Paylaş
Sokaktaki insanı ekrana taşımak, hele bir de doğru bir şekilde, “yerelleştirildi” ise onların ekrandaki hâllerini gözlemlemek oldukça öğretici bir süreç. Tabii ki “doğal” hâllerinde olmuyor bu “gösterilere” çıkanlar, aksine bir rol oynarmışçasına, performatif bir şekilde, kendilerini “oynuyor”, kafalarındaki “normal” ne ise ekrandan üstümüze boca ediyorlar. Gündelik siyasetin, ideolojinin, demokrasi ve faşizmin en “doğal” hâliyle ekrana geldiği müthiş bir format reality şovlar. Burada tek koşul var, o da işin hakkıyla yapılması, “yerlileşmesi”, hakikilik, inandırıcılık sorunları olmaması. Yemekteyiz’in inanılmaz reyting başarısından sonra ekranları kaplayan en önemli program türlerinden biri yemek şovları oldu. Bu noktada hemen şu ayrımın da altını çizmeliyiz. Sözünü ettiğimiz şovlar ile “kadın programları”ndaki, aşçılar tarafından anlatılan yemek tariflerini karıştırmamak gerekiyor. Reality şov temelli yemek programlarında “ben bu işi bilirim” iddiasıyla programa katılan yarışmacılar ve bu ürettikleri “hakikatın” (sadece yemek değil tabii ki, aynı zamanda ekrandaki hâl ve davranışları) çeşitli yöntemlerle test edilmesi (ölçülmesi) yatıyor.
Yemekteyiz, yapısal olarak BBG (Biri Bizi Gözetliyor) gibiydi, yarışmacılar birbirlerinin ürünlerini (yemekleri) oyluyor (ölçüyor), izleyiciler de yarışmacıların performanlarını (ekran kişiliklerini) SMS’ler yoluyla değerlendiriyordu. İlginçtir, bu tip reality şovlar hızla popülerliklerini kaybetti, çünkü hem ekrandaki gurup çok sıkıcı olabiliyordu, hem de birbirlerini “değerlendirmekten” çok yok etmekten başka dertleri pek olmuyordu. Yemekteyiz ve benzerlerinin son versiyonlarında gerçekten içler acısı bir “ekran hakikatı” ortaya çıkmaya başlamıştı. Herkes birbirine verilebilecek en düşük puanı veriyor ve aralarından birisi, daha iyi yemek yaptığından değil de, daha “kulisçi” (daha “sinsi”, daha “oyunbaz”, daha “üçkağıtçı”—şovun sonunda kaybedenlerin kazananlara dair intibaları!) olduğundan bir puan daha fazla alıyor ve yarışmayı kazanıyordu. Tükenmeye mahkûm bu sistemin çözümü olarak “jüri” sistemi gündeme geldi, sokaktakinin birbirlerine olan saldırısına son vermek için otoriteye, zabıtaya, jüriye ihtiyaç yok muydu? Vardı ve en belalısından bulundu bir adet zaten. Masterchef Türkiye uyarlamasının “belalı-şefi” Batuhan Piatti olmuştu ama, her şeyin de bir sınırı vardı, eleştiriler de ayar kaçınca şov da ekran çöplüğünde kayboldu, gitti.
Şimdilerde TV8’de gösterilen Ver Fırına’nın iyi formüle edilmiş ve de iyi “yerelleştirilmiş” bir yemek şovu olduğunu, zamanla Yemekteyiz’in tahtını zorlayabileceğini düşünüyorum. Bunun da en önemli nedeni, jüri ve sunucunun çok iyi seçilmesinde düğümleniyor. Çünkü adayların Yemekteyiz’e katılanlar pek bir farkı yok. Çoğunun egoları patlamış vaziyette, jüriyi dinler gibi de yapsalar aslında içten içe bildiklerini okumaya devam ediyorlar. Zaten izleyici için asıl merak unsuru kamera arkasındaki hezeyanları, birbirlerini suçlamaları, süper komplo iddiaları vesaire. Jüri ise, Masterchef’in aksine çok daha eğlenceli, ironik bir yerden yaklaşıyor yarışmacılara ve ekran başındakinin şüphesini taşımaya devam ediyor. Nasıl mı? Katılanların iddiasını (iyi bir şef olmak) ciddiye bile almıyor, hatta onların bir şeyler öğrenebilecei konunda bile kuşkulular. Jürinin derdi, ekran başındakilere bir şeyler öğretmek. Bu nedenle de, Arda Türkmen ile Emel Başdoğan özellikle yarışmacıların beceremediği yerlerde iyi yemek pişirmenin püf noktalarını açıklıyorlar. Zaten, ekran arkası görüntülerinde, yarışmacıların hatalarını açıklamalarına rağmen ekran önünde çok daha suskun kalmayı tercih ediyorlar. Batuhan’ın sinirden yanakları kızarmış halde, elini sallıyarak bir şeyler bağırdığı durumlardan eser bile yok bu şovda, aksine basbayağı “kafa bulma” seansları icra ediyor Arda ile Emel. Örneğin, bir yarışmacıya bir yemeğin nasıl yapılması gerektiğini anlatıyorlar ama, adayımız o konuya öylesine hâkim ki, kafa sallasa da belli ki onları kale bile almıyor. Bunun üzerine, Emel Hanım elinde tuttuğu bir demet taze soğana, partneri Arda’yla beraber püf noktalarını anlatmaya başlıyor, daha sonra da soğan’a baş eğdirerek, peki efendim dedirterek kameradan uzaklaşıyor.
Aslında, yerelleşmeden “yerlileşmeye” gidildiğini kanıtlayan tam da böyle tutumlar. Arda ile Emel, ekran başındakilerle denk bir bakış açısından şef adayları ile “eğlenirken”, “soğuk-nevale-pek-de-bilmiş” sunucular dönemine son veren Burcu Esmersoy, sunucudan çok, yaşı az biraz kemale ermiş de olsa, bir türlü büyüyememiş bir ergen edasıyla yemek yapanlar arasında dolaşıyor, yemeklerin tadına bakıyor. Aslında, Emel-Arda-Burcu ekibi programı “yumuşatmasa”, yarışmacıları durdurmasalar stüdyoda kıyamet kopması işten bile değil. Çünkü özellikle ekran arkasında ama bazen de ekran önünde birbirlerine sürekli olarak laf sokuşturmadan edemiyorlar. Yarışmanın yemek tarafında ise işler öyle “mahalli” kalıyor ki, bizim şeflerin ancak bolkepçe lokantalarında iş yapabilecek bir zihniyette oldukları kolayca anlaşılıyor. Bir örnek isterseniz etin pişirilme derecesinden işe başlayabiliriz. Bildiğiniz üzere, belki de hijyenik nedenlerle, bu ülkede etlerin çok pişirilmesi, bu nedenle lezzetini kaybetmesi adettendir. Ama, uluslararası mutfaklarda etler asla bu kerte pişirilmez, içlerinin az pişmesi, biraz kanlı kalması tercih edilir. Tabii ki, bu durum jüri ile katılımcılar arasındaki değerlendirmeler de hemen göze çarpıyor.
Jüri, daha sonra yorum yaptığı için katılımcıların mahalli damak zevkini anlayabileceğimiz bir örnek ortaya çıkmıştı bir iki hafta önce. Az pişmiş bir bonfile hazırlayan bir yarışmacının tabağını değerlendiren diğer şef adayları, ağız birliği etmişçesine hazırlanan etin “çiğ” (dikkat ederseniz, “az pişmiş” bile demiyorlar!) olduğunu, asla yenecek bir kıvamda olmadığını söylüyorlardı. Programa katılan konuk et ustası şef ise, bu değerlendirmenin külliyen yanlış olduğunu söyledi. Yarışmacıların bu yorumu ciddiye aldılar sanıyorsanız yanılırsınız! Kamera arkası yorumlarında, etin nasıl pişmesi gerektiğine dair kişisel kanılarından geri adım atmadıkları gibi, içlerinden biri, o bonfileyi hazırlayan yarışmacının jürinin gözüne girmek için o kıvamda pişirdiğini bile iddia edebiliyordu. Dediğim gibi, uluslararası da olsa bir reality şovun bu ülkede tutabilmesi için önce yerelleşmesi, hatta sonra da “yerlileşmesi” lazım! Zaten, Ver Fırına’da pişen de buram buram Türkiye.
Paylaş