Art Basel aplikasyonuma gelen dijital kartla içeri giriyorum (evet, girişteki isim yazdırma olayları ortadan kalkmış durumda).
Her şey çarşamba sabahı buradaki medya resepsiyonuyla başlıyor.
Miami Belediye Başkanı Steven Meiner, Art Basel CEO’su Noah Horowitz, tüm Art Basel fuarlarının direktörü Vincenzo de Bellis, Art Basel Miami Beach direktörü Bridget Finn ve fuarın ana sponsoru UBS’in başındaki isim Jason Chandler resepsiyonda kısa birer konuşma yapıyorlar.
Art Basel CEO’su Horowitz, Miami’nin artık kültürel bir destinasyon olduğunun altını çiziyor ve bunun sorumluluğunu taşıdıklarını belirtiyor.
Platform olarak bunu sürdürülebilir kılmak için çalıştıklarını anlatıyor.
Başkan Meiner ise 80 bin ziyaretçinin Art Basel haftasında şehre akın ettiğini ve Art Basel’ın Miami’ye 500 milyon dolarlık ekonomik bir etki yarattığından bahsediyor.
Bu rakamları duyunca ister istemez hayallere dalıyorum:
Dolayısıyla filmi izlemeye en başta bu nedenle artı puanla başladım.
Ama film ilerledikçe kendini hızla belli etmeye başlayan “olmamışlık” tüm artı puanları bir anda silip süpürdü.
Olmamış halin nedeni çok:
İki oyuncu da film boyunca “New York’a tatile gelmişken şu filmde de oynayalım” der gibi.
Karakterlerine tutunmamışlar. Ama onlara da hak vermek gerek.
Çünkü oynadıkları karakterlere dair özellikler bir-iki tane sıradan, kalın çizgiden ibaret:
Erkek tarafı müzisyen ve İstanbul’u seviyor.
Kadın ise tasarımcı ve çocukluğundan beri New York hayranı.
Saltz, Anadol’un MoMA’daki “Unsupervised” sergini eleştiren bir yazı kaleme almış ve şöyle demişti: “Yarım milyon dolarlık bir ekran koruyucusu.”
Ve şimdi ikilinin X platformu aracılığıyla yeniden polemiğe girdiğine şahit olduk.
Jerry Saltz, Anadol’un sergisini vasat bulduğunu ifade ederek alaycı bir görsel paylaştı ve akabinde şöyle yazdı: “Dikkati anlık olarak dağıtan bir hile sanatı.”
Anadol da onun yazdıklarına, “Ben herkesim, sen hiç kimse değilsin” diye dikkat çekici ve unutulmayacak bir söylemle yanıt verdi.
Devamında şunları da ekleyerek:
“Sözlerinin benim için hiçbir anlamı yok. Benimle hiç konuşmadınız, atölyemi hiç ziyaret etmediniz. Kim olduğum, bu işi neden ve nasıl sanat yaptığım hakkında hiçbir fikriniz yok. Ama size söyleyeyim, ben işimi kalpten yaratıyorum! Ve bunu öğrenmek için çalışmalı, araştırmalısınız. Geldiğiniz dünya değişti! Yeni dünya aydınlık, yeni dünya kapsayıcı, yeni dünyanın kapıları yok!”
Anadol’un bu sert yanıtına karşılık Saltz geri adım atmadı.
O da “Sanatçılar hakkında yazmadan önce asla onları ziyaret etmem. Haklarında yazmadan önce onlarla konuşmam. Ayrıcalıklı olmayan herhangi bir izleyici gibi mümkün olduğunca özgür ve doğru bir şekilde yanıt vermek istiyorum. Kendi başıma. Ne görüyorsam onu söylüyorum. Katılmıyorsanız sorun değil” dedi.
HER YIL 2 BİN GENÇ SANATÇI ADAYI!
◊ BASE fikri ilk ne zaman doğdu? Üçünüz bir araya gelip bir platform kursak mı dediniz?
- 2012’de New York Academy of Art’ın mezuniyet sergisine gitmiştik. Okulun, eğitimini tamamlayan sanatçılarını sanat dünyası ile buluşturmak için gösterdiği çaba çok ilgimizi çekmişti. Sanatçılar üretimlerini gelen misafirlere heyecanla anlatıyor, kariyerleri için pek çok önemli kişiyle tanışıyordu.
O zaman düşünmüştük; Türkiye’de kim bilir güzel sanatlar fakültesinden kaç kişi mezun oluyor, sanat izleyicisi/alıcısı olarak bizler ne kadarını tanıyabiliyoruz ve ne kadarı hiç sanat dünyasına ulaşamadan cesaretini kaybedip bırakıyor acaba diye...
Kişisel merakımızdan dolayı sergileri gezmenin yanı sıra fırsat oldukça Mimar Sinan, Marmara gibi okulların mezuniyet sergilerine de gitmeye çalışıyorduk.
Mezuniyet sergilerini okullardan dışarı taşıyıp geleceğin önemli sanatçıları arasında olacak bu gençleri doğru kişilerle buluşturmak, cesaret kazandırmak, üretimlerini geniş bir izleyiciye sergileme fırsatı sunmak, Türkiye’nin farklı şehirlerinde sanat okuyup mezun olmuş sanatçı adaylarına eşit bir görünürlük vermek 2012’den beri hep aklımızdaydı!
2017’de birkaç üniversitenin kapısını çalıp bu fikri anlattığımızda böyle bir birlikteliğe ne kadar ihtiyaç olduğunu gördük ve kollarımızı sıvadık.
Türkiye’de güzel sanatlar fakültesi veya sanatla ilgili fakültelerin olduğu yaklaşık 75 üniversite var ve her yıl mezun olan yaklaşık 2 bin genç sanatçı adayı! Başlangıcımız bu şekilde oldu.
Bir Murat Soner kadar olmasam da, yeni yerli dizilere artık epey hakimim.
İlk dikkatimi çeken şu oldu: Yerli dizilerde sadece içki kadehlerini değil, cep telefonlarını da buzluyorlarmış.
O yüzden çoğu sahnede önce bir afalladım, “Niye oyuncunun eli flu, yoksa gözüm mü bozuldu” diye.
Sonra bu duruma hızla alıştım. Zaten yerli dizi izlemek demek, her şeye alışmak demek.
Dizi sürelerinin uzunluğundan dolayı uzun bakışma sahneleri malum, buna yıllardır alışığız.
Ama bu kadar ağlama sahnesine doğrusu ilk başta alışamadım.
Öyle ki, bir ara hangi diziyi açsam üç-beş karakter toplanmış beraber ağlıyordu.
1. BİR FİKRE KARŞI BİR SORU
Fazıl Say geçmişten örnekler verip Caravaggio’nun işlediği cinayetten, Bach’ın düellolarda çok sayıda ölüme sebebiyet verdiğinden, Beethoven’ın tacizciliğinden, Brahms’ın evcil hayvanları katleden biri olduğundan bahsediyor...
Ve özetle diyor ki, bunlar hep konuşulur ama sanatçıların özel hayatlarında yaptıklarını yaşadıkları dönemin koşullarıyla değerlendirmek lazım. Yılmaz Güney’i de öyle...
Farah Zeynep Abdullah da Hakan Gence’ye verdiği röportajda buna karşı çıkıyordu:
“Katil ama çok güzel filmler çekiyor, sapık ama güzel resim yapıyor, ırkçı ama güzel şarkı söylüyor. Bu deli-dâhi dönemlerini geçtik artık.”
Evet, doğru. O dönemleri geçtik ve şu an yeni ve daha hassas bir dönemdeyiz.
İlki, şu malum “cesur sahne” tabiri üzerine.
“Cesur sahne tabirini artık değiştirmeliyiz” diyor Farah, “İki insanı hikâye gereği öpüşürken görüyoruz diye cesur dememeliyiz. Ne olur artık oyunculuk için eski magazinci tabirler sona ersin. 90’lar bitti”.
Farah haklı, ama maalesef bu tabirleri aşmak şimdilik mümkün görünmüyor.
Çünkü hâlâ en sevilen başlıklardan biri şu: “Cesur pozlar verdi”. O cesur poz kime göre, neye göre?
Bir de “cesur poz ve cesur sahne” hep ünlü kadınlar için kullanılıyor.
Yani işin fena halde cinsiyetçi bir tarafı da var, ki bunun başka versiyonları da olabiliyor.
Onlardan biri de Latin konseptli mekânlar.
Bir ara Palazzo Donizetti Oteli’nin altında La Bodeguita del Medio isimli bir Küba barı mesela. Bir gece tesadüfen gitmiş, eğlenmiştim.
42 Maslak içindeki Cuba’yı ise bilmiyordum.
Hafta sonu keşfettim ve mekânı görünce şaşırdım:
- Bir kere mekân çok büyükmüş.
- İçeri girince Havana’da bir mahalleye girmiş gibi oluyorsun, dekorasyonu ona göre yapmışlar.
- Mekânın beyaz örtülü masaları var, yani sadece bar değilmiş burası. Yemekte de iddialılar.