30 Mayıs 2011
“Ay moralimi bozma” deyip gerçeklerden kaçınan biriyseniz en iyisi siz bu yazıyı okumayın. Yok gerçeklerle yüzleşmek, işin doğrusunu öğrenmek, babanız olsa doğruyu söylemek gibi bir huyunuz varsa işte size son yıkıcı bir sınavın cevap anahtarı.
Haberlere göre: “Kütahya’nın Simav İlçesi’nde 19 Mayıs gecesi saat 23.15’te meydana gelen 5.9 büyüklüğündeki deprem, yaşananlardan ders alamadığımızı bir kere daha gösterdi. Bu nedenle, gazetemizdeki başlık “Simav’da deprem sınavı: OTUR SIFIR” oldu.
“5.9’da bile çuvalladık” diyen benzeri haberler bana sınav sonrası öğrencilere açıkladığım cevap kağıtını hatırlattı. Eğer, Simav Depremi bizim için bir sınav ise bu sınavın bir de cevap anahtarı olmalı. “Kaset Depremi”nden sonra gündemden düşen Simav Depremi “Olası Büyük Marmara Depremi” için belki de karşılaştığımız son uyarıdır deyip hedef ve önceliğimiz konusunu gündeme getirebilmek için şansımı bir daha denemek istedim.
DEPREM VERGİLERİ NEDEN KULLANILMIYOR
Kütahya, 1. sınıf deprem bölgesidir. Eğer 1970 Gediz depremi gibi önceki felaketlerden ders alabilseydik, bu kadar küçük bir depremi konuşmazdık bile. Unutmayın Japonların yaşadığı sıkıntılar, Kobe ve en son yaşadıkları 9 büyüklüğündeki deprem kör, yani bilinmeyen faylarda olmuştu. Biz ise sürekli olarak aynı yerlerde yıkım yaşıyoruz. Yani tehlikeyi biliyoruz ama ders alamadığımız için bir ilerleme sağlayamıyoruz. Çünkü, “Neden” diye düşünüp ders alan bir mekanizma filan yok!
Son deprem sınavında kötü not aldığımız soru(n)lar şunlar: Özel ve kamu binaları hasar gördü, birinci katlar zemin kat oldu, can kaybı ve yaralanmalar oldu, sobaların devrilmesiyle yangınlar çıktı, vatandaşlar sokakta sabahladı, çadır kent kuruldu, çadırlara yemek ve yatak dağıtıldı, psikolojiler bozultu, şehri terk etme telaşı yaşandı, ilçeyle bağlantı kesildi, telefonlar çalışmadı, okullar kapandı, internete girilemedi, su boruları patladı, ilgisizlikten yakınanlar oldu, binaların çoğunun adı “zorunlu” olan sigortaya sahip olmadığı görüldü ve valiliğin emrine acil ihtiyaçların karşılanması için 2 milyon TL gönderildi. İyi puan aldığımız konular: Sivil Savunma, Ulusal Medikal Kurtarma Ekipleri, AKUT, Kızılay ve hemen deprem bölgesine gitmeyip bu konudaki ezberi bozarak Ankara’dan çalışmaları koordine eden Devlet Bakanı Çemil Çicek şeklinde özetlenebilir.
Farkındaysanız yine afet zarar ve risklerini azaltmak konusunda sınıfta kaldık ve kriz yönetiminde kendimizi gösterip puan almaya çalıştık. Maalesef kriz yönetiminde ne kadar başarılı olursak olalım afet anında ölenleri geri getiremeyiz, insanların acı çekmesini engelleyemeyiz. Ülkemizde afet sonrası gönderilen yardımlar, yapılması planlanan kalıcı konutlar neden afet öncesi yapılamaz? Bir yerin afetlere hazırlanması konusunda devletin ilgisine mahzar olabilmesi için illa da bir afet mi olması lazım? Neden 1999 yılından beri ödediğimiz deprem vergileri afet zarar ve risklerini azaltmada kullanılmaz?
MESAJI ALDIK MI
İğneyi önce kendimize batırayım: “Maalesef çeşitli bilimsel ünvan ve makam sahibi olanlar 1999 Gölcük Depremi’nin yarattığı riski azaltmada daha radikal kararların alınma fırsatını boşa harcanmasına neden oldu. Depremden korkmak ve sadece deprem çantası başucunda uyumak bizi kurtaracak sandık. Bu konunun uzmanı geçinen, akademisyen yaftası taşıyan bazı kişiler de, bu dev sorun hakkında bilimsel bir Türkiye vizyonu yaratmak yerine; ıvır-zıvır ayrıntılarda sonsuza kadar tartışarak, halkın bilime duyulması gereken inancı, imkansız hale getirdi. Böylece halkının deprem farkındalığı, maalesef bilinçli bir küllerinden yeniden doğma projesine dönüştürülemedi”...
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2011
Derdimiz havalı dezenformasyon! Gün yok ki havayla ilgili asparagas türden bir haber çıkmasın. Bu konuda kuyuya atılan son taş yağmurla ilgiliydi. Biri asitli yağmura çıkıp ıslanma, diğeri ise içinde demir vitamini var şifa niyetin çık ıslan, diyor!.. Beni bu köşeden düzenli olarak takip eden sanslı okurlarım bu asparagas haber ve açıklamalara pek aldırmaz... Çünkü burada 400’üncü yazımı yazıyorum. Bu yazılar arasında hem asit yağmurları hem de nisan yağmurları hakkında yeterince bilgi verdim. Her konuda ağzı olanın konuştuğu; maili olanın e-posta attığı ya da gösteri yaptığı bu zamanda yazılarımı okumayanın vay haline!..
Bu kadar megalomanlık yaptıkdan sonra enson NASA açıklamasına bir açıklık getireyim. Bana da gelen mailin başlığı “Acil ve Çok Önemli Duyuru!... (Tanıdıklarınızı Uyarınız)” şeklindeydi. Ben de kötülük olsun diye bu duyuruyu sakladım, kimseyi uyarmadım iyi mi! Neymiş efendim “20 ila 28 Mayıs arasında yağmur yağarsa altında kalmayınız, normal yağmur olarak yağacaktır ama içindeki asit oranı yüksek olduğundan ilerde cilt kanseri yapma olasılığı yüzde 90’dır. NASA’nın açıklamasıdır.”
Hal böyleyken, TV’lerin ana habelerinde, gazetelerin ilk sayfasında kendisini yakından tanıdığım Ankara’dan başka bir Prof.’un açıklaması çıktı. Açıklamada vatandaşlara sadece bu günlerdeki yağmurda ıslanın diye bir öneride bulunmuyor, aynı zamanda bu yağmur sularının bekletilmeden içilmesini de istiyor. Özelte, bu yağmur suyunu hiç bekletmeden içmek ve yağmur altında durmak önemliymiş. Çünkü ona göre “gökten yağan vitamin”!
NASA’YA MI İNANSAK YOKSA HOCAYA MI
Şimdi NASA’ya mı inanalım yoksa bizim hocaya mı? Bence kimseye inanmadan önce haberin kaynağını bir kontrol edelim. Ben her NASA haberinden sonra NASA’nın web sayfasına bakarım. Şu ana kadar NASA’nın güya Türkiye’yi uyardığı iddia edilen hiç bir haberle ilgili bilgi bulamadım. Bu sefer de NASA kaynaklarında böyle bir uyarı filan bulamayınca maillerde dolaşan haberin altındaki isme baktım. “Kartal ÖZÇAKIR, İşletme Genel Müdür Yardımcısı TGS Yer Hizmetleri A.Ş.” yazıyordu. Bunun üzerine TGS Yer Hizmetleri A.Ş.’nin Basın ve Kurumsal İletişim Müdürü olan değerli kardeşim Yavuz Saltık’ı arayıp bu konuda neden böyle bir açıklama yaptıklarını sordum. Ve kısa yoldan bu konuda herhangi bir açıklama yapmadıklarını, bu mailin bir “spam” olduğunu ve bu spam mail hakkında yasal işlem başlatıklarını da öğrendim.
Vitaminli yağmur haberinin kaynağını araştırmaya lüzum yok. Hoca bunu hep anlatır durur. Bunu anlatan bir kitap dahi yazmış! Kendisini İTÜ’ye de davet edip bu konuyu kendisiyle defalarca konuştuk ama değişen bir şey olmadı. Bu iş Hazreti Mevlana zamanında kaldı! İTÜ’de yaptığımız araştırmalarda göre sanayiden kaynaklanan kimyasal maddelerin, ağır metallerin yağışla şehirlerimize de indiğini defalarca ölçüp belirledik. Ayrıca Sahra ve benzeri bölgelerden gelen çöl kumları ve tozlarının çeşitli minarellerle birlikte radyoaktik maddeler, zararlı küf ve mantarlar da içerdiği biliniyor.
SÖZÜM HOROZLARA
İyi haberin haber olmadığı bu dünyada bu tür çılgın açıklamalara rağbet edenimiz çok! Kimse asit yağmurlarının, çölden gelen toz ve kumların doğada iyi ve kötü etkileri olduğunu inkar edemez. Ama toprak ve denize kısmen faydalı ya da zararlı kirlenmiş bir şeyi insanlara şifa diye iç demenin bir anlamı yok, hatta yanlışı çok! Bu arada 21 Mayıs’ın kıyamet günü olduğunu inanan bir grup da New York’da gösteri yapıp herkesin dua etmesini istiyordu... Bu yazıyı okuyabildiğize göre ne birileri söyledi diye kıyamet koptu ne de bugünlerde yağmur suyu içmediğiniz ya da mayoyla dolaşıp ıslanmadığınız için kayıptasınız. Özetle Ledric Dumont’un dediği gibi, “Öyle horozlar var ki, öttükleri için güneşin doğduğunu sanırlar...” Bu tür baldan tatlı dezenformasyonlara gülüp geçelip lütfen!
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2011
Turistler, kurak bölgelerimizde, kurak aylarda yoğunlaşıyor. Böylece küresel iklim değişimi ve artan turist sayısı su güvenliğimizi fena halde tehdit ediyor! Ne yapmamız gerektiğini biliyor muyuz? Peki, öğrenmek ve harekete geçmek için ne bekliyoruz? 3-5 Mayıs arasında Haliç Kongre ve Kültür Merkezi’nde yapılan 2. İstanbul Uluslararası Su Forumu’na aktif bir şekilde katılıp konuşmacıları dinledim. İzlediğim oturumlardan biri “Küresel İklim Değişimi, Su ve Turizm”di. Turizm sektöründen kaç kişi bu oturumla ilgilendi bilemem ama bana konu çok ilginç ve önemli geldi. Küresel iklim değişimi turizm sektöründe su kullanımının resmini değiştiriyor. Örneğin, kuzey enlemlerde daha fazla, Akdeniz Bölgesi’nde daha az yağış, dolayısıyla kıt su olacak...
KİŞİ BAŞINA GÜNLÜK TÜKETİM 850 LİTRE!
Dünyada yabancı turist sayısı, 1950’de 25 milyon iken bu gün 880 milyona çıkmış. 2020’de sayının 1.6 milyara çıkması bekleniyor! Sayısal olarak patlama yapan turist nereye gidecek, diye baktımımızda ılık, güneşli fakat suyu kıt olan Akdeniz kıyıları gibi susuz bölgeler başta geliyor. Akdeniz kıyılarında özellikle de Doğu Akdeniz’de şu anda zaten şiddetli bir su kıtlığı yaşıyor. Bu bölgelerde emeklilerin yerleşimi ve yerel nüfusun artmasıyla zaten kişi başına düşen yıllık su miktarı hızla azalıyor. Bu etkenlere (istesek de, istemesek de) bir de küresel iklim değişiminin kurutan etkisiyle birlikte giderek artan su canavarı turistlerin sayısını da ilave etmeliyiz.
Birleşmiş Milletler’in FAO örgütüne göre 1 kişinin kullandığı günlük su miktarının dünya ortalaması 161 litre. Türkiye için bu rakam 230 litre olarak hesaplanmakta. Bununla beraber Thomas Cook Group gibi önemli bir turizm aktörünün yaptığı bir hesaba göre 2010’da yabancı turistin her biri bir gecede ortalama 303 litre su kullanmış! Akdeniz bölgesinde kişi başına turistlerin günlük su miktarı ise günde 850 litreye kadar çıkabiliyor! Görüldüğü gibi turistlerin kullandığı su miktarı yerel halka göre çok fazla. Yabancı turist kelimenin tam anlamıyla bir su canavarı!
OPERATÖRLER TURİSTİ EĞİTMELİ
Özetlemek gerekirse yabancı turist, suyu bol soğuk bölgelerden suyu kıt sıcak bölgelere gidiyor. Bu turistler, bölgenin nüfusunu 10 kat artırabiliyor. Üstüne üstük ziyaretleri suyun en kıt olduğu mevsime rastlıyor. Küresel iklim değişimi, çevre tahribatı, kirlilik, nüfus artışı nedeniyle zaten su kıtlığı yaşayan halk, yerel yönetimlerin su kullanımına kendileri için getirdiği kısıtlamaları, turistik tesislerde görmeyince zamanla turizm sektörüne düşman da olabiliyor. Özellikle en çok su kullanan tarımla turizm sektörleri karşı karşıya gelebiliyor...
Bu nedenlerden dolayı, Türkiye’yi bilmem ama Dünya Turizm Örgütü (WTO) “sürdürülebilir turizm” konusuna büyük önem veriyor. WTO’ya göre toplam su miktarından daha çok, suyun nasıl kullanılıp yönetildiği önemli. Bu yüzyılın ortasında turizm alanlarının yarısından fazlasının susuz kalmaması için şimdiden suyun verimli kullanılmasına büyük önem verilmeli. Turistler çoğu kez ne kadar çok su kullandığının farkında bile değil. Bu nedenle, turizm operatörlerinin turistin su tasarrufu için eğitilmesi konusunda önemli bir rol oynaması gerekir. Yani, turistin çevre bilincini evde bırakmaması konusunda uyarılması gerekiyor.
Kişi başına düşen yıllık su miktarının 1000 metreküpün altına indiği bölgeler su kıtlığı yaşanan alanlardır. Böyle yerlerde turizm dahil ekonomik gelişme durur, insan ve çevre sağlığı tehlikeye girer. Bu nedenle, Türkiye, Akdeniz kıyılarında turizm sektörünü canlı tutabilmesi için suyla birlikte su kaynaklarını besleyen doğal çevreye gözü gibi bakmalı. Yani turistik bölge ve tesislerindeki altyapıya, eğitim ve su kullanımına önem vermeliyiz...
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2011
O bir hortum ama içi boş plastik bir nesne değil. İçinden su akmıyor. Filde ve bazı böceklerde boru biçiminde uzamış ağız veya burun da değil. Hırsızların kamu mallarını çalarken kullandıkları aparat hiç değil. İşkence aracı olarak kullanılmasıyla gündeme gelen de değil. Ama o mühtiş bir güç, berbat bir yıkıma neden olan çıldırmış bir hava olayı. ABD’de Atmosfer Bilimleri doktorası yaparken Missouri ve Kansas’ta hortum avına çıkardım. 1991’de doktoramı tamamlayıp İTÜ’ye döndükten sonra Türkiye’de de hortum avına çıktım. Kime sorsam (kalmadı der gibi) “biz de yok” diyordu! Sonra 1994 ilkbaharında Burdur’a askerlik yapmak için gidince hafta sonları Hürriyet’in Akdeniz ekinde onunla ilgili haberleri buldum. Ama bürokrasi hazretleri hâlâ onu resmen tanımıyordu. Gel zaman git zaman Ankara’da bir kaç kişiyi öldürünce “hımmm bizde de olurmuş” denilmeye başlandı. Kimileri, “ABD’deki tornado bizdeki kasırgadır” diye tutturdu. Maşallah bütün İngilizce - Türkçe sözlüklerde de “tornado”nun karşılığı yanlış bir şekilde “kasırga” yazılı. Sonuçda ülkemizde bahçe hortumu, lavabo hortumu, banka hortumu gibi çeşitlerinin yanına “meteoroloji hortumu”nu koyamadık gitti!
KASIMA KADAR HAZIRLIKLI OLUN
Bu iş bizim Temel’in “o beni tanımıyorsa ben onu hiç tanımıyorum” hikayesine dönse de hortum mevsimi açıldı ve kasıma kadar ondan kurtuluş yok. Bu öyle bir afet ki tüm dünyada can almadığı yer, değmediği toprak yok. Deprem gibi de değil; 5 büyüklüğünde vurduğu binanın ayakta kalma şansı yok. İşte F5 denilen büyüklükte meteorolojik hortumlar geçen hafta ABD’nin güneyindeki sekiz eyaleti yerle bir etti. Bu hortumların bazıları saatte 320 kilometre hızla ilerleyerek bir çok kenti haritadan sildi. Öyleki, 340 ölü ve 2 bin yaralıyla 1974’den bu yana en fazla can kaybına yol açan hortum feleketi yaşandı. Bu aynı zamanda, ABD’de 2005 yılında görülen Katrina Tayfunu’ndan sonraki en ölümcül afetti.
Ladin’in ölüm emrini verme telaşını yaşayan ABD Başkanı Barack Obama ise insanlık trajedisi yaşanan Alabama’yı eşi Michelle Obama’yla birlikte olaydan bir kaç gün sonra ziyaret etti. “Böyle bir yıkımı hayatımda görmedim. İçler acısı bir durum” deyip gitti. Sanki daha önce çok afet görmüşler ya da görmeleri gerekiyormuş gibi her afetten sonra “büyüklerin” söylediği anlamsız sözler bunlar. FEMA’daki arkadaşlarımızın olay yerine başkan tarafından yaplan bu ziyaretten hiç memnun kaldığını sanmıyorum. Obama gibi yöneticilerin bu tür afetlerdeki sorumluluğu sadece stratejik seviyededir. Sıcak afet bölgesine gitmemeleri gerekir. Böyle yüksek seviye idarecilerin operasyonun yapıldığı yere gitmesi ve oradaki işlere karışması kaosa neden olur. Bu durum İngilizcede “şef olay yerine geldi” anlamında CHAOS olarak ifade edilmektedir. Burada C, chief; H, has; A, arrived; O, on; S, scene olarak kullanılmaktadır.
DENİZDEKİ HORTUMLARIN FIRTINAYA İHTİYACI YOK
Meteorolojk hortumlar, küçük, güçlü alçak basınç alanlarında hızlı bir şekilde kendi etrafında dönen rüzgarlardır. “Twisters” ve “siklonlar” olarak da adlandırılırlar. Oluşumları, her zaman huni şeklini almış bir bulutla başlar. Bu huni bulut, büyük bir cumulonimbus bulutundan sarkan bir filin hortumuna benzer. Huni bulut ancak yerle temas ettikten sonra bu olay hortum olarak adlandırılabilir. Buluttan aşağıya kol gibi sarkan bu hortumların bu müthiş enerjiyi, bu çılgın gücü nereden bulduğu anlaşılabilmiş değil...
Denizlerimizde de “güzel hava su hortumları” görülür. Bunlar, hortum gibi oluşumları için, şiddetli fırtınalara gereksinim duymaz. Bazıları küçük fırtınalarla oluşmuş ise de donma seviyesini geçmeyen cumulus congestus bulutlarıyla oluşur. Su yüzeyine yakın sıcak, nemli hava atmosferik kararsızlığın oluşmasına yardım eder ve oluşan bulutların altındaki yukarı akımlar yüzey havasının yükselmesine yardımcı olur. Su hortumu, suyu içine doğru çekmez; hunisi suya değdiği zaman suyu birkaç metre kaldırabilir. Bu su hortumların bazıları da kıyılarda ölümcül ve yıkıcı olabilir...
Sonuç olarak ister su, ister kara ya da diğerleri olsun; hortum seyirlik, inkar edilebilecek ya da (yangınlar hariç) kullanılabilecek birşey değildir. Meteorolojik hortum görünce çılgınlık yapmayın; hemen camı olmayan güvenli mekanlara gidin! Ya da Japonlar gibi acıyı yüceltin; öyle dövünüp, ağıt yakıp ağlamayın!.. Böylelerinden bana fenalık geldi.
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2011
Siyasilerden ve siyasetten her geçen gün soğumama rağmen onlardan kaçış yok. Seçim beyannameleri ne işe yarar bilmiyorum ama onlar açıklandıkça insan “ne yazmışlar” diye merak ediyor. Ben de üç partinin havadan, sudan ve afetten konulara bakışlarını öğrenmek için seçim beyannamelerine şöyle bir baktım. Şüphesiz “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” Bu nedenle, parti programları ve seçim beyannamelerine inanmıyorum. Ancak madem ki gündemde onlar var, zahmet etmiş hem yazmışlar, hem de açıklamışlar bize de üzerlerinde biraz durmak düşer.
AKILLI MERKEZİ KİM YÖNETECEK
AK Parti’nin beyannamesindeki haşlıklar arasında hava veya iklim yok, ama su kaynakları ve afet yönetimi var. Afet yönetimi başlığına sevindim ama metin tam da 1950’lerin anlayışı ile yazılmış; “afet” yerine hâlâ “doğal afet/felaket” ya da “deprem” denilebilmekte; risk yönetimi yerine de yine yanlış bir şekilde kriz yönetimi öne çıkartılmakta. Böylece Türkiye’nin müdahale kabiliyeti dünyada başarılı görüldüğünden bahsedilip afet koordinasyon merkezlerinin kurulması, ulaşım ve alt yapının güçlendirilmesi, afet kontularının yapılması, hava ambülansı, helikopter pisti gibi yine afete müdahale araç gereçleri ve inşaat konuları öne çıkartılmış. “Çıkartılan kanunlarla afet anı ve sonrasında yapılacak işlerin koordinasyonu yapılandırılmıştır” deniliyor ama afet öncesi çalışmaların koordinasyonu her zamanki gibi unutulmuş. Maalesef afet yönetimi çerçevesinde afetlerde hiç bir işe yaramayacak olan akıllı binalar, “uzay üssü alfa” şeklindeki merkezlerin, alt yapı ve sistemlerin geliştirileceğinden bahsedilmekte ama bu merkezleri çalıştıracak akıllı insanlardan söz edilmiyor.
CHP AFETİ UNUTMUŞ
CHP’nin 2011 Seçim bildirgesinde “afet” kelimesini arayınca sadece onu “İstanbul’un olası bir afete en iyi şekilde hazırlanması için bir an bile kaybetmeden deprem iyileştirme planını eksiksiz uygulayacağız” ifadesinde geçtiğini gördüm. Hava ve su ile de ilgili bir başlık yok ama iklim değişikliğine yer verilmiş. Genel “afet” kelimesinden vazgeçtim “doğal afet” ifadesinin bile olmaması bana çok tuhaf geldi. “Afet” yerine “kıran” kelimesini mi kullandılar diye merak ettim. Varsa yoksa kentleşme ve konut başlığı aldında “Depreme hazır, sağlam yapılar” şeklinde “deprem ve bina” var. Sanki sadece binaları depreme dayanıklı hale getirsek Türkiyenin afet yönetimi problemleri çözülmüş olacak. Japonyadaki son depremden de depremin sadece bina enkazı olmadığını, deprem ile birlikte sel, yangın, heyelan, kimyasal ve nükleer serpinti olaçağını da artık görebilmiş olmamız gerekiyor...
TERMİNOLOJİDE KUVVETLİ
MHP’nin beyannamesinde hava, su ve afet konuları başlık olarak yer almamış. Afet konusu daha çok “Kentleşme ve Konut” başlığı altında işlenmiş. Afet kelimesini başına mutlaka “doğal” kelimesini koymadan da bir-iki yerde kullanabilimişler. Yani ifadeler ve kavramlar bütünleşik afet yönetimine biraz daha uygun ama afet yönetimi sadece bina ve kentlerle ilişkilendirilmiş. Afetin tarıma da etkisini unutmamışlar. Fakat “Kırsal kesimde afete maruz bölgelerdeki yerleşimlerin afet açısından daha güvenli alanlara taşınması sağlanacaktır” gibi bazı bölgelerde uygulanması hiç mümkün olmayan bir ezbere de yer vermişler. Örneğin, Karadeniz’de evleri sel ve heyelan bölgelerine (akıllı olması şart değil ama) kurallarına uygun yapmaktan başka bir seçenek yok. İklim kelimesini çok kullanmışlar ama “ortam” anlamında; meteorolojik anlamda değil! Buna rağmen meteorolojik ölçüm istasyonlarını da unutmamışlar.
Maalesef partilerimiz beni şaşırtmaya devam ediyor. Hz. Ali’nin dediği gibi “Evlatlarınızı devriniz için değil, onların devirleri için yetiştiriniz” özdeyişine hiç uygun değil yazdıkları. Bu tür konuları doğru ve yeni anlayışları yansıtacak bir şekilde ele alabilirlerdi. Bir Fransız atasözü “Başarını n yüzde 5’i yapmayı bilmekten, yüzde 95’i yapabilmekten oluş ur” der. Bu nedenle şuan benden 5 puan kaybettiler ama bu hiç önemli değil. İşin kötüsü zamanla ortaya çıkabilecek olan afetlerde şimdiye kadar olduğu gibi yine 95 puan kaybeterek ülke olarak sınıfta kalmak var!..
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2011
Normal dünya atmosferinden seçim atmosferine girdiğimiz bu günlerde siyasetçileri ve siyaset adına yapılan bazı şeyleri anlayamıyorum. Örneğin, İstanbul’a iki yeni kent lazım mıdır ki “bu proje benim” tartışması yapıyorlar? Siyasilerden İstanbul’a iki şehir kurulmasını kim istedi ki? Bunun Türkiye’ye, İstanbul’a ve vatantaşa ne faydası olacak?
Siyasetten anlamayan, her türlü seçimde oyumu kime vereceğim diye kara kara düşünen biri olarak iki yeni şehrin İstanbul’a ne faydası olacağını hiç anlamış değilim. Biri Avrupa Yakası’nda, diğeri Anadolu Yakası’nda iki yeni şehir denildiğinde İstanbul’da yaşayan bir vatandaş olarak daha fazla göç, daha fazla trafik, daha fazla kalabalık sokaklar, daha kalabalık hastaneler, daha fazla trafik işkencesi ve teröristi, daha uzun köprü kuyrukları gibi olumsuz şeyler aklıma geliyor. Bu durumda bu projeyi ortaya atan partilere neden oy vermem gerekiyor? Bu fiyakalı projenin bir vatandaş olarak bana ne faydası var? Bu nasıl bir müjdedir ki ben hiç sevinemedim!.. Neden sevinmem gerekiyor? Birisi açıklasın lütfen.
BU İŞİN RACONU YOK MU
Bir atmosfer bilimci olarak bu iki yeni kent fikri bana önce bölgede daha fazla hava kirliliğini çağrışdırıyor. Herkes doğal gaz kullansa dahi her gün artan trafikten dolayı hava kirliliği zaten artıyor. Modern kentlerde kömür, kükürtün neden olduğu klasik hava kirliliğinin yerini fotokimyasalların neden olduğu modern hava kirliliği almıştır. Havada kükürt kokusu yok ya da duman yok diye hava kirliliğinin ortadan kalktığını düşünüyorsanız çok ama çok yanılıyorsunuz. Artan ve duran araç trafiğinden dolayı havaya karışan egzoz gazlarındaki hidrokarbonlar güneş ışığı ile etkileşince yerde ozon gibi zehirli
gazlar ortaya çıkıyor. Buna “yaz sisi” de diyenler var. Modern şehirlerde yerdeki ozon nedeniyle akciğer kanserinden ölenlerin sayısı trafik kazalarından ölenlerden fazla. KOAH, alerjik rinit, astım gibi üst solunum yolu hastalıkları da patlama yapıyor...
Bir şehrin nüfusunun artışı böyle “Saldım cayıra Mevlam kayıra” şeklinde mi yönetilmeli? Bu işin bir mantığı, bilimi, anlayışı, yani raconu yok mudur? Örneğin, bir yere şehir kurulurken su havzalarının potansiyeli nedir diye bakılmaz mı hiç? Bu durumda ikinci önemli nokta olarak İstanbul’un nüfus artışına yardımcı olacak projeleri yapanlar sürekli artan su ihtiyacının da nasıl karşılanacağını söylemeli. Şu anda olduğu gibi suyu başka yerlerden taşıyarak mı bu şehirleri döndüreceğiz? Bulgaristan sınırından Bolu’ya kadar döşenen boruları batıda Avrupa içine, doğuda Ermenistan sınırına kadar uzatmak gibi böööyüüük projelerin inşa, bakım ve işletme maliyeti ile birlikte şehirler arası su ve çevre problemlerine yol açmanın ne anlamı var?
GÜNDEMİMİZİN BİRİNCİ MADDESİ DEPREM OLMALI
Bir afet yönetim uzmanı olarak bu iki yeni şehrin ne işe yarayacağını anlayabilmiş değilim. Herkesin bildiği gibi şimdi sözün bittiği yerdeyiz: Deprem saati patlama anını bekleyen bir bomba gibi tik-tak çalışıyor. 1999 Gölcük Depremi, aslında Marmara Denizi’nde olması kaçınılmaz depremin bir “ön uyarısı”ydı!.. Bu nedenle gündemimizin birinci maddesi “İstanbul’u depreme dayanıklı yapmak” olmalıydı. Bu iki yeni şehir kentsel dönüşüm, mevcut bina yoğunluğunu azaltmak, yeşil alanı artırmak, içinden çıkılmaz hale gelen trafiği rahatlatmak amacıyla yapılmış olsaydı, süper bir fikir olurdu!..
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2011
Bu hafta ne yazayım derken TV’de “Kış geri geldi” diye geçen bir altyazı gördüm. “Aaaa nisanda kar yağıyor” diye şaşıranlara nisanda kar ve yağmuru anlatmak isterim. Tüm dünyada nisanda kar yağışı sanatçılara ilham olmuş, film ve şarkılara adını vermiştir. Örneğin, 2005’te Güney Koreli yönetmen Hur Jin-ho tarafından yapılan ve Asya ülkelerinde çok tutulan romantik filmin adı “Nisan Karı”dır. Prens olarak adlandırılan Christopher Tracy adlı karakterin “Nisanda Kar” adı şarkısı öyle beklendiği gibi romantik değil biraz melankonik. İşin daha da kötüsü, Andrew Robinson’un yönettiği ve 2009’da vizyona giren “Nisan Yağışı” adlı film ise bir okulda geçen vahşeti konu aldığı için dram kategorisinde.
İNGİLİZLER DONMUŞTU
Yeter artık ısınsın havalar, yaz gelsin dediğimiz nisanda dünyanın bir çok yerinde şiddetli kar yağışları hep olmuştur. Örneğin, geçen sene İngiltere’ye de “kış geri geldi” dedirten, son 20 yılın en şiddetli karı yağmış uçaklar yerinden kımıldayamadığı için birçok kişi yollarda kalmıştı. Benzer şekilde Türkiye’de de nisanda kar yağdığı çok görülmüştür. Ben şahsen kısa pantolonumla katıldığım törenlerde “Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan” diye şarkı söylerken de havada kar kristallerinin uçuştuğunu hatırlarım.
Ayrıca örneğin 8 Nisan 2003’te İstanbul’a da kar yağmış ve bugünler unuttuğumuz küresel ısınma tartışmasını gündeme getirmişti. “Var mı, yok mu” diye konuşulmuştu. Aslında atalarımız adına ata sözü dediğimiz sözleri ile nisanda yağan kar için bizi hem uyarmış, hem de umutlandırmıştı. Örneğin, “Kork aprilin beşinden, öküzü ayırır eşinden” sözü ile nisan başında havanın çift süren iki öküzü birbirinden ayıracak kadar soğuk olabileceği uyarısı yapılmıştır...
Nisanda havaların soğuması, kar yağması ile birlikte görülen donlar, çiçek açan ağaçlara zarar vermekte. “İlkbahar ile birlikte çiçek açan ağaçların üzerine yağan kar farklı görüntülere sahne oldu” şeklinde olaya romantik bakanlara da bu nedenle hep sinir olurum. Anlaşılan bitkilerin, atası yok ya da bitki ataları onları uyarmıyor. Belki uyarsa da insanlar gibi bitkiler de atalarının dedikleriyle pek ilgilenmiyor.
SABANLAR ALTIN OLUR
Atalarımız, “Nisan yağmuru: Altın araba, gümüş tekerlek” diyerek de, “Nisan karı” değil ama “Nisan yağmuru” için müjde veriyor. Çünkü nisanda yağan yağmur, ürünleri bollaştırır; çiftçiyi zengin eder, tüketicinin de yüzünü güldürür. Benzer şekilde dünya edebiyatında da nisan yağmurları üzerine şiirler yazılmış, bu yağmurların getirdiği bolluk ve sevinç hep dile getirilmiştir. Örneğin bir İngliz atasözü de benzer şekilde “Nisan yağmurları, mayıs çiçeklerini getirir” demekte.
Yine atalarımız yağışın tipine, yani yağışın kar ya da yağmur olup olmamasına bakmadan, “Martta yağmaz, nisanda dinmezse sabanlar altın olur” demişler. Bu durum da şöyle açıklanıyor: “Mart oldukça soğuk bir aydır. Bu ayda yağmurun yağması ürün için iyi değildir. Nisan ise havaların ısınmaya başladığı aydır. Bu ayda yağacak bol yağmur ürün için oldukça faydalıdır, verimi artırır ve çiftçiyi son derece memnun eder.”
Konu uzman olmadığım tarımsal meteoroloji alanına giriyor. En iyisi bir Alman atasözüyle noktalamak: “Nisan, hava, aşk, gül yaprakları, zar, kart ve şans, her an hayatınızı değiştirebilir.”
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2011
Baharda toprak uyanmaya başlar, çiçekler baş verir toprağın altından. Hayvanlar uyanır uzun yorucu bir kışın ardından. Yürekler uyanıp daha bir başka çarpar. Kuşlar uyanır, daha da anlamlı şarkılar söyler (di)!.. Ya insanlar! Onlar gerçekten ne zaman uyanır? Japonya’ya kitlenmişken baharın geldiğini ve doğanın canlandığını geçenlerde önümden kaçışan küçük bir kertenkeleden anladım. Her yeni mevsime başlayınca editörüm Serhan Yedig hep mevsim ile ilgili bir değerlendirme yapmamı ister. Çünkü uzun vadeli tahminler, turizm, tarım, ulaşım, tekstil, ekonomi olmak üzere birçok sektör için hayati önem taşır. Bu nedenle Uluslararası İklim Tahminleri Enstitüsü IRI’ye göre önümüzdeki bahar ve yaz aylarında Türkiye’de hava nasıl olacak diye baktım: Güneydoğu yağış bakımından kurak geçmeye devam edecek, hava sıcaklıkları ise güneyde daha yüksek olmak üzere yurdumuzun tümünde mevsim normallerinin üzerinde olacak... Yani kurak ve sıcak!
SÜRPRİZE HAZIR OLUN
Dediğim gibi içinde bulunduğumuz nisan birçok nedenden dolayı baharın müjdecisi ve yaşam sevincidir ya da sevinciydi. Baharın gelişi, yeşilliğin yeniden doğuşu ve rengârenk çiçekler psikolojimiz de için önemli. Tepemizde dolaşan radyasyona bulaşmış bulutlar yüzünden zor da olsa daha bir gülümser oluyor insan. Güneşin gökyüzünde daha yükseğe tırmanması ve saatlerin ileri alınması ile de açık havada gün ışığından daha fazla yararlanırız. Bu nedenle, nisan bizim için tembel, uzun, güneşli yaz günlerinin de müjdecisidir. Bununla beraber nisan, sisli, donlu, gök gürültülü bir bahar havasından karlı ve fırtınalı bir kış havasına kadar her tip hava durumunu içerebilir. Yani aman dikkat; bu ayda can çekişen kış herhangi bir uyarıda bulunmadan her an geri gelebilir!
Nisan yağmurları, eskiden “hediye yağmuru” gibi bir şeydi. Bazıları nisan yağmurlarında huzur bulurdu. Onun, bereketli ve şifalı olduğuna inanırdı... Genellikle ikindi vakti sağanak şeklinde olurlar. Bu nedenle, nisan yağmurlarının kırk gün sürdüğüne inanılır ve “kırkikindi yağmuru” diye adlandırılır. Radyason tehlikesi olmadığı zamanlarda, havalar ısınır ısınmaz herkesin ince ince giyinmeye başladığı zamanlarda, güneşin arasından çıkıp birden yağarak insanları ıslatırdı. Beraberinde buz gibi bir hava getirdiğinde insanları hasta da edebilir. Bu nedenle, güneşe aldananlar için ”avanak ıslatan” olarak da adlandırılır.
NİSAN YAĞMURLARININ DA TADI KAÇTI ARTIK
İnsanlar şifa niyetine, şemsiye almadan, sokaklara dökülüp bu yağmurlarda ıslanırdı. İçilebilen yağmurun aynı zamanda saça iyi geldiği ve toprak kokusunu fışkırttığına da inanılırdı. Bu hususta “kelin başına yağsa saçı çıkar”dan tutun da, “çocuğu olmayanlara devadır”a kadar pek çok rivayet üretilmişti. Mevleviler nisan yağmurlarını bir tasta toplarmış. Bu tasa da ”nisan tası” denir. Kırkikindilerin ilk suyunu okuyup, üfleyerek içerler ve kardeşleşme töreni düzenlerlermiş. Sarayda ilk nisan yağmuru suyunu biriktirip bir tasla padişaha sunan saray görevlilerine birer akçe bahşiş verilirmiş. Şimdi olsa radyasonlu ya da asitli su sundu diye başı kesilirdi herhalde!.. Bütün bu inançlar ve düşünceler, eskinde çok temiz olan dünyamıza aitti; siz en iyisi bugün radyasyonu çok olmasa bile asit yağmurlarına dönüşmüş yağmurları içmeyin, kafanıza filan da sürmeyin. ..
Maalesef bu günler havadaki iyot 131, sezyum 137 ve özellikle de ksenon 133 gibi radyoaktif maddelerin yağmurla yere inme olasılığı yüksek. Buluttan ve yerde birikmiş radyoaktif maddelerden kaynaklanan dış ışınlanma dozu da. Radyoaktif madde içeren gıdaların ve suyun tüketilmesinden kaynaklanan iç ışınlanma dozu ve içeceklerin sindirilmesiyle alınma ihtimali nisan yağmurlarını şifa filan olmaktan çıkartıp tam bir kabus haline getirdi. Artık nisan yağmurlarının mayısta çiçeklerin açmasına neden olup olmayacağı da şüpheli!
Özetle bahar ayı uyanma ayıdır demiştik. 1999 Gölçük ve Düzce depremleri maalesef olası Marmara Depremi için bizi uyandıramadı. Şimdi baharda doğa uyanmışken, tepemizde radyasyonlu bulutlar dolaşırken bir de biz deprem gibi afetlere adam gibi hazırlanmak için yıllardır yattığımız kış uykusunda bir uyanabilsek... Ah ah, önce kendimizi, sonra da birbirimizi kandırmaktan vazgeçebilsek!..
Yazının Devamını Oku