Prof.Dr. Mikdat Kadıoğlu

Dünya’dan Güneş’e: Yeter artık bizi daha fazla ısıtma; teslim oluyoruz

1 Ağustos 2011
Bu yazıyı yazarken Türkiye’de en sıcak yer 41 santigrat derece ile Şanlıurfa; en soğuk yer ise 7 santigrat derece ile Rize Yaylaköy’dü. Neden acaba?

Şu anda dünyada ölçülen yer seviyesindeki en yüksek hava sıcaklığı 51 santigrat ile Irak’taki Al Halfayah’da; en düşük hava sıcaklığı ise eksi 74 santigrat ile Güney Kutbu Antarktika’da. Yani dünyada ölçülen hava sıcaklıklarındaki fark tam 125 derece! Türkiye’de ise sadece 34 derece...

SICAK HAVA DALGASI UYARISI YETERSİZ

Artık, İTÜ Meteoroloji Mühendisliği Bölümü koridoruna koyduğumuz büyük bir ekrandan sağa sola koştururken bile canlı olarak uydu görüntüsünü takip edebiliyorum. Bu günlerde en çok dikkatimi çeken, Doğu Anadolu üzerinde kuzeye doğru hareket eden gök gürültülü fırtınalar. Sinoptik haritalara baktığımızda Basra Körfezi’nden sokulup Güneydoğu Anadolu üzerinden Akdeniz kıyılarına teğet geçerek güneye dönen ters bir oluk olduğunu görüyoruz. Bu hava akımı tabiri caizse Basra Körfezi civarında ve yer seviyesindeki sıcak havayı körük gibi Güneydoğu Anadolu’ya sürekli olarak pompalıyor. Bu bölgedeki sıcak hava, yükseldikçe yukarıdaki güneyli rüzgarlarla kuzeye doğru taşınıyor. Bunu uydu görüntülerinde, güneydeki küçük bir mısır patlağı şeklinde görülen bir gök gürültülü fırtına hücresinin kuzeye doğru giderken hem genişlediğini hem de kule şeklinde yükseldiği şeklinde görebilirsiniz. Bu fırtına hücreleri geçen haftalarda olduğu gibi doğuda kaldıkça Kars ve civarında, biraz daha batıya kaydıkları zaman ise Giresun ve çevresinde sellere neden olabiliyor.
Evet böylece Şanlıurfa’da gölgede hava sıcaklığı 41 derece. Buna benzer bir durum bölgede bir kaç haftadır devam ediyor ve önümüzdeki haftalarda büyük ihtimalle devam edecek. Fakat kimsenin aklına “sıcak hava dalgası” uyarısı yapmak ve bu konuda bölgede gerekli önlemleri almak gelmiyor. Kimse dünyada böyle bir durumda ne yapılıyor diye de bakmıyor!

FRANSA’DA 35 BİN KİŞİ ÖLMÜŞTÜ

Şu anda dünyadaki en sıcak meteoroloji konusu “sıcak hava dalgasır.” Bu kavramı Türkiye’de ilgili ya da ilgisizlerin bir çoğu bilmez. Bürokratlarımızın ezberlerinde ve vizyonlarında bu tür kavramlar bulunmayınca doğal olarak ülkemizde de yok sayılıyor. Geçen hafta ABD’de sadece bir günde sıcak hava dalgaları yüzünden ölenler 22 kişiydi. 2003 Ağustosu’nda sadece Fransa’da yaklaşık 35 bin kişinin sıcak hava dalgalarından dolayı öldüğü biliniyor. Türkiye’de ise bir günde ya da bir yaz boyunca değil örneğin son 80 yılda sıcak hava dalgalarında ölen insan sayısı sıfır! Çünkü Ankara bürokrasisinin böyle bir tehlikeden haberi bile yok. Kuraklığı bile resmen afet saymayan öyle bir afet mevzuatımız var ki evlere şenlik!..
Sıcak hava dalgalarının sadece milyonlarca kişinin sağlığını etkilediğini sanmayın. Elektrik enerjisindeki talep patlaması ve elektrik arızaları, yüksek elektrik faturaları, yiyecek ve su sıkıntısı yüzünden erken kesilen büyük baş hayvanlar, özellikle beton yollardaki kabarma ve kırılmalar, patlayan otomobil lastikleri, tükenen aküler, şehirleri tül perdesi gibi örten zehirli ozon gazı, mısır gibi tarım ürünlerinde rekolte düşüşleri, kuruyan göl ve akarsular, göllerde bakteri ve yosun patlaması, ani sağanak yağışlar ile ani seller de sıcak hava dalgalarıyla birlikte görülen problemlerden sadece bir kaçı.

BAŞKA ÇAREM YOKTU

Yazının Devamını Oku

Bu sıcak, nemli havalarda kafanıza şapkadan başka bir şey takmayın

25 Temmuz 2011
“Beni bu güzel havalar mahvetti” misali bugünlerde havalardan şikayet yine arttı. Çevremdekiler en fazla baş ağrısından yakınıyor. Araştırmalara baktım, nedenini anlamaya çalıştım.

Yağmurun yaklaştığını kemiklerinde hissettiğini söyleyenler hep vardır. Özellikle de yaralı bir diz veya romatizması olanlar bu konuda çok uzmandır. Benzer şekilde hava insanların psikolojisini, saçını, süsünü ve püsünü de etkiliyebiliyor.

Kimisi rüzgârın başını ağrıttığını iddia eder; kimi ise çok sıcak ve nemli havanın migrenini azdırmasından yakınır.

Gerçekten de Güneydoğu California’daki Santa Ana ve Rockie Dağları’nın doğu yamaçlarındaki Chinook rüzgârlarının bölgedeki migrenli hasta sayısında önemli artışlara neden olduğunu gösteren birçok bilimsel çalışma var. Bu rüzgârların temel özellikleri dağların yamaçlarından aşağıya doğru esmeleri, kuru ve sıcak olmalarıdır. Bu tür rüzgarlara Arjantin’de zonda denilirken, Almanya ve Türkiye’de ise jenerik olarak “fön  rüzgârları” ismi verilir.

NEM VE YÜKSEK SICAKLIK MİGRENİ TETİKLEYEBİLİR

Bir araştırmada ortalama 10 ay boyunca yaşları 16 ila 65 arasında değişen 77 hasta takip edilerek baş ağrısı ve ağrı günlüğü tutulmuş. Sonuç olarak bulgular şöyle:
, Düşük sıcaklık ve düşük nem, hastaların yüzde 22’sini etkilemiş.
, Yüzde 12’sinde migren, yüksek sıcaklık ve nem tarafından tetiklenmiş.

Yazının Devamını Oku

Biz her zaman böyle yaptık kimse bunu değiştiremez

18 Temmuz 2011
Gelenekler her zaman takdir edilir, akıllılar ise yeniliklere kayıtsız kalamaz. Fakat öyle şeyler vardır ki gerçekten de değiştirilemez. Örneğin tren raylarının “4 feet 8,5 inch” olan genişliği bugün uzay çalışmalarını da ilginç bir şekilde etkiliyor. ABD’nin uzaya gönderdiği uzay mekiğinin yakıt tanklarının genişliği 4 feet, 8.5 inch’tir. (142,87 santimetre). Uzay mühendisleri bu tankları genişletmek istemiş, ancak başaramamış. Çünkü bu tanklar fırlatma rampasına trenle gönderilmek zorunda ve söz konusu tren yolu tünellerden geçiyor. Tünellerin genişliği ise tren raylarının arasındaki genişlik olan 4 feet 8.5 inch’ten biraz fazla.
Neden 4 feet, 8.5 inch? Çünkü vaktiyle tren rayları İngiltere’de böyle yapılmış ve ABD demiryolları İngiliz göçmenler tarafından inşa edilmiş. Peki neden İngilizler bu genişliği kullanmış? Çünkü ilk tren raylarını yapanlar eski tramvay yolu yapımcıları ve tramvay yolunun genişliği tam olarak bu kadar. Tramvay rayları neden daha geniş değil? Çünkü bu ölçü vaktiyle at arabalarını yaparken kullanılan genişlik.

İKİ KALÇA GENİŞLİĞİ

At arabalarındaki tekerlekler arasında neden bu ölçü dikkate alınmış? Çünkü çok eskiden beri İngiliz topraklarından gelip geçen araçlar bu ölçüyü ortaya çıkarmış. Arabalar için başka bir ölçü kullanıldığında tekerlekler engebeli arazi üzerinde kalmakta ve kısa sürede bozulmaktaydı.
Eski yol izleri nasıl ortaya çıkmış? İngiltere’deki ilk uzun mesafeli yollar Roma İmparatorluğu’nca kendi savaşçıları için açılmış. Peki Romalılar’ın yol izleri neden bu ölçüdeydi? Çünkü Roma İmparatorluğu’nun ilk savaşçılarının arabaları yan yana getirilmiş iki atın çektiği araçlardı. Ve iki atın poposunun genişliği 4 feet, 8.5 inch’ti.
Sonuç olarak, dünyadaki en gelişmiş ulaşım sisteminin, füzelerinin tasarımı 2000 yıl önce yan yana getirilen iki atın popo genişliği ile belirlenmiştir. Bu kuralı değiştirmek ise Ay’a giden, Mars’a gitme ve uzaya açılma planları yapan Amerikalı uzay aracı mühendislerinin bile harcı değildir. (İnternette dolaşan bu yazının kaynağı belli değil. Bu görüşün bir kent efsanesi olduğunu söyleyenler de var. Sonuç olarak bana ilginç geldi.)

BU YAZ LA NADA YÜZÜNDEN SICAK VE ARALIKLI YAĞIŞLI GEÇECEK

Hiç bitmeyen ve milyon dolarlar değerindeki sorularından biri havaların önümüzdeki aylarda nasıl olacağıdır. NASA’nın Pasifik Okyanusu ile ilgili yaptığı gözlemler aslında çok kafa karıştırıcı. El Nino ve La Nina’nın gelip gitmesi küresel ölçekte iklimi etkileyen önemli olaylar. Geçtiğimiz aylar Pasifik Okyanusu’nun yüzey sıcaklıkları normal değerinden soğuk olduğu için La Nina’nın etkisindeydik. Şu anda Pasifik Okyanusu’nun Ekvator bölgesinde su yüzey sıcaklıkları normal değerine çıkmış durumda. Yani bu bölgede La Nina tamamen kaybolmuş. Fakat, Pasifik’in kuzeydoğusunda okyanus suları hâlâ çok soğuk. Bu öyle tuhaf bir durum ki ne “La Nina” ne de “El Nino” olarak adlandırılabiliyor. “La Nada” şeklinde yeni bir isim konulmuş. La Nada jet akımlarında farklılıklara neden olarak genellikle kışın etkisine girdiğimiz jet akımlarını üzerimize inderebiliyor.
Sonuç olarak önümüzdeki günler genel olarak mevsim normallerinin biraz üzerinde yüksek hava sıcaklıkları seyrederken soğuk cephelerin güneye inen uçlarının etkisinde yağışlar ile de karşılaşabileceğiz.
Yazının Devamını Oku

Ölçülebilirse İstanbul lüfere hasret kalmayacak!

11 Temmuz 2011
“Lüferde mutlu son” başlıklı yazıma gelen itirazlara göre bu konuda durmak yok, çalışmaya devam. Sorun hem balığı hem de balıkçıyı tüketmeden, yok etmeden sürdürülebilir bir avlanma için lüferin doğru boyuna karar verebilmek. Slow Food ve Fikir Sahibi Damaklar hareketinden Defne Koryürek, uzun uzun neden “İstanbul Lüfer’e Hasret Kalmasın” dediklerini anlatan yazısını bir cümle ile özetlemem gerekirse “tüm çabalar çocuklarımıza daha az eksikle teslim edilecek bir dünyaya imkan tanımak”. Lüferin sadece bir sembol olmasını diliyorlar. Onun kazancı, başka başka kazançlara yol açacak gayrete ilham vermesini ve bilimin dikkate alınmasını istiyorlar.
Lüferin av boyunun 19 santimetre olarak belirlenmesine itirazlar var. Bu boyda hâlâ yavru olduğu düşünülüyor. Bu itirazlara gerekçe olarak bazı bilimsel çalışmalar gösteriliyor. Örneğin, Tevfik Ceyhan ve arkadaşlarının araştırmalarına göre lüfer balığı üreme boyuna iki yaşında erişmekte! İki yaşındaki lüferin ortalama çatal boyu ise, gene söz konusu araştırmaya göre: 27.5 santimetre! Yani 27.5 santimetre çatal boya varan lüferlerin yüzde 100’ü üreme olgunluğuna erişmiş balıklar olarak kabul edilmiş.

LÜFER NASIL ÖLÇÜLMELİ

Lüfer avlanma alt boyuna ilşkin korumacı yasaların olduğu iki ülkenin, ABD ve Güney Afrika olduğu ve bu ülkelerde lüfer balığı avlanma alt boyunun 30 santimetre olduğunu vurguluyorlar. Türkiye’de ise lüfer balığı 2000 yılına kadar 20 santimetre ve 2002 yılından itibaren de 14 santimetre avlanma alt boyu ile yer alıyor, sirkülerde. Yani balık üremeden avlanıyor! Böylece nesli tükenmeye başlıyor. Bunun üzerinde “İstanbul Lüfer’e Hasret Kalmasın” gibi kampanyalarla tehlikeye dikkat çekilmek isteniyor.
Bütün bu tartışmalarda dikkat çeken konu balığın boyunun nasıl ölçüleceği! Türkiye’de 2010 yazında yapılan bir düzenleme ile kılıç balığı haricindeki tüm balıklar, lüfer de dahil olmak üzere, “toplam boy” üzerinden değerlendiriliyor. Toplam boy da, “balığın ağzı kapalıyken başının ön ucu ile kuyruk yüzgecinin en uzun ışınının bitim noktası arası” manasına geliyor. Bu durumda Tevfik Ceyhan ve arkadaşlarının araştırmasına göre, lüfer balığında üremenin 27.5 çatal boy, yani 30.25 santimetre toplam boyda gerçekleştiği iddia ediliyor.

YÜZDE 10 KRİTER OLUR MU

Bir başka gerçek de, ilk üreme boyunun “balıkların yüzde 50’sinin üreme boyuna eriştiği boy” olduğu! Yani, teorik olarak, bu boydan küçük tüm balıklar yavru, bundan büyük tüm balıklar da erişkin kabul ediliyor. Bu yüzde 50 prensibine göre Defne Hanım’ın bir yılı aşkın bir süredir sürdürdüğü kampanya aracılığıyla önerisi “lüferde avlanma alt boyu 24 santimetre ve üzeri olmalı”.
Özetle, Tarım Bakanlığı Koruma ve Kontrol Genel Müdürlüğü yetkilileri 20 santimetre toplam boyun lüfer balığını korumakta yeterli olacağı kanaatindeymiş. İstişare toplantısında bir sunum yapan Prof. Dr. Bayram Öztürk her ne kadar lüferi korumak için 19 santimetre çatal boyun yeterli olacağını savunmuş. Bazı akademisyenler ise “bir balığın yüzde 10’luk bir bölümünün erişkinliğe ulaşmasının bilimsel kriterlere göre aslında bu boyda hiç erişkin balık olmaması anlamına geldiği”ni özenle vurguluyormuş.
Sonuç olarak lüferin bir yaşında ortalama 19.5 santimetre çatal boya ulaştığı verisinden yola çıkarak bunun 21.45 santimetre toplam boya denk geleceği söyleniyor. ”Bugün sirkülerde temel alınan ölçüm biçimi toplam boy olduğuna göre, yapılan herhangi bir önerinin zaten 21.45 santimetre toplam boy ve üzeri olması gerekliliği aşikardır” deniliyor.
Bir balığın ne zaman yavru, ne zaman erişkin olduğuna karar vermenin bu kadar zor olduğunu rüyamda görsem inanmazdım!..
Yazının Devamını Oku

Lüferde mutlu son

4 Temmuz 2011
Geçen hafta yapılan Su Ürünleri Sirküler toplantısında lüfer balığının av boyu 19 santimetre olarak belirlendi.

Bu daha önce 14 santimetreydi. En az bir kez üreme fırsatı verilmeden balığın avlanması pek çok kesimin tepkisini çekiyordu. Yaşam ortamı korunmadan, denetim yapılmadan ve kirlenme önlenmeden tek başına av boyunun artması da yeterli değildir ama bu iyi bir başlangıç.

Lüfer, Marmara ve İstanbul’la özdeş bir balıktır ve  hızla azalmakta. Oysa, İstanbul’daki balık bolluğu birçok yazarın dikkatini çekmiştir. Örneğin, P. Gyllius “Marsilya, Venedik ve Taranto balıklarıyla meşhurdur, fakat İstanbul bolluğu bakımından bu şehirleri geride bırakır. Liman iki denizden gelen pek çok miktarda balıkla doludur. Balık sürüleri yalnız Boğaziçi’nden değil, Kadıköy tarafından da limana doğru akın eder. Balık denizde o kadar boldur ki çok defa sahilden elle tutulabilir. Kadınlar, pencereden sarkıttıkları sepetlerle balık tutabiliyorlar ve balıkçılar oltayla o kadar çok torik  balığı avlıyorlar ki, bunlar bütün Yunanistan’a ve Asya ile Avrupa’nın büyük bir kısmına yeterlidir” diyordu.
KRAÇAYA KALMIŞTIK
İÜ Su Ürünleri Fakültesi Öğretim Üyesi ve Türk Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) Başkanı Prof. Dr. Bayram Öztürk’e göre günümüzde İstanbullu uskumruyu, Boğaziçi’nin gerçek kralı lüferi, balık dünyasının şövalyelerinden kılıçı, Boğaziçi  sahilerindeki çiroz sergilerini neredeyse unuttu. Şimdilik çiftlik balıkları ve kraça istavritle idare ediyor İstanbullu.
Çünkü lüfer balığının gençliği olan 10-15 santimetrelik çinekoplar uzun süre avlandı. 1998-1999 yılına kadar 18 santimetre olan boy yasağı HİÇBİR BİLİMSEL GEREKÇE GÖSTERİLMEDEN 14 santimetre olarak uygulanmaya başlandı. Koruma Kontrol Genel Müdürlüğü bu yanlışını düzeltti.
Genç yaşta ve hiç yumurta vermeden avlanan 14 santimetrelik çinekopların avcılığının yasaklanarak bu boy yasağının en az 19- 20 santimetre olması, yani alınan yanlış karardan dönülmesi gerekiyordu. Çünkü balıkçılık bilimindeki temel kurallardan birisi herhangi bir türün en az bir kez üreyerek yumurta vermesidir. Bu amaçla TÜDAV 2010 yılında “Marmara Denizi 2010” isimli bir toplantıda özel bir lüfer oturumu yaptı. Bu tarihte çıkan kitaba bakılırsa bu boyun üreme için yeterli olduğu belirtilmiş. Konuya dikkat çekmek için geçen yıl aralık ayında “Seninki Kaç Santim” kampanyasını başlatan, 400 bin imza toplayan Greenpeace ise 25 santimetre olması gerektiğini savunuyor.
DENETİM YAPILMALIDünyada hiçbir balık türünün sadece boyu uzatıldığı için korunması sağlanamamıştır. Önemli olan balık türünün yaşadığı ortamın korunmasıdır. Bu da balıkçılık bilimindeki ikinci kuraldır. Türün yaşam alanlarını korumak. Diyelim ki bu da yapıldı, o zaman da denetim gelmekte. Yani avlanan balıkların karaya çıktığı alanlardaki denetim veya ağ gözü açıklığı denetimi. Bu haliyle yani 19 santimetre olarak alınan bu kararın uygulanması bile çok büyük bir aşamadır ve bu konuda ilgili bakanlık ve  genel müdürlük çok doğru bir karar verdi. Kaldı ki bu kararın doğruluğunun araştırmalarla izlenmesi yapılacaktır. Ayrıca kirlenmenin önlenmesi gerekmekte.

Yazının Devamını Oku

Şehir sellerine dikkat

27 Haziran 2011
Önemli olan geleceği tahmin etmek değil; gelecek için hazırlık yapmaktır... Bu önemli ve içinde bulunduğumuz durumu çok iyi açıklayan sözü günümüzden tam 2 bin 500 yıl önce Antik Yunan’da Atinalı devlet adamı Perikles söylemiş. Söylemiş de ne olmuş! Bizim memlekette “şu yıla kadar deprem olacak” filan deniliyor, millette tık yok! Ama yine de sanki hemen gidip hazırlanacakmış gibi “deprem ne zaman olacak” diye hiç bıkmadan, usanmadan da sormaya devam ediyor. İklim değişiyor, su kaynakları, sağlık, yaban hayatı, tarım, kıyılarımız, afetler, ulusal güvenliğimiz bundan olumsuz etkilenecek deniliyor ama yine kımıldayan yok. Gelecek için bir şey yapmayacak ama sırf meraktan olsa gerek yine “havalara ne oldu; böyle giderse neler olacak” diye sorup duruyorlar. Bu ısrarlı sorulara bakarak sanki küresel iklim değişimi ile ilgili de bir şeyler yapacaklarmış diye umutlanmaya başlıyorsunuz...

GİTTİKÇE SIKLAŞACAK

İşte yine söylüyorum: Küresel iklim değişiminden sonra gelecekte şehir selleri artacak! Küresel iklim değişimi yer seviyesindeki hava sıcaklığını artırıyor. Yerle yukarı seviye arasındaki sıcaklık farkı büyüdüğünden yerdeki sıcak ve nemli hava hızla yükselip kısa süreli ama şiddetli yağışlara neden oluyur. Bu durum ile giderek daha fazla karşılaşacağız! Evet gelecek, bir gün gelecek, hatta geldi bile...
Şimdi bu ve benzeri bilimsel projeksiyonları sadece buradaki gibi gazete köşelerinde değil; birçok bürokratın bulunduğu ortamda da ortaya koyuyoruz. Esas soru “gelecek için kim, nasıl bir hazırlık yapacak?” Geleceği tahmin edenlerle geleceğe yönelik hazırlık yapması gerekenler aynı kişiler ya da kurumlar değil. İşte Türkiye’deki en zayıf halka da burası. Uzmanlarla uygulamacılar arasında köprü yok. Herkes kendi havasında!
Bir de ister bürokrat, ister siyasetçi, akademisyen olalım fark etmiyor. Millet olarak alışkanlıklarımızı ve ezberimizi kolay kolay bozamıyoruz. Bilim ve teknolojide muhafazarkarlık, tutuculuk diye bir şey olamaz. Bilim sürekli değişir, kendini yeniler. Suetonius’e göre “Tilki, derisinden vazgeçer de, alışkanlıklarından vazgeçmez”miş. Biz de öyle! Amos Parrish’e göre ise “Alışkanlık, anahtarı kaybolmuş bir kelepçedir.” Şimdi anlaşıldı mı neden elimiz kolumuzun bağlı olduğu!..

JAPONYA’DA YERALTI TÜNELLERİ YAPILIYOR

Şaka bir yana dünyada alışkanlıklarını ve ezberini çabuk bozan ülkeler şehir selleriyle ciddi mücadeleye girişmiş durumda. Örneğin Almanya’da her iki mazgalın arasına yenisi konuluyor. Japonya’nın Tokyo şehrinde ise (inanamazsanız size fotoğrafını gönderebilirim) yağmur sularını tahliye edebilmek için metro tüneli büyüklüğünde tüneller inşaa ediyorlar. Ey okuyucu dünyanın bu konuyu gündemine ne kadar aldığı konusunda bana da inanma gir Google’a yaz “urban flood”. Göreceksin ki bu konuda dünyada 150 binden fazla kayıt var. Moralin bozulmasın diye “şehir seli” diye de arama yapmaya sakın kalkma! Çünkü onun ülkemizde adı bile yok. Bütün seller “taşkın” bu ülkede!
“Suların bulunduğu yerde yükselerek veya başka bir yerden gelip genellikle kuru olan yüzeyleri kaplamasına sel denir.” Bütün dünyanın kabul ettiği bu tanım bizimde “Bir akar suyun yatağından taşarak arazilere, yerleşim yerlerine, altyapı tesislerine ve canlılara, zarar vermesidir” şeklindedir. Yani Türkiye’de sel olabilmesi için mutlaka bir akarsuyun yatağından taşması gerekiyor! Yani biz oluşum yerine göre 5 çeşit olan sellerden sadece akarsu ile ilgili olanını resmen tanıyoruz!
Halbuki şehir selleri, şehir içinde her yerde oluşabiliyor. Özellikle binalar, yollar ve otomobiller için inşa edilen parklar nedeniyle doğal bitki örtüsü yok edilmiş yerlerde yağışın toprağa sızması mümkün değil. Böylece şehirleşme, yüzeysel su akışını doğal yüzeylere göre 6 kat artırabiliyor. Mazgallar bu suları hemen tahliye edemiyor ve kısa bir süre içinde caddelerimiz ve sokaklarımız derelere dönüşebiliyor...
Özetle, “Doğaya karşı işlenen suçun öcü, insan adeletinden daha zorlu olur” (Dostoyevski).
Yazının Devamını Oku

Anlamsız standartlar Türkiye’de sağlık atmosferini zehirlemesin!

20 Haziran 2011
“Zoru başarırız, imkansız zaman alır!” Bu söz komandolarının mottosudur. İncil’de de geçer. Ama böbürlenmeyi, kendine olan sonsuz güveni de yansıtır. Aşk, sevgi, huzur ve sağlıkta ise bu söz çoğu zaman tehlikeli bir takıntıdan başka bir şey değildir.

İşte size imkansız ama resmi istekler:
110 cm wc kapı genişliği
130 cm sahanlık
33 cm merdiven genişliği
13 cm basamak yüksekliği
Grişte yüzde 8 rampa
Deprem yönetmeliği, vb. bir çok şey.

Yazının Devamını Oku

Bugün Dünya Çevre Günü herkese hayırlı promosyonlar!

6 Haziran 2011
Türkiye’de promosyon pazarının büyüklüğü maalesef rakamsal olarak belirlenemiyor, çünkü sektör olarak tanımlanmayıp hediyelik eşya altında kategorize ediliyor. Bununla beraber çılgın bir şekilde büyüyen bu sektörün çevre dostu olması şart oldu!
Fransızca kökenli bir kelime olan promosyonun, artırma, çoğaltma gibi anlamları var. Böylece, hediyelik eşya olarak dağıtılan saat, ajanda, defter, çanta, klasör, bardak, kalemlik, tişört, takvim gibi malzemelerin çevre kirliliğini de artırma ve çoğaltma ihtimali var! Promosyonun bir hediyelik eşya değil, firmaları hayatın her alanına taşıyan bir tanıtım aracı olduğu düşünülürse firmasını çevre düşmanı malzemelerle tanıtanların vay haline! Kısaca; “Kendisini tanıtmak için kullandığı promosyon ürünleri çevre dostu değilse; firmanın kendisi ve ürünleri de çevre dostu değildir!”
Eskiden sadece mevsimlere göre değişirdi promosyon ürünleri. Örneğin kışın, termos, kupa, battaniye, sweat shirtler gibi müşterinin içini ısıtan ürünler; baharda yağmurluklar, şemsiyeler olabildiği gibi yazın da, güneş gözlükleri, tişört, şapka, soğutucu ürünler, açacaklar, buzdolabı magnetleri dağıtılırdı. Böyle doğru bir zamanlamayla müşterinin her anını firma ile geçirmesi sağlanırdı. Şimdi bütün bunlarda bir de değişen iklim şartları ve kirlenen çevre eklendi. Yani çevre dostu gibi doğru bir malzeme ile müşterinin hissiyatını da firmanın paylaşması gerekiyor.

TREND DEĞİL ZORUNLULUK

Ülkemizde her yıl milyonlarca promosyon ürünü çeşitli dağıtım yolları ile a’dan z’ye halkın her kesimine ulaşmakta. Hemen hemen herkesin eline bir şekilde promosyon ürünü geçmekte. Bu nedenle amacımız ve tercihimiz, bu kadar geniş bir kitleye hitap eden tanıtım aracı olarak kullanılan promosyon materyallerin çevreye zarar vermeyen hammaddelerden üretilmiş olması ya da fonksiyonu nedeniyle çevre dostu ürünler olmasını sağlamak olmalı.
Milyonlarca diye bahsedilen bu ürünler maalesef kısa sürede tüketilmekte ve geri dönüştürülemez atıklar olarak dünyamıza zarar vermekte. Bunu örneklemek gerekirse promosyon olarak dağıtılan en yaygın ürün olan kalemlerde, petrolden üretilen plastik yerine PLA plastikten üretilmiş olanını yaygınlaştırmalı. Bu noktada son kullanıcıya yeni bir vizyon da katabiliriz. Ayrıca çevre bilincinin oluşması kurumsal firmalar için bir trend değil zorunluluktur da. Bunun neticesinde artan taleple beraber çevre dostu ürünler için üreticilerinin bu konuda daha çok yatırım yapmasını sağlamak zorundayız.
Bir düşünün; çevre kirliliği, küresel iklim değişimi, halk sağlığı gibi geleceğimizi ilgilendiren konulara milyonlarca insanın doğa dostu promosyon ürünleri ile dikkatini çekebiliriz. Sokakta yürürken gördüğünüz şemsiyenin geri kazanılmış pet şişelerden olması, kullandığınız kalemi toprağa attığınızda gübreye dönüşmesi ya da masanızdaki kartvizitliğin eski gazetelerden yapılmış olması aslında konunun hiç farkında olmayan kesimin de ilgisini çekecek ve bu yönde bilinçlenmelerinde etkili olacak. Daha fazla örnek ve bilgi için WWF’in web sitesine mutlaka bakmalısınız: www.pandadukkan.com

UTANCA DÖNÜŞMESİN

Özetle promosyon, markanızı ve logonuzu üzerinde taşıyan bir üründür. 7/24 sizin için “ben bir çevre, sağlık, doğa düşmanıyım” diye çalışıp, adınızı duyurması için uğraş versin istemezsiniz herhalde! İklim değişikliği ile ilgili toplumsal duyarlılık yaratarak, daha sorumlu ve sürdürülebilir tüketim alışkanlıklarının yaygınlaşmasına katkı sağlamayı hedefleyen her firma artık promosyon ürünlerinde doğa dostu olan WWF markalı ürünler kullanmak zorundadır. Kaş yapayım derken artık göz çıkartmayalım lütfen!
Yazının Devamını Oku