28 Kasım 2011
Kebapçı mönüsü gibi, “ortaya karışık” gündemle panel yapanlara duyuru; beni artık turşunuzda bir hıyar olarak görüp çağırmayın lütfen! Çünkü bu tür panellerde Kodokushi gibi konular konuşulamıyor. Haberlere göre, Van’da çadırda yaşayan 6.5 yaşındaki Öznür da yaşamını yitirmiş. Kayıtlara ölüm gerekçesi “yetersiz beslenme” olarak geçmiş. Bu haber bana, açlık, alkol gibi nedenlerle gerçekleşen “yalnız ölümler”i tanımlayan Kodokushi kavramını hatırlattı.
HANSHIN ÖRNEĞİ
2005 yılında JİCA ile Japonya’daki Hyogo Çerçeve Eylem Planı toplantısındaydım. Kobe’nin Rokko Adası’ndaki öğlen yemeğinde bir Japon profesörle tanıştım. Hediye ettiğim nazar boncuklu anahtarlık karşılığında kitap aldım. Kitap, Büyük Hanshin Depremi sonrasındaki süreçten çıkarılan dersleri dünyayla paylaşmak için yayımlanmıştı. Türkçesi İBB AKOM’da danışman olarak çalıştığım dönemde “Büyük Hanshin Depremi’nden Alınan Dersler” adıyla İBB tarafından yayımlandı. (www.ibb.gov.tr/sites/akom/Documents/hanshinkitabi.pdf)
Kitapta beni etkileyenlerden biri, Büyük Hanshin Depremi’nde yanında hiç kimse olmaksızın ölenleri anlatan “Kodokushi” bölümüydü. Bu kişilerin cesedi günler, hatta bazı vakalarda bir ay sonra bulunur. Kobe’de 9 Mart 1995 ve 5 Mayıs 1999 arasındaki Kodokushi sayısı 253’e ulaşmış. Yani bunlar tesadüfen olmuş olaylar değil...
KODOKUSHİ NASIL AZALIR
Kitapta, yalnız ölümlere neden olmamak için afet yaralarını iyileştirirken dikkat edilmesi gereken konular şöyle özetlenmiş:
1) Afetzedeler uzak ve yabancı bölgelerde dağınık iskan edilmemeli: Geçici barınma evleri şehir merkezine birkaç saat mesafedeki uzak bölgelerde kurulmamalı. Mağdurlar buralarda iskan edilince, topluluklar, yakınlıklar, dayanışma bölünür. Afet durumlarında Kodokushi vakalarını azaltmak için toplumun beslenme ve bakımlarını tümüyle üstlenmek gerekir.
2) Yaşlı ve kimsesizler desteksiz bırakılmamalı: Aynı yerde ve aynı şartlarda yaşayan insan topluluklarının oluşturulmasında en önemli rolü, uyum merkezleri, huzurevi, hemşeri dernekleri ve gönüllüler oynar. Yaşlı ve kimsesizlerin yararlandığı merkezlerin işleyebilmesi iki koşula bağlı: Bunlardan ilki, para yardımları; ikincisi ise, bölge sakinlerinin yaşlı ve kimsesizlere sahip çıkmasıydı. Deprem sonrası bütün bu yardım ve gönüllülerden oluşmuş sistem ya aksamakta ya da tümüyle ortadan kalkmakta.
Aslında Kodokushi sadece afetlerde karşılaşılan bir durum değil. Ancak, yalnızlık ve fakirliğin çakıştığı zamanlarda herkesin başına gelebilecek bu problem, afetler sonrası iyice açığa çıkmakta. Özetle; asıl yapılması gereken şey fakirliği azaltmak. İşte Van’daki yetersiz beslenme gibi olayların temelinde yatan en önemli neden fakirlik. Diğer bir deyişle afetlerle mücadele temelde ve büyük ölçüde bir kalkınma problemi.
AFET YÖNETİMİNDE 1950 MODELİ DEĞİŞMELİ
Deprem sonrasında kentlerin her köşesinde yeniden yapım çabaları yoğunlaşır. Sonuçta yıkılan binalar tekrar inşa edilir ve halkın yaraları sarılır... Bütün bunlara dışarıdan bakıldığında, iyileşme çabaları büyük başarı olarak da görülebilir. Ancak, depremzedelerin refah düzeyleri ve piyasaların canlılığı incelendiğinde, birçok iyileşme sorununun çok uzun süre boyunca devam ettiği görülebilir.
1950’lilerden kalma Türkiye’deki afet yönetim mantığı terk edilip; artık kentler için afet iyileştirme ve yeniden yapılandırma planları da hazırlanmalı. Bütün bu çalışmaları yaparken Japonya’daki Kodokushi önlemlerinden de gerekli dersleri almalıyız...
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2011
Van’da, görüldüğü gibi Türkiye’de afet yönetim sistemimiz maalesef yine çadıra dolandı! Bu durumda Konfüçyus’e bir danışayım dedim!
Büyüklere itaat ve ahlak düşüncesine dayalı öğretisi olan Konfüçyus, MÖ 551-479 yılları arasında yaşamış ünlü bir Çinli filozof. Şimdi bakalım Konfüçyus bizim durum için ne diyor, ben de onun dediklerini nasıl anlıyorum!
* Dostlarına güvenmemek, dostlarından kazık yemekten daha utanç vericidir: Buradaki kazıkcı dostlar, çoluk çocuk içine girdiğimiz çürük evlerimiz ve bize sürekli her şeyimiz tamam, halledik filan diyerek pempe tablolar çizen yöneticilerimiz olabilir mi!..
* İnsanlar sahip olduklarını küçümser, sahip olamadıklarını önemser: Yani hasarsız binalarımız, alamadığımız çadırlar gibi! * Hiç bir şey eyleme geçen cahillik kadar korkunç olamaz: Her afet sonrası kurulan çadırkentler gibi korkunç bir şey olamaz!..
* İyi olan her şeyi elde etmek zordur. Kötü olan herşeyi elde etmek kolaydır: İyi olan şey ile sağlam binalar, afet yönetiminden anlayan ve ona önem veren yöneticilerimiz kastediliyorsa bunları şu anDA elde etmek bizim için zordan da öte imkansız gibi!..
GEÇMİŞTEN DERS ALMAK MI DEDİNİZ
* Geçmişi öğrenen geleceği belirler: Bu söz bize ters! Bizim için geçmiş geçmişte kalmıştır ve ondan öğrenecek bir şey de yoktur. Geleceğimizi ise boş ver; gelince bakarız!..
* Dans edemeyenin eline kılıç vermemeli: Yani zati muhterem dağıtmasını bilmeyene yardım malzemelerini, ehli olmayana yetki vermeyin demek istiyor, tabii ki anlayana.
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2011
Kapalı kapılar artında yaşanan akıl tutulmasıyla birlikte artık hukuk, siyasal bilgiler, iktisadi ve idari bilimler, iktisat, işletme fakültesi mezunları da güya “meteoroloji uzmanı” oldu... 2 Kasım 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 657 sayılı KHK’ya göre artık Meteoroloji Uzmanı olmak için Meteoroloji Mühendisliği okumaya gerek yok. Bu duruma, “Tam bir skandal. Böyle bir şey olamaz. Meteoroloji, fizik ve matematiğe dayalı özgün bir meslektir. Bilime büyük saygısızlık” diye tepki gösteren çok oldu. Ben, hâlâ DMİ Genel Müdürü’nden Başbakan’a kadar güvendiğim kişilerin bu yanlışı düzelteceğine inanıyorum.
MESLEKLERİNİ UNUTTULAR MI
Bu konuya tepki gösterenlerden birinin aklına “Yüzyıllık Yanlızlık” romanından ilginç bir alıntı gelmiş: “Pablo yıllardır gitmediği köyüne döner. Bir süre sonra köyde uykusuzluk baş gösterir. Bu uykusuzluk unutkanlığa neden olur. Köydeki herkeste unutkanlık başlar. Pablo buna bir çözüm bulur, her cismin üstüne adı yazılır. Mesela masanın üzerine ‘masa’, ineğin üzerine ‘inek’ yazılır. Belli bir süre sonra bu hastalık öyle bir noktaya varırki, artık her cismin üzerine neye yaradıklarını yazmak zorunda kalırlar. Mesela ineğin üzerine ‘bu bir inektir süt verir’, veya ‘bu bir kahvedir sütle karıştırıldı mı neskafe olur’ gibi notlar yazılır. Şimdi herkese ne yapması gerektiğini mi hatırlatacağız? Bunlara üniversitede okudukları dersleri mi hatırlatacağız? Unutkanlık mı başladı bunlarda” diye de ekliyor.
Ben bu “unutkanlığın” temelinde yatan bürokrat veya insan dürtüsünü merak edip biraz araştırdım; Twitter’da birisi “Meritokrasi’yi içselleştirmeden demokrasi peşine düştük” dedi. Meritokrasi, yani “liyakata dayalı yönetim” olmadan demokrasi olmaz diyor!
“Yaşadığımız toplumda devlet yöneticilerinin bir kısmının bulundukları makama layık olmadıklarından sıkça şikayet ederiz. Ya da kendi çalıştığımız kurumdaki lider ve yöneticilerin sahip oldukları ünvan ve makamlara layık kişiler olmadıklarını görür ve bundan üzüntü duyarız...” (www.canaktan.org)
LİYAKAT VE EHLİYET
Bu konuda güzel bir yazıyı H. Emin Sert “Yönetimde Adalet, Ehliyet ve Liyakate Riayet” başlığı ile yazmış. Özetle: “Dünya, insanların eliyle şekillenmekte ve idare edilmekte. Yaşadığımız çevrenin güzelleşmesi, insanın gelişip mükemmelleşmesiyle mümkün. Çoğu defa yeterli önemi vermediğimiz ruhsal ve sosyal sağlık; adalet, ehliyet ve liyakat gibi değerlerin toplumun bütün kademelerinde, özellikle de yönetim kademelerinde işlemesiyle yakından ilgili. Ehliyet; bir iş ve konuda ehil olma, yeterlilik ve onu yapabilecek kapasiteye sahiplik manalarına gelmektedir.
İster dünya siyasetine, ister devlet yönetimine, isterseniz herhangi bir kurumun idaresine bakınız; liyakat ve ehliyete riayet edilmeyen kurumlar ancak kendilerini küçültürler.
Adalet, hak ve hukuk gibi temel ahlaki değerlere riayet edilmeyen yerde itimat sarsılır. Güvenin sarsıldığı kurumlarda verimlilik düşer. Böylesi noktalardaki yöneticiler sıradan, basit, yapmacık şeylerden medet umar. Kriterlerin adamına göre uygulandığı, çifte standartların hüküm sürdüğü, özlük haklarıyla oynanılan kurumların yöneticileri bilmelidirler ki zulüm payidar olmaz. Bunun en acı veya güzel örnekleri tarihte mevcut...
Etki ve yetki ellerinde olanlar pişman olmadan önce küçük hesapların ancak kendilerine ve kurumlarına zarar verdiğinin farkında olmalı. Kendini aşamayanlar, her zaman basitlik içinde yok olmaya mahkûmdur. Kapalı kapılar ardında, adalet ve liyakate riayet edilmeksizin alınan kararlarla yönetilen kurumlar, itimattan yoksun kalır. Neticede kaybedenler, mağdur edilen fertlerden ziyade küçük hesaplar peşindeki kurum ve toplumlardır.” (www.eminsert.org)
Kısacası, ülkemizde her şeyin sadece adından bahsedilir oldu. Örneğin, uzmandan bahsedersiniz, fakat gerçek bilgiyle tercübenin bir araya geldiğini göremezsiniz. Ortak akıl ve başarı peşinde de değiliz. Böylece Einstein’in dediği gibi “Karşılaştığınız problemleri onu yaratan düşünce tarzıyla çözemezsiniz” ve KHK’dan görüldüğü gibi çözemiyoruz da!
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2011
“Plansızlığı planlayanlar, başarısızlığa planlanmıştır” sözü afet ve acil durumlar ortaya çıktığında o an için etkin bir çözüm bulmanın çok zor olduğunu söyler. Son yıllarda yaşadığımız kayıplar, “Bize plan değil, pilav lazım” gibi sözleri çok geride bırakıp, artık her kurum ve kuruluşun iyi bir plana sahip olması gerçeğini kabul ettirmiştir (umarım!) Bununla beraber, ülkemizin “afetle yıkım-yara sarma” sarmalından çıkması için afet planları konusunda daha doğru bir anlayış geliştirmeli ve uygulamalıyız.
Ülkemizde maalesef bu konuda temel ilke ve kavramlar netleşmemiş, ortak bir dil ve fikir birliği sağlanıp kavram kargaşasının önüne geçilememiş. İşte internette küçük bir arama yapınca karşınıza çıkabilecek olan plan çeşitlerimiz: Acil Afet Planı, Acil Durumlar Planı, Acil Eylem Planı, Afet Eylem Planı, Afet Müdahale Planı, Kriz Müdahale Planı, Acil Durum Müdahale Planı, Acil Hal Müdahale Planı, Afet Halinde Müdahale Planı, Afet Acil Durum Planlaması, Aile Afete Hazırlık Planı, Kurum Afete Hazırlık Planı, Doğal Afet Planı, Tabii Afet ve Deprem Acil Kurtarma ve Müdahale Planı... General Patton’nun “Bugünün iyi planı, yarının mükemmel planından çok daha iyidir” dediği gibi bütün bu planların da, isimleri farklı ve içerikleri yetersiz olsa dahi, “yararlı” olduğu söylenebilir...
SORMADAN SÖYLEDİM
Antik bir Yunan savaşçı ise, “Savaş ilan edilince ilk kaybedilen şey gerçektir” demiş. 1999 depreminden sonra afetlere savaş açan bizlerin acaba gözden kaçırdığı gerçekler nelerdir? Ege’de bir söz vardır: Sormadan söyleme, çalmadan oynama! Olsun ben Karadenizliyim sorulmadan da söylerim: Özellikle ülkemizde afet yönetiminin, “her türlü tehlikeye karşı hazırlıklı olma, zarar azaltma, müdahale etme ve iyileştirme amacıyla mevcut kaynakları organize eden, analiz, planlama, karar alma ve değerlendirme süreçlerinin tümü” olduğu gerçeğini gözden kaçırıyoruz. Böylece bazıları “afet planı” yerine “acil durum planı” yapıyor. Halbuki afet planları, en düşük seviyeden en yüksek seviyeye sırayla, olay, acil durum ve afet için gerektiğinde uygulanmak üzere hazırlanır.
Diğer bir deyişle, “afet” ile “acil durum” arasındaki farkı bile henüz fark edememişiz. Acil durum planlarıyla afetlere karşı koyamayacağımızı anladığımızda da iş işten geçmiş olacak. Ülkemizde yanlış anlaşıldığı gibi, “Afet Yönetimi” sadece insanları enkaz altından kurtarmak, hastaneye yetiştirmek, yangın söndürmek gibi müdahale çalışmalarını yapmak da değildir. Aksine afet yönetiminin en büyük önceliği insanları tehlikelerden korumak ve mevcut riskleri afetlerin öncesinde azaltmaktır.
STANDART YÖNETİM SİSTEMİ ÖNEMLİ
Ülkemizde yapılan afet çalışmalarının arkasında daha çok veya sadece “arama-kurtarma” mantığı yatsa da müdahale konusunda da birçok şey eksik kalmıştır. Örneğin, müdahalede standardize edilmiş bir organizasyon yapısı içinde işleyen iletişim, personel, ekipman, prosedürler ve imkânlar kombinasyonu yaratan bir olay yeri komuta sistemimiz yoktur. Olay Komuta Sistemi gibi acil durum servislerinin içinde kurulup sevk ve idare edildiği, tüm tehlikelerde ve her düzey için oluşturulmuş bir modüler saha acil yönetim sistemi olmadan plan yapmak ve uygulamak da mümkün değildir. Böyle bir standart yönetim sistemi, aile, kurum, kuruluş, mahalle, köy, ilçe, il çapında ve ülke genelinde tüm afet ve acil durumlara hazırlık ve müdahale yönetiminin temeli olmalıdır.
Özetlemek gerekirse parolamız, “Ülkemizdeki herkes ve her kurum afetlere hazır olduğunda, ülkemiz afetlere hazır olacaktır” şeklinde olmalıdır. Ayrıca General Eisenhower’ın “Plan hiçbir şeydir, ama planlama süreci her şeydir” sözünü de unutmamalıyız. Böylece gözden kaçırmamamız gereken gerçekler; planlama sürecindeki katılımcılık ve tüm afetlerin göz önüne alınmasıdır. Yani, kurum ve kuruluşlarda afet acil yardım planları sadece bir-iki kişinin görevi olmamalı. Ayrıca planlar, kopya edilmemeli ve teftiş fırçası gibi kerhen hazırlanıp raflara konulmamalı...
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2011
Kaçak yollardan başka ülkelere gitmek için Türkiye’yi bir köprü gibi kullananların dramlarına giderek artan sıklıkta tanık oluyoruz. İklim değişikliği de bu durumu daha da kötüleştiriyor, fakat iklim değişikliği ve afetler resmen bir sığınma nedeni sayılmıyor!
Mülteci, sığınmacı, göçmen ve kaçak göçmen kavramları ülkemizde az bilinen konulardan. Sığınmacı ya da mülteci; BM’nin tanımı ile, “ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan, bu yüzden ülkesinden ayrılan, korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişi”dir. Yani bir kişinin mülteci sayılabilmesi için yukarıdaki 5 nedenden birine girdiğini Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (BMMYK) bildirmek zorunda.
İKLİM MÜLTECİSİ KAVRAMI YANLIŞMIŞ
İstanbul Barosu’ndaki panelde dinlediğim BMMYK Görevlisi Av. Elif Selen Ay’dan anladığım kadarıyla afet ya da iklim değişikliği nedeniyle yerinden edilmiş kişiler için “ekolojik mülteci” ya da “iklim mültecisi“ kavramını kullanmak yanlışmış. Çünkü, uluslararası mülteci hukukunda karşılığı yokmuş! Bu nedenle bu kavramların medyada kullanımı yanlış anlamalara sebep olmaktaymış. Aslında 1951 Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’nin değiştirilip bu mağdurları da içine alan bir düzenleme yapılması bazı devletler ve STK’lar tarafından arzu ediliyor. Fakat böyle bir girişim şu anki mülteci haklarını da geriye götürecek sonuçlar doğurabilir, diye korkuluyormuş!
Küresel iklim değişikliğinden dolayı hidro-meteorolojik afetler (sel, fırtına, tayfun), yavaş gelişen çevre felaketleri (kuraklık, erozyon, ormansızlaşma), “Batan ada” senaryoları, doğal kaynakların azalması neticesinde ortaya çıkan çatışmalar, gibi nedenlerden dolayı insanlar ülke içinde ya da uluslararası sınırları aşacak şekilde yerlerinden edilebiliyor. Fakat, iklim değişikliğine bağlı göçten sorumlu uluslararası bir kuruluş yok; bu durumun uluslararası hukukta hiçbir karşılığı olmadığı için de açılan davalar olumlu sonuçlanmıyormuş.
MAHKEMELER KABUL ETMİYOR
Küresel iklim değişikliği ve deniz su seviyesi yükselmesinden dolayı “Batan adalar” olarak adlandırılan Maldivler, Tuvalu ve Kiribati‘den davacılar uluslararası mültecilik korumasından yararlanabileceklerini iddia ederek dava açmış. Tonga ve Bangladeş’tekiler de iklim değişikliğiyle artan doğal afetler nedeniyle uluslarası koruma istemiş fakat bu davalar başarısızlıkla sonuçlanmış. Örneğin; Yeni Zelanda Mülteci Temyiz Mahkemesi: “Bu, Mülteci Sözleşmesi’nde sayılan ve onu diğerlerinden ayıran, 5 kriter nedeniyle zulüm görme riskinin söz konusu olduğu bir kişinin dosyası değildir...” Avustralya İltica Değerlendirme Mahkemesi: “Bu davada mahkeme, kaçma saikinin Mülteci Sözleşmesi’nde sayılan 5 nedene dayalı zulüm riskinden olduğu kanaatinde değildir” diyerek davaları reddettiş...
Ülkemize sığınanlardan mülteci olduklarını kanıtlayanlar için ortalama 3 sene gibi çok uzun süren gönderilecekleri ülkenin elemelerini geçme ve işlemlerin tamamlanmasını bekleme süreci başlar. Bu sürede sığınmacı, Türkiye tarafından kendisine gösterilen bir kente yaşamak zorunda. Ekonomik ve sosyal hiç bir korumaya sahip değil. Her gün Emniyet Müdürlüğü’ne giderek ‘orada olduğunu’ belirtmek için imza atar; şehri terk edemez. Kaçarken yanında getirebildiği para ile de belirsiz bir süre boyunca geçinmek zorundadır. Çoğu gemileri yakarak ülkesini terk etmiş sığınmacıların, başvurusunun kabul edilmeyeceği korkusu ile geçen bu uzun ve zorlu süreçte, yapabilecekleri tek şey beklerken depresyona girmemek ve hayatta kalmaktır...
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2011
Önümüz kış, yağışlar kapıda, yakında sel haberleri, kar haberleri, soba zehirlenmeleri artacak. Karı, donu, sel sularını, karşılamaya şehirlerimiz, belediyelerimiz hazır mı? “HavaYorum” kullanıcı ismimle twitter’da “bu hafta ne yazayım” diye sordum. Bir tiwit arkadaşım yukarıdaki soruyu gönderdi. Ben de merak ettim bizi nasıl bir kış bekliyor ve bunun için yerel yönetimler neler yapmalı?
IRI gibi mevsimsel tahmin veren sitelere göre, önümüdeki altı ay boyunca yağışların mevsim normalleri civarında; sıcaklıkların ise önümüzdeki birkaç ayın ılık geçmesi hariç yine mevsim normallerinde olması bekleniyor. Bu durumda bizim için abartılacak ya da göz artı edilecek bir kış beklenmiyor. Yani normal olarak kış yine kışlığını yapacak. Doğu Anadolu Bölgesi’nden başlayarak batı bölgelerimize doğru hava sıcaklıkları zaman zaman eksilere düşecek, rüzgar, yağmur, kar ve donlar artacak.
BEN NE YAPARDIM
Bu durum, akıllara meteorolojinin yaptığı uyarıları getiriyor: “Aşırı ve kuvvetli yağış, kuvvetli rüzgar ve fırtınanın oluşturabileceği olumsuzluklara karşı (sel, su baskını, yıldırım düşmesi, çatı uçması, ulaşımda aksamalar) ilgililer ve vatandaşlar dikkatli, tedbirli olmalı!” Yine klasikleşen “Yer yer etkili olan yağmura, bazı vatandaşlar hazırlıksız yakalandı” ifadesini de daha çok duyacağız. Duymak yetmez; önlem almamız gerekiyor. Yoksa benim gibi soğuk algınlığına yakalanıp ortalıkta sümüklü bir halde dolanabilirsiniz. Vatandaşınki bir yana, yerel yönetimlerin sorumluluğu daha büyük.
Peki bir belediye başkanı ne yapabilir? Allah göstermesin ama eğer ben bir belediye başkanı olsaydım suyla ve karla mücadele için önce çöp kamyonlarını çok amaçlı iş görecek şekilde satın alırdım. Örneğin, kar yağınca çöp toplanamadığı için o kamyonlarla yol açar, elemanlarına kar kürettirirdim. Artan şehir selleriyle baş edebilmek için de yağmur mazgallarını ve kanalizasyon bacalarını adam ederdim. Yağmur suyunun kanalizasyona akmasını amaçlayan yağmur suyu ızgaralarına suyun gelebilmesi için de yollara yanlara doğru eğim verdirirdim. İki adım çöp taşımaktan aciz yurdum insanlarının potansiyel çöp kutusu gözüyle baktığı yağmur kanallarını düzenli olarak temizletirdim.
SUBASMAN NEDİR BİLİYOR MUSUNUZ
Yağış, sel uyarısı geldiğinde ihtiyacı olanın alıp kullanması için şehrin değişik noktalarına kum torbası hazırlama yerleri kurar, el aleme de bir güzel rezil olurdum! Bu önerimi duyanlar genellikle “hocam bizi rezil edeceksin” tepkisini gösteriyor da... Sanki su basan işyeleri ve evler bizi hiç rezil etmiyor! Aslında giriş ve bodrum katlarına, içine lağım dahil her türlü pisliğin karıştığı suların girmesine seyirci kalmak ve sonra da o suları nasıl boşaltırız, binayı nasıl temizleriz diye uğraşmak bir delilik! Halbuki naylon örtülerin üzerine konulan, kuralına uygun hazırlanmış kum torbalarıyla bu pis suların binalara girerek her şeye zarar vermesi büyük ölçüde engellenebilir. Yeter ki ezberimizi bozup modern dünyada bu konuda ne yapılıyor diye kafamızı kaldırıp şöyle bir bakalım.
Aslında binaların su basman seviyesi doğru belirlense kum torbasına da, binaları havuza çeviren pis suyun boşaltılmasına da hiç ihtiyaç olmayacak. Ülkemizde suyun basması ile hiç bir ilgisi olmayan subasman kotunu, sel suyuyla ilişkilendirebilsek önemli bir iş yapmış oluruz. Fransızca yazılışı “soubassement” olan kelimenin, telaffuzunun yarattığı çağrışımların aksine, su basması-basmaması ile hiçbir ilgisi yok. Maalesef olay tamamen ses benzerliğinden ve bir yanılgıdan ibaret. Bu nedenle ve çok tuhaf bir şekilde, ülkemizde elverişsiz arazilerde inşa edilmiş binalarda subasman (binaya giriş) kotunu daima su basar!
Özellikle ülkemizde şu suyun bastığı subasman seviyesi yanlışını imar planlarıyla düzeltmezsek, selle mücadelede farklı sonuçlar beklememiz bir delilik olur. Çünkü Albert Einstein’a göre; “Delilik: Aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek”miş!..
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2011
Yıllardır sellerle mücadele için bu ülkede harcanan para ve emeğin haddi hesabı yok. Sonuç ortada; ülkemizin hiç bir yerinde alınan önlemler işe yaramıyor. Neden acaba? Bunun nedeni sakın etiketi enseyi rahatsız ettiği için benim gibi atletini ters giyenler olmasın! Çünkü gerek Türkiye Türklerinde, gerek dış Türklerde yağmur duası törenlerinde elbisenin ters giyilmesi çok yaygın bir uygulamadır. Bunun sebebi, kuraklığın tersine dönmesini sağamak; yani bol yağış. Ülkemiz şehirlerinin muhteşem alt yapısı ve mükemmel şehirleşme uygulamalarımıza rağmen yağışlar, selle sonuçlanıyor! Yani bugünden tezi yok elbiselerin ters giyilmesi hemen yasaklanmalı!
Ya da sellerin ve sel erken uyarı sisteminin çalışmamasının nedeni, sevgili öğretmenlerimizin bize ilkokuldan beri öğrettiği gibi; “Ormanlık yerlere, ormansız yerlerden daha çok yağmur düşer. Çünkü ormanlar yağmur bulutlarını çeker, bol yağışa sebep olur. Yalnız yağışa sebep olmakla kalmaz, yağan yağmurların sel haline gelmesini de engeller” olmasın! Maalesef işte gördüğünüz gibi Doğu Karadeniz’deki ağaçlar bu konuda biraz beceriksiz çıktı; bol yağışa neden oluyorlar ama neden oldukları yağmurların sel haline gelmesini engelleyemiyorlar! Tez elden onları da baltadan geçirmeli!
AKARSU YAZILIMIYLA ŞEHİR SELİ TAHMİNİ!
Sellere neden olan yağışların, erken uyarı yapılamamasının nedeni bunlardır, diyorsanız hiçbir cevabım yok; çünkü (bana göre, yanlış da olsa) inançlar tartışılmaz. “Yok canım” deyip güya bilimsel bir açıklama getirerek şimdiye kadar yapılan yanlışları savunmaya kalkarsanız işte o zaman bu ülkeye daha büyük kötülük yapıyorsunuz demektir. Çünkü elbisenizi ters giymenizin ve ağaçlara güya yağmur yağdırtmanızın kimseye bir zararı yok! Ama yıllardır sonuçları ortada olan, bir işe yaramaz uygulamalarla hem ülkeyi oyalayıp birçok can ve mal kaybına neden oluyorsunuz, hem de ülkeyi alınan yüksek miktarlardaki kredilerle borça sokuyorsunuz.
Böylece “sel tahmini yapılır ağbi” diye Ankara’da kamu kurumlarının kapısında yatan çantacılardan bu ülke çok çekti ve çekmeye de devam edecek gibi. Bunlar aynı zamanda tüm sellere “taşkın” diyen cahillerdir. Çantalarında sadece nehirlerde meydana gelen bir sel türü olan taşkınlara yönelik çözüm önerileri vardır. Oluşum yerlerine göre 5 çeşit olan sellerin günümüzdeki en yaygını kuru vadi ve şehir selleridir. Buna karşın bazı şaşkınlar akarsular için hazırlanmış bilgisayar programlarıyla her türlü seli tahmin etmeye çalışıyor! Ülkeyi sel tahmini için yurtdışından alınan bilgisayar programlarının mezarlığına çevirdiler. Bilgisayar programları, diğer bir deyişle bilgisayar modellerinin marifeti sizin ona verdiğiniz bilginin doğruluğu ve yeterliliğine bağlıdır.
BAS PARALARI LEYLA’YA
Türkiye’nin daha havasından, suyundan bile doğru dürüst haberi yok! Meteoroloji istasyonlarımız şehirlerde, ama yağış dağlarda. Bir sürü eksiğimiz var!.. Sonuçta bilgisayar modellerine çöp bilgiler koyup, modellerinden çöp sonuçlar alıyoruz. Olayı bir bütün olarak ele almayıp her yönü ile çözmediğimiz takdirde “bas bas paraları Leyla’ya” şarkısındaki gibi parımızı, zamanımızı ve insanlarımızı boşa harcamaya devam edeceğiz...
Bu durumda benim nacizane önerim Doç. Dr. Orhan Acıpayamlı’nın yaptığı çalışmayı selleri önlemede kullanmaktır! Çok kolay; Türkiye’de yağmur yağması için halkın yaptığı şeylerin tersini yapacağız. Yani şunlar yapılmasın bir bakalım: “Kum, çakıl ve taşa dua okuma, At kafasına dua yazma, Kırk boğumlu asma çubuğunun gözlerine dua okuma, Çakıl, taş kum ve nohut toplama, Kepçecik bebekler hazırlama, Suya kavrulmuş tuz atma, Birden fazla karılı kimselerin ayakkabılarını ıslatma, Yeni evlileri suya atma, Suya tabut atma, kaplumbağa ıslatma...”
Haydi bakalım denemesi bedava!
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2011
Hep duyarız; terör sadece bir kurumun ya da tek başına devletin çözebileceği bir şey değildir. Herkes taşın altına elini koysun, falan, filan... İşte elimi taşın altına koyuyor ve afet yönetim uzmanı olarak terörün bir de afet olarak düşünülmesini tavsiye ediyorum. Afet, en kısa şekliyle, yerel imkanlarla baş edilemeyen can, mal ve iş kaybına neden olan olayların sonucu şeklinde tanımlanabilir. Bu tanıma göre terör de bir afettir. Depremden tek farkı, doğa olayları tarafından değil de insan tarafından yapılıyor olmasıdır. Ama Türkiye’de terör bir afet olarak görülmez ve ele alınmaz. Zaten, 1959 yılında yayımlanan 7269 sayılı kanunun birinci maddesinde yazılı beş afetten başka hiçbir şey de ülkemizde afet filan sayılmıyor. Örneğin, o kanuna göre ülkemizde resmen kuraklık bile afet değil!..
PASTANIN YEDİ DİLİMİ
“Teröre afet gözüyle baksak ve afet yönetim mantığıyla çözmeye kalksak ne değişir” diye sorabilirsiniz. Afet yönetimi tabiki bir tılsım değil ama olaya bir sistem dahilinde bakmamıza, nerede eksik ya da yanlış yaptığımızı görmemize yardımcı olabilir. Bu tür problemlerin çözümünde olaya bir bütün olarak bakılmadığı zaman başarılı olmak mümkün değildir zaten. Bunu bir otomobil tekerleğine benzediyorum. Nasıl ki teker bir bütün halinde olmaz ve bir bütün halinde hareket etmezse o otomobil hareket etmez ve hiç bir yere gidemez ise terör, deprem gibi afetler de sadece müdahale ile çözülemez.
Otomobil tekerini pasta gibi yedi dilim halinde düşünelim. Bu dilimin ilki ve en büyüğüne afet yönetiminde risk azaltma denir. Hazırlık, tahmin ve erken uyarı, etki ve ihtiyaç analizi, müdahale, iyileştirmeyle birlikte yeniden yapılandırma ise konunun bütününü oluşturan diğer dilimlerdir. Türkiye’de deprem, afetler gibi terör için de sadece ve daha çok müdahale öne çıkıyor. Yani, sadece müdahale ile bu tekerlek döndürülmeye çalışılıyor. Her afette olduğu gibi terörle mücadele için de bu doğru bir uygulama değildir...
TERÖR VERİLERİNİN ANALİZİ YAPILIYOR MU
Terör riskinin risk azaltması için devletin öncelikle ve mutlaka tehlikeyi çok iyi bir şekilde analiz etmesi gerekir. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı, kendinden beklenenin aksine ve maalesef yurtdışına yapılan yardımları koordine eden sosyal bir kurum haline geldi. Peki Türkiye’de hangi teknik kurum terör afetinin tüm özelliklerine ait veri tabanını tutuyor, bu verilerin analizlerini yabıyor ve Coğrafi Bilgi Sistemi ile tek tek ve bütünleşik olarak haritalarını hazırlıyor? El cevap; hiç bir kurum! Tehlike analizi uzmanlık isteyen bir iştir. Bu işi polis ya da jandarma tek başına yapamaz. Tehlike analizinden sonra sıra iş riskin değerlendirilmesine gelir. Ülkemizin her noktasında belirlenen terör tehlikesinin o noktalarda olma ihtimali, etkileyeceği insan, kritik tesislerle birlikte buna karşı hazırlıkların ve savunmsızlığın doğru belirlenmesi gerekir.
ABD ÖRNEĞİNDEN DERS ALINABİLİR
Bütün bu analizlerinin amacı aslında bir çeşit durum tespiti yapmaktır. Fakat, sadece durumu tespit etmek ve malumu ilan etmekle yetinemeyiz. Ama çözüm için mevcut durumun doğru teşhis edilmesi olmazsa olmaz bir şarttır. Bu noktadan itibaren terör riskinin yönetilebilir bir seviyeye indirmek gibi afet yönetiminin en önemli çalışmalarının devreye girmesi gerekir. Mutlaka risk tolere edilebilir bir seviyeye indirilmeli; yoksa “hele bir olsun hallediriz ağbi” mantığı ile çözülemez, çözülemiyor. Afet yönetiminde riski azaltmak için ilk düşünülen şey tehlikenin oluşmasını önlemektir. Örneğin, depremde fay hattının kırılmasını engeleyemeyiz ama insanların eline silah almasının mümkün olduğunca engellenmesi gerekir. Bundan sonra da eline silah alandan sakınmak, sonra da önleyemediğimiz ve sakınamadığımız terör riski ortaya çıktığında ondan en az zararı görecek şekilde gerekli hazırlıkları sistematik bir şekilde yapmak gerekir...
ABD, 11 Eylül saldırılarından sonra ülke genelinde halkı organize etmek dahil olmak üzere terör riskini yönetmek için bir çok afet yönetimi önlemini yürürlüğe koydu. Türkiye’de ise genellikle yaptığı işin ehli olmadığının farkında bile olmayan bürokrasiye bütün bunları anlatmak ve ezberlerini bozmak imkansız değilse bile mümkün değildir!..
Yazının Devamını Oku