Dizi konularının seçiminde, neredeyse “moda” diye tanımlayabileceğimiz, tuhaf ve manasız bir “benzerlik” ortaya çıkıyor son yıllarda. Bir dizi tuttu mu, dizinin temposu, rejisi, hikayedeki matematiğinden çok konusuna (ya da odaklandığı temaya) bakılıyor ve asıl nedenin bu olduğuna inanılıyor sürekli olarak “zar atılan” dizi sektöründe. Örneğin, Paramparça gibi tüm reyting dengeleri değiştiren bir dizinin başarısının “kaybedilen ve bulunan” ebeveynlerde sanıldığından olacak, bu minvalde bir sürü dizi ekranlara sürüldü geçen yılın ikinci yarısında. Annesini, babasını bilmeyen, yitiren, tekrar bulan, yanında olsa da kabul edemeyen kahramanlarla dolu bir sürü dizi ekranda şansını denedi ve tahmin edileceği üzere, çoğunlukla da çuvalladı. Neticede görsel bir iş sunuyorsunuz izleyiciye, hikaye ile sadece ilgisini çekebilirsiniz. Asıl hüner görsel işin ustalığında, rejisinde, temposunda.
Yaz’ın Öyküsü de, konu itibariyle böyle bir temayı esas alan, işin sosyolojik boyutunu derinleştirerek, “yetimhane” gerçeği ile hikayesini zenginleştiren, çok ümitvar bir yerden işe başladı. Reytingler, beklentileri karşılamaktan uzak kaldı, 3-4 bandında sıkışıp kaldı dizi. Özellikle iki hususta aksıyor Yaz’ın Öyküsü. İlk olarak, oyuncu seçiminde ciddî hatalar var ve ilaveten, pek de iyi çekilmiyor! İsimleri konuşmanın pek bir faydası yok ama, diziyi izlemeye başlar başlamaz, hangi oyuncuların “sahici”, hangilerinin ise “karikatür” kaldıklarını hemen fark ediyorsunuz. Yetimhanede büyüyen dört yakın arkadaşın ne konuşmalarında, ne kıyafetlerinde, ne de hâl ve tavırlarında o sosyal dünyadan bir iz var. Neredeyse, orta sınıfa mensup gençlermiş gibi görünüyor ekranda dört kafadar. Bu mesele sadece bu dizide değil, bir çok başka dizide de temel bir arıza olarak hemen göze çarpıyor. Zenginler âlemini ve şaşaayı anlatmayı pek iyi beceren yönetmenlerimiz, konu varoşa, ya da yoksulların dünyasına geldi hiç de başarılı olamıyor, alenen çuvallıyorlar. Belli ki, oyuncuların, senaristlerin, yönetmenlerin acilen bir “sosyal dünya” eğitiminden geçmesi gerekiyor. Hemen hatırlayalım, benzer bir durum, yine hiç de fena olmayan bir hikayeyi anlatmaya çalışan Serçe Sarayı’nda ortaya çıkmış, kanalını hüsrana uğratmıştı. Ne o mahalle izleyicinin zihninde kurulabilmiş, ne de mahallenin karakterleri “sahici” kahramanlara dönüşebilmişti.
Ne yazık ki aynı durum, Yaz’ın Öyküsü için de geçerli. Örneğin, TV’de talk-şov yapan esas kızımızın ünlü bir TV şahsiyeti olduğunu öğreniyoruz ama, bu kadının TV ile ilintili, magazinel dünyası silik bir anlatımla geçiştiriliyor. Yine, deri ceketli, motorcu, part-time rock şarkıcısı ve tüm bunlara ilaveten, bir aksesuar gibi kimliğine eklenen “tıp doktorluğu” ile erkek kahramanımız tuhaf bir bulamaça dönüşüyor. Pek bir tatlı, pek bir hanımefendi, müşfik, üstüne üstlük selis bir İstanbul Türkçesiyle konuşan genç annemizin annesi neden o kadar hain, gaddar ve içten pazarlıklı olabiliyor? Yetmiyor, kaşlarını çatmaktan başka bir iş yapmayan bu kadın, daha da berbat algılansın diye olacak, “uydurma” bir “varoş” aksanıyla konuşuyor. Dizinin görsel dili ve yapısı da çok sorunlu. Kalabalık sahneler, aksiyon durumları doğru düzgün çekilemiyor; oyuncuların bir kısmı gerçekten acemi, örneğin baş roldeki genç kızımızın suratında sadece bir ifade var, her durumda onu kullanıyor ve tabii ki “ifadesiz” kalıyor.
Gelelim ikinci hususa, yani hikayenin klişelere dayanmasına ya da kurban edilmesine. Tabii ki ilk klişe arızası, yetimhane ve mensuplarına dair anlatılarda öne çıkıyor. Atarlı ama melek gibi iyi kalpli kızımızın en yakın arkadaşı hasetten çatlayan, kıskanç bir “kanki” olarak hikaye ediliyor. Zaten, yetimhanedekilerin kafaları karmakarışık, bakıyorsunuz sanki bir “melaike”, bir sahne sonra basbayağı bir “hırsız”. Kıza âşık genç babalanıyor, “vururum seni, başkasına yar etmem!” diye silaha sarılıyor, sonra ne olursa oluyor, nedamet getiriyor, hatalarını hemencecik kabul edip, sevgiliye çiçekle erişmeye çalışıyor. “Kötü anne” klişesi tavan yapıyor, Yaz’ın anne ve babasının anneleri şeytanî kişiliklere sahip. Kötü anne klişesinin hemen yamacına, bu sefer kötü arkadaş (tabii ki yoksullar âleminden) klişesi eklemleniyor. Varolan “sevgililer” de bir âlem! Esas oğlanın sevgilisi (Selin), ilk başta sakin, rahat, kompleksiz bir kadın olarak resmedilmişken, zamanla kötücülleşiyor, arkadan iş çeviren birine dönüşüyor. Harika biri olarak sunulan erkek sevgilinin (Tunç) de arızaları (babası ve kardeşiyle ilişkisi) yavaş yavaş görünür hâle geliyor. Ezcümle: hikaye, sanki yaratıcı olmaktan çok, hangi klişeleri hangi aşamada devreye sokarak ilginçleşebilir mantığıyla gelişiyor ve ne yazık ki, pek de inandırıcı olamıyor.
Sanırım esas sorun, yaz dizilerinin (genel olarak, çalışmayan bir çok dizinin de) hedeflediği izleyicisini pek de “tanımadan” (daha önceden iş yapan dizilerden ilham alarak) yapılmasıyla alakalı olabilir. Yaz dizilerinde “mevsimsel” ekstralar oluyor mönüde. AB grubu tatile gittiyse, biz de evlerinde kalanlar için dizimizi yaparız. Onlara kısa şortlu zengin kızlar, kafası karışık varoş kahramanlar, tuhaf anababalar, plajlar, havuzlar, akşamüstü günbatımları, suya tirit konular ve klişeler manzumesi sunarız. Aklımızda bir Nasrettin Hoca sorusu. Ya tutarsa? Yaz dizilerinden ne yoğurt oluyor, ne de ayran! Yetimhanedekilerin cacık da sevebileceğini anlayacaklar mı dersiniz?
Bu yaz özellikle dikkat çeken, tutarsa bir çok benzerini diğer anaakım kanallarda da göreceğimizi tahmin ettiğim tür, “sırlı-anlatılar” olarak tarif edilebilir. Yurtdışında ciddî miktarda seveni olan ve kısaca “mystery” denen bu türe şimdilik “sırlı-anlatılar” (“gizemli” de olabilir) diyebiliriz. Biraz da bilimkurguyla karışık olan bir versiyonunu “alacakaranlık kuşağı”ndan kolayca hatırlayacağınız bu türün çok daha iyi bildiğimiz akraba-türü polisiyeler ve o cenahtan iyi biliyoruz ki bizde pek çalışmıyor polisiyeler. Tabii ki, yıllarca süren bir Arka Sokaklar gerçeği var ama, o da olabilecek en az çetrefil hikayeler ve “mutlu sonlar” gibi hediyelerle yakalıyordu izleyicisini. Bu arada, STV’de gösterilen (Sırlar Dünyası gibi), hikayelerini menkıbelerden devşiren, din ve ahlak dersleriyle mücehhez, içinde “ak sakallı” dedelerin, fakir evlerinde birdenbire dolan tencereler gibi küçük “mucizelerin” olduğu dizileri de aynı kategoride düşünebiliriz. Yine de, özellikle yeni profilin de “beğenilerini” ve “tercihlerini” düşününce, karmaşık hikayeleri olan, ancak iyice odaklanarak olay örgüsünün takip edilebildiği, anlaşılması zor karakterleri olan dizilerin Türkiye ekranında çok da şansı olduğunu iddia edemeyiz.
Yine de, iki anaakım kanal bu türde bir deneme yapmaya karar vermişler belli ki. Biri “özgün” (Kanal D’deki Güneşin Kızları), diğeri “uyarlama” (Star’daki Tatlı Küçük Yalancılar) olan bu dizilerin akıbetini gerçekten merak ediyorum. Uyarlamasını bir kenara bırakıp, reytinglerde daha ümit veren “yerlisine” (Güneşin Kızları) daha yakından bakabiliriz bu minvalde. Yine Kanal D’de yayınlanan ve yine, bir yaz sezonunda başlayan, üstelik başrollerinden birini Emre Kınay’ın oynadığı Güneşi Beklerken ile isim benzerliği var Güneşin Kızları’nın. Ana hikayesindeki sırların kapsamı bağlamında ciddî farklılıklar gösterse de, hem genç karakterlerin, hem de büyüklerin paralel anlatısını öne çıkararak Güneşi Beklerken’in kullandığı formülden pek de uzaklaşmıyor. Ama bu sefer, Emre Kınay tarafından canlandırılan ve yaş olarak büyük olan erkek kahramanının etrafında şekillenmeye başlıyor hemen her şey. Sırlarla dolu ve oldukça tekinsiz biri olarak ekrana geliyor bu kahraman. Tam olarak anlamıyoruz ama, belli ki kolayca hiddetlenebilen, fiziksel şiddet uygulamaktan geri durmayan, geçmişinden pişmanlık duysa da tam olarak kurtulamayan, sürekli olarak kibar bir dille konuşmasına, yeni evlendiği karısı Güneş’e her daim mültefit olmasına rağmen, kendini kontrol edemeyen, patlamaya hazır bir yanardağ izlenimi veriyor Haluk.
Sezonun dizileri “final” ya da “sezon finali” yaptığına; bu yılın en parlak işi olan Survivor da son demlerinde olduğuna göre geçtiğimiz TV sezonunu değerlendirmenin tam vaktidir. Öncelikle, olağandışı, reytingler ve kanal profilleri açısından sürprizli, denemeli-yanılmalı, taşların yerinden oynadığı bir yıl olduğunun altını çizmeliyiz. Yeni izleyici panelinin, yeni sosyolojik profilin neticeleri sadece izlenme oranlarını değiştirmedi; kanalların kafasını karıştırdı, panikletti, izleyici ile buluşmak için olmadık çarelere (onlarca dizi ve şovun ekrana sürülüp, battığı) yöneltti. Seçimden sonra nasıl kaybedenler, kazananlar değerlendirmesi yapılıyorsa, kanallar açısından da benzer bir analoji kurulabilir.
Öncelikle kazananlara bakmamız gerekiyor. Bu cenahta hemen öne çıkan kanal tabii ki Fox TV oldu. Bakmayın şu son üç ayda Survivor’un reytingleri silip süpürmesine, “dengeli” bir yayıncılık açısından değerlendiriliğinde Fox’un geçen sezonu çok iyi yönettiğini, özellikle dizileriyle yeni izleyici profilini çok iyi yakaladığını söylememiz gerekiyor. Hikayeyi lastik gibi uzatma maharetiyle öne çıkan, Brezilya dizileri tadında, pek de parlak olmayan, bağırtılı, ağlamalı, abartılı bir oyunculukla ekrana süren bu anlayışı beğenmesem de, başarısını teslim etmek zorundayım. Kısaca özetlenirse, eski panelin C grubuna hitap eden bir anlayışın yeni panelde AB’ye taşındığının bir kanıtı gibiydi Fox’un başarısı. Şunu da belirtelim, kanal bu sosyolojik izdüşümün üstüne yatmadı; aksine, hem elindeki işleri daha “rafine” bir hâle getirmeye çalıştı, hem de Aşk Yeniden (“romantik” ve ilaveten, “karadeniz” komedisi) gibi çok parlak bir işle, eski AB grubunun da beğeneceği türden bir diziyle kanalın imajını daha yukarda konumlandırdı. Dengeli, gündüz kuşağını da kapsayan yayıncılık açısından en büyük kaybı ise, kanalın “reality şov” eksiğini kapatan Esra Erol’u kaybetmesi oldu.
Reality şov deyince, bu yılın diğer kazanan kanalı TV8’den ve özellikle Survivor’ın başarısından söz etmemek olmaz. Tüm güne yayılabilen, farklı tadlar sunan, dengeli bir mönüye sahip anaakım TV kanalı anlamında söylüyorum, TV8’in başarısı henüz “tamamlanmamış” bir zafer. Son üç ayki izlenme oranları, birincilikteki çok sağlam yeriyle şüphe yok, çok “başarılı” bir kanal olarak öne çıktı, ama sadece, evet sadece, reality şovlarıyla. O Ses Türkiye ve özellikle, Survivor ile farkını koyan ama dizilerle desteklenemeyen bir yapısı var bu kanalın. Sorun, kanalın imajında düğümleniyor. Acun Ilıcalı ile özdeşleşen “reality şov” algısı, Ilıcalı’nın başarılı olan reality’lerde her daim ekranda olmasıyla kanalın imajını hem güçlendiriyor, hem de zayıflatıyor! Patronun ekranda bizzat göründüğü bir kanal bu. Patron da “dizici” olmadığından, reality şovlarla özdeşleştiğinden kanal da otomatik olarak “tematik” (tek-odaklı) olarak algılanıyor. İlk yayın yılını henüz tamamlamış bir kanalın başarısını asla küçümsemiyorum ama, “algı” analmında ciddî sorunları var TV8’in. Ayrıca, reality şov formatının önemli bir zayıflığına dikkat çekmemiz gerekiyor. Eğer “dizileşmez” ise, katılanlar dizi kahramanları gibi ilginçleşmezse, çok sıkıcı olabilir reality şovlar. Survivor All Star’ın başarısının sebebi, önceki Survivor’lara gönderme yapabilen yarışmacı-kahramanlarda aranmalı. Fakat bu olgu, ancak bir kez olabilir. Gelecek yıl, bir benzerini yapılsa bile aynı ilgiyi sağlamasının zor olacağını düşünüyorum. Umarım beni yanıltır TV8, çünkü reality şovları çok önemsiyor, dizilere alternatif bir format olarak mutlaka bulunması gerektiğini düşünüyorum.
Kaybedenlere gelirsek: Öncelikle ATV ve Show. Her ikisinin de farklı nedenlerle de olsa ortak bir derdi oldu izleyicisi için. Hedef kitlesiyle örtüşemedi, imaj ve algı sorunu yaşandı. Zaten, o esnada yükselen iki yeni kanal (Fox ve TV8) da olduğundan kanal eksikliği de hissedilmedi, yeni kanallara kolayca yönlendi izleyiciler. Gelelim geçen sezonun asıl kaybedenine, Kanal D’ye. Yılların bir numarası, hedef kitlesini AB ile özdeşleştiren bu kanalın ani düşüşü binbir manevraya rağmen bir türlü önlenemedi. En cerbezeli oyuncularla bezenen diziler, şaşaalı tanıtımlar fayda etmedi, bir türlü yukarı çıkmadı reytingler. Çok temel bir nedeni vardı hâlbuki düşüşün. Bir türlü kabul etmek istemiyordu kanal yönetimi yeni profili, yükselmekte olan beklentiyi, “zevki”. Daha “yerlileşen”, daha doğrusu basbayağı “mahallî” bir nitelik kazanan yeni profilin zevkine mesela bir “İtalyan işiyle” (Şeref Meselesi) cevap verilmeye çalışıldı. Pizzalar tabii ki elde kaldı, vatandaş karadeniz pidesiyle (Aşk Yeniden gibi) her neviden lahmacunu (Karagül’den Kaderimin Yazıldığı Güne kadar) çoktan tercih etmişti. İşi hâlen zor Kanal D’nin ama, gelecek sezonun en agresif oyuncusu olacağını, tahtı için müthiş bir mücadeleye gireceğini söylemek için de müneccim olmaya gerek yok.
Sezonun patinaj yapan, kaybetmekle-kazanmak arasında gidip gelen kanalı ise şüphesiz Star’dı. Yeni panelin kaçınılmaz sillerini yedikten sonra (bir önceki sezondan miras kalan Kurt Seyit, bu sezonun ağır mağlubiyeti Serçe Sarayı gibi) sonra daha pragmatik, küçük taktik hamlelerle gitmeyi tercih eden, Fox modeline, Kanal D gibi kendine kapatmayan, reality şov kanadında da hamleler yapan ilginç bir kanal olarak öne çıktı. Ve tabii ki, sezonun en flaş işi olduğunu düşündüğüm, Paramparça (temposu ve hikayesindeki kıvraklıkla öne çıkan) ile aslında “oyun-değiştirebilen” bir oyuncu olduğunu da gösterdi. Ne yazık ki, senaryo ekibinin ışıltılı hikayesi bir süre sonra azaldı ve dizinin de olağanüstü (12’lerde gezinen) reytingleri. Yine de, gelecek sezonun en hit işi olmaya aday bir dizi Paramparça, yeter ki doğru dürüst yazılabilsin. Ayrıca, Güzel Köylü ile mahalle komedisine alternatif “modern köy” komedisinin pekâlâ mümkün olabileceğimi ispat etti Star. Öyle ki, şu sıra Kanal D’de başlayan Kalbim Ege’de kaldı, basbayağı bir Güzel Köylü replikası olarak arzı endam etti. Yaz dizisi olarak gelen ama kalıcı olacağının sinyallerini şimdiden veren Kiralık Aşk’ın Aşk Yeniden’e ciddî rakip olabileceği aşikâr.
Peki, bundan sonrası nasıl gelişecek, gelecek sezon nasıl olacak derseniz, herşeyin bu panelin muhafaza edilip edilmeyeceğinde saklı olduğunu söyeleyerek işe başlayabilirim. Çünkü bu panelin nasıl olacağının tarifi, iki-üç yıl kadar önce, “siyaseten” belirlenmişti ve belki de yeni siyasal yapılanma (örneğin bir koalisyon hükümeti) panel modelini baştan aşağı değiştirebilir ya da devlet elini reyting ölçme işinden çekebilir! Ama herşey aynı şekilde devam edecek, reklamverenler bu panelin kültürel “zevkine” bakarak reklam vermeye devam edecekse, gelecek sezon da benzer diziler ve şovlarla yaşamaya devam ederiz. Aynı kanal sıralamasıyla mı? İşte, o konuda ciddî şüphelerim var! Çünkü savaş aynı zamanda reality şovlar ile diziler arasında sürüyor ve burada en önemli unsur TV8’in Survivor benzeri bir başarıyı tekrar yakalayıp yakalayamamasında. Ayrıca, Fox’un başarısını iyi analiz etmiş bir Star ve tekrar eski yerine dönme iştahında Kanal D de var. Gelecek sezon, kanallar arasındaki savaş daha da sert olacak, bundan hiç şüphem yok!
Sokaktaki insanı ekrana taşımak, hele bir de doğru bir şekilde, “yerelleştirildi” ise onların ekrandaki hâllerini gözlemlemek oldukça öğretici bir süreç. Tabii ki “doğal” hâllerinde olmuyor bu “gösterilere” çıkanlar, aksine bir rol oynarmışçasına, performatif bir şekilde, kendilerini “oynuyor”, kafalarındaki “normal” ne ise ekrandan üstümüze boca ediyorlar. Gündelik siyasetin, ideolojinin, demokrasi ve faşizmin en “doğal” hâliyle ekrana geldiği müthiş bir format reality şovlar. Burada tek koşul var, o da işin hakkıyla yapılması, “yerlileşmesi”, hakikilik, inandırıcılık sorunları olmaması. Yemekteyiz’in inanılmaz reyting başarısından sonra ekranları kaplayan en önemli program türlerinden biri yemek şovları oldu. Bu noktada hemen şu ayrımın da altını çizmeliyiz. Sözünü ettiğimiz şovlar ile “kadın programları”ndaki, aşçılar tarafından anlatılan yemek tariflerini karıştırmamak gerekiyor. Reality şov temelli yemek programlarında “ben bu işi bilirim” iddiasıyla programa katılan yarışmacılar ve bu ürettikleri “hakikatın” (sadece yemek değil tabii ki, aynı zamanda ekrandaki hâl ve davranışları) çeşitli yöntemlerle test edilmesi (ölçülmesi) yatıyor.
Yemekteyiz, yapısal olarak BBG (Biri Bizi Gözetliyor) gibiydi, yarışmacılar birbirlerinin ürünlerini (yemekleri) oyluyor (ölçüyor), izleyiciler de yarışmacıların performanlarını (ekran kişiliklerini) SMS’ler yoluyla değerlendiriyordu. İlginçtir, bu tip reality şovlar hızla popülerliklerini kaybetti, çünkü hem ekrandaki gurup çok sıkıcı olabiliyordu, hem de birbirlerini “değerlendirmekten” çok yok etmekten başka dertleri pek olmuyordu. Yemekteyiz ve benzerlerinin son versiyonlarında gerçekten içler acısı bir “ekran hakikatı” ortaya çıkmaya başlamıştı. Herkes birbirine verilebilecek en düşük puanı veriyor ve aralarından birisi, daha iyi yemek yaptığından değil de, daha “kulisçi” (daha “sinsi”, daha “oyunbaz”, daha “üçkağıtçı”—şovun sonunda kaybedenlerin kazananlara dair intibaları!) olduğundan bir puan daha fazla alıyor ve yarışmayı kazanıyordu. Tükenmeye mahkûm bu sistemin çözümü olarak “jüri” sistemi gündeme geldi, sokaktakinin birbirlerine olan saldırısına son vermek için otoriteye, zabıtaya, jüriye ihtiyaç yok muydu? Vardı ve en belalısından bulundu bir adet zaten. Masterchef Türkiye uyarlamasının “belalı-şefi” Batuhan Piatti olmuştu ama, her şeyin de bir sınırı vardı, eleştiriler de ayar kaçınca şov da ekran çöplüğünde kayboldu, gitti.Şimdilerde TV8’de gösterilen Ver Fırına’nın iyi formüle edilmiş ve de iyi “yerelleştirilmiş” bir yemek şovu olduğunu, zamanla Yemekteyiz’in tahtını zorlayabileceğini düşünüyorum. Bunun da en önemli nedeni, jüri ve sunucunun çok iyi seçilmesinde düğümleniyor. Çünkü adayların Yemekteyiz’e katılanlar pek bir farkı yok. Çoğunun egoları patlamış vaziyette, jüriyi dinler gibi de yapsalar aslında içten içe bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Zaten izleyici için asıl merak unsuru kamera arkasındaki hezeyanları, birbirlerini suçlamaları, süper komplo iddiaları vesaire. Jüri ise, Masterchef’in aksine çok daha eğlenceli, ironik bir yerden yaklaşıyor yarışmacılara ve ekran başındakinin şüphesini taşımaya devam ediyor. Nasıl mı? Katılanların iddiasını (iyi bir şef olmak) ciddiye bile almıyor, hatta onların bir şeyler öğrenebilecei konunda bile kuşkulular. Jürinin derdi, ekran başındakilere bir şeyler öğretmek. Bu nedenle de, Arda Türkmen ile Emel Başdoğan özellikle yarışmacıların beceremediği yerlerde iyi yemek pişirmenin püf noktalarını açıklıyorlar. Zaten, ekran arkası görüntülerinde, yarışmacıların hatalarını açıklamalarına rağmen ekran önünde çok daha suskun kalmayı tercih ediyorlar. Batuhan’ın sinirden yanakları kızarmış halde, elini sallıyarak bir şeyler bağırdığı durumlardan eser bile yok bu şovda, aksine basbayağı “kafa bulma” seansları icra ediyor Arda ile Emel. Örneğin, bir yarışmacıya bir yemeğin nasıl yapılması gerektiğini anlatıyorlar ama, adayımız o konuya öylesine hâkim ki, kafa sallasa da belli ki onları kale bile almıyor. Bunun üzerine, Emel Hanım elinde tuttuğu bir demet taze soğana, partneri Arda’yla beraber püf noktalarını anlatmaya başlıyor, daha sonra da soğan’a baş eğdirerek, peki efendim dedirterek kameradan uzaklaşıyor.Aslında, yerelleşmeden “yerlileşmeye” gidildiğini kanıtlayan tam da böyle tutumlar. Arda ile Emel, ekran başındakilerle denk bir bakış açısından şef adayları ile “eğlenirken”, “soğuk-nevale-pek-de-bilmiş” sunucular dönemine son veren Burcu Esmersoy, sunucudan çok, yaşı az biraz kemale ermiş de olsa, bir türlü büyüyememiş bir ergen edasıyla yemek yapanlar arasında dolaşıyor, yemeklerin tadına bakıyor. Aslında, Emel-Arda-Burcu ekibi programı “yumuşatmasa”, yarışmacıları durdurmasalar stüdyoda kıyamet kopması işten bile değil. Çünkü özellikle ekran arkasında ama bazen de ekran önünde birbirlerine sürekli olarak laf sokuşturmadan edemiyorlar. Yarışmanın yemek tarafında ise işler öyle “mahalli” kalıyor ki, bizim şeflerin ancak bolkepçe lokantalarında iş yapabilecek bir zihniyette oldukları kolayca anlaşılıyor. Bir örnek isterseniz etin pişirilme derecesinden işe başlayabiliriz. Bildiğiniz üzere, belki de hijyenik nedenlerle, bu ülkede etlerin çok pişirilmesi, bu nedenle lezzetini kaybetmesi adettendir. Ama, uluslararası mutfaklarda etler asla bu kerte pişirilmez, içlerinin az pişmesi, biraz kanlı kalması tercih edilir. Tabii ki, bu durum jüri ile katılımcılar arasındaki değerlendirmeler de hemen göze çarpıyor.
Jüri, daha sonra yorum yaptığı için katılımcıların mahalli damak zevkini anlayabileceğimiz bir örnek ortaya çıkmıştı bir iki hafta önce. Az pişmiş bir bonfile hazırlayan bir yarışmacının tabağını değerlendiren diğer şef adayları, ağız birliği etmişçesine hazırlanan etin “çiğ” (dikkat ederseniz, “az pişmiş” bile demiyorlar!) olduğunu, asla yenecek bir kıvamda olmadığını söylüyorlardı. Programa katılan konuk et ustası şef ise, bu değerlendirmenin külliyen yanlış olduğunu söyledi. Yarışmacıların bu yorumu ciddiye aldılar sanıyorsanız yanılırsınız! Kamera arkası yorumlarında, etin nasıl pişmesi gerektiğine dair kişisel kanılarından geri adım atmadıkları gibi, içlerinden biri, o bonfileyi hazırlayan yarışmacının jürinin gözüne girmek için o kıvamda pişirdiğini bile iddia edebiliyordu. Dediğim gibi, uluslararası da olsa bir reality şovun bu ülkede tutabilmesi için önce yerelleşmesi, hatta sonra da “yerlileşmesi” lazım! Zaten, Ver Fırına’da pişen de buram buram Türkiye.
Amasya Belediyesi, ulusal medyada yer alacağı aşikâr bir heykeli şehrin görünür bir yerine diker dikmez önce “haber” olmuş, daha sonra sosyal medyada viral olarak yayılarak binlerce kişinin bilgisini ulaşmıştı. Heykel sanatçıları kızmayacaktır umarım, Türkiye’de kamusal alana konan heykelleri değerlendirmenin tek bir standartı var artık. Az “ucube” olandan “çok” olana uzanan! Ankara’ya “çaydanlık” ile merhaba diyen kamusal alan “anıtının” son geldiği seviye devasa dinazorlar ya da çocukların sevdiği cinsten canavarlar (monster) olabildiğine göre, Amasya Belediyesininki çok daha mütevazı, eğlenceli ve tabii ki, popüler kültürü kullanan bir “kitsch-eser” olarak düşünülmeli. Dikildikten sonrası daha da ilginç oldu şehzademizin, sadece tiye alınmadı, basbayağı fiziksel saldırıya uğradı. İlk olarak elindeki telefon, bir başka “el” marifetiyle, ortasından kırıldı; sonrasında, bir başka “el”, kılıcını ortasından koparıverdi. Freudçu bir ekole mensup oldukları bile söylenebilir saldırganların. Şehzadenin dışarıya uzanan uzuvlarını ortadan kaldırarak iktidarını mı sıfırlayacaklarını, kudretini mi tüketeceklerini sandılar? Bilmiyorlar mı, mesele “iktidar” oldu mu, heykel kendinden sıyrılır, emniyet kuvvetlerinin kadife eldivenli demir parmaklarının korumasına girer, kudret baki kalır!
Meselemiz popüler kültür olduğuna göre, esas konuşmamız gereken “selfie” denen fotoğraf hadisesi olmalı. Sahi, neden selfie çekiyor heykeldeki şehzade? Belediyeden bazı yetkililerine göre, iyi bir “ecdad” olduğundan, teknolojiyi sevdiğinden akıllı telefon kullanıyor, selfie çekerek Amasya’nın güzelliğini kişisel arşivine istifliyormuş. İyi de, neden “kendini” de o güzelliğe katıyor, yani neden selfie çekiyormuş? Bence kesinlikle yanlış bir çeviri olarak “özçekim” denen selfie’nin (“kendiçekim” ya da “bençekim” demek gerekiyordu sanırım, şimdilerde “usie” kullanımı da yaygınlaşıyor İngilizcede, bu da böylece “bizçekim” olurdu) ne menem bir şey olduğunu anlamadan bu şehzadeyi, bir popüler kültür olgusu olarak çözümleyemeyiz. Bu noktada, Evrimbilimci Biyolog Richard Dawkins’in yıllar önce (1976) yazdığı “Bencil Gen” kitabında önerdiği, kültürel dünyada da genler gibi işlevi olan “memler” (“cultural meme)” kavramı bize yardımcı olabilir. Şu sıralar tekrar önem kazandı bu kavram, yeni medya mecralarını yaygınlaşması ve hızından dolayı “internet memlerinden” sıkça söz edilmeye başlandı. Memler, biyolojik anlamında genlere benzer şekilde, bir kültürün sürebilmesi, ortak davranışlar üretilmesi için “taklit” yoluyla öğrenilen kültürel metinlerindir, kültürel refleksler olarak kendilerini gösterirler. Türkiye’de yaşayanlar için 9/8’lik ritm tutmak asla zor değildir, boğaz vapurunda simit-çay içmenin keyfini tartışılmaz bile, totem yapmadan maç kazanılmaz ki! Tabii ki, eski memlerin bir kısmı kaybolurken, yeniler de repertuvara eklenir, selfiler gibi. Bu nedenler ş,md,lerde, akıllı telefonların da yardımıyla selfie çekimler, manzara resimlerini kat be kat aşmış vaziyette paylaşılır oldu.
Bu konularda yazan akademisyenler çoğunlukla selfie’lere olumsuz (bencil ya da ben-merkezli, erkeğin bakış açısını yansıtan vb.) yaklaşırken, bazıları, ısrarlı ve stratejik amaçlarla kullanılması hâlinde varolan estetik değerleri (güzel-çirkin ya da normal-anormal kavramlarını) zorlayabilme potansiyeli olduğundan söz ediyor. Demek ki, selfie çekmenin, kendini “görünene eklemenin” arkasında bir dizi kültürel refleks, tahayyül ve tabii ki, psikanalitik süreçler var. “Selfie çeken Şehzade” tam da böyle, neo-Osmanlıcı dalganın şişirdiği yelkenle son onyılda yükselişte olan bir kültürel tahayyüle takabül ediyor. Geçmişimizle geleceğimizi birleştiren, geleceği temsil etme anlamında “ergenlik” ile eşleşen bir köprü, geleceğimize doğru atılan bir adım. Yine, aynı minvalde, sünnet çocuklarının giydiği kıyafetlerde de bu tahayyül almış başını gidiyor! Taçlısı, kavuklusu, kaftanlısı neredeyse tüm sünnet kıyafetlerinde “şehzadelik” vurgusu bu konudaki modaya damgasını vurmuş vaziyette. Öyle eski usul, önlük gibi tasarlanan sünnet kıyafetleri gitmiş, kuyruklu, ışıltılı bir şaşaa etrafı sarmış. Erkeklik tahayyülünün kültür âlemde her dem dışavurmasına alışmıştık belki ama, işe bir de Osmanlılık girdi mi dışavurum, “dışataşıma” dönüşüyor! Tarihimizi kaç taşım yaşamak gerekiyor?
Osmanlı’nın gerektiği anlarda kolayca “siyaset etmek” (anlamı için bir zahmet sözlüklere bakın, tarih kitaplarına danışın) için birarada tutarak yaşattığı şehirlerdeki (Amasya ve Manisa) şehzadelerin çekebileceği resim ne olabilirdi sahiden? Madem ki hayallere sesleniyor popüler kültür bu heykelle, biz de sormadan edemiyoruz ne menem bir fotoğraf çekebilir o şehzadeler? O şehzadelerin aklında, hayalinde yaşadıkları şehrin güzelliğinden başka bir şey, bir başka şehir, açıkça yazalım, Payitaht İstanbul yok mudur? O şehzadelerin sürgünde olduğu, içlerinden sadece birinin payitahta döneceği hakikatı sadece “örtülmekle” kalmıyor, ironik bir şekilde, o tuhaf heykel turizmle, şehrin güzelliğiyle ilişkilendiriliyor. Çok güzel bir şehir Amasya, bundan kimsenin şüphesi yok bundan ama, Osmanlı tarihinden aldığınız ilhamla bu heykeli dikince, heykelin yamacına şehzadelerin neden o şehirde bulunduğunun hikayesini de yazmanız gerekmiyor mu? Çektiği resim belki de bir vedadan başka bir şey değildir, asla kişisel bir fotoğraf arşivi olamayacak gencecik bir şehzadenin. Belki de bu nedenle koparılıyor, kırılıyor, parçalanıyor o heykel!
Önceleri ismine “izdivaç” ya da “evleniyorum” gibi aslında şovun ufkunu daraltan tamlamalar eklenmesi yerine, sadeleştirilme yapılmış, kısaca “Esra Erol’la” denmiş, ucu açık bırakılmış. Çünkü, bu programda “evlenmek” tipik bir netice olmaktan çok istisnaî bir durum. Çok da fazla olmuyor ve gerçekleştiğinde şaşaalı bir gösteriyle ekrana geliyor, ekranda pasta kesiliyor, danslar ediliyor, konfetiler uçuşuyor. Geçen hafta, programın “müzmin” bekarlarından, uzun bir süredir şovun değişmez kahramanlarından olan Hakan Bey de sonunda evlendi. Öyle kolayca olmadı tabii ki bu iş, aylar, haftalarca sürdü. Gitmeli-gelmeli, fırtınalı-güneşli ilişkiler silsilesinin (küsmeler, ağlamalar, barışmalar, yanlış anlamalar) sonunda, İran’lı Gelin Seba ile nikah masasına oturdu ve böylece Esra, şovuna dair iddialara da cevap verme şansını yakaladı. Evet, bu şova katılanlarlar “gerçekti”, kimse rol yapmıyor, kimse oynamıyordu! Aynen, programın başında söylendiği (“programdakiler gerçek insanlardır!”) ve evlenme sahnelerinden fotoğraflarla gösterildiği gibi bu şovun tek bir derdi vardır, insanları evlendirmek, mutlu bir yuva sahibi yapmak! Neredeyse, hayır hasenat. Öyle mi? Bazı belediye başkanlarının, kaymakamların ya da hayırseverlerin, gücü yetmeyenler için yaptığı toplu nikah törenlerinin bir benzeri mi gerçekleşiyor ekranda? Tabii ki değil, neticede, anaakım bir kanalda yayınlanan, sürebilmesi için ciddî izlenme oranları alması gereken bir reality şovdan söz ediyoruz, bir “hakikat gösterisinden!”
EROL YALNIZCA BİR 'KANAT ÖNDERİ' DEĞİL
Peki, nasıl yaklaşmamız, nasıl “okumamız” gerekiyor bu şovu? Baştan aşağı kurmaca mı, herkese bir rol mü ezberletilmiş, gördüklerimiz bir tiyatro gösterisi mi? Tabii ki, hayır! Ama, bir sosyal psikoloji deneyine benzeyen bir ortamın baştan oluşturulduğu, belirli beklentilere (evlenmek için aday ya da talip olma) sahip adayların stüdyoya geldiği, adayların toplu olarak “loca” denen tribünde oturduğu, kameralar onlara yaklaştığında ekranda bir kutu açıldığı, kişisel bilgilerinin, beklentilerinin yazıldığı bir dünyanın olduğu da aşikâr. Programın net bir stürktürü, törensel bir akışı var. Şovun moderatörü olan Esra Erol, sadece bir “kanaat önderi” gibi şovu yönetmiyor, örneğin müzisyenleri de aktif olarak yönlendiriyor. Müzisyenler, ekrandakilerin ruh hallerine göre şarkılar söylüyor, bazen de basbayağı film müziği gibi çalarak ekranda “yaşananlara” dramatik bir boyut ekliyor, hikayeye coşku katabiliyor ya da hüzünlendirebiliyor. Demek ki, sadece gelenler “gerçek” değil, görünenler de fazlasıyla “gerçek” hâle dönüştürülüyor. Fazlası şu: moderatör, bir “tören üstadı” edasıyla sürekli olarak sosyal kodları, neyin normal, neyin normal olmadığını kontrol ediyor, ona göre konuşturuyor ya da susturuyor adayları ya da talipleri. Bu gösterinin, törenin bir sahibi var ve de ona uymak zorunda olan katılımcıları. Nitekim, Esra onları, “tecrübelerine” dayanarak sürekli olarak tartıyor, tarif ediyor. Bir kızcağız her hüzünlü durumda ağlayınca, bugüne kadar gelmiş geçmiş en “ağlayan” kız ilan edilebiliyor, örneğn. Kızımız da ağlamaya devam ediyor. Aslında, “roller” böyle yaratılıyor ya da “yazılıyor” katılanlar için.
İZLEYİCİ İÇİN KARAKTER YARATILIYOR
Bir önceki yazıda, Türk usulü Survivor’un nasıl bir “diziye” dönüştüğünden söz etmiş, bu türde (reality şov), bu memlekette başarılı olmak isteniyorsa katılanların dizi karakterine dönmesinin olmazsa olmaz bir merak unsuru olarak programa eklenmesinin elzem olduğunun altını çizmiştik. Esra Erol’da da böyle (dizilerdekine benzer) karakterler var ve şovun “fıtratından” ötürü, amaca (evlenme ya da evlenememe) hizmete göre sınıflandırılıyor. Şovun hemen başında, katılanlara rollerini hatırlatmak, pozisyonlarını kaybetmemelerini sağlamak için sorular soruluyor? Bir evliliğin sürmesi için gerekenler nedir, hatta ipuçları da sorunun içine konuyor ki, katılımcılar uçup gitmesin? Abidik Abi hemen mikrofonu kapıyor ve bu konudaki fikrini söylüyor, o söyler de Gubidik Dayı durur mu, o da, neredeyse onunkiyle aynı olan görüşünü farklıymış gibi dile getiriyor ve mikrofonu tam yanındaki Tiri Abla’ya veriyor, o tabii ki daha “romantik”, o minvalde bir şeyler söyler söylemez, daha önce hiç evlenmemiş Viri Teyze, “hayır!” diyor, herşeyin başı güven! Mesele şu aslında, izleyici için “karakterlerin” yaratılması, şovun bir arkası yarın dizisi gibi izletilmesi gerekiyor. Böylece, “romantik”, “şair”, “müzmin”, “muzaffer”, “yakışıklı”, “güzel”, “oyunbaz”, “sinsi”, “saf” karakterler yaratılıyor ve bunların evlilik fikriyle ilişkleri netleşiyor.
Dijital medyanın etkilerini anlamadan önce reality şov ile diziler arasındaki ilişkilere bakmamız gerekiyor. Eylül 2014’te, yine Hürriyet Web’de yayımlanan, TV8’in yayın anlayışını değerlendirdiğim yazıda, reality şovlar ile diziler arasındaki farka dikkat çekmiştim. Dizilerin izleyenlere hayal kurdurabildiği için, masal gibi anlatılarıyla, sıradan, sokaktan gelen insanlarla şekillenen reality şovlardan daha güçlü bir konumda olduğunu, Türkiye TV izleyicisinin asıl aşkının Yeşilçam sineması ve onun izleğinde gelişen diziler olduğunu belirtmiş, yine de TV8’in birincilik iddiasının önemini de özellikle vurgulamıştım. Nitekim, Survivor’un başarısıyla TV8, geçen ay bir numaraya yükseldi. Peki, bunu nasıl açıklayacağız? Hani, Türkiye izleyicisi dizilere meftundu?
Dizilerle sinema ilişkisi kadar, reality şovlarla diziler arasındaki ilişki de çok önemlidir. Akademik literatür, Türkiye’de de gözlemlediğimiz bir olguya, dizilerle sinema arasındaki yakınlaşmadan özellikle söz ederken iki tür dizi tarifi yapar. Ne yazık ki, Türkçe’de pek anlam ifade etmeyen (“ardışık” / “ardarda”) farkını açıklamaya çalışayım. Ana karakterler ve anlatı aynı da olsa, her bölümü “bağımsız” olarak da izlenebilen dizilere “series” (“ardışık”) denirken; bir sinema filmi gibi başlayan, zamanla olayların dallanıp budaklandığı, yeni karakterlerin devreye girdiği, bir sinema senaryosu mantığıyla devam eden dizilere “serial” (“ardarda”, tefrika edilen) denir. Dünyadaki trend “ardışık”tan “ardarda”ya doğru evrilirken, bizdeki diziler en başından beri “ardarda” olarak, yani bir sinema filmine benzer bir mantıkta kurgulandı. Şu anda ekranda gösterilen ve iyi reyting alan dizilerden sadece Arka Sokaklar için “ardışık” denebilir (eskilerden, Çocuklar Duymasın ya da Avrupa Yakası gibi durum komedileri de benzer özelliklere sahipti), diğerleri mantıksal olarak “ardarda” kategorisinde yer alıyor.
İyi de, Survivor bir “yarışma” ile dizilerin ne alakası var? Survivor All Star, bir başka açıdan bakarsanız, “dizileştiği” için, daha açık yazalım, bir “ardışık” diziye dönüştüğü için çok seviliyor ve izleniyor. Dizi hikayelerinin taşıyıcıları karakterlerdir ve dizi başlar başlamaz onlarla tanışır ve yaşamaya başlarız. İyi bir reality şovun olmazsa olmazı ise, sıradan, ekran başındaki izleyicilerin kolaylıkla özdeşleşebileceği insanları ekranda izlenebilir “karakterlere” dönüştürmektir. Böylece, gerçeklik ile kurmaca arasında bir yerde iki dünyalı bir “karakter” oluşmaya başlar. Gerçek hayattan geldiği için halen “hakikidir”, kendimizle özdeşleştirebiliriz, öte yandan, bizim onayladığımız ya da onaylamadığımız davranışlar sergilediği andan itibaren de bir dizi karakterine dönüşür, ondan “hayallerimizde” kurduğumuz davranışları beklemeye başlarız. Zaten dizilerde de zamanla bazı karakterler öne çıkar, bizim adımıza ya da aleyhimize konuşan ve davranan “kahramanlara” dönüşür.
Biraz daha somut konuşalım. Bu Survivor’un en önemli özelliği “All Star” olduğundan, diğer bir deyişle, yarışmacılarını daha önceki şovlardan devşirildiğinden, ekran başındakiler için hepsi de “ünlü” ve tanıdıktır. Üstelik, bu insanların bir kısmı, katıldıkları yarışmadan sonra ekranlardan yok olmamış, bazıları dizilerde rol almış, bazıları program sunmuş, bazıları ise magazin haberlerinde sürekli olarak varlığını sürdürmüştür. Öyle ki, onlardan söz edilirken, isimlerinin önüne şovun ismi kullanılarak haber yapılmış, örneğin “survivor hamide” şu dizide rol alıyor denmiştir. İdeal bir reality şov katılımcı profili zaten böyle olmalıdır. Gerçeklikten (hayattan) gelen, ekranda “dönüşen” (bir süreliğine de olsa, sıradanlıktan sıyrılan) ama asla bir dizi karakteri gibi kurmaca da olmayan, “hakikatleri” ile “hayalleri” arasında gidip gelen ekran karakterleri. Survivor All Star’ esas avantajı bu, izleyici ekrandakileri az çok tanıdığından, “karakterlere” aşina olduğundan, içlerinden bazılarını “yükselterek” (özdeşleşerek, destekleyerek) ya da “alçaltarak” (nefret öznesine çevirerek, ezikleyerek) her hafta ekranda gösterilen ardışık bir dizi akan bir hikayenin “kahramanlarına” dönüştürüyor.
Reytinglere bakarak söylüyoruz tabii ki biteceğini, acımasız rekabet ortamında bir dizini tutunabilmesi için en azından beş puanlık bir reyting sınırında gezinmesi gerekiyor. Peki neden “batmakta” olan bir diziye odaklanıyoruz? Çünkü, batanların tutunanlara göre çok daha fazla olduğu, ekranın basbayağı bir “dizi mezarlığına” döndüğü bir dönemde “başarısız” olmanın da bir formülü olmalı. Belki, akademik literatür bu konuda bize yardımcı olabilir, neden bir çok iddialı oyuncusu olan, iyi senarist, ünlü yönetmenlerle çekilen dizilerin de bir türlü dikiş tutturmadığına dair bazı ipuçları bulunabilir.
Medya çalışmalarından çok iyi tanıdığımız Stuart Hall (1932-2014), popüler kültür ve TV çalışmalarının da en önemli kuramcılarındandır. Hall, ekran başındaki izleyici davranışını üç mümkün kategoride sınıflandırır. İzleyici, kültürel ürünle temasa geçer geçmez (bazen bu, çok önceden, söylenti düzeyinde bile olabilir) kendini ürüne göre “konumlandırır”. Ürünün içeriğini (dizi üstünden düşünürsek, oyuncular, hikaye, çekim vesaire) fark eder etmez üç “konumdan” birine yerleşir. Bunlara “kabul”, “müzakere” ya da “müzakereyle reddetmek” pozisyonları diyelim. Çok iyi biliyoruz ki, popüler kültür ürünleri henüz tasarım aşamasındayken bile tüketicisini “ele geçirebilir”. Orhan Gencebay hayranıysanız, daha albümü çıkmadan almaya karar verebilirsiniz ya da Mehmet Aslantuğ hayranıysanız bir dizide oynadığını duyduğunuz anda bakmadan edemezsiniz. Bu çok yaygın olarak karşılaştığımız “kabul” konumlandırmasına iyi bir örnektir. Öte yandan izleyici, karşılaştığı ürünle kendisi arasına, en baştan kesin bir mesafe de koyabilir, ürünü ancak uzunca sürecek bir değerlendirme aşamasından sonra kabul edebilir ya da etmez. Örneğin, aile komedilerini seviyorsanız, böyle bir dizi başla başlamaz ekran başına oturur, daha önceden bildiğiniz benzer dizilerle karşılaştırır, kafanızda “müzakere” eder ve izleyip izlememe konusunda ancak bir süre sonra kararınızı verirsiniz. TV çalışmaları konusunda çalışan akademisyenlere daha da ilginç gelen pozisyon ise, “müzakere” konumunun bir sonraki aşamasına tekabül eden, müzakerenin “muhalif” bir tavırla yapıldığı (“müzakereyle reddetme”) ve genellikle neticenin olumsuz olduğu durumdur. Türkiye TV izleyicisinin, özellikle son iki yıldır benimsediği konumun bu olduğunu düşünüyorum. Açıklayayım.
İzleyici profilinin değiştiği 2012’den beri panikleyen kanalların, deneme yanılma yöntemiyle, onlarca diziyi ekrana sürdüğünün, reytingler düşer düşmez de kaldırdığının tabii ki farkındasınız. Yeni hikayelerin bulunmasının zaten zor olduğu bir sektörde, onlarca hikayenin heba edilmesi bir yana, kaldırma işinin sadece tek bir kriter üstünden (“reyting”) gerçekleştirilmesi izleyici için çok da kolay kabul edilebilir bir durum değil. Çünkü reytingi az da olsa, hemen kültleşebilen diziler olabiliyor (Beş Kardeş, Ulan İstanbul gibi) ve izleyicileri sevdikleri dizinin kalkmasının ardından “serseri mayın” misali, ekrans sürülen yeni dizilerle çatışmaya, cebelleşmeye başlayabiliyor. Ellerindeki en güçlü silah “izlememek” tabii ki. Hele bir de, ekranda yeni başlayan bir işi, o esnada süren ya da bir iki sezon biten bir işe benzetsinler!
Yeni başlayan bir diziye dair sosyal medyada yazılanlara bir de bu gözle bakarsanız, bir çok izleyicinin, neredeyse bir “avcı” gibi yeni başlayan bir dizinin hangi diziye benzediğini sürekli sorguladığını tuhaf bir şekilde fark ediyorsunuz. İşte, Stuart Hall’un sözünü ettiği, özellikle “uzman” izleyicinin benimsediği (burada “uzman” derken, örneğin yıllarca özellikle polisiye dizileri izleyen, yerli ve yabancı örneklerinden haberdar olan bir izleyicilik hâlinden söz ediyorum) bu tavrın, sürekli dizilerin ekrana sürülüp, kaldırıldığı Türkiye ekranında hemen herkesin edindiği bir tür “uzmanlığa” dönüştüğünü düşünüyorum. Dizi izlemekten çok, izlememeye yönelen, sevdiği diziler ekranda yoksa, diğerlerinin de olmamasını hedefleyen, hatta “arzulayan”, kesinlikle negatif bir tavır.
Racon: Ailem İçin dizisi ya da bir çok başka dizinin başına gelen tam da bu. Ekranda o an gösterilen ya da henüz akıllardan gitmemiş bir başka diziye benzemek. Tam olarak hikayesinin benzemesi gerekmiyor aslında, biraz andırsa yetiyor sosyal medyada eleştirilerin odağı olmak için. Konumuz Racon: Ailem İçin dizisi olduğundan açıkça yazalım. Hikayesinin Poyraz Karayel’e benzemesinden ötürü ipi çekildi bu dizinin. Sosyal medyadaki eleştirileri hatırlayalım. Onda da bir mafya babası vardı, bunda da. Onda da ailenin “kızı” babasının işinden nefret ediyor ve babasının kim olduğunu etrafındakilere söylemiyordu, bunda da. Onda da psikopat özellikleri olan, berbat bir “oğul” vardı, bunda da. Benzerliklere odaklanma, farklarıysa gözardı etme tutumu zaten işin sonunu da getiriyor. İstediğiniz kadar iyi oyuncular seçin, istediğiniz kadar iyi bir yönetmenle çalışın sonuç değişmiyor. Hikaye bir diğerini andırıyorsa, hele bir de kolayca sıralanabilecek bir dizi benzer karakteriniz varsa, izleyici sadece izlememekle kalmıyor, bu yönde başkalarını da teşvik etmek için sosyal medyanın araçlarını kullanmaya, “muhalif” tutumunu olabildiğince kitleselleştirmeye çalışıyor. Çoğu zaman başarıyor da.
Şu sıralar dizi konusunda tartışmasız bir numara olan Fox’un geçen yıllarda reytingler konusundaki politikasını hatırlatarak bu yazıyı bitirelim. Birincilik yarışında yer kapmaya çalışmayan Fox, ekrana sürdüğü diziler düşük reyting de alsa haftalarca ekranda tutmaktan geri durmamıştı. Şu anda anlıyoruz ki, sadece yeni izleyici paneliyle örtüşmesinden ötürü birinciliğe aday bir kanal durumuna yükselmedi bu kanal, aynı zamanda dizilerini izleyenlere net olarak şu mesajı da vermişti. Burada işler öbür kanallara benzemez, çok daha uzun süre bir dizinin arkasında dururuz! Neticesinin ne olduğunu anlamak için Fox dizilerine ve aldıkları reytinglere bakabilirsiniz. Üç, dört haftada bir diziyi kaldırmanın bedelini ekrana sürdükleri yeni dizilerle ödüyor şu sıralar bir çok anlı şanlı kanal.