz anda, boyut değiştirip güzel bir gül bahçesine veya çocukluğumuzda, etrafında koşturduğumuz hanımeli sarmaşıklarının yanına gidebiliriz. Çiçeğin kokusunu, esansını çıkarmanın en düz mantığı, imbikten geçirip, suyunu veya yağını alıp, alkolle inceltmek. Bu sayfayı takip edenler bilir, imbiği, özellikle portakalçiçeği suyu çıkarmak için, farklı yöntemlerle kullanıyorum. Tabii ev ortamında kolay kolay imbik bulamayacağımızdan ötürü, bugün sizinle de paylaşmak üzere çeşitli yöntemler geliştirdik. Birkaç farklı versiyonu, fikir vermesi için tarifler üzerinden anlatmak istiyorum. Farklı çiçeklerle de bu şekilde yapmak ve denemek mümkün.
Kalbimiz Soma’da ve yaralı. Söylenebilecek çok fazla bir şey yok. Hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, ailelerine sabır, kazadan kurtulanlara da hem sabır hem de yaralarının bir an evvel sarılması dileklerinden başka… Memleketini seven, iyi bir vatandaş olarak yapabileceğimiz en kalıcı şey, işimizi memleketimize faydalı bir şekilde icra edip geliştirmek.
Yemek konusu son beş yılda memleketimizde yeni bir algıya ulaştı. Tüm dünyada üretimin azalması ve herkesin işlerini bilgisayarlar üzerinden yapar olmasıyla, ellerimizle ürettiğimiz işlerin önemi arttı. Bu sebepten insanlar daha çok yemek yapmaya yönelir oldu. Var olan bilgi beklentiye tam da cevap vermeyince arayışlar arttı. Bu arayıştaki insanlar deneyimlerini paylaşınca elimizdeki malzeme de çoğaldı. Malzeme arttıkça iştah da arttı. Erkekler, en az kadınlar kadar yemek konusuna ilgi duymaya başladılar. Yemekle ilgili yazmak, konuşmak, yemek yapmak popüler kültürün güzel ve önemli bir parçası haline geldi. Aşçılık belirli bir yöreye ait olan bir iş kolu biçiminden, herkesin sevdiği ve yapmaktan heyecan duyduğu, ailelerin de ‘çocuğum para kazanır mı’ korkusunu yendiği bir meslek haline geldi. Hal böyle olunca iddialı ve gelecek vaat eden insanlar aşçı olmaya karar verdiler. Şu anda yetişiyorlar. Ve umuyorum ki bomba gibi bir gençlik arkadan geliyor.
Daha yolun başındayız, ancak bu gelişmelerin başarıya dönüşmesi için konsantre olunması gereken önemli öğeler var. Mutfağa girdiğimizde giydiğimiz önlüğün bir başka kültüre ait değil, bizim olması, bu topraklardan beslenmemiz, bir taraftan da dünyalı olmayı kaçırmadan hayal etmemiz çok önemli. Bu son iki cümle söylemesi kolay, yapması çok zor olan ama samimiyetle beraber doğal olarak ortaya çıkacak özellikler.
Bundan üç yıl evvel, bu gelişmeleri bir tencerede pişmekte olan mısır tanelerine benzetmiştim. Tencereye kuru mısırları biraz yağ ile koyarsınız. İlk ‘pıt’ çıkar, biraz sonra bir tane daha ve sonra üstünü kapatırsınız. Ardından bu pıt pıt sesleri artmaya başlar, arada durur. Bir anda öyle hızlanır ki takip edemeyeceğiniz kadar çok olur. İşte üç yıl önce pıtların hızlanmaya başladığı zamandaydık. Şimdiyse gelişmelerin tek tek takip edilemeyecek bir hıza ulaşmasının gururu içerisindeyiz.
Bir Belçikalı’nın “Ben Türk yemeği yapıyorum” diyerek evinde keyif çattığı günün yaklaştığına dair bir gösterge olan bu gelişmeler, 19 Mayıs’ı bize armağan eden Atatürk’e armağan olsun.
Yemek Kanalları
Türkmax Gurme, Kitchen 24 ve Planet Mutfak gibi yemek kanallarının yanı sıra Home Tv ve İz Tv’de de yemek içerikli çok sayıda program mevcut. Diğer televizyon kanallarındaysa ‘Soframız’, ‘Mutfağım’, ‘Anadolu’dan Lezzetler’ gibi yayınlar arttı. Ayrıca Mehmet Yaşin ve Vedat Milor eski popülerliklerinden hiç ödün vermeden devam ediyorlar.
TV Programları
Bu alanda dünyanın en iyi iki ismiyle tanıştım. İstanbul’da harika bir lezzet turu yaptık. Hem Boğaz’da hem bostanda…
Evvelki hafta İstanbul’da ‘101 İstanbul Lezzeti’ vardı. İstanbul’un 101’den de fazla en özel tatlarını bir araya getiren bu festivalin benim için çok özel bir sürpriz hazırladığını bilmiyordum. Halen rüya gibi hissettiren ‘o’ günü ve devamını sizinle paylaşmak isterim. 101 İstanbul, Timeout dergisinin bu yıl ikincisini düzenlediği, tam bir yeme, içme, doyma, güzel yemeklerin etrafında kelebekler gibi dolanma festivali... Bu yıl biz de Refika’dan ve Refika’nın Mutfağı’nda yaptıklarımızı göstermek, anlatmak ve tattırmak için katıldık. Festivalin ev sahibesi Deniz Huysal, “Refika, bugün David Loftus ile Andy Harris uğrayacak” dediğinde, “Deniz’cim noolur bizimle tanıştır” derken aslen beklentim çok düşüktü. Bir ‘Merhaba’ demek, bir dakika gözlerinin içine bakmak, ne yaptığımızla ilgili kısa bir fikir verebilmekti istediğim, o kadar.
Obama’yla tanışmaktan heyecanlı
“Refika, kim ki bunlar, bu kadar neden heyecanlandın” derseniz hemen kısaca anlatayım. David Loftus, Jamie Oliver’ın 15 yılı aşkındır fotoğraflarını çeken insan. Yemek fotoğraflarındaki trendleri devamlı değiştiren ve başka yerlere götüren insan da diyebiliriz rahatlıkla. Andy Harris ise Jamie Magazine’in genel yayın yönetmeni. Jamie Magazine ilk çıktığı günden beri, baskı kalitesi ve şeklinden tutun, konulara yaklaşımına kadar özel bir dergi. Özetle, yaptıkları işle yemek dünyasındaki trendleri değiştiren, yemeğin üzerindeki kasıntılığı kaldıran insanlar diyebiliriz. İnanın, dünyadaki en etkili insan sayılan Obama ile tanışsam böyle bir heyecan duymazdım, kalben ve ruhen bu kadar beslenmezdim. Andy Harris ve David Loftus 15 gün sonra satışa çıkacak ‘Eat Istanbul’ (‘İstanbul’u Ye ya da İstanbul’u Yemek’ diye çevrilebilir) kitabına video çekmek için buraya gelmişler.
Biz de tanıştıktan sonra, “Belki size ziyarete gelebiliriz” sözlerini iyice sahiplenip, onları atölyemize davet ettik. “Geliyoruz” dediklerinde günlerden pazar ve saat akşam 10’du. Sabah 8’de buluşacağımızdan, ciddi bir hazırlık yapmanın mümkünatı yoktu. Spontan olarak gelişen ve akan bu yarım günü sizinle paylaşmak isterim.
Boğaz’da piknik
Onları ilk olarak balıkçı teknesi ile Çırağan Oteli’nin sahilinden aldık. Kanımca İstanbul’da deniz seyahatinin en keyifli ve lüks hali balıkçı tekneleri. Denize o kadar yakınsınız ki, elinizi sokunca sanki balık tutacakmışsınız gibi bir hissi var. Ayrıca şansınıza güveniyorsanız benim gibi palamut oltası ile lüfer bile yakalayabiliyorsunuz dolanırken.
Durup durup kendimize sorular sorarız. Aklımıza fikirler, projeler gelir. Çoğu zaman sorar, cevabını bulamadan unutur gideriz. Ya da bir cevap bulur sonra, “Ahh birileri keşke yapsa bunu” deriz.
Televizyonda eski bir zanaatı ya da kaybolmakta olan bir değeri görürüz, yaşlı bir usta ile tanışırız; içimiz bir an cız eder. Anadolu’da güzel bir söz vardır: ‘Gücü üzülmek’. İnsanın gücü üzülür, kırılır, daha iyisinin olabileceğini gördüğü, hayal ettiği şeylerle ilgili bir şeyler yapamayınca bir garip olur.
İşte tam da bu sebepten, ben yemek yapmayı çok sevdim; o sorulara cevap vermeye çalışırken hayatımda beni rahatlatan küçük bir patika yol, akabilmem için ana kanal oldu. Ayrıca korumak istediğim zanaatlar, kaybolmasından korktuğum meslek ve olguların arkasında durabilmek için çok fırsat var. Güllaç, yufka, kadayıf gibi malzemeler; mahalle fırını, kasabı gibi mekânlar... Korumamız gereken değer çok. Son dört yıldır bununla ilgili elimden geleni yapmaya çalışıyorum.
Fırıncı küreği aslında nefis bir servis tahtası
Şöyle bir yer düşlüyordum: Mutfakta bulunmasını istediğimiz ama nereden alacağımızı bilmediğimiz, fabrikasyon olmayan, dünyanın öbür ucundan gelmeyen, benim memleketimde, yıllar içinde yontula yontula yetişmiş zanaatkârların ellerinden çıkmış malzemeleri içinde barındıran bir yer... Böylece bir benzeri asla başkasında bulunmayan, bir taraftan eski mutfaklara göz kırpan ancak modern, daha doğrusu sade bir havaya sahip mutfak malzemelerine ulaşabilmeyi bana sağlayan bir yer.
İçimden ilk başta, “Ya biri çıksa da şu emayeleri tekrar yapsa!”, “Neden bu şekerci kavanozları bu kadar büyük ve pahalı?”, “Fırıncı kürekleri nefis servis tahtaları değil mi” gibi sorular yükselmeye başladı.
İşte bu gibi soruları biriktirince, kendimce bir umut ve çıkış yolu buldum. Sınırlı kaynakla oluşturduğumuz ‘Refika’dan’ böyle ortaya çıktı. Refika’nın Mutfağı’nın varı yoğuyla birlikte bu projeye bizim kadar inanmış fotoğrafçımız Bahar Kitapcı’nın tecrübesi, gözü, maddi ve manevi katkıları bu projeyi şekillendirdi, Simotas Binası ahalisinin de seferber olup, bir ucundan tutmasıyla proje ayağa kalktı.
‘Refika’dan’ manifestosu
“Sen çiçek olup etrafa gülücükler saçmaya söz ver. Toprak olup seni başının üstünde taşıyan bulunur” demiş Mevlana. Bu güzel cumartesi günü kulağınıza fısıldamak istedim bu sözü. Sırtımızda, kara kışı yaşayıp, kendimize kapanamadığımızdan mıdır bilinmez, bir bahar yorgunluğu hüküm sürmekte. Baharın bu renkli ve kokulu güzelliklerinin, yeni başlangıçlar yapmak için umut vermesini istedim.
Hadi bugün bir çiçek olduğumuzu düşünelim. Kimimiz bayırlarda bir gelincik, kimi az bir su ve odun parçalarının içinden nefes keserek büyüyen bir orkide, kimimiz de hem kokulu hem zarif bir o kadar da dikenli gül olmak isteyebilir. Huyumuz ve ruhumuz yansıyacaktır seçeceğimiz çiçeğe.
Hadi bugün bir çiçek olduğumuzu düşünelim. Çiçeğin de kimi zaman açıp coştuğunu, sonrasında sadece yaprak ya da kuru dal olarak kaldığını hatırlayarak. En sevdiğimiz çiçeklerin çoğu 15-20 gün açar ve biz insanlar bu günler için onları bir yıl bekler ve besleriz. Kuru dal gibi çıplak kalmanın da hayatın bir parçası olduğunu, bizi on beş gün için bir yıl bekleyenler olduğunu düşünerek kendimize hatırlatalım.
Çiçekten farkımız ne ki?
Hadi bugün bir çiçek olduğumuzu düşünelim. Yüzümüzü doğan güneşe döndürüp, onu batana kadar yavaş yavaş takip ettiğimizi... Hareket edememenin baş döndüren sakinliğini... Rüzgâr sesinin ıslığını dinlemeyi, baharda çiçek açmak için mart soğuğuna bile katlanmak arzusu içinde olduğumuzu...
Hadi bugün çiçek olduğumuzu düşünelim. Güzellik başa bela, dimdik dururken dalımızda, bir anda kesiliverip, motor gibi hızlı konuşan bir Çingenenin tezgâhında dizilmiş, yeni sahibimizi beklediğimizi, sonra da onun heyecanına ortak olduğumuzu...
Hadi bugün çiçek olduğumuzu düşünelim. Öyle endamlı değil, bir meyve ağacının sıra sıra dizilmiş çiçeklerinden sadece biri olduğumuzu. Sanki bir fabrikada dikiş tezgâhının başında dizilmiş insanlar gibi. Çıkacak meyvenin habercisi olarak sıramızı beklediğimizi... Ara sıra ziyaret eden arıları beslemenin haklı gururunu yaşayarak!
Bu ara herkes bir garip, bir depresif. Gazeteleri bir açın, bakın. Birçok yazar mutluluktan, nefes almaktan, şiirden, güzel şeylerden bahsediyor. Ancak böyle bağırarak, coşkuyla değil. Sanki ittirerek, tabiri caizse “zorunan!”.
Baharın gelişiyle, tam yaşayamadığımız kışın arasında kalınan bu halde, vücudumuz da ister istemez şaşırıyor. İşte tam böyle zamanlarda bize iyi geleni yapmak istedim: Kaçmak. Şöyle memleketimin içlerinde bir yerlere kaçmak, kemiklerimi ısıtmak. Hani gözenekli taşlar, kış geçince güneşle birlikte yavaş yavaş kireç söker ya! İşte öylece söküldü üzerimden kışın sıkıntıları. Tatillerimi paylaşmak âdetim de haddim de değil ancak bu defaki basitliği ile öyle güzeldi ki... Herkesin kendi bütçesine göre tadını çıkarabileceği, ufak bir kaçamak tadındaydı. Dolayısıyla bu hafta fotoğraflar da cep telefonundan çekildi... Bu tatili gastronomik bir keşif tatili olarak görmeyin. İyi yemek yapabilmek için zaman zaman tarihten, yolculuktan feyz almak gerekliliği olarak görün.
İstanbul’dan Dalaman’a tek yön bilet alınır. Uçaktan iner inmez bütün yol boyu size eşlik edecek portakal çiçeklerinin kokusu ile açılış yapılır. Yolda size Kıbrıs akasyası denilen, mimozaya benzeyen, muhteşem sarı çiçekler gülümser..
Mavi yengecin yurdunda
Yolun geri kalanı toprak olduğundan, Kabak’a ulaşmak için araba yarı yolda bir yerlerde bırakılır. İnsan içinden “Aman burası böyle kalsın ki, ancak çok arzu eden ulaşsın” der. Turan Hill isimli bungalowlarda kalınır. İnsanı, hücrelerinden yorgunluk çıkarken en mutlu eden şey sevgiyle pişen ev yemekleridir. Fethiye Hanım’ın elinin lezzetinin geçtiği köfte ve patates, 3 Michelin yıldızlı restorandakinden daha fazla mutluluk ve huzur verir.
Kabak sonrası yolculuk devam eder. Gidiş yolunda akılda kalan Ölüdeniz’e kısacık uğranıp, serin de olsa bir denize girilir. En muhteşemiyse avuç büyüklüğünde ve kıpkırmızı, 10 kadar deniz yıldızı ile bir arada yüzmektir, insana büyük bir ayrıcalık verir.
Sonraki durak Dalyan’dır. Tabii ki Köşem Restoran’da mavi yengeç yenir ama siz siz olun vaktiniz varsa, ayarladığınız tekneyle yengeç avına da çıkın. Oradaki balıkçı teknelerinde yaşayan ailelerden birine rica edin ve karaya dönmeden oracıkta yiyin. Kaunos harabeleri ve kral mezarları, ihtişam değil içine dönük bir estetik kaygısı duyan, sakin bir şehir gibi hissettirir. Denizden bakınca hiçbir şey görünmez. Dağın arkasında kalarak sanki içine kapanık insanların zengin iç dünyası gibi, başka bir âlemdir.
Çine köftesinin sırrı ne?
Geçen hafta 25 yemek bloggerı ile birlikte güzel bir atölye yaptık. Benim için bir ilkti. Bloggerlar ise epey deneyimliydiler. İstanbul’daki bütün kursları denetlemiş olabilirler. Ben de kendi ev ödevimi yapmak için hepsinin bloglarını hatim ettim. Sonrasında hızımı alamadım Türkiye’deki diğer yemek bloglarına da ayrıntısı ile baktım. Bloglar yemek kültürümüzün bir sonraki nesle ne şekilde taşınacağı ile ilgili ciddi rol oynuyor ve büyük bir sorumluluk taşıyorlar. Konuya girmeden şunu söylemeliyim ki yemekle uğraşan ve yazan herkes başka herhangi bir uğraşla ilgilenenlere göre çok daha sıcak, mutlu, size enerji veren ve paylaşımcı insanlar.
Türkiye’deki en önemli yemek yazarlarından, kendi çapımda aşık ve hayran olduğum Artun Ünsal bir gün bana, “kültür anneden, babadan çocuğa değil de anneanne ve dededen toruna geçer” demişti. Hızlanan dünya, küçük evler, çekirdekleşen aile düzeninden dolayı gittikçe bu kültürün taşınması imkansızlaşıyor. Bu sebepten yemek tariflerinin aileden çocuklara geçebilme ihtimali de gittikçe azalıyor. Bloglara ve bloggerlara bu iletişimin devamında, sadece yemekle ilgili değil her konuda epey sorumluluk düşüyor.
Farklı bloglarda gördüklerim ve tecrübe ettiklerimden de yola çıkarak yemek ile ilgili yazı yazmanın ve reçete yazımının kurallarını ya da yapacağımız işi daha iyi yapabilmek için dikkat edebileceklerimizi listelemek istedim. Tariflerini sevdikleri ile paylaşmak isteyenlerin, yayınlamak isteyenlerin işine yarayacağını umuyorum. Yazar değilseniz de bir tarifi okurken nelere dikkat edip, neye göre değerlendirme yapabileceğinizi görmek adına da bir ışık tutacaktır.
İyi reçete yazmak için:
1) Kanımca iyi yazılmış bir reçeteyi okurken, en anlayışlı gününde, anneannenizin elinizden tutup, size yemeği adım adım tarif ederek yaptırdığını hissetmelisiniz.
Reçete yazarken iki değer çok önemli.
a) Bütün adımların tane tane olması ve ne zaman, neyin yapılması gerektiğini sade ve net bir şekilde anlatabilmesi. ‘Soğanlar pembeleşince’ gibi, yeni yemek yapmaya başlayan birisi için çok fazla bir şey ifade etmeyen bir tanımı yazarken üzerinde 1-2 kere düşünmek gerekir
İstanbul’da bahar önce tek tük enginarcıların köşe başlarında belirmeleriyle başlar. Bir anda el arabalarında jet hızıyla enginar soyan, 4-5 ay çalışıp diğer zamanda “çalışmasam da olur” diyen enginar ustaları vardır. Kolay değildir enginarı eline diken batmadan soymak, tüylerini çıkarırken harap etmemek. Ardından tek tük bakla çıkar. Bir gün görürsünüz, ertesi gün ararsınız bulamazsınız. Tam o aralar yapraksız manolyalar açar. Bebek’te ara sokaktaki, dev yapraksız manolyayı elbet bir kere görmek gerekir ‘İstanbul’da yaşıyorum’ diyebilmek için. Meyve ağaçlarıysa ardı ardına açar. İçimizde bir korkuyla masal diyarına ufak yolculuklara çıkarız. ‘İnşallah soğuk yapmaz da, ağaçlar bol meyve verir’ deriz.
Sonra laleler başlar. Kartopları ufak ufak devreye girer. Günler uzamıştır. İlk 2-3 hafta işten çıkınca havanın karanlık olmamasına dua bile edilir. Kış soğuklarıyla il içine çekilmiş olan gönlümüz bu zamana kadar açılmadıysa, erguvanlar pembeleşmeye başlayınca kovuğundan çıkmaya başlar. Mor salkımlar önce sönük gibi durur, sonra kokuları ve renkleri göz alıcı olur. Ihlamur kokularının İstanbul’u sarması hem güzel bir haberdir hem de kötü... Bahar bitmiş, yaz gelmiş demektir.
Mutfakta baharın öncülerinden biridir enginar. Şekliyle ön plana çıkar. Genelde yanında rol aldığı baklanın aslen kendi kocaman dünyası vardır. Çok meşhur ve sevilen bir kadınla evli, kendi işinde başarılı bir adama benziyor bakla. Ne yaparsa yapsın önce enginar yanında anılıyor. Oysa kendisi adını baklagiller olarak fasulye, mercimek ve nohutun da bulunduğu aileye verecek kadar köklü ve nüfuzlu.
Baklanın mevsimi kısa. Yeşil tanelerinin çok olgunlaşmadığı ve kabuğunun yenebildiği dönem şubat gibi başlıyor. Hızla taneleri gelişip yenebilecek hale geliyor. Sonra kabuğu sertleşiyor. Bahar boyunca yenip sonra bize kurusunu ve tozunu bırakıyor. Bakladan yapılan, benim için efsane olan yemek favadır. En güzel fava tarifi de, daha önce paylaştığım Yeşim Ekeroğlu Baykut’un rakılı fava tarifi. Yapımı gayet kolay, şiddetle tavsiye ediyorum.
Bir de tabii ki falafel. Mısır’da falafeli sadece bakladan yapıyorlar. Ben hem bakla hem de nohut karşımını seviyorum. Ayrıca bakla orta Karadeniz’de dolma içi olarak, Antakya’da sabah kahvaltısında, Kıbrıs’ta tane tane çekirdek gibi yenen veya kabuklu yemeğiyle ön planda. Benim en sevdiklerimden biri de taze baklayı 3-4 dakika haşlayıp, daha rengi parlakken tane tane yemek.
Bakladan bu kadar bahsederken enginara da dokunmak gerekir. Enginar deyince benim aklıma ilk gelen hikâye Yunan mitolojisinden. Zeus, Cynara isimli bir kıza çok âşık olur. Ancak kız ona kafa tutar ve istemez. O da çok sinirlenip onu bir bitkiye dönüştürür. Bu bitki de enginardır. Tanrıları kendine âşık edecek güzellikte, onlara kafa tutabilecek inatta ve kuvvette bir bitki olarak ‘kalbi olan sebze enginar’ ve yaprakları, kalbimde ayrı bir yere sahiptir.
Çok sevdiğim tariflerimden bir tanesini ayrıntısıyla değil de kafanızda canlanıp fikir vermesi için anlatıyorum:Enginar içinde kuşkonmazlı peynir suflesi. Kars gravyerinin sufleleşip, enginarın yaprakları arasında piştiğini ve ikisinin tadının birbirine geçtiğini hayal edin.